Tekil Mesaj gösterimi
Alt 25. April 2009, 09:42 PM   #3
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.016
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

(Allah onlara): “Sizden önce geçmiş cinn ve insden [tanıdığınız, tanımadığınız] ateş içindeki ümmetlerin [toplumların] içine girin!” dedi [der]. Her toplum girdikçe kardeşine lânet etti [eder]. Nihayet hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında, “Rabbimiz! İşte şunlar bizi saptırdı. Onlara ateşten kat kat azap ver” dediler [derler]. [Allah,] “Herkese kat kattır, fakat siz bilmiyorsunuz” dedi [der]. (A’raf/38)

67, 68 – Ve dediler ki: “Ey Rabbimiz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle!” (Ahzab/67, 68)


35, 36 – Şüphesiz onlar, kendilerine: “Allah`tan başka ilâh diye bir şey yoktur” denildiği zaman büyüklük taslıyorlar ve “Şüphesiz biz, mecnun bir şair için ilâhlarımızı bırakır mıyız?” diyorlar.

Bu ayetlerde, cehenneme yaklaştırılmış olan müşriklerin geçmişlerine atıfta bulunularak daha evvel kendilerine tevhid önerildiğinde bunu reddettikleri ve “Şüphesiz biz, mecnun bir şair için ilâhlarımızı bırakır mıyız?” diyerek inançlarına sımsıkı sarıldıkları nakledilmektedir. Bu ifade Mekkeli müşriklere doğrudan bir tariz niteliğini taşımaktadır.

37 - Bilakis o, hak ile geldi ve bütün peygamberleri tasdik etti.
38, 39- Şüphesiz siz, o acı azabı tadacaksınız ve sadece yaptığınız amellerinizle cezalandırılacaksınız.

Bu ayet gurubunda, peygamberimiz için “mecnun”, “şair” diyenlere cevap verilerek onun mecnun da şair de olmadığı; hakk ile geldiği, hakkı getirdiği ve daha evvelki elçileri de tasdik ettiği bildirilmiştir. Müşriklere hitap edilerek onu ve getirdiklerini inkâr etmelerinden dolayı şiddetli bir azapla cezalandırılacakları haber verilmektedir.
Rasulüllah’ın peygamber olduğunun birçok delilinden biri kendinden önceki peygamberleri doğrulamış olması, bir diğeri de önceki peygamberlere kendi ümmetinin de inanmasını şart koşan bir kitap [Kur’an] tebliğ etmiş olmasıdır. Hâlbuki Elçi hak peygamber olmasa, hem filozofların yaptığı gibi geçmişi eleştirerek kendini ön plana çıkarmaya ve kişiliğini kabul ettirmeye çalışır, hem de bundan maddi ve manevi çıkar sağlama yoluna giderdi.
38, 39. ayetlerde yalanlayıcılar “acı azap” ile tehdit edilmişlerdir. Zira Şura/40’ta “Ve bir kötülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür. Ama kim affeder ve düzeltirse onun ücreti Allah’a aittir. Şüphesiz ki O, zalimleri sevmez” denilerek cezanın suça denk olması ilkesi ortaya konmuştur. Gerçeği tebliğ eden bir elçiye “deli, şair” diyerek acı verenler, verdikleri acının karşılığını yine acı olarak almalıdırlar. Denklik ancak böyle sağlanır.

40 - Allah`ın arıtılmış kulları müstesnadır.

Kur’an, öğretici bir yöntem olarak karşıtlık metodunu sıkça kullanan bir üsluba sahiptir. Bu özelliğinin bir sonucu olarak önce inkârcıların ahiretteki pozisyonları açıklanmakta, sonra da onların karşıtı olan “arıtılmış muttakilerin” durumu sergilenmektedir.
Ayette geçen “ مخلص Muhles” sözcüğü “arıtılmış” demektir. Kur’an’dan öğrendiğimize göre, manevi olarak saflaştırma anlamına gelen “arıtma” işi, “fitne” ve “bela” şeklindeki sınav araçları ile geçekleştirilmektedir. Durduk yerde kimsenin arınması mümkün değildir.
Lisânü`l-Arab`da verilen bilgilere göre, fitne sözcüğü “ateşte yakmak” anlamındaki fetn kökünden türemiştir. Anlamı, “altın, gümüş gibi kıymetli madenlerin kendisiyle kaynaşmış olan değersiz maddelerinden [cürufundan] ayrıştırılması, yani saflaştırılması amacı ile yüksek ateşte yakılması [potada eritilmesi]” işlemidir.

الفتنة [fitne] sözcüğü sadece kıymetli madenlerin saflaştırma işleminin adı olarak kullanılmakla kalmamış, kişilerin inançlarının, iç yüzlerinin ortaya çıkarılmasında bir araç olan mal yokluğu [fakirlik], mal çokluğu [zenginlik] , hastalık, ölüm gibi durumlar ile körlük, topallık, sağırlık gibi bedensel kusurlar ve kıtlık, savaş gibi toplumsal olaylar da fitne olarak isimlendirilmiştir.
Yüce Rabbimiz, gönderdiği elçiler dâhil herkesi [Müslümanları, insanları, toplumları] fitnelendirmekte; onları ateşe atıp eritmekte, cüruflarını dışa attırıp saf, arı-duru hâle getirmektedir. Rabbimiz, nimet veya külfet cinsinden sabır ve sebatı gerçekleştirecek her şeyin fitne için bir araç olduğunu bildirmiştir:
Allah`ın fitnelendirmesi elçilerin, kişilerin ve toplumların olgunlaşmasına, olumlu yönde değişmesine, gelişmesine yönelik olduğu için fitneler, tekâmül ve fiilî eğitim işlevi görmektedir. Fitneden geçenler sabır ve sebat bakımından güçlenmektedirler. Nitekim Kur’ân`da İblis`in ve diğer şeytanların etki edemediği kullar olarak bildirilen “muhles kullar”, fitne ve belâlarla arıtılmış, saf, arı-duru hâle getirilmiş kullardır.
Rabbimizin Kur’ân`da muhles olarak belirttiği peygamberlerden başka hiç kimsenin muhles olmayacağını düşünerek bu niteliği sadece peygamberlere özgü saymak isabetli bir kanaat değildir. Fitnelenen, belâ ve musibetlerle sınanmaya sabreden, arınma isteğiyle kendini eğitip olgunlaştıran, tefekkür ve akletme gibi zihnî donanımlarını güçlendirerek kendini yetiştiren herkes muhles’tir. Böyle olanlar kendilerini İblis`in, kötü arkadaşın iğvalarından koruyabilir.
Bu konular Sad suresinin sonunda “Fitne” (Tebyinü’l-Kur’an; c:2, s:452-456) başlığı altında ayrıntılı olarak tahlil edildiğinden, ilgili bölümün oradan okunmasını öneriyoruz.

41 – 49- İşte onlar [Allah’ın arıtılmış kulları], kendileri için belli bir rızık; meyveler olanlardır. Naîm cennetlerinde karşılıklı olarak tahtlar üzerinde ikram görenlerdir. İçenlere lezzet veren, pınardan doldurulmuş kendisinde zararlı bir yön olmayan, sarhoşluk da vermeyen bembeyaz bir kadehle onların etrafında dolaşılır. Yanlarında da gözlerini kendilerine dikmiş iri gözlüler vardır. Korunmuş yumurta gibidir onlar.
50 – Sonra da bazısı bazısına dönüp birbirlerine sorarlar.
51- 53- Onlardan bir sözcü der ki: “Şüphesiz benim ‘Sen gerçekten, kesinlikle doğrulayanlardan mısın? Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz karşılık göreceğiz?’ diyen bir karinim [yaşıtım, yakın arkadaşım] vardı.”
54 - Dedi ki: “Siz muttali olanlar mısınız [onu tanıyan, bilen biri misiniz?”
55 - Derken kendisi muttali oldu da onu cahimin [cehennemin] ta ortasında gördü.
56 -59- Dedi ki: “Allah`a yemin ederim ki, doğrusu sen az daha beni helak edecektin. Rabbimin nimeti olmasaydı, kesinlikle ben de bu hazır bulundurulanlardan olacaktım. Peki, nasılmış bak! Biz ilk ölümümüzden başka bir daha ölmeyecek miymişiz? Biz azaba uğratılmayacak mıymışız?”

Bu ayet gurubunda önce Allah’ın arıtılmış kullarının cennetteki konumları anlatılmakta, arkasından da cennetteki bir müminin cehennemdeki tanıdıkları ile diyalogları verilmektedir. Henüz gerçekleşmemiş olan bu ahiret sahneleri, insanlara öğüt verme ve uyarma amacıyla anlatılmaktadır.
Arıtılmış, arınmış kimseler ayette belirtilen nimetler içinde safa sürmekte, kendi aralarında da sohbet etmektedirler. İçlerinden biri, dünyadayken ahireti yalanlayan bir tanıdığının akıbetini merak eder ve onu soruşturur. Sonunda o yalanlayıcı kimseyi cehennemin ta ortasında görür ve ona cennetten seslenir:

“Allah`a yemin ederim ki, doğrusu sen az daha beni helak edecektin. Rabbimin nimeti olmasaydı, kesinlikle ben de bu hazır bulundurulanlardan olacaktım. Peki, nasılmış bak! Biz ilk ölümümüzden başka bir daha ölmeyecek miymişiz? Biz azaba uğratılmayacak mıymışız?”

Böyle bir sahneyi daha evvel Müddessir suresinde de izlemiştik.

Sağın yâranı hariç.
Bahçelerdedirler. Soruşur dururlar,
suçlulardan.
“Sizi Sekar`a sürükleyen nedir?”
Dediler ki: “Biz musallînden/destekçilerden [sosyal yardım yapanlardan, sosyal destek sağlayanlardan] değildik.
Miskini de yiyeceklendirmiyorduk.
Ve biz dalanlarla birlikte dalardık [boşa uğraşanlarla beraber boşa uğraşırdık].
Ve Din Günü`nü yalanlıyorduk.
Tartışılmaz ve karşı çıkılmaz olan bize gelene kadar.” (Müddessir/38- 47)

YENİLİP İÇİLECEKLER

Ayette cennette yenip içilecekler anlatılırken “lezzet veren, zararlı bir yönü olmayan, sarhoşluk vermeyen” ifadeleri kullanılmıştır. Bu ifadeler, cennetteki nimetlerin beslenmek için değil, sadece lezzet için verileceği izlenimini vermektedir. Bu nimetler dünyadaki normal gıdalar gibi olmayacaktır. Çünkü cennette açlık gibi bir duygu bulunmayacaktır.

Sonra da Biz; “Ey Âdem! Şüphesiz bu [İblis] sana ve eşine düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra bedbaht olursun, kesinlikle senin acıkmaman ve çıplak kalmaman oradadır [cennettedir]. Ve sen orada susamazsın ve güneşin sıcağında kalmazsın” dedik. (Ta Ha/117- 119)

İçkiler de dünyadakiler gibi çürümüş meyve ve arpadan yapılmamıştır. Oradaki içkiler nehir ve çeşmelerden akacaktır.

Onlara canlarının istediği meyveler ve etlerden bol bol sergiledik.
Orada kendisinde lağıv [boş söz, saçmalama] ve günaha sokma olmayan bir kadehi kapışırlar.
Ve kendilerine ait bir takım delikanlılar onların etrafında dönerler; sanki onlar sedefleri içine gizlenmiş inci gibidirler.
Birbirlerinin yüzüne dönüp soruyorlar: “Gerçekte biz daha önce âilemiz içinde korkanlardan idik. Allah bizi kayırdı ve bizi içe işleyen azaptan korudu. Şüphesiz biz daha önce, O’na yalvarıyor idik. Gerçekten O, iyilik yapanın, acıyanın ta kendisidir. (Tur/22- 28)
Şüphesiz, ebrar/iyiler/yardımseverler, kâfur katılmış bir tastan içerler, fışkırtıldıkça fışkırtılacak bir pınardan ki, ondan, verdikleri sözleri yerine getiren ve kötülüğü yayılan bir günden korkan ve “Biz sizi, ancak Allah yüzü [Allah rızası] için doyuruyoruz ve sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz; evet, biz asık suratlı ve çatık kaşlı bir günde, Rabbimizden korkarız” diyerek Allah sevgisi için, yiyeceği, yoksula ve öksüze ve tutsağa veren Allah’ın kulları, içerler. Allah da, bu yüzden onları, o günün kötülüğünden korur; onlara aydınlık ve sevinç rastlayacak, sabretmelerine karşılık onlara Cennet’i ve ipekleri verecek; orada tahtlara kurulmuş olarak kalacaklar; orada bir güneş de, dondurucu bir soğuk da görmeyecekler ve bahçenin gölgeleri onların üzerlerine sarkacak ve onların koparılması son derece kolaylaştırılacak. Ve aralarında gümüş bir kap ve billûr kâseler dolaştırılacak, Kendilerinin ayarladığı billûrları gümüştendir. Ve orada, onlara karışımı zencefil olan bir tastan sulanırlar. Orada, Selsebil denilen bir pınardan... Ve aralarında büyümez, yaşlanmaz çocuklar dolaşır; onları gördüğünde, saçılmış birer inci sanacaksın! Orayı gördüğünde, mutluluk ve büyük bir krallık [mülk ve yönetim] göreceksin; üzerlerinde ince, yeşil ipekli, parlak atlastan giysiler olacak; gümüş bileziklerle süslenmiş olacaklar; Rabb’leri, onlara tertemiz bir içecek içirecek.
Şüphesiz ki bu, sizin için karşılıktır. Çalışmalarınız da meşkûrdur [karşılık ödenecek niteliktedir]. (İnsan/5 – 22)

Takvalı davranmışlara vaad edilen cennetin örneği: “Orada bozulmayan temiz sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır. Onlar için cennette her çeşit meyve ve Rablerinden bir bağışlanma vardır. Bunlar, ateşte ebedî olarak kalacak olan ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar su içirilen kimse gibi olur mu? (Muhammed/15)

Öne geçenler de, öne geçenlerdir.
İşte onlar [öne geçenler], yaklaştırılanlardır.
İşte onlar [öne geçenler], Naim cennetlerindedirler.
Bir topluluk [çoğu] evvelkilerdendir, çok azı da sonrakilerdendir.

[Onlar] Yaptıklarına karşılık olarak; mücevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. Karşılıklı onların üzerinde yaslanırlar. Üzerlerinde [çevrelerinde], kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler, kadehler -ki ondan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir- beğendiklerinden meyveler, canlarının çektiğinden kuş eti ile; süreklileştirilmiş [hep aynı bırakılmış] çocuklar, saklı inciler gibi iri gözlüler dolaşırlar. Orada lağv [boş söz, saçmalama] ve günaha sokan işitmezler. Sadece söz olarak: “selâm!”, “selâm!”

Ve sağın yaranı, nedir o sağın yaranı! [Onlar], dikensiz kirazlar, meyve dizili muzlar/akasyalar, uzamış gölgeler, fışkıran su, kesilmeyen [tükenmeyen] ve yasaklanmayan birçok meyveler ve yükseltilmiş döşekler içindedirler.

Şüphesiz Biz onları [kiraz, muz, gölgeler, fışkıran su…] öyle bir inşa ile inşa ettik [yarattık]. Ki onları, sağın ashabı için albenili ve hepsi bir ayarda bakireler [dokunulmamışlar] kıldık [yaptık].

Bir cemaat [çoğu] öncekilerdendir. Bir cemaat da sonrakilerdendir. (Vakıa/10-40)

Rabbimiz cennetliklerin yiyip içeceklerinin ne tür şeyler olduğunu açıkladıktan sonra, cennettekilerin eşlerini de açıklamıştır. Bu eşler nitelenirken üç nokta ön plana çıkarılmıştır:

Bakışlarını yalnız zevçlerine dikmiş, saklanmış yumurta gibi, iri gözlü eşler.

Eşlerin “saklanmış yumurta”ya benzetilmesi, Araplarda böyle bir deyim olduğundan dolayıdır. Yumurtanın dış yüzeyi sarıya çalan bir beyazlıktadır. Dolayısıyla kiri, tozu hemen belli eder. Bu nedenle yumurta örtülüp saklandığında, tozdan topraktan ve dumandan korunmuş olur. Araplar çok güzel kadınlara “saklı, örtülü yumurta gibi” diye iltifat ederler.

60 – Şüphesiz işte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir.
61 – Artık, çalışanlar, sadece bunun [büyük kurtuluşun] gibisi için çalışsınlar.

Cennetteki arıtılmış kulların pozisyonları ve karşıtları ile olan diyalogları aktarıldıktan sonra Rabbimiz tüm insanlara “Şüphesiz işte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. Artık, çalışanlar, sadece bunun [büyük kurtuluşun] gibisi için çalışsınlar” diye uyarıda bulunarak insanları aklın gereği olan davranışa davet etmektedir.

62 – İkram olarak bu mu daha hayırlı yahut zakkum ağacı mı?
63 – Şüphesiz Biz onu zalimler için bir fitne kıldık.
64, 65 – Şüphesiz o [zakkum ağacı], cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır. Tomurcukları şeytanların [boynuzlu yılanların] başları gibidir.
66 – İşte, kesinlikle onlar, ondan yiyecekler de karınlarını bundan dolduracaklardır.
67 – Sonra şüphesiz onlar için, bunun üzerine kaynar su karışımı bir içecek vardır.
68 - Sonra da şüphesiz dönecekleri yer, kesinlikle Cahim’dir [cehennemdir].

Rabbimiz iki guruba dair verdiği açıklamalardan sonra bu iki zümreyi karşılaştırarak “İkram olarak bu mu daha hayırlı yahut zakkum ağacı mı?” diye sormaktadır. Yine karşıtlık metodunu kullanarak arıtılmış kullarına cennette ikram edeceği nimetlerden sonra, bu kez de inançsızlara yedireceği “Zakkum”u ve içireceği kaynar su karışımı içeceği tanıtmaktadır.
Ayette zakkum “cehennemin dibinde çıkan, tomurcukları şeytanların [boynuzlu yılanların] başları gibi olan bir ağaç” olarak tanıtılmaktadır.
Arap Yarımadasının Kızıldeniz tarafındaki Tihame bölgesinde yetişen bir bitki türü olan zakkum, kendiliğinden yetişen, kışın yapraklarını dökmeyen bodur bir ağaçtır. Renkli ve alımlı çiçekleri olan türleri süs bitkisi olarak da yetiştirilir. Zakkum ağacı zehirli bir özsu içerir. Kötü kokulu ve tadı çok acı olan bu özsu, insan bedenine haricen [meselâ ağacın dallarının koparılması sırasında] bulaşması hâlinde bile bir çeşit deri hastalığına yol açmaktadır. (Lisanü’l-Arab; c.4, s. 223, 383. zakkum mad. Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an, Saffat Suresi)
Zakkum ağacının hangi ayetlerde geçtiği ile ilgili olarak Vakıa Suresi’nde (Tebyînü’l-Kur’an; c: 3, s: 669) bilgi verildiğinden, konunun oradan okunmasını öneriyoruz.
Ayette yer alan “zalimler” çevrelerine ufak tefek eziyette bulunan kimseler değil, müşrik ve kâfirlerdir.

ZAKKUMUN ZALİMLERE FİTNE OLMASI

Daha önce de açıkladığımız gibi, “fitne” ateşte yanmak demektir. Buradan anlaşıldığına göre, o dönemde “zakkum” konusu yüzünden birileri ateşe atılmış, [sıkıntılara düşmüş, dengeli davranmayı kaybetmiş] olmalıdır. Ya da Kur’an’da bu ifadeyi her gördüğünde ateşe atılmaktadır [sıkıntıya düşmekte, dengeli davranmayı kaybetmektedir].

“Esbab-ı nüzul” kayıtlarına göre, bu ayet nazil olduğunda, “İbn Ziber’a adlı kişi, “Allah evlerinizde zakkumu çoğaltsın" demiştir. Çünkü Yemenliler, hurmaya ve kaymağa "zakkum" derlerdi. İşte bu sebeple, Ebû Cehil, cariyesine, "Bizi zakkumlandır" dediğinde, o ona hurma ve kaymak getirirmiş. Ebucehil [arkadaşlarına], "Buyurun zakkumlanın!" demiştir.
Ayrıca bu ayeti duyanlar, "Ateş ağacı yaktığı halde cehennemde ağacın bitebileceği nasıl düşünülebilir" demişlerdir. (İbni Cerir)

Çünkü inkârcılar, “henüz tevili gerçekleşmemiş” olan ayeti kendilerine malzeme yapmışlardır. Bunu Rabbimiz Yunus suresinde şöyle açıklamıştır.

Bilakis, onlar bilgisini kavrayamadıkları ve tevili kendilerine henüz gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar. Bunlardan önceki kişiler böyle yalanlamışlardı. İşte bak zalimlerin akıbeti nasıl olmuştur. (Yunus/39)

O [Allah], sana bu kitabı indirendir. Ondan [bu kitaptan] bir kısmı muhkem [yasa içerenler] ayetlerdir ki, bunlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihlerdir [benzeşen anlamlılardır]. Amma, kalplerinde kaypaklık olan kimseler, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için onun müteşabih olanlarının peşine düşerler. Hâlbuki onun tevilini ancak Allah ve -"Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” diyerek- ilimde uzman olanlar bilirler. Ve sadece kavrama yeteneği olanlar öğüt alırlar. (Âl-i Imran/7)

Ayetten anlaşılan odur ki, Rabbimiz bu ayetteki “zakkum” ile Ebucehillerin zıkkımlandığı zakkumu kastetmiyordu. Nitekim yukarıda da belirttiğimiz gibi, zakkum Hicazlıların tanımadığı bir bitkidir. Niteliklerini yukarıda belirttiğimiz bu bitki, bizim kaktüs diye adlandırdığımız bitkiye benzemektedir.

Onlar kızışmış bir ateşe girerler, kızgın bir kaynaktan sulanırlar.
Onlar için beslemeyen ve açlığı gidermeyen kuru bir dikenden başka yiyecek yoktur. (Gaşiye/44- 7)

Zakkumun fitne olmasına benzer diğer bir durum da Rabbimizin Bakara/24’te bildirdiği bir konu hakkında gerçekleşmiştir:

Sonra, eğer bunu yapmadıysanız ve asla yapamayacaksınız; öyleyse inkârcılar için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan Ateş’ten korunun. (Bakara/24)

Yukarıdaki ayetle ilgili olarak o günün müşriklerinden Ebu Cehil şu eleştiriyi yapmıştır:

Arkadaşınız [Muhammed], cehennem ateşinin, “Onun yakıtı taşlar ve insanlardır” diyerek taşları bile yaktığını iddia ediyor. Sonra da kalkıp o cehennemin içinde bir ağacın yeşerdiğini söylüyor. Hâlbuki ateş, ağacı yer, yakar, bitirir. Öyle ise o cehennemde nasıl o ağaç yeşerebilir?

Müteşabih ayetlerden henüz tevili yapılmamış olanlar hakkında Ebu Cehil gibi ortalığı bulandırmak isteyenlerin olabileceğini haber veren Rabbimiz, Âl-i Imran suresinde de, bu ayetlerin tevilinin kimler tarafından yapılması gerektiğini bildirmiştir.

“ŞEYTANLARIN BAŞLARI”

Ayette geçen “şeytanların başları” ifadesindeki “şeytanlar”, halk kültüründeki şeytan değil, boynuzlu, ibikli bir yılanın adıdır. Ayrıca çok kötü, çirkin bir bitkinin de adıdır. (Lisanü’l-Arab; c: 5, s: 114 -116) Araplarda kötü, çirkin, iğrenç olan şeyler bu yılana, bu bitkiye benzetilir. Yapılan şeytan tasvirleri de bu yılana benzetmeden gelmektedir.
Kur’an`da cennet ve cehenneme yapılan bütün atıfların -ve insanların öteki dünyadaki durumları ile ilgili bütün tasvirlerin- mecazî oldukları unutulmamalıdır. Bizler üç boyutlu bir âlemin varlıklarıyız; idrakimiz de üç boyutla sınırlıdır. Cennet, cehennem, kısacası öbür âlemin her şeyi başka bir boyuttadır. O boyutu ancak örnekleme sanatıyla anlatmak mümkün olur. Öbür âlem bizim için gayb konusudur.

69 - Şüphesiz onlar, atalarını sapık kimseler olarak buldular.
70 - Şimdi de kendileri onların izleri üzerinde koşturuyorlar.

Aslında bu ayet gurubu 13-17. ayetler ile bağlantılıdır. Burada Peygamberin muhatapları olan Mekkeli müşriklerin yeniden dirilmeye niçin inanmadıkları açıklanmaktadır. Bu ahmaklar, bu konuda herhangi bir bilgiye ve şüpheye göre değil, sapık atalarının inançlarını hiç sorgulamadan; Allah`ın verdiği aklı kullanmayarak, takip ettikleri yolun doğru mu, yanlış mı olduğunu hiç düşünmeden sürdürdüklerinden dolayı inanmamaktadırlar. Azabı da bundan dolayı hak etmektedirler.



71 – Ve ant olsun ki, onlardan öncekilerin çoğu sapıktı.
72 – Ve ant olsun Biz onların içlerinde uyarıcılar de gönderdik.
73, 74 – Şimdi bir bak, Allah’ın arıtılmış kulları dışındaki o uyarılanların sonu nasıl oldu?

Bu ayet gurubunda Mekke müşriklerinin durumu ve bu durumun azap çekilmesine neden olacağı bildirildikten sonra onlara geçmişteki ataları hatırlatılmak, geçmişteki sapıklıklardan somut örnekler verilip sonra da “Şimdi bir bak, Allah’ın arıtılmış kulları dışındaki o uyarılanların sonu nasıl oldu?” denilmek suretiyle uyarılar yapılmaktadır.
Bu ayetlerle giriş yapıldıktan sonra, birer ibret tablosu olan kıssalara geçilmektedir.

75 - Ve ant olsun ki Nuh Bize seslenip dua etmişti. –İşte Biz ne güzel cevap verenleriz!-
76 - Biz de onu ve ehlini [ailesini, yakınlarını, inananlarını] o büyük sıkıntıdan kurtardık.
77 - Ve onun neslini bâki kalanların ta kendisi kıldık.
78 - Ve Biz sonradan gelenler içinde onun hakkında … bıraktık.
79 - -Âlemler içinde Nuh’a selam olsun!
80 – Şüphesiz Biz iyilik yapanları işte böyle karşılıklandırırız.
81 - Şüphesiz o [Nuh], Bizim mümin kullarımızdandı.
82 - Sonra diğerlerini suda boğduk.
Bir önceki ayet gurubunda inkârcılara geçmişteki ümmetlerin bir hatırlatılması yapılmıştı. Bu ayet gurubunda ise ilk somut örnek olarak Nuh peygamber ve kavminden bahsedilmektedir. Daha sonra başka örnekler de verilecektir.
Bu paragrafta, Nuh ve kavmi üzerinden, iyilik ve güzellik üretenlerin Allah tarafından ödüllendirileceği, zulüm ve kargaşa üretenlerin de cezalandırılacağı hükmü bildirilmektedir.
Nuh kıssası Hud suresinin 25- 48. ayetlerinde detaylı olarak verilmiş, surenin tahlilinde de Kitab-ı Mukaddes’ten bazı bölümler aktarılarak konu çok yönlü olarak incelenmişti. (Tebyinü’l-Kur’an; c: 5, s: Bu nedenle kıssa ile ilgili daha fazla ayrıntıya girmiyor, ilgili bölümün oradan okunmasını öneriyoruz.

83- Hiç kuşkusuz İbrahim de onun [Nuh’un] grubundandı.
84- Hani o Rabbine selim bir kalple gelmişti.
85, 86 /88, 89- Çünkü o [İbrahim], yıldızlara öyle bir bakış baktı ki! Sonra da ‘Şüphesiz ben hastayım [sancılıyım; fikir sancısı çekiyorum]’ dedi.

Nuh peygamber ve kavminin anlatıldığı kıssadan sonra, geçmişe ait verilen örneklerin ikincisi İbrahim peygamber ve kavmidir. İbrahim (as) ile ilgili pasajda İbrahim’in kavmi ile olan mücadelesi ve kendi hayatına ait bölümler ayrı paragraflar halinde verilmiştir. İbrahim ile ilgili bu pasajda anlatılanlar, arka arkaya aynı zamanda olmuş olaylar değildir. Ayrıca olaylara çok kısa olarak sadece işarette bulunulmuştur. Burada bir tek sözcüğün bile İbrahim’in hayatının çok uzun bir safhasına işaret ettiği dikkatten kaçırılmamalıdır.
Pasajın girişinde Rabbimiz, İbrahim’i, Nuh’un şiasından [Nuh taraftarı, Nuh’un gönüldeşi, inanç olarak onu izleyen] ve Rabbine “selim bir kalp” ile gelmiş [sağlıklı duruma gelmiş, tam mutmain olmuş] biri olduğunu bildirmiştir.
Bu ayet gurubunda, İbrahim’in nasıl aklını kullandığı [tefekkür ettiği] ve Allah’ı tanıyıncaya kadar nasıl fikir sancıları çektiği anlatılmakta, sonunda da zihnindeki tüm istifhamları gidererek “kalb-i selim”e ulaştığı bildirilmektedir. İbrahim’in (as) iman ve tevhid serüveni anlatılırken aynı zamanda her insanın da Rabbini taklitle değil, tahkikle ve mutmain olarak tanıması gerektiğine işaret edilmektedir.

Ve Biz [kanıt elde etmesi] ve kesin inananlardan olması için İbrahim`e göklerin ve yerin melekûtunu böylece gösteriyorduk.
Bu nedenle o [İbrahim], üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü: “Bu, benim Rabb`imdir" dedi. Sonra yıldız batınca: “Ben batanları sevmem” dedi.
Sonra Ay`ı doğarken görünce de “Bu, benim Rabb’imdir” dedi. O da batınca: “Ant olsun ki Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, kesinlikle ben sapkınlar kavminden olurum” dedi.
Sonra Güneş`i doğarken görünce de: “Bu benim Rabb’imdir, bu daha büyük” dedi. Sonra o da batınca: “Ey kavmim! Şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Kesinlikle ben hanif olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene/yok edecek olana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim” dedi. (En’am/75- 79)

Bir zamanlar İbrahim de: “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” demişti. (Allah): “İnanmadın mı ki?” dedi [buyurdu]. (İbrahim): “İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın diye” dedi. (Allah) buyurdu ki: “Öyle ise kuşlardan dördünü tut da onları kendine alıştır. Sonra her dağın üzerine onlardan bir parça kıl [bırak]. Sonra da onları çağır, koşa koşa sana gelecekler. Ve bil ki, Allah gerçekten çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Bakara/260)

Rabbi ona, “İslâm ol!” dediği zaman o [İbrahim], “Ben âlemlerin Rabbi için islâm oldum” dedi. (Bakara/131)

KALB-İ SELİM: “Sağlam, hastalıksız, evrendeki mucizeler karşısında hiçbir şüphesi ve zihinsel sancısı kalmamış, tamamen mutmain olmuş kalp” demektir. Bir başka ifade ile; salih ve temiz, yani akidevî ve ahlâkî noksanlıklardan arınmış, şirk, küfür, şek ve şüpheden, isyan ve itaatsizlikten uzak bir inanç, kanaat demektir.
Bu ayetlerde “sekım” ile “selim kalp” karşıt anlamlı olarak gösterilmiştir.

“ سقيمSekım”, bedene özgü hastalık, illet demektir. Hastalık bedende de olabilir, nefiste [zihinde] de... Nitekim Allah “Onların kalbinde hastalık vardır” (Bakara/10) buyurmuştur. (Rağıp el-İsfehani; el Müfredat, tvd mad.)
Birçoğu “sekım” sözcüğünü bedensel hastalık olarak kabul ettiğinden, “hastayım” sözünü rivayetlerle de destekleyerek İbrahim’in yalan söylediği görüşünü ortaya atmıştır. Bu tertibi Buhari “Peygamberler”, “Sözleşmeler”, ve “Nikâh” bölümlerinde; Müslim ise “Fezail” bölümünde nakletmiştir. Buhari’deki rivayet şöyledir:

... Muhammed b. Sîrîn`den, o da Ebû Hureyre`den tahdîs etti. O şöyle demiştir: İbrahim Peygamber yalnız üç defa ya*lan söylemiştir: Bunlardan ikisi Azîz ve Celîl olan Allah`ın zâtı ve rızâsı içindir: Puta tapanlara "Ben hastayım" demesi ve "Belki put*ların şu büyüğü bu kırma işini işlemiştir" demesi. Rasûlullah üçün*cüsü için de şöyle demiştir: "İbrahim günün birinde (bir kadın güzeli olan eşi) Sâre ile beraber ansızın cebbarlardan azılı bir zâlimin mem*leketine uğrayıvermişti. Adamları tarafından o zalim hükümdara:
- Şehre yolcu bir kimse gelmiştir. Beraberinde insanların en gü*zeli bir kadın vardır, diye haber verildi.
Zalim melik, İbrahim`e haber gönderdi. Geldiğinde Sâre`den söz ederek:
- Bu kadın kimdir? diye sordu. İbrahim:
- [Din yönünden] kız kardeşim, dedi. Sonra İbrahim, Sâre`nin yanına geldi ve:
- Yâ Sâre, yeryüzünde [bizim îmân ettiğimiz esâslara] benden ve senden başka îmân eden hiçbir kişi yoktur. Bu melik bana seni sordu. Ben de ona senin benim kız kardeşim olduğunu haber verdim. Sakın benim sözümü yalan çıkarma, dedi.
Arkasından zalim melik Sâre`ye elçi gönderip çağırttı. Sâre onun yanına girince melik eliyle Sâre`ye uzanmaya davrandı, bu anda adam bir hâle yakalandı, nefesi boğuldu. Hemen Sâre`ye:
- Benim için Allah `a duâ et, ben sana zarar vermeyeceğim, dedi. Sâre, Allah `a (onun çözülmesi için) duâ etti. Duanın akabinde adam o hâlden salıverildi. Sonra Sâre`ye ikinci defa uzandı. Bu sefer de bi*rincideki gibi yahut ondan daha şiddetli bir hâle yakalandı. Yine Sâre `ye:
- Benim için Allah `a duâ et, ben sana zarar vermeyeceğim, dedi. Sâre yine dua etti, o da yine çözüldü ve kapıcılarından bâzısını çağırdı da:
- Sizler bana insan getirmediniz, sizler bana ancak bir şeytan getirdiniz, dedi.
Akabinde Hâcer`i Sâre`ye hizmetçi olarak hediye etti. Sâre, İbrahim’e geldi. İbrahim, dikelmiş namaz kılıyordu. Eliyle "Mehye" yani “hâlin nedir?” diye işaret etti. Sâre:
- Allah kâfirin yâhut fâcirin tuzağını kendi göğsüne çevirdi ve Hâcer`i de bana hizmetçi verdi, dedi."
Ebû Hureyre: İşte bu Hâcer sizin ananızdır, ey sema suyunun oğullan, demiştir.” (Buhari; Peygamberler Kitabı, 11. Bab, 33. No’lu Hadis)
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla