Tekil Mesaj gösterimi
Alt 25. April 2009, 09:47 PM   #8
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.016
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

YUNUS’U HUT YUTMASI

Genellikle “onu balık yuttu” diye çevrilen sözcüğün mahiyeti ile ilgili olarak Araf/163’ün tahlilini yaparken “hut” sözcüğü ile ilgili geniş bir açıklama (Tebyînü’l-Kur’an: c: 3, s: 72-82) yapmıştık. Önemine binaen o açıklamamızın kısa bir özetini burada tekrar veriyoruz. Ancak konunun daha iyi anlaşılabilmesi için o bölümün tamamının okunmasının daha yararlı olacağını düşünüyor, ilgili bölümün oradan okunmasını öneriyoruz.
“ حوت Hut” sözcüğü, dil bilimcilerinin bir kısmına göre “balık”, bir kısmına göre de “büyük balık” demektir. Bu anlamıyla sözcük, tatlı ve tuzlu sularda yaşayan soğukkanlı omurgalıların genel adı olmakla beraber, eski çağlardan beri bilinen burçlar kuşağındaki bir takımyıldızın adı olarak da kullanılmaktadır.
Ancak Kur’an’ı doğru anlamak için sözcüklerin teamüldeki kullanımını değil, gerçek anlamlarını bilmek gerekmektedir.
Bu sözcüğün kökü olan “حوت hvt”, Arap dilinde “hut” ve “havt” olmak üzere iki türlü okunur. Bu okunuşlara göre ortaya çıkan iki sözcüğün Bedeviler arasındaki kullanımı ise şu anlamlara gelmektedir:
“Hut” sözcüğünün geçtiği eski şiirlerden biri “Ve Sahip lâ hayre fi şebabihi / Hûten, izâ mâ zâdenâ / …” şeklindedir. Sözcük bu mısrada “ağır ağır da yutsa, çabuk çabuk da yutsa, kendisine kâfi gelmeyen [doymayan, doyma duygusu olmayan]” anlamında kullanılmıştır.
“Havt” sözcüğü ise “kuşun suyun çevresinde veya vahşî hayvanın bir şeyin çevresinde dönüp durması, oradan ayrılmaması” anlamındadır. Buna da İslâm öncesi ve sonrası dönemden birçok örnek mevcuttur. (Lisanü’l-Arab; c:2, s:644)
Bu temel açıklamadan anlaşıldığına göre, “hut” sözcüğü aslında doyma hissi olmadığı ve doyduğunu bilmediği için balıklara yakıştırılmış bir sıfattır, balık demek değildir. Nitekim herkesin bildiği gibi, sularda yaşayan balığın esas adı “semek”tir. Balıklarda doyma hissinin olmaması, yemelerine ara verme sebebinin doymaları değil de tıkanmaları olması bugün artık bilimsel bir bilgidir. Balıkların bu özelliklerini bilmeyen amatör akvaryumcuların, günlük ihtiyacın üzerinde yemleme yaptıkları takdirde çatlayarak ölen balıklarla karşılaştıkları, günlük hayata yansımış bir gerçektir. Balık oburluğunun balık cinsleri itibariyle gösterdiği özellikler ise Su Ürünleri Fakültelerinin araştırma raporlarına da girmiş durumdadır.
Buna göre, “hut” ve “havt” sözcüklerinin anlamlarını “hırs, doyumsuzluk” olarak ifade etmek mümkündür.

“Hut” sözcüğünün Kur’an’da yer aldığı pasajlardaki anlatım dikkate alındığında, sözcüğün daima “sebebiyet mecaz-ı mürseli” şeklinde kullanıldığı görülmektedir. Yani, sebep olan “hırs ve doyumsuzluk” zikredilmekte fakat hırsın insanda sebep olduğu “bunalım ve karamsarlık” kastedilmektedir.
Kur’an’ın anlatım özellikleri ve ayet çeşitleri dikkate alındığında, bazı sözcüklerin mecaz anlamlarda kullanıldığı, dolayısıyla da Yunus peygamber ile ilgili ifadelerin müteşabih olduğu anlaşılmaktadır:

1- Kalem/48’deki “makzum” sözcüğü aslında “boğazın tıkanması, sıkıntıdan nefes alamamak” demektir. Sözcüğün bu anlamı Türkçeye “nefes nefese”, “soluk soluğa”, “havasızlıktan boğulacak hâlde” deyimleriyle çevrilebilir. Ancak bu nefes darlığı, içinde bulunulan dertten, sıkıntıdan, ıstıraptan da kaynaklanabilir. Nitekim Yunus peygamberle ilgili diğer ayetler göz önüne alındığında, bu nefes darlığının sözcüğün hakikat anlamına uygun olarak havasızlıktan değil, sıkıntıdan kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
2- Enbiya/87’de Yunus peygamberin “karanlıklar içinde” olduğu bildirilmiştir. Buradaki karanlık da yine sözcüğün hakikat anlamına uygun olan “ışıksızlık” değil, zihinsel bunalımdır. Bunu anlamak için Bakara/257’ye bakmak gerekir:

Allah, iman sahiplerinin Veliy’sidir [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınıdır]; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Küfre sapanlara gelince, onların Yakın Kimseleri tağuttur ki, kendilerini nurdan karanlığa çıkarır. Bunlar cehennem halkıdır. Orada sürekli kalacaklar onlar. (Bakara/257)

Görüldüğü gibi, ne Yüce Allah karanlıkta kalanları kurtarmak için onlara ışık tutacağını söylemekte, ne de Tağut, saptırdıklarını ışıklarını söndürmek suretiyle karanlığa sürüklemektedir. Dolayısıyla nur “manevî aydınlık, mutluluk”; karanlık da “zihinsel karanlık, bunalım” anlamına gelmektedir.
3- Enbiya/88’de Rabbimiz Yunus peygamberi “ğamm”dan kurtardığını bildirmektedir. “Ğamm” sözcüğü ve türevleri hakikat manasında “bulut” demektir. Fakat sözcük mecazen “keder, üzüntü, sıkıntı, bunalım, karanlık” anlamlarında da kullanılır. Nitekim Türkçeye de bu anlamıyla geçmiştir. Dolayısıyla “ğamm” sözcüğü bu ayette Yunus peygamberin buluttan kurtarıldığını değil, üzüntüden, sıkıntıdan kurtarıldığını ifade etmektedir.
4- Saffat/142’deki “onu hut yutmuştu” ifadesi, Yunus peygamberle ilgili diğer ayetler göz önüne alındığında, Yunus peygamberin üzüntüye boğulduğu, sıkıntıya düştüğü, bunalıma girdiği anlamına gelmektedir. Yunus peygamberin dopdolu [yükünü tamı tamına almış] bir gemiye doğru kaçtığı [gittiği] hatırlanacak olursa, dopdolu olması sebebiyle gemiye binememesi onu üzmüş, bunalıma düşürmüş olmalıdır.
Gerek “حوت hut” sözcüğünün esas anlamı, gerekse Yunus peygamber ile ilgili ifadelerin müteşabih olması, Yunus peygamber ile ilgili ayetlerdeki “hut” sözcüğünün “balık” anlamında kullanılmadığını göstermektedir. Buradan hareketle denilebilir ki, Kehf/61 ve 63’te geçen Musa peygamberin “hut”u da Yunus peygamberin “hut”u gibi balık değil, düşmüş olduğu bunalımdır, karamsarlıktır.
Üzerinde durulması gereken bir başka nokta da 141. ayette geçen “ساهم sâheme” ve “المدحضين müdhadıyn” sözcükleridir. Genellikle ayet “Sonra o, kur’a çekti ve kaybedenlerden oldu” şeklinde meallendirilmiştir. Oysa biz bu iki sözcüğün konumuz olan ayete alışılmışın dışında bir anlam kazandırdığı kanaatindeyiz. Bu nedenle her iki sözcüğü de daha yakından inceleyeceğiz:

“ ساهمSÂHEME”: Bu sözcüğün kökü “ سهمsehm” sözcüğüdür. “Sehme”, bazen “nasip, haz” anlamında kullanılsa da, sözcüğün esas anlamı “ok”; kumarda, kur’a çekiminde kullanılan ok demektir. Sözcük “yüzün değişmesi [hastalıktan, can sıkıntısından, mahcubiyetten sararması, kızarması]” anlamında da kullanılır. (Lisanü’l-Arab; c: 4, s: 730- 731)
Konumuz olan “Sâheme” ise, aynı kök fiilin Mufaale kalıbından gelen bir sözcüktür. Mufaale kalıbı fiile “müşareket [işteşlik]” anlamı kazandırdığından, “Sâheme” fiili de bu kalıpta “ok çekişti” anlamına gelmektedir.
141. ayete bu anlam gözetilerek bakıldığında, Yunus’un (as) bindiği gemide birileri ile tartıştığı [karşılıklı okları çekiştikleri] ya da Yunus’un (as) kendi kendisiyle mücadele edişi, aklı ile hissi arasındaki oklaşması, kavgası anlatılmak istenmiştir. Zaten 145. ayette “o sakim iken [fikir sancısı çeker iken]” ifadesi yer almaktadır. Müşareket her zaman çokluk arasında olmayıp tek kişide de olabilir. Yunus’un (as) kendi kendine yapmış olduğu fikir jimnastiği de işteşlik içeren bir eylemdir.


المدحضينMÜDHADIYN: Bu sözcüğün kökü “ دحضdhd” fiili olup “kaygan bir mahalden ayağı kaydı” demektir. Konumuz olan “müdhadıyn” sözcüğü bu fiilin İf’al kalıbından gelmiştir ve anlamı “ayağın kaydırılması” demektir. Sözcük atın, devenin ayağının kayması anlamında kullanıldığı gibi, kişinin tezi için ileri sürdüğü delillerin iptal edilmesi, işe yaramaması anlamında da kullanılır. (Lisanü’l-Arab; c: 3, s: 306. “dhd” mad.) Buna göre, konumuz olan sözcüğün anlamı da “ayağı kaydırılmışlardan”, “delili iptal edilmiş, tezi çürütülmüş olanlardan” demektir.

Sözcük, konumuz olan ayetten başka şu ayetlerde de kullanılmıştır:

Ve Biz, elçileri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Küfretmiş olan kişiler de hakkı batılla iptal etmek [ortadan kaldırmak] için mücadele ediyorlar. Ve onlar, ayetlerimizi ve korkutuldukları şeyleri alaya aldılar. (Kehf/56)

Onlardan önce Nuh kavmi ve onlardan sonraki bir takım hizipler yalanladı. Her ümmet, kendi elçilerini yakalamak için teşebbüste bulundu; kendisiyle hakkı batılla gidermek için mücadele ettiler. Ben de onları yakalayıverdim. İşte, azabım nasıl oldu? (Mümin/5)

Ve kendisine icabet edildikten sonra Allah hakkında tartışanlar; onların kanıtları Rableri katında iptal edilmiştir. Ve onların üzerinde bir gazap vardır, çetin azap da onlar içindir. (Şura/16)

Artık anlaşılmış olmalı ki, Yusuf ne kur’a çekmiş, ne de kur’ada kaybetmiştir. O, kaçış sebeplerinin gerekçelerinin geçerli olmadığını anlamıştır. Ya da birileri ona bunu anlatmıştır.

KAÇMAK- HİCRET

Ayette Yunus’un kaçtığı, hem de sahibinden kaçan bir köle gibi kaçtığı anlatılmaktadır. Bunun açık anlamı “görevden kaçmak”tır. Hicret ise üstlenilen görevi, görevi verenin izni veya emri ile bir başka yerde sürdürmeye gitmektir. Peygamberimiz Mekke’den ayrılırken görevden değil Mekkelilerden kaçıyordu. Amacı üstlendiği görevi başka ortamlarda devam ettirmekti. Bu nedenledir ki, Peygamberimizin hicreti hem emirle olmuş, hem de hicret edenler övgüye mazhar olmuşlardır. Peygamberimizin hicreti ile Yunus peygamberin kaçışı arasındaki temel fark budur.

Onların söylediklerine/söyleyeceklerine sabret! Ve güzelce ayrıl onlardan. (Müzzemmil/10)

Şüphesiz ki iman eden kimseler, hicret eden kimseler ve Allah yolunda gayret gösteren kimseler, Allah`ın rahmetini umarlar. Ve Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. (Bakara/218)

Bunun üzerine Rableri onlara karşılık verdi: "Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun -Ki bazınız bazınızdandır [hepiniz aynısınızdır]- çalışanın amelini zayi etmem. Binaen aleyh göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır. (Al-i Imran/195)


145. ayetteki “Sonra Biz, o hasta iken[fikir sancısı çekerken]...” ifadesinden, Yunus peygamberin de İbrahim (as) gibi bir hayli fikir işkencesi, zihinsel çile çektiği anlaşılmaktadır. İfadede geçen “Sekım” sözcüğü surenin 89. ayeti tahlil edilirken incelenmişti.
142- 145. ayetlerden anlaşılan durum şudur: Yunus (as), Allah’a tevbe edip yakarmış, Allah da onu içinde bulunduğu karanlıklardan, bunalımdan kurtarmıştır. Yunus (as) daha sonra kavmine gitmiş, onları tekrar Allah’a çağırmıştır. Kavmi de bu kez çağrısına kulak vermiş, yüz bini aşkın nüfusuyla Yunus’a iman etmiştir.
147. ayetteki “ أوev” edatı genellikle “veya” diye tercüme edilmiştir. Halbuki bu edat, burada olduğu gibi “hatta” anlamında da kullanılır. (el-İtkan; s. 491, “ev” edatı; el-Bürhan; c. 4, s. 209. “ev” edatı)
Bunu Bakara/74’te de görebiliriz:

Bundan sonra kalpleriniz katılaştı; taş gibi, hatta daha katı. Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır, ondan su çıkar, öyleleri vardır ki Allah korkusuyla yuvarlanır. Allah yaptıklarınızdan habersiz [gafil] değildir. (Bakara/74)

149 - Şimdi sor onlara: Kız çocuklar Rabbinin, oğlan çocuklar onların mı?
150 - Yoksa Biz melekleri dişi yaratmışız, onlar da şahitler miymiş?
151,152 – Gözünüzü açın! Onlar, şüphesiz uydurdukları iftiralarından dolayı: “Kesinlikle Allah doğurdu” diyorlar. Ve hiç şüphesiz onlar, kesinlikle yalancıdırlar.
153 - O [Allah], kızları oğullara tercih mi etmiş?
154 - Size ne oluyor? Nasıl hüküm veriyorsunuz?
155 - Hala düşünmüyor musunuz?
156 - Yoksa sizin için açık bir güç mü/ kanıt mı var?
157 - O halde, eğer doğru kimseler iseniz getirin kitabınızı.

Surenin ilk bölümünde Kur’an’a, insana ve evrendeki harikuladeliklere dikkat çekildikten sonra, peygamberimizden de 11. ayette inkârcılara, öldükten sonra dirilmeye inanmayanlara şöyle demesi emredilmişti:

“Şimdi onlara sor: ‘Yaradılışça kendileri mi daha çetin, yoksa Bizim yarattığımız kimseler mi?’ Şüphesiz Biz onları cıvık-yapışkan bir çamurdan yarattık.”

Sonra geçmişe ait kıssalara geçilmiş ve bu kıssalar üzerinden inkârcılara akıllarını başlarına almaları uyarısında bulunulmuştu. Nihayet bu pasajda da peygamberimizden inkârcılara tekrar sorması istenmiştir:

“Şimdi sor onlara: Kız çocuklar, Rabbinin; oğlan çocuklar onların mı? Yoksa Biz melekleri dişi yaratmışız onlar da şahitler miymiş? Kesinlikle Allah doğurdu” diyorlar. Ve hiç şüphesiz onlar, kesinlikle yalancıdırlar. O [Allah], kızları oğullara tercih mi etmiş?”

Elçisine bu soruları sorduran Rabbimiz, daha sonra, şirke batmış olanlara doğrudan kendisi seslenmektedir:

“Size ne oluyor? Nasıl hüküm veriyorsunuz? Hala düşünmüyor musunuz? Yoksa sizin için açık bir güç mü/ kanıt mı var? O halde, eğer doğru kimseler iseniz getirin kitabınızı.”

Bilindiği üzere, Mekkeli müşrikler, özellikle de Cuheyne, Huzaa, Benî Muleyh, Benî Seleme ve Abdudüddar Oğulları, meleklerin Allah’ın kızları olduğunu id*dia etmekteydiler. Konumuz olan ayette bu inançtakiler azarlanarak böyle bir inanışın herhangi bir mesnedinin olmadığı, ellerinde bu inanışa delil olabilecek herhangi bir kitabın bulunmadığı vurgulanmakta, dolayısıyla bu inanışa körü körüne saplanıp kaldıkları mesajı verilmektedir.
Rabbimiz onların bu cahilce inançlarından birçok yerde bahsetmekte ve onları kınamaktadır.

Onlar, Allah’ın astlarından, yalnızca dişilere yakarırlar. Ve onlar ancak inatçı şeytana yakarırlar. (Nisa/117)

Ve onlar Onlar, Allah’a kızlar isnad ediyorlar. – O [Allah], bundan münezzehtir. – Kendileri için de iştahlandıkları şey [oğlan çocukları] vardır. (Nahl/57)

Rabbiniz, size oğulları tahsis etti de kendisi meleklerden dişiler mi edindi? Şüphesiz ki siz çok büyük bir söz söylüyorsunuz. (İsra/40)

Erkek sizin için, dişi O`nun için mi?
İşte bu, bu şekilde olursa, eksik/haksız bir bölüştürmedir.
Bunlar, Allah haklarında bir kanıt indirmediği halde sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka şeyler değildir. Ant olsun, onlara Rabblerinden hidayet geldiği hâlde onlar, sadece zanna [sanıya], bir de nefislerinin hoşlandığı şeylere uyuyorlar.
Yoksa insan için, her özleyip hayal ettiği mi var?
Son da, ilk de [ahiret de, dünya da] Allah`ındır.
Ve göklerde nice melekler var ki, Allah`ın, dilediği ve hoşnut olduğu kimse için izin vermesinden sonraki durum hariç, şefaatleri hiçbir işe yaramaz.
O ahirete inanmayanlar, melekleri mutlaka dişilerin isimlendirilmesiyle isimlendiriyorlar.
Hâlbuki onların bu konuda hiçbir bilgisi yoktur. Onlar yalnızca zanna uyuyorlar. Zan [Sanı] ise “Hakk”tan hiçbir şey kazandırmaz. (Necm/21-28)

Ve onlar, O’nun için kendi kullarından bir parça kıldılar. Şüphesiz şu insan kesinlikle apaçık bir nankördür.
Yoksa O, yarattıklarından kızlar edindi de oğulları size mi seçti?
Onlardan biri, Rahman’a örnek vurduğu ile müjdelendiği zaman yüzü simsiyah kesilir. Ve o yutkunan biridir.
Ve yoksa onlar, mücevherler içerisinde yetiştirilip de mücadelede apaçık olmayanı mı?
Onlar Rahman’ın kullarının ta kendisi olan melekleri de dişi kıldılar. Onlar, onların yaratılışına tanık mı oldular? Onların tanıklıkları yazılacak ve onlar sorguya çekileceklerdir. (Zuhruf/15- 19)

158 – Ve onlar, O’nun [Allah] ile cinler arasında bir nesep [hısımlık bağı] kıldılar. Oysa ant olsun cinler kendilerinin mutlaka hazır edilenler [mahşerde toplananlar] olduklarını bilirler.
159 - Allah, onların nitelediği şeylerden münezzehtir.
160 - - Ancak Allah`ın arıtılmış kulları müstesna [onlar, Allah`ı böyle şirk ile nitelemezler].

Bu ayetlerde yine müşriklerin durumlarına dönülüp bir başka batıl inançları sergilenmektedir. Sözü edilen batıl inanç, onların “görünmez varlıklar, güçler” ile Allah arasında bir nesep bağı olduğu şeklindeki inançlarıdır.
Burada konu edilen “neseb bağı”, daha evvel birçok yerde değinilen ve özellikle de bir önceki pasajda konu edilen “meleklerin Allah’ın kızları olduğu” şeklindeki inanca bir gönderme olarak anlaşılmıştır. Biz, bu pasajda bundan bahsedilmediği, burada konu edilen şirkin başka bir şirk türü olduğu kanaatindeyiz. Nitekim Razi de bu konuda şöyle demektedir:
Ben derim ki, bu görüş bana göre bir problem arz etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ, Kureyş`in ``Melekler Allah`ın kızlarıdır" şeklindeki sözlerini çürütmüş, daha sonra da,"O`nunla cinler arasında bir nesep uydurdular" cümlesini buna atfetmiştir. Hâlbuki atıf, “matuf”un “matufun aleyh”ten başka olmasını gerektirir. Binaenaleyh, bu ayetten kastedilenin öncekinden başka olması gerekir. Biz, Cenâb-ı Hakk`ın "Onlar, cinleri Allah`a ortak koştular" (En`âm/100) ayetini tefsir ederken, bir grup zındığın "Allah ve İblis, iki kardeştirler. Allah, hayırlı ve iyi olan kardeş, İblis de adî ve şerli olan kardeştir" dediklerini rivayet etmiştik. Binaenaleyh, buradaki "Onunla cinler arasında bir nesep uydurdular" cümlesinden, işte bu inanç kastedilmiştir. Bana göre bu görüş, doğruya en yakın olan görüş olup, Yezdan ve Ehrimen şeklinde ikili [düalist] sisteme inanan Mecûsilerin görüşüdür. (Razi; el Mefatihu’l-Gayb)

ZERDÜŞTÇÜLÜKTE DÜALİZM

Zerdüştçülüğün genel olarak iki tanrılı bir din olduğu kabul edilir.
Tanrılardan biri “iyilik tanrısı”dır ve bütün iyiliklerin kaynağı*dır. Avesta’da ismi Ahura Mazda [Ormazad, Ormuz], Yezdan ya da sadece Ahura olarak geçer.
Diğeri ise bütün kötülüklerin kaynağı ve yöneticisidir; bu da metinlerde Ahriman, Div, Drug ya da Angra Manyu şeklinde geçer. Ayrıca Ahura`nın yanında, onun yarattığı ve onun yardımcısı olan altı tan*rı daha vardır. Bunlara Imşas Pendler [ebedi mukaddesler] denir.

Bu mukabil Ahriman’ın da böyle altı yardımcısı vardır: Bun*lara da Kamerikan denilir. (Ansiklopediler)
Burada konu edilen husus Sasanilerdeki “Ehrimen” ve “Yezdan” inançları ile sınırlı değildir. Ayetin devamındaki “Oysa ant olsun cinler kendilerinin mutlaka hazır edilenler [mahşerde toplananlar] olduklarını bilirler” bölümünden anlaşıldığına göre, burada konu edilen, insanların kendi iblisleridir. Dolayısıyla, “Ve onlar, O’nun [Allah] ile cinler arasında bir nesep [hısımlık bağı] kıldılar” ifadesiyle akıllarını, ham fikirlerini ilah edinen ve bu fikri kendilerine veren iblisi Allah’ın eşi kabul edenler kastedilmektedir.

Ve onlara: “Allah’ın astlarından taptığınız şeyler nerede? Size yardım ediyorlar mı veya kendilerine yardımları dokunuyor mu?” denilmiştir.
Sonra da onlar [putlar ve azgınlar] ve İblisin askerleri toptan onun [cehennemin] içine fırlatılmışlardır.
Onlar, onun içinde birbirleriyle çekişirlerken dediler ki: “Vallahi biz, gerçekten apaçık bir sapıklık içinde idik. Çünkü biz sizi, âlemlerin Rabbi ile bir seviyede tutuyorduk. Ve bizi yalnızca o günahkârlar saptırdı. Artık bizim için şefaatçilerden hiçbir kimse ve candan bir veliy yoktur. Ah keşke bizim için bir geri dönüş olsaydı da biz de müminlerden olsaydık!” (Şuara/ 98)

Toplayın o zulmedenleri, eşlerini ve Allah’ın astlarından tapmış oldukları şeyleri. Sonra da onları cahimin [cehennemin] yoluna kılavuzlayın. (Saffat/22,23)

Ve onlar, cinleri [görünmez güç ve varlıkları] Allah’a ortaklar kıldılar. Halbu ki onları O yaratmıştır. Bilgileri olmadan da oğullar, kızlar uydurdular. —O’nun şânı onların nitelediği şeylerden münezzeh ve yücedir. (En’am/100)

161- 163 - Artık siz ve taptıklarınız, kendiliğinden cehenneme saldıran kimseden başkasını O’na [Allah`a] karşı fitneye sürükleyemezsiniz [ateşe atamazsınız].

İkna edici deliller ile gerekli açıklamalar yapıldıktan sonra, bu ayette düz anlatımdan vazgeçilip çevresindeki insanları saptırmak isteyen müşriklere canlı bir seslenme yapılmıştır: “Artık siz ve taptıklarınız, kendiliğinden cehenneme saldıran kimseden başkasını, O’na [Allah`a] karşı fitneye sürükleyemezsiniz [ateşe atamazsınız].” Yani “Sizler ve mabutlarınız bir kimseyi yoldan çıkarma gücüne sahip değilsiniz. Siz ve Allah’ın astlarından taptığınız şeyler, kötü niyetliler ve ateşi hak edenler hariç, hiç kimseyi ne fitneye düşürebilir ne de saptırabilirsiniz” denmektedir.
Kur’an’dan öğrendiğimize göre, toplumlar kimi zaman insanlara, kimi zaman meleklere, kimi zaman da cinlere, şeytanlara veya belirli sembollere tapmışlardır.

Ve o gün O [Allah], onları hep birlikte toplayacak, sonra meleklere: “Şunlar mı size tapıyorlardı?” diyecektir.
Onlar: “Seni tenzih ederiz. Onlara karşı bizim velimiz Sensin. Bilakis onlar cinlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inananlardı.” dediler.
Artık bu gün bazınız bazınıza yarar ve zarara malik olmaz. Ve Biz o zulmetmiş [şirke batmış] kişilere: “Tadın bakalım o kendisini yalanlayıp durduğunuz ateşin azabını!” deriz. (Sebe/40- 42)

(İblis) “Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, and olsun ki, ben onlar için Senin dosdoğru yoluna oturacağım, sonra yine and olsun ki onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını şükredenler bulmayacaksın” dedi. (A`râf/16- 17)

O [İblis] dedi ki: "Şu benden üstün kıldığın şu kişiyi gördün mü? Yemin ederim ki, eğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen, pek azı hariç, onun zürriyetini kendi buyruğum altına alacağım."
O [Allah] dedi ki: "Git! Sonra onlardan kim sana uyarsa, bilin ki, şüphesiz ki, cezanız yeterli bir ceza olarak cehennemdir. Onlardan gücünü yetirdiklerini sesinle sars. Ve atlılarınla ve yayalarınla onların üzerine yaygara kopar! Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol! Ve onlara vaatlerde bulun.” -Ve şeytan onlara aldatmadan başka bir şey vaad etmez.- Şüphesiz ki, Benim kullarım; senin için onlar aleyhine hiçbir güç yoktur.” -Vekil olarak da Rabbin yeter.- (İsrâ/62- 65)

164- 166 - Ve "Bizden her birimizin mutlaka belli bir makamı vardır. Ve biz kesinlikle saf saf dizilenlerin/dizenlerin ta kendisiyiz. Biz, tesbih edenlerin [Allah’ı noksanlıklardan arındıranların] de ta kendisiyiz” derler.

Bağımsız bir necm olan bu ayetlerde, “İntak [konuşturma]” sanatı yapılmak suretiyle Kur’an ayetleri dillendirilmektedir. İntak sanatıyla mesaj verme Kur’an’da sık başvurulan bir yöntemdir. Meryem/64, Hud/1-4, Zariyat/50, 51. ayetler, intak yapılan ayetlerden sadece birkaçıdır.
Bu ayetlerde Kur’an ayetlerinin işlevleri bildirilerek bir bakıma surenin başındaki “الصّفّات essaffat” sözcüğü açıklanmaktadır. Oysa bazıları bu ayetteki sözlerin melekler tarafından konuşulduğunu iddia etmişlerdir. Ne var ki, bu görüş isabetli bir görüş olmaktan uzaktır.
Kur’an’da yer alan her ayetin belli bir işlevi vardır. Kimi aklı çalıştırır, kimi ölü mesabesindeki kimliği canlandırır, kimi yanlışları düzelttirir, kimi kişiye onur kazandırır, kimi bilgi verir, kimi uyarır, kimi de müjde verir.

167- 169 – Ve onlar kesinlikle diyorlardı ki: “Şüphesiz eğer yanımızda öncekilerden bir öğüt/kitap olsaydı, elbette biz de Allah’ın arıtılmış kulları olurduk.”
170 - Şimdi de onu inkâr ettiler. Artık yakında bileceklerdir.

Bu ayetlerde müşriklerin tutarsızlığı açıklanmaktadır. Müşrikler kendilerine elçi gelmeden önce “Şüphesiz eğer yanımızda öncekilerden bir öğüt/kitap olsaydı, elbette biz de Allah’ın arıtılmış kulları olurduk” dedikleri halde kendilerine elçi gelince, kitap gönderilince onu inkâr etmişlerdir. Ayetin son bölümündeki “Artık yakında bileceklerdir” ifadesi, tutarsız müşriklere açık bir tehdittir.
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla