hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > NÜZUL SIRASINA GÖRE TEBYîNÜ'L -KUR'AN İŞTE KUR'AN ve VİDEOLARI Hakkı Yılmaz > İniş Sırası ile Sureler > 66.Ahkaf Suresi

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 25. April 2009, 10:38 PM   #1
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.023
Tesekkür: 3.573
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart 66.Ahkaf Suresi

AHKAF [KUM TEPELERİ] SÛRESİNE GİRİŞ
GİRİŞ

Adını 21. ayette geçen “ احقافAhkaf [Kum tepeleri]” sözcüğünden alan sure Mekke’de 66. sırada inmiştir. 10, 15 ve 35. ayetlerinin Medenî olduğuna dair nakiller de mevcuttur. (Süyuti; el-İtkan) Ancak ayetlerinin birbiriyle bağı, öyle olmadığını göstermektedir.
Bu surede de önce Kur’an’a dikkat çekilmekte, ardından müşriklerin Allah’ın elçisine karşı takındıkları yersiz ve yakışıksız tavırlar sergilenerek müminlere ve yalanlayıcılara ahiretteki durumları gösterilmektedir. Âd kavmi ve akıbetinin bir kez daha hatırlatıldığı surede ayrıca Cinn suresinde konu edilen “Kur’an’ın cinlerden bir gurup tarafından dinlenme olayı”na da farklı bir üslûpla tekrar değinilmektedir. Mekkelilere rağmen Kur’an’ın başka bir kente [Medine’ye] olan etkisinin dile getirildiği bu değini ile aynı zamanda hicrete de imada bulunulmaktadır.

https://youtu.be/Kmv1PrYUXpc Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 376. Bölüm Ahkaf Suresi 1. Bölüm.

https://youtu.be/GwmnFGBszQk HakkYılmaz Kuran ve İslam 377. Bölüm Ahkaf suresi 2. Bölüm.

MEAL:

RAHMAN RAHÎM ALLAH ADINA

1 – Hâ [8], Mîm [40].
2 - Bu kitabın indirilişi, Azîz, Hakîm Allah’tandır.
3 - Biz gökleri, yeryüzünü ve ikisi arasındakileri ancak “hakk” ile ve “adı konmuş bir süre” ile yarattık. Şu inkâr eden kimseler ise uyarıldıkları şeylerden/uyarılmaktan yüz çevirenlerdir.
4 - De ki: “Allah’ın astlarından yakardığınız şeyleri gördünüz mü? Onlar, yeryüzünden neyi yaratmışlar, bana gösterin. Yoksa onların göklerde bir ortaklıkları mı var? Eğer siz doğru kimseler iseniz bana bundan [Kur'an’dan] önce bir kitap veya ilimden bir eser [kalıntı] getirin.”
5 – Ve Allah’ın astlarından kıyamet gününe kadar kendisine hiç bir cevap veremeyecek olan kimselere dua eden kimseden daha sapık kim olabilir? Üstelik onlar [tapılan kimseler], o kimselerin yalvarışlarından habersizler de.
6 - İnsanlar bir araya toplandığı zaman da onlar [taptıkları kimseler] kendilerine düşmanlar oldular. Ve onların kendilerine tapmalarını inkâr edenler idiler.
7 – Ve Bizim âyetlerimiz kendilerine apaçık okunduğu zaman inkâr eden şu kimseler, kendilerine gelen “hakk” için: “Bu apaçık bir büyüdür” dediler.
8 – Ya da onlar, “Onu [Kur’an’ı], o [Muhammed] uydurdu” diyorlar. De ki: “Eğer onu ben uydurmuşsam bana Allah’tan olacak şeye güç yetiremezsiniz [beni Allah gibi cezalandıramazsınız]. O, sizin neyin içine atıldığınızı daha iyi bilir. Sizinle benim aramda tanık olarak O yeter. Ve O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”
9 - De ki: “Ben elçilerden ilk ortaya çıkan biri değilim. Ve ben, bana ve size ne yapılacağını bilmiyorum. Ben sadece bana vahyedilene tabi oluyorum. Ve ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.”
10 - De ki: “Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Eğer o [Kur’an], Allah tarafından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz, bununla birlikte İsrailoğulları’ndan bir şahit de onun bir benzeri üzerine tanık olup da inanmışsa, siz de büyüklük tasladıysanız … Şüphesiz ki, Allah zalimler topluluğuna kılavuzluk etmez.”
11 – Ve inkâr etmiş olan kişiler, iman etmiş kişiler için: “Eğer bir hayır olsaydı, onlar, ona bizim önümüze geçemezlerdi” dediler. Bununla doğru yola varamayınca da: “Bu eski bir uydurmadır” diyeceklerdir.
12 – Bundan [Kur'ân'dan] önce de bir önder ve rahmet olarak Musa'nın kitabı vardı. İşte bu [Kur'ân] da, zulmeden kimseleri uyarmak, iyilik-güzellik üretenleri müjdelemek için Arap lisanı üzerine tasdik eden bir kitaptır.
13- Şüphesiz işte şu: “Rabbimiz Allah’tır” deyip, sonra da dosdoğru olan kişiler üzerine hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
14- İşte onlar cennet ashabıdırlar. İşlemekte olduklarına karşılık orada ebedi olarak kalacaklardır.
15 – Ve Biz insana, ana ve babasına ihsanı [iyilik yapmayı/ güzel davranmayı] tavsiye ettik. Anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle bıraktı [doğurdu]. Ve onun taşınması ve ayrılması otuz aydır. Nihayet insan, olgunluk çağına ulaştığı ve kırk seneye geldiğinde: “Rabbim! Bana ve anama-babama ihsan ettiğin nimetlerine şükretmemi ve senin hoşnut olacağın salihi işlememi sağla. Benim için soyumun içinde düzeltmeler yap [salih kimseler ver]. Şüphesiz ben Sana yöneldim. Ve ben şüphesiz teslim olanlardanım” dedi.
16 – İşte bu [bilgeleşmiş, bilinçlenmiş kimseler], vaat olunup durdukları doğru bir vaat olarak ve onlar zulmedilmeden, O’nun [Allah’ın] onlara amellerini tam olarak ödemesi için kendilerinden, yaptıklarının en güzelini kabul edeceğimiz ve cennet ashabı içinde kötülüklerden koruyacağımız kimselerdir.
17 – Ve anasına- babasına: “Öf size! Siz beni, benden önce nice nesiller gelip geçmiş iken çıkarılmakla [öldükten sonra dirilmekle] mı tehdit ediyorsunuz?” diyen kimse; … Ve o ikisi [anası-babası], Allah’a yalvararak: “Yazık sana! Gel iman et, şüphesiz ki, Allah'ın vaadi gerçektir” der. Sonra da o: “Bu [Kur'ân], öncekilerin masallarından başka bir şey değildir” der.
18 - İşte onlar [anası babası ile inanç çatışması olan, ahırete inanmayan çocuklar], kendilerinden önce gelip geçmiş olan cinn ve insten [bilinen bilinmeyen tüm kesimden] ümmetler içerisinde aleyhlerinde Söz hak olmuş kimselerdir. Şüphesiz onlar, gerçekten hüsrana uğramışlar idiler.
19 – Ve herkes için işledikleri şeylerden, bir takım dereceler vardır. -Ve onlar zulmedilmeden, O’nun [Allah’ın] onlara amellerini tam olarak ödemesi içindir.-
20 – Ve inkâr etmiş kişiler ateş üzerinde yayılacakları gün: “Siz iğreti hayatınızda bütün güzel şeylerinizi giderdiniz, onlar ile yararlandınız, artık yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanız ve fasıklık edip durduğunuzdan dolayı bu gün alçaltıcı bir azap ile karşılık göreceksiniz!”
21 – Âd’ın kardeşini [Hud’u] de an! Hani o, Ahkâf’ta kavmini uyarmıştı. -Kesinlikle onun önünde ve ardında, "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Şüphesiz ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum" diyen uyarıcılar geçmişti.-
22 - Onlar: “Sen bizi ilâhlarımızdan çevirmek için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, hadi o bizi tehdit edip durduğun azabı hemen getir" dediler.
23 - O [Ad’in kardeşi; Hud]: “ Şüphesiz Bilgi [o azabın ne zaman geleceğine dair bilgi] Allah katındadır. Ben ise size benimle gönderileni tebliğ ediyorum. Velâkin ben sizi cahillik edip duran bir kavim olarak görüyorum” dedi.
24, 25: Nihayet onu, vadilerine doğru gelen geniş bir bulut halinde gördüklerinde: “Ha işte! Bu, bize yağmur getirecek bir bulut!” dediler, Hayır, aksine o, çabuklaştırmaya çalıştığınız şeyin ta kendisi; Rabbinin emriyle her şeyi yerle bir eden, içinde acıklı bir azap olan rüzgâr... Sonunda o hale geldiler ki, konutlarından başka hiçbir şey görünmüyordu. Biz, günahkârlar topluluğunu işte böyle cezalandırırız.
26- Ve ant olsun ki, Biz, sizi güçlü kılmadığımız şeylerde onları güçlü kılmıştık [size vermediğimiz imkânları onlara vermiştik]. Onlara da kulaklar, gözler ve duygular kılmıştık [vermiştik]. Buna rağmen kulakları, gözleri ve duyguları onlara hiçbir fayda sağlamadı/ kendilerinden hiçbir şeyi uzaklaştıramadı. Çünkü onlar Allah’ın ayetlerini bile bile inkâr ediyorlardı. Alay etmekte oldukları şey de onları sarıp kuşatıverdi.
27, 28- Kesinlikle, Biz kendi kıyınızda bulunan memleketleri helâk ettik. Ayetleri, onlar dönsünler diye tekrar tekrar açıkladık. Öyleyse Allah’ın astlarından güya O’na yakınlığa vesile edindikleri düzme tanrılar, onların azabını savmaya yardım etmeli değil miydi? Tersine o düzme tanrılar kendilerinden ayrılıp kayboldular. Bu, onların yalanlarıdır, uydurmakta oldukları şeydir.
29 - Hani Biz cinlerden Kur’an’ı dinlemek isteyen bir grubu sana yöneltmiştik. Onlar, ona [Kur’an’a] hazır oldukları zaman “Susun!” dediler. Sonra gerçekleşince de [Kur’an’ı dinleyince de] birer uyarıcı olarak kavimlerine döndüler.
30- 32 - Onlar: “Ey kavmimiz! Şüphesiz biz Musa'dan sonra indirilen ve kendisinden öncekileri tasdik eden, hakka ve dosdoğru yola kılavuz olan bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine icabet edin ve O’na iman edin ki, O [Allah] günahlarınızı bağışlasın ve sizi acı bir azaptan kurtarsın. Her kim Allah'ın davetçisine icabet etmezse, bilsin ki, yeryüzünde Allah'ı aciz bırakacak değildir. Onun için Allah’ın astlarından veliler de yoktur. İşte onlar, apaçık bir sapıklık içerisindedirler” dediler.
33- Onlar, şüphesiz gökleri ve yeryüzünü yaratan ve onları yaratmakla yorulmamış olan Allah’ın ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmediler mi? Evet şüphesiz ki, O, her şeye gücü yetendir.
34 – Şu inkâr eden kimselerin ateş üzerine yayılacakları gün: “Bu, gerçek değil miymiş?” Onlar da: “Evet [gerçekmiş]. Rabbimize ant olsun!” dediler. O [Allah]: “O halde inkâr edip durduğunuzdan dolayı şimdi tadın azabı!” dedi.
35 – Artık elçilerden azim sahiplerinin sabrettikleri gibi sen de sabret! Onlar için aceleci olma. Sanki onlar kendilerine vaat edilen şeyi gördükleri gün dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kalmış gibidirler. [Bu], bir tebliğdir. Artık fasıklar topluluğundan başkası helâk edilir mi.
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 25. April 2009, 10:38 PM   #2
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.023
Tesekkür: 3.573
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

TAHLİL



1 – حHâ [8], مMîm [40].

Bundan evvel inmiş olan Casiye suresi gibi, bu sure de “ حHa” ve “م Mim” kesik harfleriyle başlamıştır.
Geçmişte “Ha, Mim” kesik harfleri ile ilgili olarak bir takım yakıştırmalar yapıldığını Duhan/1’in tahlilinde dile getirmiş, bu yakıştırmalarla ilgili detaya Gafir/1’in tahlilinde yer verildiğini dipnot olarak belirtmiştik. Bu nedenle, söz konusu yakıştırmalarla ilgili detayın yine aynı dipnottan okunmasını öneriyoruz.

2 - Bu kitabın indirilişi, Azîz, Hakîm Allah’tandır.

Mukatta’ [kesik] harflerle başlayan diğer sureler gibi, bu sure de Kur’an’a dikkat çekerek başlamaktadır. Casiye/2 ile birebir aynı olan bu ayette de yine, Kur’an’ın arkasındaki gücün mutlak galip olan, kesinlikle yenilmeyen ve yasalar koyan, her yaptığını sağlam yapan Allah olduğu vurgulanarak Kur’an’ı Peygamber’in uydurmadığı, dolayısıyla Allah’a boyun eğmekten ve O’nun koyduğu ilkelere uymaktan başka bir yol olmadığı mesajı verilmektedir.

3 - Biz gökleri, yeryüzünü ve ikisi arasındakileri ancak “hakk” ile ve “adı konmuş bir süre” ile yarattık. Şu inkâr eden kimseler ise uyarıldıkları şeylerden/uyarılmaktan yüz çevirenlerdir.

Bu ayetlerde, evrenin yaratılış özelliklerine dikkat çekilerek insanoğluna evrenden dersler çıkarması gerektiği mesajı verilmektedir. Böylece evrende gözlenecek, araştırılacak ayetler [alâmetler, işaretler, kanıtlar] ile gerçek ilâhın tanınabileceğine, ispat edilebileceğine ve evrenin sonlu olduğunun keşfedilip kıyametin kopacağının bilinebileceğine işaret edilerek belli bir süre sonra yok edilecek olan evrene ne ölçüde bağlanılabileceğinin düşünülmesi istenmektedir. Bu ayet, ilerideki ayetler ile müşriklere yapılacak açıklamaların önsözü durumundadır.
Aynı mesajları toplu olarak şu ayetlerde de görmüş idik:

Şüphesiz sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arş üzerine istiva eden, işi yönetip duran Allah’tır. Şefaatçi ancak O’nun izninden sonradır. İşte Bu, Rabbiniz Allah’tır. O hâlde O'na kulluk ediniz! Hâlâ düşünüp ibret almaz mısınız?
Hepinizin dönüşü sadece O'nadır. Allah bunu hakk olarak vaat etmiştir. Şüphesiz O, halkı ilk baştan yaratır, sonra iman eden ve salihatı işleyen kimseleri kıst [nasipleri, hakları olan payları] ile karşılık vermek için geri döndürür. Şu küfretmiş olan kimseler, küfretmeleri nedeniyle, kaynar sudan bir içki ve acıklı azap kendileri için olanlardır.
O, Güneş’i bir aydınlık, Ay’ı bir ışık yapan ve senelerin sayısını ve hesabını bilesiniz diye, Ay’a menziller ayarlayandır. Allah bunu ancak gerçek ile yaratmıştır. O, bilecek olan bir kavim için ayetleri detaylandırır.
Şüphesiz gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde ve Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde ittika eden bir kavim için nice deliller vardır.
Şu, Bize kavuşmayı ummayan, dünya hayatına razı olan, onunla tatmin bulan kimseler ve kendileri Bizim ayetlerimizden gafil olan kimseler; işte bunlar, kendi elleriyle ettikleri yüzünden varacakları yer ateş olanlardır. (Yunus/3- 8)

Ve Biz gökleri, yeryüzünü ve aralarındaki şeyleri ancak hakk /gerçek ile yarattık ve elbette ki, o saat [kıyamet] mutlaka gelecektir [kopacaktır]. Şimdi sen aldırış etme ve güzel muamele et.
Şüphesiz Rabbin hakkıyla yaratandır ve iyi bilendir.
Ant olsun ki, Biz sana ikişerlilerden [katmerli] yediyi ve büyük Kur'an'ı verdik.
Sakın onlardan bazı kimselere verip de kendilerini onunla yararlandırdığımız şeylere [mal ve servete] heveslenip gözlerini dikme. Onlar hakkında üzülme de... Sen kanatlarını müminler için indir. Ve: “Şüphesiz ben apaçık bir uyarıcının ta kendisiyim” de. (Hıcr/85- 88)

Konumuz olan ayetin son bölümündeki “Şu inkâr eden kimseler ise uyarıldıkları şeylerden/uyarılmaktan yüz çevirenlerdir” ifadesiyle inkâr edenler hakkında zımnen şöyle denilmektedir: Bu inkârcılar başka tarafa yönelmekte, oyalanmakta ve o ‘Gün’e gere*ği gibi hazırlanmamaktadırlar. Kendilerine kitap indirilmiş, elçi gönderilmiş ama bütün bunlardan yüz çevirmiş durumdadırlar. Bunun akıbetini yakında bileceklerdir.”

4 - De ki: “Allah’ın astlarından yakardığınız şeyleri gördünüz mü? Onlar, yeryüzünden neyi yaratmışlar, bana gösterin. Yoksa onların göklerde bir ortaklıkları mı var? Eğer siz doğru kimseler iseniz bana bundan [Kur'an’dan] önce bir kitap veya ilimden bir eser [kalıntı] getirin.”

Bu ayette, peygamberimizden inkârcılara yöneltmesinin istendiği soru biçimindeki kınayıcı ve uyarıcı açıklama ile inkârcıların akılsızlıkları, mantıksızlıkları ve sağlam bilgi ve belgeden yoksunlukları yüzlerine vurulmaktadır. Söz konusu soru, inkârcıların akıllarını başlarına almalarını sağlamaya yöneliktir.
“Allah’ın astlarından yakardığınız şeyleri gördünüz mü? Onlar, yeryüzünden neyi yaratmışlar, bana gösterin” ifadesiyle müşriklerin sözde ilâhlarının yaratıcılık açısından ilâhlıklarının mümkün olmayacağı açıklanmıştır. “Yoksa onların göklerde bir ortaklıkları mı var? Eğer siz doğru kimseler iseniz bana bundan [Kur'an’dan] önce bir kitap veya ilimden bir eser [kalıntı] getirin” ifadesi ile de, müşriklerin “Biz o putlara, ibadete müstahak oldukları için tapmıyoruz; tam aksine, biz onlara Allah’ın bize onlara tapmamızı emretmiş olmasından dolayı tapıyoruz” gibi bir gerekçe öne sürmelerinin önüne geçilmektedir. Yani onlara “bir takım ilâhlar edinebilirsiniz” diye ne bir elçi gönderilmiştir, ne de kitap indirilmiştir. Yani ellerinde buna dair geçmişten kalma ne bir bilgi, ne de bir belge kalıntısı vardır.

5 – Ve Allah’ın astlarından kıyamet gününe kadar kendisine hiç bir cevap veremeyecek olan kimselere dua eden kimseden daha sapık kim olabilir? Üstelik onlar [tapılan kimseler], o kimselerin yalvarışlarından habersizler de.
6 - İnsanlar bir araya toplandığı zaman da onlar [taptıkları kimseler] kendilerine düşmanlar oldular. Ve onların kendilerine tapmalarını inkâr edenler idiler.

Bu ayetlerde inkârcıların hem akılsızlıklarından dolayı bu dünyada düştükleri sapıklığın, hem de mahşerde karşılaşacakları kötü akıbetin mahiyeti hakkında bilgi verilmektedir. Ayetlere göre, Yüce Allah kıyamet gününde inkârcıların taptıkları o putları diriltecek, bu putlar ile onlara tapanlar arasında suçlayıcı ve mazeret bildirici bir karşılıklı konuşma gerçekleşecektir. Rabbimiz mahşerde gerçekleşecek bu sahneyi şimdiden naklederek hoş olmayan durumlarını inkârcılara peşin peşin bildirmekte ve onları kötü akıbetleri konusunda uyarmaktadır. Çünkü dünyadayken taptıkları o sözde ilâhlar onlar hakkında şöyle diyerek kendilerini savunacaklardır: “Biz hiç bir zaman onlara bize ibadet edin demedik. Bizim onların bize ibadet etmeleriyle hiçbir ilgimiz yoktur. Bu sapıklıklarının sorumlusu bizzat kendileridir. Dolayısıyla cezalarını da kendileri çeksinler.”

Ve onlar, kendileri için bir izzet [güç, şan, şeref] olsun diye, Allah’ın astlarından ilâhlar edindiler.
Hayır... Hayır... [Onların zannettikleri gibi değil]... Onlar [edindikleri ilâhlar] onların ibadetlerini inkâr edecekler ve aleyhlerine dönüp karşı olacaklardır. (Meryem/81, 82)

O [İbrahim onlara] Dedi ki: “Siz, sırf aranızdaki dünya hayatında sevgi için Allah’ın astlarından birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz kiminizi tanımayacak, kiminiz kiminizi lânetleyecektir. Varacağınız yer de cehennemdir. Ve sizin için yardımcılardan yoktur.” (Ankebut/25)

Haklarında Söz gerçekleşen kimseler; “Rabbimiz! İşte bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir. Biz nasıl azmışsak, işte bunları da öylece biz azdırdık. Biz Sana karşı uzak olduk. Onlar sadece bizlere tapmıyorlardı” derler. (Kasas/63)

Ayetteki “Allah’ın astlarından kıyamet gününe kadar kendisine hiç bir cevap veremeyecek olan kimseler” ifadesi, hem cansız putları hem de İsa, Meryem, Üzeyr ve ilâh edinilmiş diğer insanları kapsamaktadır. Çünkü Arapçada bir belağat kuralı olan “Tağlip” Dipnot: (Tağlip, bir alâkadan dolayı bir kelimeyi başka bir mânayı da içine alacak şekilde kullanmak demektir. Baba ile anaya "Ebeveyn" denilmesi gibi. “Baba” sözcüğü, tağlip sanatıyla “Ana”yı da içine alacak şekilde “Ebeveyn” olarak ifade edilir.) gereği, konumuz olan ayette “canlı” varlıklar da “cansız” varlıkları ifade eden “ ماma” edatı ile gösterilmiş ve tarafımızdan “kimseler” şeklinde meallendirilmiştir.

Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryemoğlu İsa, sen mi insanlara: ‘Beni ve annemi, Allah’ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?” O [İsa], Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen; gaybleri bilen yalnız Sensin, Sen!
Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini söyledim; benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin, dedim. Ve ben aralarında olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, onları gözetleyen yalnız Sen oldun Sen. Ve şüphesiz Sen gaybleri en iyi bilensin.
Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, Azîz ve Hakîm’in ta kendisisin.” (Maide/116- 118)

Onlar için orada temelli olmak üzere diledikleri her şey vardır. -[Bu], Rabbinin yerine getirilmesini üstüne aldığı bir vaattir.-
Ve o gün O [Rabbin], onları ve onların Allah’ın astlarından taptıkları şeyleri toplar da, “Siz mi saptırdınız şu kullarımı, yoksa kendileri mi o yolu kaybettiler?” der.
Onlar dediler ki: “Tespih ederiz Seni, Senin astlarından veliyler edinmek bize yaraşmaz. Ama Sen onları ve atalarını öylesine nimetlendirdin ki, Zikir’i [Öğüt’ü] terk ettiler ve helâke giden bir topluluk oldular.”
İşte onlar [taptıklarınız] sizi söylediklerinizde yalanladılar. Artık geri çevirmeye ve bir yardıma güç yetiremezsiniz. Ve sizden kim zulmederse, Biz ona büyük bir azabı tattıracağız. (Furkan/16- 19)

Ve o gün O [Allah], onları hep birlikte toplayacak, sonra meleklere: “Şunlar mı size tapıyorlardı?” diyecektir.
Onlar: “Seni tenzih ederiz. Onlara karşı bizim velimiz Sensin. Bilakis onlar cinlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inananlardı.” dediler.
Artık bu gün bazınız bazınıza yarar ve zarara malik olmaz. Ve Biz o zulmetmiş [şirke batmış] kişilere: “Tadın bakalım o kendisini yalanlayıp durduğunuz ateşin azabını!” deriz. (Sebe’/40- 42)

7 – Ve Bizim âyetlerimiz kendilerine apaçık okunduğu zaman inkâr eden şu kimseler, kendilerine gelen “hakk” için: “Bu apaçık bir büyüdür” dediler.
8 – Ya da onlar, “Onu [Kur’an’ı], o [Muhammed] uydurdu” diyorlar. De ki: “Eğer onu ben uydurmuşsam bana Allah’tan olacak şeye güç yetiremezsiniz [beni Allah gibi cezalandıramazsınız]. O, sizin neyin içine atıldığınızı daha iyi bilir. Sizinle benim aramda tanık olarak O yeter. Ve O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”

Mekkeli müşriklerin Kur’an için “Bu apaçık bir büyüdür” demeleri, aslında Kur’an’ın sıradan, alelade bir kelam olmadığının ve bir insan tarafından uydurulmuş olamayacağının bizzat o müşriklerce itiraf edilmesinden başka bir şey değildir.
Rabbimizin peygamberimize “De ki” diye emrederek müşriklere “Eğer onu ben uydurmuşsam bana Allah’tan olacak şeye güç yetiremezsiniz [beni Allah gibi cezalandıramazsınız]. O, sizin neyin içine atıldığınızı daha iyi bilir. Sizinle benim aramda tanık olarak O yeter. Ve O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir” şeklinde cevap vermesini istemesi de müşriklere akıllarını çalıştırmaları yönünde yaptığı uyarıcı bir çağrı mahiyetindedir. Ne var ki, müşrikler Kur’an’ın beşer sözü olamayacağına dair zımnî itiraflarına rağmen vahyin hakikatini kabul etmemekte direnmişler ve değişik gerekçeler uydurarak sürekli vahye çamur atmaya kalkışmışlardır:

Ve inkâr etmiş olanlar, “Bu [Furkan], onun [Muhammed’in] uydurduğu yalandan başka bir şey değildir. Ona başka bir topluluk da bunun için yardım etmiştir” dediler. Böylece onlar kesinlikle haksızlık ettiler ve asılsız bir iddia getirdiler.
Ve “O [Furkan, yazılı hâle getirilmiş öncekilerin masallarıdır; şimdi de o, sabah akşam [sürekli] kendisine okunmaktadır.” dediler.
De ki: “Onu, göklerdeki ve yerdeki sırrı bilen indirmiştir. Şüphesiz O, bağışlayandır, merhamet edendir.” (Furkan/4- 6)

Bu konuya ait detay daha evvel Furkan suresinin 4-6. ayetlerinin tahlilinde (Tebyinü’l-Kur’an; s: 3, c: 342-345) sunulmuştur.

9 - De ki: “Ben elçilerden ilk ortaya çıkan biri değilim. Ve ben, bana ve size ne yapılacağını bilmiyorum. Ben sadece bana vahyedilene tabi oluyorum. Ve ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.”
10 - De ki: “Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Eğer o [Kur’an], Allah tarafından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz, bununla birlikte İsrailoğulları’ndan bir şahit de onun bir benzeri üzerine tanık olup da inanmışsa siz de büyüklük tasladıysanız … Şüphesiz ki, Allah zalimler topluluğuna kılavuzluk etmez.”

Kur’an’a inanmayan, beşer bir elçiyi kabul etmeyen müşrikler, bu ayetlerdeki uyarıcı mesajlarla düşünmeye davet edilmektedirler.
9. ayetteki ilk mesaj, Muhammed’in (as) elçi olarak ilk ortaya çıkan kimse olmadığı gerçeğidir. Ondan evvel de birçok elçi gelip geçmiştir. O, geçmişten beri gelen bu elçiler kafilesinin bir mensubudur. Dolayısıyla bunda yadırganacak bir yön yoktur. Ayrıca bu işe kendisi karar verip de elçi olmamıştır; Allah tarafından vahyedilmek suretiyle görevlendirilmiştir. Uyarıları da kendi adına değil, Allah adına yapmaktadır.
9. ayetin “Ve ben, bana ve size ne yapılacağını bilmiyorum” cümlesindeki “bana ve size ne yapılacağı” ifadesindentüm dünya ve ahiret hallerini; “ilerde olacak galibiyet veya mağlubiyetler, nerede, ne zaman ve nasıl ölüneceği, din adına nelerin emredilip nelerin yasaklanacağı, müşriklerin iman edip etmeyecekleri, azap hemen gelir mi, ertelenir mi gibi hususları anlamamız mümkündür.

De ki: “Ben kendim için Allah'ın dilediğinden başka ne bir menfaat elde etmeye, ne de bir zararı önlemeye mâlik değilim. Ben eğer gaybı bilseydim, elbette ben hayırdan çoğaltmak isterdim. Ve bana hiçbir kötülük bulaşmamıştır. Ben ancak bir uyarıcı ve iman eden bir kavme müjdeleyenim.” (A’raf/188)

De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü Kendisinin olan, Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah'ın, size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde doğru yolu bulmanız için Allah'a ve O'nun sözlerine iman eden, Ümmî Peygamber olan Elçisi'ne iman edin ve o'na uyun.” (A’raf/158)

O [Allah], ortak koşanlar hoşlanmasa da, Elçi’sini hidayetle ve bütün dinlerin üzerinde ortaya çıksın diye hak din ile gönderendir. (Tevbe/33)

Halbuki sen içlerinde iken Allah, onlara azab edecek değildi. İstiğfar ettikleri sürece de Allah onlara azab edici değildir. (Enfal/33)

10. ayette ise “Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Eğer o [Kur’an], Allah tarafından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz, bununla birlikte İsrailoğulları’ndan bir şahit de onun bir benzeri üzerine tanık olup da inanmışsa ...” denilerek müşriklere vahiy kültürüne sahip İsrailoğulları’ndan bazılarının Allah Resulünü tasdikleri, Kur’an’a inandıkları örneği verilmiş ve “... siz de büyüklük tasladıysanız … Şüphesiz ki, Allah zalimler topluluğuna kılavuzluk etmez” uyarısı yapılarak düşünmeye davet edilmişlerdir.
Dikkati çeken noktalardan biri de, 10. ayetteki şart cümlesinin cevabının mahzuf [düşürülmüş, açıkça söylenmemiş] olmasıdır. “... siz de büyüklük tasladıysanız …” ifadesiyle biten şart cümlesindeki söz akışına göre, hazf edilen cevabın:

“hiç şüphesiz sizler, hüsrana uğrayanlardan olmuşsunuzdur”,
“sizler hidayete erenler değil, aksine sapıtmış kimseler olursunuz”, ya da
“kendinize zulmetmiş olmaz mısınız?” şeklinde takdir edilmesi mümkündür.
O’dur ki arzı uzattı, orada sabit dağlar ve ırmaklar var etti. Orada bütün meyvelerden iki çift yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor. Şüphesiz bunda tefekkür eden [düşünen] bir toplum için ayetler vardır. (Rad’d/3)

De ki: “Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Eğer o [Kur’ân], Allah katından olup da sonra siz onu inkâr etmişseniz, kendisi uzak bir ayrılığın içinde bulunan kimseden daha sapık kim olabilir?” (Fussılet/52)

Ve Biz Musa’nın anasına vahyettik: “Onu emzir. Eğer onun için korkarsan onu denize bırakıver, korkma ve üzülme. Şüphesiz Biz onu sana döndüreceğiz ve kendisini elçilerden biri yapacağız.” (Kasas/7)

Aynı ayette konu edilen “... İsrailoğulları’ndan bir şahit”inkimliği ile ilgili olarak klasik kaynaklarda şu bilgiler verilmiştir:

Birinci Görüş: Bu, ekseri ulemanın benimsediği görüş olup, bu şahit Abdullah b. Selâm'dır. Keşşaf sahibi şunu rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s) Medine'ye gelince, Abdullah b. Selam, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yüzüne baktı. Böylece bu yüzün yalancı bir yüz olmayacağını anladı, bu hususta tefekkürde bulundu. Neticede onun beklenen peygamber olduğu kararına vardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s)'e "Ben sana sadece peygamberlerin bilebileceği şu üç şeyi soracağım" dedi:
a- "Kıyamet alâmetlerinin ilki nedir?
b- Cennetliklerin yiyeceği ilk yiyecek nedir?
c- Çocuk babasına mı, anasına mı çeker?.."
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurdu: "Kıyamet alametlerinin ilki, insanları doğudan batıya doğru süren, batıda toplayan ateştir. Cennet ehlinin yiyeceği ilk yiyecek ise balık ciğerinin fazlasıdır. Çocuğa gelince, erkeğin suyu daha önce gelirse, çocuk erkeğe; kadının suyu daha erken gelirse, çocuk anneye çeker, benzer." Bunun üzerine Abdullah b. Selâm: "Ben senin şüphesiz Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet ederim" dedi ve sözüne şunları ekledi: "Yahudiler iftiracı bir toplumdur. Eğer onlar, sen beni onlara sormazdan önce, benim İslâm olduğumu anlarlarsa, bana senin yanında iftirada bulunurlar." Derken, Yahudiler gelince, Hz. Peygamber (s.a.s) onlara "Aranızdaki Abdullah, nasıl bir kimsedir?" diye sordu. Onlar da "Bizim en iyimizdir, en iyimizin oğludur, efendimizdir, efendimizin oğludur, en bilginimizdir ve en bilginimizin oğludur" dediler. Bunun üzerine, Hz. Peygamber (s.a.s), "Ya Abdullah müslüman olursa, ne dersiniz?" deyince, onlar, "Allah, onu bundan korusun" dediler. Derken, Abdullah huzura çıktı ve "Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed (s.a.s)'in Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet ederim" dedi. Bunun üzerine onlar, "O bizim en kötümüz ve en kötümüzün oğludur" dediler ve Abdullah'ın hakkını ketmettiler [değerini gizlediler]. Bunun üzerine Abdullah, "Ey Allah'ın Resulü, işte benim korktuğum buydu" dedi. Sa'd b. Ebî Vakkas da: "Ben, Hz. Peygamber (s.a.s)'den, Abdullah b. Selâm hariç, yeryüzünde yürüyen hiç kimse için, onun cennetliklerden olduğunu söylediğini duymadım. Ayetteki "İsrailoğulları’ndan bir şahit de buna şahitlik etti" ifadesi de onun hakkında nazil olmuştur" demiştir. (Razi; el Mefatihu’l Gayb)

Bil ki, Şa'bî, Mesrûh ve bir kısım âlim, bu ayette bahsedilen "Şâhid"in, Abdullah b. Selâm olduğunu kabul etmeyip şöyle derler: "Çünkü Abdullah b. Selâm’ın müslüman oluşu Medine'dedir ve Hz. Peygamber (s.a.s)]'in vefatından iki yıl öncesine rastlar. Bu sûre ise Mekkîdir. Binaenaleyh, Mekkî olan bu ayeti, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, Medine'de yaşadığı yılların sonunda vuku bulmuş bir hâdiseye hamletmek nasıl mümkün olur?" Kelbî, bu görüşe şu şekilde cevap vermiştir: "Sûre Mekkîdir, ama bu ayet Medenîdir. Çünkü ayetler nazil oluyor ve Hz. Peygamber (s.a.s) de bu ayetleri belli surelerin belli yerine koymakla emrolunuyordu. Binaenaleyh bu ayet de Medine'de nazil oldu, ama Hak Teâlâ peygamberine bunu bu Mekkî surenin, işte bu yerine koymasını emretmiştir." (Razi; el-Mefatihu’l Gayb)

Müfessirlerin çoğu, “Bu şahitten maksat Hz. Abdullah b. Selâm'dır” demişlerdir. Çünkü o, Medine-i Münevvere'deki en meşhur Yahudi âlimiydi.
Hicretten sonra Allah Rasulü'ne iman ederek müslüman olmuştur. Bu hadise Medine'de meydana geldiğinden müfessirlerin kavline göre bu ayet Medenîdir. Bu şekildeki yorumun kaynağı Hz. Sa'd b. Ebi Vakkas'ın açıklamasıdır. O'na göre bu ayet Hz. Abdullah b. Selam hakkında nazil olmuştur. [Buhari, Müslim, Nesai, İbn Cerir] Ve aynı kaynağa dayanarak İbn Abbas, Mücahid, Katade, Dahhak, İbn Sirin, Hasan Basri, İbn Zeyd, Avf b. Malik el-Eşci' gibi pek çok büyük müfessir bu görüştedirler. Diğer taraftan İkrime, Şa'bi ve Masruk "Bu ayet Abdullah b. Selâm hakkında olamaz, çünkü bütün sure Mekkîdir. Mekke'de nazil olmuştur" demektedirler. İbn Cerir et-Taberî de aynı görüşe katılarak şöyle söylüyor: "Yukarıdaki bu hitabet silsilesinin muhatabı Mekke müşrikleridir. Daha sonraki ayetlerden de anlaşılıyor ki, hep Mekkeli müşrikler muhataptır. Bu siyak ve sibak içerisinde, Medine'de nazil olmuş bir ayetin tek başına buraya girmesi düşünülemez." Daha sonraki müfessirler bu ikinci görüşü tercih ederlerken Sa’d b. Ebi Vakkas'ın rivayetini de inkâr etmemekteler. Hz. Sa'd, eskilerin âdetine göre bu ayetin tam tamına İbn Selam'a uygun düştüğü mealinde konuşmuştur. Bu sözden, bu ayetin İbn Selam'ın iman etmesi üzerine nazil olduğu çıkarılamaz. Ne var ki, bu ayet gerçekten de tam olarak onun tavsifine uygun düşmektedir.
Zahiren ikinci görüşün daha doğru olduğu anlaşılmaktadır. O zaman şöyle bir soru akla gelir: "Bu şahitten maksat kimdir?" İkinci görüşe sahip olan bazı müfessirler bunun Musa (a.s) olduğunu söylemekteler. Ama bir sonraki "O iman etmiş ve siz kibir içindesiniz" cümlesi böyle bir yorumla hiç de uyum sağlamamaktadır. En doğru izah, müfessir Nisaburî ve İbn Kesir'indir. Yani bunlar: "Burada şahitten belirli bir şahıs kastedilmemektedir. Bundan maksat İsrailoğulları'ndan sıradan bir şahıstır" demişlerdir. Allah'ın buyruğunun maksadı şudur: Kur'an-ı Kerim size şimdi sunulmaktadır, bu ilk karşılaştığınız yeni bir şey değildir ki böyle bir şeyi ilk defa görüyoruz diye mazeret ileri sürebilesiniz. Bundan önce de bu gibi talimatlar İsrailoğulları'na vahiy yoluyla Tevrat ve diğer semavi kitaplar şeklinde gelmiştir. Onları sıradan bir insan bile kabul etmişti. Allah'ın kendi talimatlarını yalnızca vahiy vasıtasıyla gönderdiğini sıradan bir insan bile kabul etmiştir. Onun için vahiy ve onun getirdiği talimatların acayip ve anlaşılmaz bir şey olduğunu iddia edemezsiniz. (Derveze; et-Tefsirü’l Hadis)

Bizim kanaatimiz de ayetteki “şahit” ifadesiyle herhangi bir şahsın kastedilmediği yönündedir. Ayette söz konusu edilen tanık, geleceği Tevrat ve İncil’de haber verilen peygambere dair bilgilerden hareketle, Resulullah’ı
gözlemleyen, Kur’an’ı inceleyen her İsrailoğlunun bu hakikate tanık olacağı anlamındadır.
Yukarıdaki nakiller dikkate alındığında bu ayetin Medeni olarak kabulü makul görünmektedir. Ne var ki, ayet, bulunduğu pasajla da son derece uyumludur. Ayrıca Mekke civarında Ehlikitap’tan birçok kimsenin varlığı ve Ehlikitap’a Mekki surelerde de değinilmiş olması, söz konusu ayetin Mekkî olduğunu kanıtlar niteliktedir.

Ve onlara o [Söz; vahy, Kur’an] okunduğu zaman onlar; “Biz ona [Söz’e] inandık. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen gerçektir. Kesinlikle biz ondan önce teslim olanlardık [Müslümanlardık]” dediler. (Kasas/53)

De ki: Siz ona [Kur’an’a] ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine ilim verilenler; o [Kur’an] onlara okunduğunda onlar, secde ederek [teslimiyet göstererek] çeneleri üstü kapanırlar. Ve “Rabbimiz tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir” derler. (İsra/107, 108)

Ve şüphesiz ki kitap ehlinden, Allah’a inananlar, size indirilene ve kendilerine indirilene Allah'a boyun eğerek inananlar vardır. Onlar Allah’ın âyetlerini az bir değere değişmezler. İşte onlar, ücretleri Rableri katında olanlardır.. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. (Al-i Imran/199)

Ve O, size Kitab’ı [Kur’an’ı] ayrıntılı/hak batıl ayrılmış olarak indirdiği halde, Allah’tan başka bir hakem mi arayayım? Ve kendilerine kitap verdiğimiz şu kişiler, onun [Kur’an’] şüphesiz Rabbinden hak ile indirilmiş olduğunu bilirler. O halde sen [Onların bu Kitabın Allah tarafından İndirildiğini bildikleri husu*sunda] sakın şüphecilerden olma. (En’am/114)

11 – Ve inkâr etmiş olan kişiler, iman etmiş kişiler için: “Eğer bir hayır olsaydı onlar, ona bizim önümüze geçemezlerdi” dediler. Bununla doğru yola varamayınca da: “Bu eski bir uydurmadır” diyeceklerdir.
12 – Bundan [Kur'ân'dan] önce de bir önder ve rahmet olarak Musa'nın kitabı vardı. İşte bu [Kur'ân] da, zulmeden kimseleri uyarmak, iyilik-güzellik üretenleri müjdelemek için Arap lisanı üzerine tasdik eden bir kitaptır.

Mekkeli müşriklerin kibirleri nedeniyle Kur’an’dan kaçtıklarının, Resulullah’a meyletmediklerin dile getirildiği bu ayetlerde, onların “Bu, uydurmadır” deyip işin içinden çıkamayacakları, elçilik görevinin ve kitap indirmenin eskiden beri -Musa örneğinde olduğu gibi- “Sünnetüllah [Allah’ın insanlığa uyguladığı yasası]” olarak devam ettiği hatırlatılarak aslında bunu Mekkelilerin de kabul ettiği onların yüzlerine vurulmaktadır.
Ayette “Eğer bir hayır olsaydı onlar, ona bizim önümüze geçemezlerdi” diye ifade edilenler, Ammâr, Suheyb ve İbn Mes'ud gibi fakir, gariban kimselerdir. Şımarıklar bu genç ve maddi yönden yoksul olan müminlere bakarak, akılları sıra çevrelerine: “Eğer bu din, iyi, güzel ve hayırlı bir şey olsaydı, gençler, yoksullar bunu kabullenmede bizi geçemezlerdi. Onlardan önce biz Müslüman olurduk. Nasıl olur ki, bir kaç tecrübesiz genç ve aşağı sınıftan birkaç köle bunu makul olarak görür de, bizim ileri gelenlerimizden akıllı, dünya görmüş ve tecrübelerine, zekâlarına herkesin itibar ettiği kişiler görmez? O halde Muhammed’in (as) sıradan halkı inandırmak gayreti içerisinde oluşu da bu davette muhakkak bir yanlışlık olduğunu ve bu yüzden de kavmin ileri gelenlerinin bunu kabul etmediğini göstermektedir. O halde siz de ondan uzak durun” diye propaganda yapmaktaydılar.
Ayrıca bu ayet ile ilgili olarak “Esbab-ı Nüzul” kayıtlarında şu nakiller de yer almaktadır:

Rivayet edildiğine göre, Cüheyne, Müzeyne, Eslem ve Gıfâr kabileleri müslüman olunca, Âmir, Gatafan, Esed ve Eşca' kabileleri, "Eğer bu din, iyi, güzel ve hayırlı bir şey olsaydı, kuzularımızın çobanları olan bu kabileler bizden önce ona girmezlerdi" demişlerdir.
Rivayet olunduğuna göre, Hz. Ömer'in bir cariyesi müslüman olmuş ve henüz müslüman olmamış olan Ömer de onu yoruluncaya kadar dövüp dururmuş ve "Eğer yorulmasaydım daha fazla döverdim" dermiş. Bunun üzerine Kureyş kâfirleri, "Eğer Muhammed (s.a.s)'in davet ettiği din hak olsaydı, bu câriye bizden önce o dine giremezdi" dediler. (Razi; el Mefatihu’l Gayb)
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 25. April 2009, 10:39 PM   #3
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.023
Tesekkür: 3.573
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Bu bahane ilk kez Mekke müşriklerince ileri sürülmüş değildir. Nuh peygamberden bu yana bütün müşriklerin uygulaya geldikleri bir politik tavır ve bahanedir.

Buna karşılık, kavminin küfretmiş olanlarının ileri gelenleri: “Biz seni sadece bizim gibi bir beşer [sıradan bir insan] olarak görüyoruz. Sana sığ görüşlü aşağı tabakalarımızdan [ayak takımımızdan] başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizim aleyhimize bir fazlalığınızı da görmüyoruz. Bilakis biz sizi yalancılar sanıyoruz” dediler. (Hud/27)

Onların bu bahanelerine karşılık, Yüce Allah da bu konuda elçisine şu talimatları vermiştir.

Ve Allah’ın rızasını dileyerek sabah akşam Rabblerine dua eden kimseleri kovma. Onların hesabından sana hiçbir şey [sorumluluk] yoktur, senin hesabından da onlara hiçbir şey yoktur. Ki onları kovup da zalimlerden olasın!
Ve Biz, “Allah, aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu” desinler diye, onlardan bazısını bazısı ile fitnelendirdik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil midir? (En’am/52, 53)

Hepsi bir değildirler. Kitap ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir ümmet [önderi olan topluluk] vardır ki onlar, gecenin saatlerinde secde ederek Allah’ın âyetlerini okurlar. Allah’a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayırlarda da birbirleriyle yarışırlar. Ve işte onlar iyi insanlardandırlar. (Al-i Imran/113, 114)

13- Şüphesiz işte şu: “Rabbimiz Allah’tır” deyip, sonra da dosdoğru olan kişiler üzerine hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
14- İşte onlar cennet ashabıdırlar. İşlemekte olduklarına karşılık orada ebedi olarak kalacaklardır.

Müşriklere gerekli uyarılar yapılıp gayet makul cevaplar verildikten sonra, şirkten kurtulup Allah’a teslim olmanın, tek ve yegâne Rabb olarak Allah’ı tanımanın getireceği sonsuz nimete dikkat çekilmiştir.

Şüphesiz şu, iman etmiş kişiler, Yahudileşmiş kişiler, Nasraniler ve Sabiîler; her kim Allah’a ve ahıret gününe iman eder ve salihi işlerse, artık Rableri katında bunlar için ecirleri vardır. Bunlara bir korku yoktur. Bunlar mahzun da olmayacaklar. (Bakara/62)

Ve iman eden ve salihatı işleyen kimseleri, Allah’ın gerçek bir vaadi olmak üzere, içinde ebedi olarak kalıcılar olarak, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Sözce Allah’tan daha doğru kim olabilir?
O [Bu iş], Sizin kuruntularınızla ve Ehlikitap’ın kuruntularıyla değildir. Kim kötülük yapan onunla cezalandırılır. Ve o kendisi için Allah’ın astlarından bir Yakın Kimse ve bir yardımcı bulamaz.
Ve erkekten veya kadından, kim mümin olarak salihatı işlerse, işte onlar cennete girerler. Ve zerre kadar zulme uğratılmazlar. (Nisa/122- 124)

Şüphesiz, “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra dosdoğru olanlar; onların üzerine, melekler sürekli iner; “Korkmayın, üzülmeyin. Size vaat edilen cennetle sevinin. Biz, dünya hayatında ve âhirette sizin Yakınlarınızız. Cennette, Gafûr ve Rahîm Allah’tan bir ikram olarak sizin için nefislerinizin arzuladığı her şey var. Orada istediğiniz şeyler de sizin içindir. (Fussılet/30- 32)

Ve göklerde ve yeryüzünde bulunan canlılar ve melekler, kibirlenmeden Allah’a secde ederler. Kendilerinin üstündeki Rablerinden korkarlar ve emrolundukları şeyleri yaparlar. (Nahl/49, 50)

Açın gözünüzü! Allah’ın veliylerine -ki onlar inanan ve takvalı davranan kimselerdir- kesinlikle kaygı yoktur. Onlar üzülmeyecekler de. (Yunus/62, 63)

15 – Ve Biz insana, ana ve babasına ihsanı [iyilik yapmayı/ güzel davranmayı] tavsiye ettik. Anası, onu, zahmetle taşıdı ve zahmetle bıraktı [doğurdu]. Ve onun taşınması ve ayrılması otuz aydır. Nihayet insan, olgunluk çağına ulaştığı ve kırk seneye geldiğinde: “Rabbim! Bana ve anama -babama ihsan ettiğin nimetlerine şükretmemi ve senin hoşnut olacağın salihi işlememi sağla. Benim için soyumun içinde düzeltmeler yap [salih kimseler ver]. Şüphesiz ben Sana yöneldim. Ve ben şüphesiz teslim olanlardanım” dedi.
16 – İşte bu [bilgeleşmiş, bilinçlenmiş kimseler], vaat olunup durdukları doğru bir vaat olarak ve onlar zulmedilmeden, O’nun [Allah], onlara amellerini tam olarak ödemesi için kendilerinden, yaptıklarının en güzelini kabul edeceğimiz ve cennet ashabı içinde kötülüklerden koruyacağımız kimselerdir.
17 – Ve anasına- babasına: “Öf size! Siz beni, benden önce nice nesiller gelip geçmiş iken çıkarılmakla [öldükten sonra dirilmekle] mı tehdit ediyorsunuz?” diyen kimse; … Ve o ikisi [anası-babası], Allah’a yalvararak: “Yazık sana! Gel iman et, şüphesiz ki, Allah'ın vaadi gerçektir” der. Sonra da o: “Bu [Kur'ân], öncekilerin masallarından başka bir şey değildir” der.
18 - İşte onlar [anası babası ile inanç çatışması olan, ahırete inanmayan çocuklar], kendilerinden önce gelip geçmiş olan cinn ve insten [bilinen bilinmeyen tüm kesimden] ümmetler içerisinde aleyhlerinde Söz hak olmuş kimselerdir. Şüphesiz onlar, gerçekten hüsrana uğramışlar idiler.

Bu ayet gurubunda Rabbimiz, aile ilişkilerine, hukuka ve aile içi eğitime dikkat çekmiştir. Ayetlerde olgun, akıllı çocuk ile aklını kullanmayan asi çocuk örnek verilerek bu ikisinin Allah’a ve anne-babalarına karşı tutumları belirtilmekte ve uyarıda bulunulmaktadır. Ayrıca insanın anne-babasına ihsanda bulunması tavsiye edilmektedir.
Ana-baba ve çocuk deyiminden sadece analık-babalık ve evlatlık anlaşılmamalıdır. O dönemde okulların bulunmadığı, bu nedenle de ana-babanın aynı zamanda bir öğretmen, eğitmen; evladın da bir öğrenci olduğu unutulmamalıdır.
15. ayetteki “Anası, onu, zahmetle taşıdı ve zahmetle bıraktı [doğurdu]. Ve onun taşınması ve ayrılması otuz aydır” ifadesi, ana hakkının baba hakkından daha büyük olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Rabbimiz, bu ifadede anayı özellikle zikrederek onun çocuk yüzünden çektiği zahmet ve meşakkati vurgulamıştır.
Ayetteki “Ve onun taşınması ve ayrılması otuz aydır” ifadesi, hamileliğin başlaması ile çocuğun sütten kesilmesi arasındaki süreye işaret etmektedir. İnşallah bu ifadeye Bakara/223’te detaylı olarak değinilecektir.

YİĞİTLİK/OLGUNLUK ÇAĞI

Ayette geçen “ اشدّEşüdd [yiğitlik/olgunluk] Çağı” ile ilgili olarak “onsekiz yaş”, “otuzüç yaş” ve “kırk yaş” gibi görüşler ileri sürülmüştür. Ancak Rabbimiz bu konuda herhangi bir rakam vermemiştir. “Eşüdd’ün [olgunluk/yiğitlik yaşının]” kişiden kişiye, yöreden yöreye, ortamdan ortama değişeceği bir gerçektir. Bizim kanaatimize göre, bu yaş toplum idaresinin bilirkişi raporları doğrultusunda karar vereceği reşitlik yaşıdır.

Ve Allah’ın, ayakta kalmanız için size vermiş olduğu mallarınızı bu sefihlere vermeyiniz. Ve onları o mallarda rızıklandırın ve onları giyindirin. Ve onlara maruf söz söyleyin. Ve bu yetimlerinizi nikâha ulaşıncaya kadar belalandırınız [sıkı bir eğitim vererek olgunlaştırınız]. Sonra da eğer kendilerinde rüşd hissederseniz mallarını kendilerine hemen teslim ediniz. Onlar büyüyecekler diye onların mallarını saçıp savurup yemeyin de. Ve kim zengin ise artık o iffetli davransın. Kim de fakir ise artık o da maruf ile yesin. Sonra da onların [yetimlerin mallarını kendilerine teslim ettiğiniz zaman onlar üzerine şahit tutunuz. Hesap sorucu olarak da Allah yeter. (Nisa/5, 6)

Ayette “ اشدّeşüdd” ve “kırk sene” ifadeleri birbirine bağlı değildir. İki ifadeyi bir araya getiren, mutlak cem ifade eden “ وvav” bağlacıdır. O nedenle insanın yiğitlik/olgunluk yaşına erişmesi ayrı bir şey; kırk yaşına erişmesi ise başka bir şeydir.
Kırk yaştan sonra bedensel fonksiyonlar ve şehvet, hırs, kin gibi duygu ve dürtüler zayıflamaya; akıl, muhakeme, merhamet, şefkat, tecrübe gibi zihinsel fonksiyonlar ise artmaya başlar. Kırk yaş, buluğ yaşı değil “bilgeliğin başlama yaşı”dır.
Nitekim kişi kırk yaşına varınca, “Rabbim! Bana ve anama-babama ihsan ettiğin nimetlerine şükretmemi ve senin hoşnut olacağın salihi işlememi sağla. Benim için soyumun içinde düzeltmeler yap [salih kimseler ver]. Şüphesiz ben Sana yöneldim. Ve ben şüphesiz teslim olanlardanım” şeklinde dualar etmeye başlamaktadır. Sadece yiğitlik çağı bu bilince yetmemekte, kişi ancak bilgeleşmeye başladığı zaman bu tür dualara yönelmektedir.
15. ayetin iniş sebebi olarak Razi şu görüşü ileri sürmüştür:

Nüzul Sebebi: Hz. Ebu Bekir


Vahidî, İbn Abbas'tan ve pek çok kimse de önceki ve sonraki müfessirlerden bu ayetin Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a) hakkında nazil olduğunu naklederek şöyle demişlerdir: "Bunun delili, Allah Teâlâ'nın, bu ayette hamilelik ile sütten kesilme müddetinin, bu hususlarda insanların farklılık arzetmeleri sebebiyle, bazen daha az, bazen de daha fazla olabilecek belli bir miktar ile sınırlamasıdır. Binaenaleyh, bu sınırlamanın, o kimsenin durumunu dile getirme olduğunun söylenebilmesi için, bu ifadeden tek bir şahsın kastedilmiş olması gerekir. Binaenaleyh, hamilelik süresi ile sütten kesilme süresi bu kadar olan şahsın, Ebû Bekir olması mümkündür.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu insanın vasfı hakkında, "Nihayet o, delikanlılık çağına erdiği ve kırk yaşma vardığı zaman, şöyle der: ‘Ya Rabbî, hem beni, hem de ana-babamı nimetlendirdiğin için şükretmemi ... bana ilham et’ dediğini nakletmiştir. Her insanın bu sözü söylemediği malumdur. Binaenaleyh, bu ayetten, bu sözü söyleyen belli bir kimsenin kastedilmiş olması gerekir. Hz. Ebû Bekir (r.a), bu sözü, bu yaşa yakın bir zamanda söylemiştir. Çünkü Hz. Ebû Bekir, Hz. Peygamber (s.a.s)'den iki küsur yaş daha küçüktür. Hz. Peygamber (s.a.s) kırk yaşında peygamber olmuştur. Hz. Ebû Bekir de kırka yakın bir yaştaydı. Dolayısıyla Hz. Ebû Bekir, Hz. Peygamber (s.a.s)'i tasdik ve ona iman etmiştir. Bu anlattığımızla, bu ayetlerin, kendilerinden Hz. Ebû Bekir'in kastedilmesinin uygun ve elverişli oldukları sabit olmuş olur. Böyle bir uygunluk sabit olunca da, biz diyoruz ki: Biz, bu ayetten kastedilenin Hz. Ebû Bekir olduğunu iddia ediyoruz. Bu iddianın delili de, Cenâb-ı Hakk'ın, bu ayetin sonundaki "İşte bunlar -ki cennet yârânı içindedirler- işlediklerinin en güzellerini kabul edeceğimiz, günahlarını bağışlayacağımız kimselerdir" ifadesidir ki, bu da, bu ayetten kastedilenin insanların en üstünü olduğuna delâlet eder. Çünkü Allah'ın, amellerinin güzelini kabul edip günahlarını bağışladığı kimsenin insanların üstünlerinden ve ulularından olması gerekir. Ümmet, Allah'ın resulünden sonra insanların en üstününün ya Hz. Ebû Bekir, ya da Hz. Ali olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu ayetten Ali İbn Ebî Talib (r.a)'in kastedilmiş olması mümkün değildir. Çünkü bu ayet ancak bu sözleri delikanlılık çağına vardığında ve kırk yaşına yaklaştığında söyleyen kimseye uygun düşer. Hâlbuki Ali İbn Ebî Talib böyle değildir. Çünkü o, çocukluk süresine yakın bir zamanda iman etmiştir. O halde, bu ayetten kastedilenin Hz. Ebû Bekir olduğu sabit olmuş olur. Allah en iyisini bilendir

Nesli Islah


Cenâb-ı Hakk'ın "Soyum-sopum hakkında da benim için, salah nasib et" ifadesine gelince, yine İbn Abbas bu hususta şöyle der: "Ebû Bekir'in, erkek-dişi ne kadar çocuğu varsa, hepsi iman etmiştir. Yine, Ebû Bekir müstesna, sahabeden, ana-babasının ve oğlan-kız bütün çocuklarının müslüman olması, başka hiç kimseye nasib olmamıştır. (Razi; el Mefatihu’l Gayb)

Yukarıda 16. ayetin teknik olarak bir öğesi olan 19. ayetteki “ve onlar zulmedilmeden, O’nun [Allah], onlara amellerini tam olarak ödemesi için” ifadesini ayet daha iyi anlaşılsın diye birleştirmiş bulunuyoruz. Bu ifade, iyi insanların yaptığı iyiliklerde karşılıksız, kötü insanların da yaptığı kötülüklerde cezasız kalmayacağını bildirmektedir. Eğer iyi bir insan, yapmış olduğu iyiliklerin ecirlerinden mahrum kalır veya hak ettiğinden daha azını alırsa; ya da inkârcı bir insan, işlediği günah ve cürümlere karşılık hak ettiği cezayı görmez ya da hak ettiğinden fazlasını bulursa, her iki durum da “zulüm” olacağı için Yüce Allah asla kullarına zulmetmez.
Ve Biz insana, ana -babasına iyi davranmasını tavsiye ettik. Eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi Bana ortak koşman için gayret ederlerse, artık o ikisine itaat etme. Dönüşünüz ancak Banadır. O zaman, size yapmış olduklarınızı haber vereceğim.
İman eden ve salihatı işleyen kimseleri de, kesinlikle Salihler içine katacağız. (Ankebut/8- 9)

De ki: “Geliniz, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik edin, imlak haşyetiyle [fakirlik endişesiyle/ fakirleştiriliriz korkusuyla] çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi ve onları Biz rızıklandırıyoruz. Ve kötülüklerin açığına ve gizlisine yaklaşmayın. Haksız yere Allah'ın haram kıldığı nefsi öldürmeyin. İşte bunlar, aklınızı kullanasınız diye O’nun size vasiyet ettikleridir. (En’am/151)

Ve senin Rabbin kesin olarak şunları gerçekleştirdi [karar altına aldı]: Kendisinden başkasına kul olmayın, anne ve babaya iyi davranın. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlığa ererse, sakın onlara “öf” deme, onları azarlama. Ve ikisine de kerim [onurlu, tatlı ve güzel] söz söyle. Ve merhametinden dolayı onlar için alçak gönüllülük kanatlarını indir. Ve de ki: “Rabbim! Onların beni küçükten terbiye ettikleri gibi, onlara rahmet et.” (İsra/23, 24)

Ve Biz insana, anası ve babasını tavsiye ettik: - Anası onu zayıflık üstüne zayıflıkla taşıdı. Onun sütten ayrılması da iki yıl içindedir. – “Bana, anana ve babana şükret [karşılık öde]!” Dönüş, ancak Banadır.
Ve eğer ki o ikisi [ana-baba] bilmediğin bir şeyi, bana ortak koşman üzerinde seni zorlarlarsa, onlara itaat etme. Ve dünyada onlarla iyi geçin ve bana yönelen kimselerin yolunu tut. Sonra dönüşünüz ancak banadır. Sonra da Ben size yapmakta olduğunuz şeyleri haber vereceğim. (Lokman/14, 15)

Ve hani İbrahim, Beyt'ten temelleri yükseltirler: Rabbimiz, bizden kabul buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta Kendisisin. Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için teslim olanlar kıl. Soyumuzdan da senin için teslim olan bir ümmet kıl [getir]. Ve bize kulluk yöntemlerini göster, tövbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen tövbeleri çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta Kendisisin. Rabbimiz, bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki, onlara senin ayetlerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz Aziz sensin, hikmet sahibi [zulüm ve fesada engel olacak yasaları koyan] Sensin. (Bakara/129)

Ve hani bir zaman İbrahim: "Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve oğullarımı putlara tapmamızdan uzak tut! Rabbim! Şüphesiz onlar [putlar] insanlardan birçoğunu saptırdılar. Şimdi kim bana uyarsa, artık o, şüphesiz bendendir; kim bana karşı gelirse, ….. Artık Sen şüphesiz çok bağışlayan ve çok merhamet edensin. Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bir bölümünü salatı ikame etmeleri için, senin dokunulmazlaşmış Ev’inin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Ve onları bazı meyvelerden rızıklandır. Umulur ki şükrederler [karşılığını öderler]. Rabbimiz! Şüphesiz Sen bizim gizlediğimiz şeyleri ve açığa vurduğumuz şeyleri bilirsin. - Ve yerde ve gökte, hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. - İhtiyarlık halimde bana İsmail'i ve İshak'ı lütfeden Allah'a hamd olsun. Şüphesiz ki Rabbim duamı çok iyi işitir. Rabbim! Beni salâtı ikame eden kıl! Soyumdan da. Rabbimiz! Duamı da kabul et! Rabbimiz! Hesabın kurulduğu günde benim, anam-babam için ve müminler için mağfirette bulun!" demişti. (İbrahim/35- 41)

Dedi ki: “Rabbim! Şüphesiz benim kemiğim zayıflayıp gevşedi ve başım ağarmış saçıyla alev gibi tutuştu. Sana dua etmekle de Rabbim, bedbaht olmadım. Ve gerçekten ben, arkamdan, mevalimden [yakınlarımdan, amcaoğullarımdan] endişedeyim. Karım da kısırdır. Onun için katından bana, bana da mirasçı olacak, Yakub ailesine de miras olacak bir veliy [yakın, yardımcı] bağışla. Rabbim, onu sen rızanı kazanan biri kıl!” (Meryem/4- 6)

O, sizi bir candan yaratan ve ondan da, kendisine ısınsın diye eşini yapandır. Ne zaman ki o, onu örtüp bürüdü, o zaman o hafif bir yük yüklendi. Ve bununla gidip geldi. Ne zamanki zevce ağırlaştı o zaman onlar [o ikisi] Rabb'lerine dua ettiler: “Eğer bize sâlih [bir çocuk] verirsen, and olsun ki [kesinlikle] şükredenlerden olacağız.” (A’raf/189)

Ve o kişiler [Rahman’ın kulları], “Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve nesillerimizden göz aydınlığı olacaklar ihsan et. Ve bizi muttakilere önder kıl!” derler. (Furkan/74)

17. ayette “-Ve anasına- babasına: ‘Öf size! Siz beni, benden önce nice nesiller gelip geçmiş iken çıkarılmakla [öldükten sonra dirilmekle] mı tehdit ediyorsunuz?’ diyen kimse” ifadesiyle sanki özel birisine değinilmektedir. Anlaşılan o ki, insanlardan biri kıyameti, ahireti yalanlamakta, anası-babası da onu inandırmak için çaba harcamaktadır.
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 25. April 2009, 10:39 PM   #4
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.023
Tesekkür: 3.573
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Bu ayetle ilgili olarak “Esbab-ı Nüzul” kayıtlarında şu nakiller mevcuttur:

Bu ayet, Abdurrahman b. Ebû Bekir (r.a) hakkında nazil olmuştur. Bu görüşü benimseyenler şöyle demişlerdir: Abdurrahman'ın ebeveyni onu İslâm'a davet etmişler ama o diretmiş ve "üff size!" demişti. Bu görüştekiler, görüşlerinin doğruluğuna da şu şekilde delil getirmişlerdir: Muaviye, halkın, oğlu Yezid'e biat etmelerini temin konusunda Mervan'a mektup yazınca Abdurrahman b. Ebî Bekir: "Siz Herakliyus [Bizans] sistemini yerleştirmek istiyorsunuz. Ne o, siz çocuklarınız lehine biat mi istiyorsunuz?" demişti. Bunun üzerine Mervan, "Ey insanlar, Abdurrahman, Allah Teâlâ'nın, hakkında, "Ana ve babasına, ‘Öf size...’ diyen kimse"dir" dedi. (Razi; el Mefatihu’l Gayb)

Böyle bir olay her ne kadar bu ayetle irtibatlandırılmış olsa da, ayette belli bir şahıs kastedilmeyip bu karakterde olan her kişi kastedilmiştir. Açıktır ki, bu karaktere sahip, her devirde ve her yerde çokça insan bulunabilir.

18. ayette geçen “... ümmetler içerisinde aleyhlerinde Söz hak olmuş kimseler” ifadesindeki “Söz”, Rabbimizin “Ant olsun ki, cehennemi mutlaka senden ve onların sana uyanlarından; hepinizden dolduracağım (Sad/84, 83; Secde/13)” sözüdür. Bu konu “Söz’ün Gerçekleşmesi” başlığı altında Ya Sin suresinin tahlilinde (Tebyinü’l Kur’an; c:3, s: 264) ele alındığından, detayın oradan okunmasını öneriyoruz.

19 – Ve herkes için işledikleri şeylerden, bir takım dereceler vardır. -Ve onlar zulmedilmeden, O’nun [Allah], onlara amellerini tam olarak ödemesi içindir.-

Bu ayette Rabbimizin adaleti ve lütufkârlığı ortaya konulmuştur. Mümin olsun, kâfir ol*sun, cinlerden olsun, insanlardan olsun, her bir kişinin kıyamet gününde Allah nezdinde amellerine göre dereceleri vardır. Cehennemliklerin dereceleri aşa*ğı doğru, cennetliklerin derecesi ise yukarı doğrudur.
Bu ayetin son bölümü olan “Ve onlar zulmedilmeden, O’nun [Allah], onlara amellerini tam olarak ödemesi içindir.-” ifadesi “ وve” bağlacı ile gelmiştir. Bunun anlamı, bu ifadenin daha önce dile getirilen bir yargının ikinci bir gerekçesi olduğudur. Ayetin birinci cümlesine bakıldığında, “ وve” bağlacının bağlanacağı bir ifadenin bulunmadığı görülmektedir. Bizim kanaatimize göre, ayetin ikinci cümlesi olan bu ifade, 16. ayetteki “vaat olunup durdukları doğru bir vaat olarak” cümlesine atfedilmelidir. Biz de 16. ayeti bu ifade ile birlikte vermiş bulunuyoruz.

20 – Ve inkâr etmiş kişiler ateş üzerinde yayılacakları gün: “Siz iğreti hayatınızda bütün güzel şeylerinizi giderdiniz, onlar ile yararlandınız, artık, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanız ve fasıklık etmiş olduğunuzdan dolayı bu gün alçaltıcı bir azap ile karşılık göreceksiniz!”

Bu ayette, inanmadan, şükretmeden yaşayanları ahirette bekleyen akıbet ortaya konulmuştur. Onlara: “Siz iğreti hayatınızda bütün güzel şeyleri; gençliğinizi, servetinizi, sağlığınızı, bol rızkı, güç ve kuvvetinizi, rahatınızı ve zevkinizi giderdiniz, onlar ile yararlandınız, artık, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanız ve fasıklık etmiş olduğunuzdan dolayı bu gün alçaltıcı bir azap ile karşılık göreceksiniz, artık fırsatı kaçırdınız!” denilecektir. Onların ahırette saltanatları bitmiş olacaktır. Onlar dünyada sürdükleri sefalarla kalacaklardır.

21 – Âd’ın kardeşini [Hud’u] de an! Hani o, Ahkâf’ta kavmini uyarmıştı. -Kesinlikle onun önünde ve ardında, "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Şüphesiz ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum" diyen uyarıcılar geçmişti.-
22 - Onlar: “Sen bizi ilâhlarımızdan çevirmek için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, hadi o bizi tehdit edip durduğun azabı hemen getir" dediler.
23 - O [Ad’ın kardeşi; Hud]: “ Şüphesiz Bilgi [o azabın ne zaman geleceğine dair bilgi] Allah katındadır. Ben ise size benimle gönderileni tebliğ ediyorum. Velâkin ben sizi cahillik edip duran bir kavim olarak görüyorum” dedi.
24, 25: Nihayet onu, vadilerine doğru gelen geniş bir bulut halinde gördüklerinde: “Ha işte! Bu, bize yağmur getirecek bir bulut!” dediler, Hayır, aksine o, çabuklaştırmaya çalıştığınız şeyin ta kendisi; Rabbinin emriyle her şeyi yerle bir eden, içinde acıklı bir azap olan rüzgâr. Sonunda o hale geldiler ki, konutlarından başka hiçbir şey görünmüyordu. Biz, günahkârlar topluluğunu işte böyle cezalandırırız.
26- Ve ant olsun ki, Biz, sizi güçlü kılmadığımız şeylerde onları güçlü kılmıştık [size vermediğimiz imkânları onlara vermiştik]. Onlara da kulaklar, gözler ve duygular kılmıştık [vermiştik]. Buna rağmen kulakları, gözleri ve duyguları onlara hiçbir fayda sağlamadı/ kendilerinden hiçbir şeyi uzaklaştıramadı. Çünkü onlar Allah’ın ayetlerini bile bile inkâr ediyorlardı. Alay etmekte oldukları şey de onları sarıp kuşatıverdi.

Bu ayet grubunda, tarihi bir örnek ve belge olarak, yaşantıları, inançları, tavırları Mekke müşriklerine çok benzeyen, güç kuvvet açısından onlardan daha ileride olan Ad kavmi konu edilmektedir.
Ayette “Âd’ın kardeşini [Hud’u] de an!” denilmiştir. Kardeş ifadesiyle din kardeşliği değil, nesep kardeşliği ifade edilmektedir.
“الاحقاف Ahkaf”, Ad kavminin yurdu olup büyük kumluklar demektir. “ حقف hıkf” sözcüğünün çoğu*ludur. “Hıkf”, dağ seviyesine ulaşmamakla birlikte uzunlamasına devam edip giden ve eğrilip bükülen büyük kum tepeleri demektir. Çoğulu “ ححقافhikaf”, “ احقافahkaf” ve “ حقوفhukuf” gelir. (Lisanü’l Arab, c. 2, s. 525, hgf mad.)

“Ahkaf”ın coğrafi olarak neresi olduğu konusunda klasik kaynaklarda şu bilgiler verilmiştir:

Katade dedi ki: Bunlar Şihr denilen yerdeki yüksekçe tepelerdir. Şihr, Aden'e yakın bir yerdir. Umman Şihr'i ya da Uman Şehr'i denilir. Bu ise Um*man ile Aden arasındaki deniz sahilidir. Yine ondan nakledildiğine göre, bi*ze Ad kavminin Yemende birtakım kabileler olduğu zikredilmiştir. Bunların bulundukları yer kumluk olup denize bakardı ve buraya Şihr denilirdi.
Mücahid dedi ki: Burası Ahkaf diye adlandırılan Hisme topraklarından bir yerdir. Hisme ise etrafları yumuşak, hemen hemen tepelerinden toz bulutu*nun ayrılmadığı oldukça yüksek dağları bulunan çöldeki bir bölgenin adıdır.
İbn Abbas ve ed-Dahhak ise “Ahkaf, Şam topraklarında bir dağdır” demişlerdir. Yine İbn Abbas'tan nakledildiğine göre Uman ve Mehre arasında bir vadidir. Mukatil de (şöyle demiştir): Ad kavminin meskenleri Mehre diye adlandırılan bir va*dide olup bu da Yemen'in Hadramut bölgesinde idi. Mehri develeri de ora*ya nispet edilerek “Mehri develer" denilir. Bunlar bahar mev*siminde göçebe bir çadır ahalisi idi. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

Kur’an çalışması yapan çağdaş bilginlerimizden merhum Mevdudi de Ahkaf” bölgesi ile ilgili olarak şu bilgileri vermektedir:

Ahkaf, hikf'in çoğuludur. Sözlük manası "kum tepeleri" demektir. Fakat coğrafi bir terim olarak Arabistan çölünün [Rub’ul-Hali] güney-batı kısmının ismidir. Bugün ise bu bölgede kimse yaşamamaktadır. İbn İshak'ın rivayetine göre, Ad Kavminin yurdu, Umman'dan Yemen'e kadar uzanmaktaydı. Kur'an, bunların asıl yurdunun El-Ahkaf olduğunu belirtmiştir. Buradan çıkarak civarındaki ülkeler ve zayıf ülkeler üzerine hâkimiyet kurmuşlardı. Bugün bile, Arap Yarımadası'nın güneyinde yaşamakta olan halklar, bu bölgede bir zamanlar Ad Kavminin yaşadığını bilmektedirler.
Şimdiki Mükella şehrinden 125 mil kuzeyde Hadramut taraflarında bir makam vardır. Burada Hud'un (a.s) mezarının olduğuna inanılır. Kabr-i Hud ismiyle meşhurdur. Her yıl Şaban ayının 15'inde Arap Yarımadası'nın değişik yerlerinden binlerce kişi burada toplanarak bir merasim düzenlerler. Her ne kadar tarihsel olarak bu mezar ispatlanmamışsa da burada bir kabrin inşa edilmiş olması ve Güney Arabistan halkının çoğunun oraya rağbet etmesi, mahalli rivayetlere göre Ad kavminin yurtlarının buralar olduğunu ispatlamaktadır. Öte yandan yöre halkı Hadramut'ta bulunan birçok harabeyi bu güne kadar Ad kavminin evleri olarak anmaktadır. El-Ahkaf'ın bu günkü halini gören kimse, bir zamanlar buralarda şanlı ve pek güçlü bir medeniyetin yaşamış olduğunu düşünemez. Muhtemeldir ki, binlerce sene önce bu bölgeler verimli ve yeşillik idi. Daha sonra meydana gelen bir iklim değişikliği dolayısıyla bir çöl haline gelmiş olabilir. Bu gün ise ıssız bir çöl halindedir. İçerlerine girmeye kimse cesaret edememektedir. 1943 yılında Bavyeralı bir asker bunun güney kenarına kadar ulaşmıştı. Bu şahıs anlatıyor: "Hadramut'un kuzeydeki yüksek tepelerinden aşağıya bakınca bu çöl sanki bin feet (İngiliz ölçü birimidir. Bir feet = yaklaşık 30.5 cm) kadar aşağıda gözüküyordu. Yer yer beyaz kısımları vardı ki, eğer onlara bir şey düşerse o kumun içinde mahvolur gider ve tamamen çürürdü. Arabistan bedevileri bu bölgeden çok korkarlar ve katiyen oraya gitmeye cesaret edemezler. Bir kere hiçbir bedeviyi razı edemeyince yalnız başıma gittim. Buranın kumu adeta toz gibi çok incedir. Ucuna ip bağlı bir şakülü uzaktan fırlattım. Beş dakika içerisinde hemen kumun içine gömüldü. İpin uç kısmı ise çürümüştü." (Daha fazla malumat için bkz: Arabia and Isles Harold Ingrams, London, 1946, The Empty Quarter, Philby, London 1933. The Unveiling of Arabia, R.H. Kirnan, London, 1937). (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)

Rabbimiz, Ahkaf halkının başına gelen felaketi hatırlattığı bu pasajla Mekke kâfirlerini korkutmaktadır. Şöyle ki, helak ettiği bu kavmin, kuvvet ve beden yönüyle kendilerinden daha ileri olduğunu bildirmiştir. Onlara: “Onlar, mal-mülk, kuvvetçe sizden daha üstün idiler. Ama kuvvetçe ileri olmalarına rağmen, Allah’ın cezalandırmasından kurtulamamışlardır. Böyle olunca sizin haliniz nice olur?” şeklinde mesaj verilmiştir. Söz konusu kavmin Mekke müşriklerinden daha güçlü olduğu Kur’an’da değişik surelerde ifade edilmiştir:

Hâlbuki Biz, onlardan önce, mal ve gösterişçe daha güzel nice kuşakları [asırlar halkını] helâk ettik. (Meryem/74)

Daha yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş bir bakmazlar mı? Onlar kendilerinden hem daha çok, hem de kuvvetçe ve yeryüzündeki eserlerinin sağlamlığı bakımından daha çetin idiler. Öyle iken o kazandıkları şeyler, kendilerine fayda vermedi. (Mümin/82)

26. ayetteki “Onlara da kulaklar, gözler ve duygular kılmıştık [vermiştik]. Buna rağmen kulakları, gözleri ve duyguları onlara hiçbir fayda sağlamadı/ kendilerinden hiçbir şeyi uzaklaştıramadı. Çünkü onlar Allah’ın ayetlerini bile bile inkâr ediyorlardı. Alay etmekte oldukları şey de onları sarıp kuşatıverdi” ifadesi, Âd toplumuna her türlü nimetin ve fırsatın verildiğini açıklamaktadır. Maalesef bu toplum, kendilerine verilen nimet ve fırsatı değerlendirmemiştir.
Âd kavmi ile ilgili detay A’raf, Hud, Şuara, Ankebut ve Fussilet surelerinde yer almaktadır:

Sonra da onu [bu ibret dolu cezayı], önlerindekilere [çağdaşlarına] ve sonrakilere müthiş bir ders ve muttakiler için bir mev’iza [nasihat, öğüt] kıldık. (Bakara/66)

Artık eğer onlar, yine yüz çevirirlerse hemen de ki: “Ben sizi Âd ve Semûd'un yıldırımının benzeri bir yıldırıma karşı uyardım.”
Hani onlara, “Allah’tan başkasına ibadet/ kulluk etmeyin!” diye önlerinden-arkalarından [her yanlarından] elçiler gelmişti. Onlar: “Eğer Rabbimiz isteseydi, kesinlikle melekler indirirdi. Bu yüzden biz kendisiyle gönderilmiş olduğunuz şeyleri kesinlikle inkâr ediyoruz.” dediler. (Fussılet/13,14)

O’na inanmayan kimseler onun [kıyametin] çabuk gelmesini istiyorlar. İnananlar ise ondan korkuyla titrerler ve onun gerçek olduğunu bilirler. İyi bilin ki, saat [kıyamet] hakkında tartışanlar kesinlikle uzak [geri dönüşü olmayan] bir sapıklık içindedirler. (Şura/18)

Âd’ın içinde de … Hani Biz onların üzerine, üzerine uğradığı her şeyi bırakmayan, sadece onu kül gibi dağıtan, sonsuz bırakan bir rüzgâr göndermiştik. (Zariyat/42)

27, 28- Kesinlikle, Biz kendi kıyınızda bulunan memleketleri helâk ettik. Ayetleri, onlar dönsünler diye tekrar tekrar açıkladık. Öyleyse Allah’ın astlarından güya O’na yakınlığa vesile edindikleri düzme tanrılar, onların azabını savmaya yardım etmeli değil miydi? Tersine o düzme tanrılar kendilerinden ayrılıp kayboldular. Bu, onların yalanlarıdır, uydurmakta oldukları şeydir.

Mekkeli müşriklere tarihten örnekler verildikten sonra söz yine o kavimlerin helak ediliş nedenine getirilerek geçmişteki bu kavimlerin akıbetlerinden ibret almaları gerektiği mesajı verilmiştir. Kur’an’dan anladığımıza göre, Mekkeliler, kendilerine örnek verilen eski kavimler hakkında bir hayli bilgi ve belgeye sahip idiler.

Ad ve Semûd (kavimlerini de helak ettik). (Bu), onların meskenlerinden [yurtlarından] size besbelli olmuştur. Şeytan onlara kendi işlerini süsledi de onları doğru yoldan alıkoydu. Hâlbuki onlar görüp anlayan kimselerdi. (Ankebut/38)

Ayetteki “kendi kıyınızda bulunan memleketler” ifadesi ile Yemen ve Şam'daki Âd ve Semûd kavimleri kastedilmiştir.
Rabbimiz Mekke müşriklerine uyarı yaparken eski kavimlerin de kendileri gibi sözde ilahları kendilerini Allah’a yaklaştırmaları için edindiklerini açıklamaktadır. Müşriklerin bu kanaati defalarca reddedilmiş ve akıllarını başlarına almaları istenmiştir.

Onlar, Allah'ın astlarından, kendilerine zarar vermeyen ve kendilerine yarar sağlamayan şeylere tapıyorlar ve “Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir" diyorlar. De ki: "Siz Allah'a göklerde ve yerde kendisinin bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?" Allah, onların ortak koştukları şeylerin hepsinden münezzehtir ve çok yücedir. (Yunus/18)

Dikkatli olun, halis din sadece Allah’a aittir. O’nun astlarından bir takım veliler edinenler: “Onlar [Allah’ın astlarından edindiğimiz veliler] bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsın diye biz onlara tapıyoruz.” [diyorlar]. Şüphesiz kendilerinin ihtilaf edip durdukları şeylerde, onların arasında Allah hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve çok nankörün ta kendisi olan kişilere kılavuzluk etmez. (Zümer/3)

29 - Hani Biz cinlerden Kur’an’ı dinlemek isteyen bir grubu sana yöneltmiştik. Onlar, ona [Kur’an’a] hazır oldukları zaman “Susun!” dediler. Sonra gerçekleşince de [Kur’an’ı dinleyince de] birer uyarıcı olarak kavimlerine döndüler.
30- 32 - Onlar: “Ey kavmimiz! Şüphesiz biz Musa'dan sonra indirilen ve kendisinden öncekileri tasdik eden, hakka ve dosdoğru yola kılavuz olan bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine icabet edin ve O’na iman edin ki, O [Allah] günahlarınızı bağışlasın ve sizi acı bir azaptan kurtarsın. Her kim Allah'ın davetçisine icabet etmezse, bilsin ki, yeryüzünde Allah'ı aciz bırakacak değildir. Onun için Allah’ın astlarından veliler de yoktur. İşte onlar, apaçık bir sapıklık içerisindedirler” dediler.

Daha evvel Cinn suresinde kendi istekleriyle Kur’an dinledikleri bildirilen “yabancılar” konusuna bu ayetlerde de kısaca değinilmiştir. Sözü edilen bu “yabancılar”, dinledikleri Kur’an’dan etkilenmişler ve ülkelerine dönünce de kabul ettikleri hak ve hakikati kendi toplumlarına bildirmişlerdir. Ayetler gayet açık olup herhangi bir izahı gerektirmemektedir.
Burada konu edilen cinler ile ilgili olarak klasik kaynaklarda akıl almaz hikâyeler yer almaktadır. Allah’ın izniyle bu konuya ait tespitlerimiz, inancımız sağlam ve katidir. Kısaca hatırlatmak gerekirse, burada konu edilen “cinden bir grup”, Yesrib’den Mekke’ye gelerek gizlice Resulullah ile görüşüp ondan Kur’an dinleyen, sonra da Akabe görüşmelerinin ve hicretin zeminini hazırlayan Yesriblilerdir [Medinelilerdir]. Bu Medineli grubun 30–32. ayetlerde yer alan konuşmasının detayı da yine Cinn suresindedir. Bu nedenle, o konuşmanın mealini vermekle yetiniyor, ayetlerin tahlilinin oradan (Tebyinü’l Kur’an; c.3, s. 187- 250) okunmasını öneriyoruz.
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 25. April 2009, 10:40 PM   #5
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.023
Tesekkür: 3.573
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

“Şüphesiz biz, rüşde kılavuzluk eden hayret verici bir Kur’an dinledik. Bundan dolayı, biz ona iman ettik ve Rabbimize hiçbir şeyi asla ortak koşmayacağız. Hakikat şu ki, Rabbimizin şanı çok yüksektir. O, bir dişi arkadaş [zevce] ve de bir çocuk edinmemiştir. Ve hiç şüphesiz bizim sefih [aklı ermez], Allah üzerine saçma sapan şeyler söylüyormuş. Doğrusu biz ins ve cinnin [bildik, bilmedik her kişinin] Allah’a karşı asla yalan söylemeyeceğine inanıyorduk. Gerçekten de insten [çok iyi tanıdığımız kimselerden] bazı kimseler, cinnden [tanımadığımız yabancı kimselerden] bazı kişilere sığınırlar idi. Böylece de onların azgınlıklarını artırırlardı. Gerçekten de onlar sizin inandığınız gibi, Allah’ın asla kimseyi peygamber göndermeyeceğine/diriltmeyeceğine inanmışlardı. Ve gerçekten biz göğe dokunduk da onu kuvvetli bekçiler ve parlak alevlerle doldurulmuş bulduk. Ve hiç şüphesiz ki biz gökten duyum almak için oturulan yerlere oturur idik. Peki, şimdi her kim duyum almak için uğraşsa, kendine, gözetleyen parlak bir alev buluyor. Biz de, yeryüzündekilere kötülük mü murat edildi, yoksa Rableri onlara bir doğruluk mu diledi bilmiyoruz. Şüphesiz bizler; bizlerden bir kısmı salihlerdendir, bizden bazıları da bunun aşağısındandır. Biz, çeşit çeşit yollarda idik. Ve kesinlikle, Allah’ı yeryüzünde asla aciz bırakamayacağımızı, kaçmakla da O’nu asla aciz bırakamayacağımızı iyice anladık. Ve biz o kılavuzu [Kur’an’ı] dinlediğimizde ona iman ettik. Onun için kim Rabbine inanırsa, o hakkının eksik verilmesinden ve haksızlığa uğramaktan korkmaz. Ve gerçekten biz [bize gelince, bizim durumumuz ise]; Müslümanlar bizdendir, zalimler de bizdendir. Ama kimler teslim olduysa [Müslüman olduysa], işte onlar reşâdı [doğruya, güzele, iyiye, gerçeğe gitmeyi] arayanlardır. Ama zalimlere gelince, onlar da cehennem için odun olmuşlardır.” (Cinn/1-15)

33- Onlar, şüphesiz gökleri ve yeryüzünü yaratan ve onları yaratmakla yorulmamış olan Allah’ın ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmediler mi? Evet şüphesiz ki, O, her şeye gücü yetendir.

Konu yine müşrikleren tutumlarına getirilip uyanmaları için kendilerine “Onlar, şüphesiz gökleri ve yeryüzünü yaratan ve onları yaratmakla yorulmamış olan Allah’ın ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmediler mi?” diye sorulmuştur. Bunun cevabı, “Elbette gördüler. Hem de çok gördüler, hala da görüp durmaktadırlar” şeklindedir.
Ayetteki “yaratan ve onları yaratmakla yorulmamış olan Allah” ifadesi ile Yahudilerin “Allah’ın yedinci gün dinlendiği” inancı reddedilmekte, Allah’ın yorulmadığı, zaafa düşmediği vurgulanmaktadır.

Ve kesinlikle Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı günde yarattık. Ve Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı. (Kaf/38)

Konuya ait detay Kaf suresinin tahlilinde verilmiştir. (Tebyinü’l Kur’an; c. 2, s. 122- 124)

33. ayetin maksadı, Allah’ın öldükten sonra diriltmeye kadir olduğuna kanıt göstermektir. Rabbimiz surenin baş kısımlarında Kendisinin göklerin ve yeryüzünün yaratıcısı olduğunu bildirmişti. Gökleri ve yeri yaratmanın öldükten sonra insanı yeniden hayata döndürmekten daha zor ve daha büyük bir iş olduğu herkesçe kabul edilir. Bundan hareketle, “Öyleyse, en zor ve en mükemmele güç yetiren, daha kolay ve daha azına güç yetirmez mi?” mesajı verilerek insanlar düşünmeye davet edilmektedir.

Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Ama insanların çoğu bilmiyorlar. (Mü’min/57)

Peki, Biz ilk yaratmada âcizlik mi gösterdik? Hayır ama, onlar yeni bir yaratılıştan kuşku içindedirler. (Kaf/15)

34 – Şu inkâr eden kimselerin ateş üzerine yayılacakları gün: “Bu, gerçek değil miymiş?” Onlar da: “Evet [gerçekmiş]. Rabbimize ant olsun!” dediler. O [Allah]: “O halde inkâr edip durduğunuzdan dolayı şimdi tadın azabı!” dedi.

Bıkmadan, usanmadan akılsızlık eden müşrikler, bu ayette şöyle bir ahiret sahnesiyle uyarılmaktadır:

Bu, gerçek değil miymiş?
Evet [gerçekmiş]. Rabbimize ant olsun!”
O halde inkâr edip durduğunuzdan dolayı şimdi tadın azabı!”
35 – Artık elçilerden azm sahiplerinin sabrettikleri gibi sen de sabret! Onlar için aceleci olma. Sanki onlar kendilerine vaat edilen şeyi gördükleri gün dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kalmış gibidirler. (Bu), bir tebliğdir. Artık fasıklar topluluğundan başkası helak edilir mi?

Rabbimiz rahmeti gereği bunca ayet detaylandırmasına rağmen müşriklerin inatlarının sürmesi üzerine elçisini teselli ederek “Artık elçilerden azm sahiplerinin sabrettikleri gibi sen de sabret! Onlar için aceleci olma!” Yani “Nasıl senden önceki peygamberler kavimlerinin eziyet, muhalefet ve kötü davranışlarına karşı senelerce yılmadan, usanmadan mücadele vermişlerse, sen de aynen onlar gibi mücadeleye devam et! Bunların hemen iman edeceğini, eğer iman etmezlerse Allah’ın onlara hemen azap indireceğini de hiç düşünme! Onlar kendi sonları gelince bu dünyada bir saat kalmış gibi olacaklar. Hiç yaşamamış gibi olacaklar ve yaptıklarına pişman olacaklar.”

De ki: “Kendinizi gördünüz mü [düşündünüz mü] Allah’ın azabı size ansızın veya açıkça gelirse, zalimler kavminden başkası mı helake uğratılmış olur?” (En’am/47)

Ayette geçen “ اولوا العزمulü’l-azm” ifadesi, “kararlı ve sabır sahibi” demektir. Klasik kaynaklarda peygamberlerden hangilerinin “ulü’l-azm” olduğu konusunda birbirinden farklı birçok nakil bulunmaktadır. Kimisi üçü, kimisi beşidir demişler ve bazı isimler zikretmişlerdir. İçlerinde peygamberlerin hepsinin “ulü’l-azm” olduğunu söyleyenler de mevcuttur. Ancak ayetteki “ من الرّسلmine’r-rusuli” ifadesindeki “ منmin” edatı, “ تبعيضteb’ız [bütünden koparma”] anlamı içerdiğinden peygamberlerin hepsinin “ulü’l-azm” olmadığı anlaşılmaktadır.
Bizim kanaatimize göre, Kur’an’da yer alan peygamberlerden Âdem (as) ve Yunus’un (as) dışındakilerin tamamı “ulü’l-azm” peygamberdir. Haklarındaki şu iki ayete göre bu iki peygamberin “ulü’l-azm” olmadıkları rahatlıkla söylenebilir.

Öyleyse Rabbinin kararına karşı sabret; balık/bunalım arkadaşı gibi olma. Hani o bir kez aşırı bunaldığında Rabbine seslenmişti. (Kalem/48)

Ve ant olsun Biz bundan önce Âdem’e ahit verdik [ondan söz aldık] de o aklından çıkardı [yapmadı] ve Biz onda bir azim [kararlılık] bulmadık. (Ta Ha/115)

Giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi, surenin bu son ayetinin Medeni olduğu rivayet edilir. Pasajda görüldüğü üzere ayet pasaja hem anlam hem de teknik olarak uygundur. Ayrıca içerik ve üslup itibariyle de Mekkî ayetler ile uyuşmaktadır. Bunlar dikkate alındığında, bu ayetin Medenî olması uzak bir ihtimaldir.
Allah, doğrusunu en iyi bilendir.







العصمة للّه وحده - el-Ismetü lillâhi vahdeh

[Kusursuzluk sadece Allah’a mahsustur]…
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
66ahkaf, suresi


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 11:50 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam