hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > NÜZUL SIRASINA GÖRE TEBYîNÜ'L -KUR'AN İŞTE KUR'AN ve VİDEOLARI Hakkı Yılmaz > İniş Sırası ile Sureler > 109.Saff Suresi

 
 
Seçenekler Stil
Alt 9. August 2010, 12:01 AM   #1
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart Saff Suresi

109 (61). Saff Suresi
MEDENÎ, 14 ÂYET

GİRİŞ

Adını 4. âyetteki صفّ[saff] sözcüğünden alan sûrenin, Medîne'de 109. sırada indiği kabul edilir. İçeriğinden, Uhud savaşı'na yakın bir dönemde; Hudeybiye barışı ile Hayber'in fethinden hemen önce nâzil olduğu anlaşılmaktadır. Allah'ı tanıtarak başlayan sûre, mü’minlere, imanlarının gerektirdiği şekilde hareket etmeleri, mal ve canlarını Allah yolunda harcamaları yönünde emirler içerir.

Ayrıca sûrede, Allah'ın, peygamberlerini hidâyet ve hakk din ile gönderdiği ve Allah'ın dininin bütün dinlere üstün geleceği bildirilip, Allah'ın, nûrunu tamamlayacağı ve onu söndürmek isteyen kâfirlerin çabalarını boşa çıkacağı beyân edilir.

RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA

MEAL:

1. Göklerde ve yeryüzündeki şeyler, Allah'ı tesbih ettiler. O [Allah], azîz'dir, hakîm'dir.

2-3. Ey iman etmiş kimseler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında gazap bakımından büyüdü [büyük bir suç/günah olarak belirlendi].

4. Şüphesiz Allah, Kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf saf hâlinde savaşan kimseleri sever.

5. Ve hani Mûsâ, toplumuna, “Ey kavmim! Şüphesiz benim, sizin için Allah'tan gönderilmiş bir elçi olduğumu bildiğiniz hâlde, niçin bana eziyet ediyorsunuz?” demişti. Ne zaman ki onlar eğrilip saptılar, Allah da onların kalplerini eğriltip saptırdı. Ve Allah, fâsık bir kavme hidâyet etmez.

6. Ve hani Meryem oğlu Îsâ, “Ey İsrâîloğulları! Şüphesiz ben, Tevrât'tan iki elimin arasındakileri doğrulayan ve benden sonra gelecek, adı Ahmed/övgüye daha layık bir elçiyi müjdeleyen, Allah'ın bir elçisiyim” demişti. Sonra o, onlara apaçık delillerle gelince, “Bu, apaçık bir büyüdür” dediler.

7. Ve İslâm'a davet olunduğu hâlde Allah üzerine yalan uydurandan daha zâlim kimdir? Ve Allah, zâlimler toplumuna hidâyet etmez.

8. Onlar, ağızlarıyla Allah'ın nûrunu söndürmek için irade kullanıyorlar. Hâlbuki kâfirler hoş görmese de Allah nûrunu tamamlayandır.

9. O [Allah], müşrikler hoş görmese de Elçisi'ni, hakk dini bütün dinlerin üzerine çıkarması için hidâyet ve hakk dinle gönderendir.

10-13. Ey iman etmiş kimseler! Size, sizi can yakıcı bir cezadan kurtaracak, kazançlı bir ticaret göstereyim mi? Allah'a ve O'nun Elçisi'ne inanacaksınız; Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla çaba harcayacaksınız. İşte bu, eğer bilirseniz, sizin için daha iyidir: Sizin günahlarınızı bağışlar ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve adn cennetlerindeki hoş meskenlere girdirir. İşte bu, büyük kurtuluştur. Ve sizin seveceğiniz başka bir şey daha: Allah'tan yardım ve yakın bir fetih… Ve inananlara müjde ver.

14. Ey iman etmiş kişiler! Allah'ın yardımcıları olun; nitekim Meryem oğlu Îsâ havarilere, “Allah'a benim yardımcılarım kimdir?” demişti. Havariler, “Allah'ın yardımcıları biziz” dediler. Sonra İsrâîloğulları'ndan bir zümre inandı, bir zümre inkâr etti. Sonra da Biz, inanmış kimseleri, düşmanlarına karşı güçlendirdik de onlar üstün geldiler.

TAHLİL:

1. Göklerde ve yeryüzündeki şeyler, Allah'ı tesbih ettiler. O [Allah], azîz'dir, hakîm'dir.

2-3. Ey iman etmiş kimseler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında gazap bakımından büyüdü [büyük bir suç/günah olarak belirlendi].

4. Şüphesiz Allah, Kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf saf hâlinde savaşan kimseleri sever.

Bu âyetlerde önce Allah Kendisini, Göklerde ve yeryüzündeki şeyler, Allah'ı tesbih ettiler. O [Allah], azîz'dir, hakîm'dir şeklinde tanıtmakta, ardından da mü’minlere verdikleri sözde sebat etmelerini, yapmayacakları şeyler için söz vermemelerini emretmekte; sonra da Kendi yolunda kenetlenmiş, yıkılmaz bir duvar gibi saflar hâlinde savaşan kimseleri sevdiğini bildirerek, Allah yolunda saflar hâlinde gayret ve sebat göstermeye teşvik etmektedir.

Bu âyet grubunun iniş sebebi olarak kaynaklarda birçok olay anlatılır ve bunların ekserisi de, “yalan söylemek” üzerine kuruludur. Bu âyetlerde konu edilen ise, sıradan bir yalan söylemek değildir. Âyetteki ifade, Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında gazap bakımından büyüdü [büyük bir suç/günah olarak belirlendi] şeklinde gelecek zaman kalıbıyladır. Kişinin, geçmişe dair yapmadığı şeyleri söylemesi yalandır, geleceğe dair verdiği sözde durmaması ise ihanettir. Âyette belirtilen durum, yalan söylemenin ötesinde, yalan taahhütte bulunmak ve yaptığı taahhüdü, verdiği sözü tutmamaktır, yani ahde vefasızlıktır.

O nedenle, sebeb-i nüzûle dair nakledilenlerden ahde vefasızlıkla alâkalı olanları aktarıyoruz:

İbn Zeyd dedi ki: Buyruk münâfıklar hakkında inmiştir. Onlar Peygamber (s.a) ve ashâbına şöyle diyorlardı: “Sizler savaşmak üzere çıkar ve savaşacak olursanız, biz de sizinle birlikte çıkar ve sizinle birlikte savaşırız.” Fakat Müslümanlar savaşmak üzere Medîne'nin dışına çıktıklarında onları bırakıp geri döndüler ve geri kaldılar.[1]

Bu döneklerle ilgili daha evvel bilgi verilmişti:

Kendilerine, “Elinizi çekin, salâtı ikâme edin, zekâtı verin” denilenleri görmedin mi? Sonra savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, Allah'ın haşyeti gibi yahut haşyetçe daha şiddetli olarak insanlara haşyet duyarlar. Ve “Rabbimiz! Ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?” dediler. De ki: “Dünyanın kazanımı, çok azdır. Âhiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz ‘bir hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik kadar’ bile hakksızlığa uğratılmayacaksınız. Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam kaleler içinde bulunsanız bile.” Ve onlara bir iyilik isabet ederse, “Bu, Allah'tandır” derler, bir kötülüğe uğrarlarsa, “Bu, sendendir” derler. De ki: “Hepsi Allah'tandır.” Bunlara rağmen bu topluma ne oluyor ki, hepten söz anlamaz olayazıyorlar? (Nisâ/77-78)

İman eden kimseler, “Keşke bir sûre indirilse” derler. Ama yasalarla donatılmış bir sûre indirildiği ve içerisinde savaş anıldığı zaman, kalplerinde hastalık olanların, ölüm korkusuyla baygınlık geçiren bir kimsenin bakışı gibi sana baktığını görürsün. Artık itaat ve ma‘rûf söz onlara daha yakındır. Sonra iş kesinleşince artık Allah'a sadakat gösterselerdi, kesinlikle kendileri için daha hayırlı olurdu. (Muhammed/20-21)

Karşılaşan iki birlikte sizin için kesinlikle bir âyet vardır; birliğin biri, Allah yolunda savaşıyordu; diğeri de inkârcıydı. Onları, göz görüşüyle kendilerinin iki misli görüyorlardı. Ve Allah, dilediğini yardımıyla güçlendirir. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için kesinlikle bir ibret vardır. (Âl-i İmrân/13)

De ki: “Size bundan daha hayırlı olanı bildireyim mi? Takvâ sahibi olan, ‘Rabbimiz! Şüphesiz biz inandık, artık bizim suçlarımızı bağışla ve bizi ateş'in azabından koru!’ diyen, sabreden, doğru olan, sürekli saygıda duran, infakta bulunan ve seherlerde istiğfar eden kişiler için Rabb'lerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah'tan hoşnutluk vardır.” Ve Allah kulları en iyi görendir. (Âl-i İmrân/15-17)

Ve hiç kuşkusuz onlar, bundan önce, arkalarını dönüp kaçmayacaklarına Allah'a ahid vermişlerdi. Ve Allah'ın ahdi sorumluluktur. (Ahzâb/15)

Ve onlar [münâfıklar], sen hakikaten kendilerine emrettiğin takdirde mutlaka (savaşa) çıkacaklarına dair, en ağır yeminleri ile Allah'a yemin ettiler. De ki: “Yemin etmeyin. İtaat, ma‘rûftur! Şüphesiz Allah, yaptıklarınıza haberdardır.” (Nûr/53)

Ahde vefalı –ki ahde vefa imanın, olmazsa olmazıdır– davranılması konusu birçok âyette zikredilmişti:

Ve sözleşme yaptığınızda Allah'ın ahdini yerine getirin. Yeminlerinizi [sözleşmelerinizi] sağlama aldıktan ve Allah'ı kendinize kesin olarak kefil kıldıktan sonra da onları bozmayın. Şüphesiz ki Allah işlediğiniz şeyleri bilir. (Nahl/91)

Ve onlar [kurtulan mü’minler], emanetlerine ve ahitlerine riâyet eden kimselerdir. (Mü’minûn/8)

Allah, verdiği sözü gerçekleştiren ve adağını yerine getiren kimseleri övmüştür:

Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz birr değildir. Ama birr [iyi olan kimseler], Allah'a, Âhiret Günü'ne/Son Gün'e, meleklere, Kitab'a, peygamberlere inanan; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolcuya ve dilenenlere ve boyunduruktakilere [kölelere], ona [Allah'a/mala/vermeye] sevgisi olmasına rağmen veren ve salâtı ikâme eden, zekâtı veren kimselerdir. Ve de sözleştiklerinde, sözlerini tastamam yerine getiren, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreden kimselerdir. İşte onlar, sâdık olanlardır. Ve işte onlar, takvâlı olanların ta kendileridir. (Bakara/177)

Ve Kitap'ta İsmâîl'i an/hatırlat. Şüphesiz o, vaadine sâdık idi, bir elçiydi, bir peygamberdi. Ve o ehline [ailesine, çevresine] salâtı ve zekâtı emrederdi. Ve o Rabbinin katında hoşnutluğa ermişti. (Meryem/54-55)

Allah, ahde vefasızlık edenleri de yermiştir:

Siz insanlara birr'i buyuracaksınız da kendinizi umursamayacak mısınız? Oysa ki Kitab'ı okuyup duruyorsunuz. Hâlâ akletmeyecek misiniz? (Bakara/44)

“Yarattığı şeylerin şerrinden ve çöktüğü zaman karanlığın şerrinden ve düğümlere tükürüp üfleyenlerin şerrinden ve kıskandığı zaman kıskananın şerrinden felâkın Rabbine sığınırım” de! (Felâk/1-5)

O [Şu‘ayb], “Ey kavmim! Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Şâyet ben Rabbimden bir delil üzerinde bulunuyorsam ve şâyet O bana Kendi katından güzel bir rızık ihsan etmişse!? Ve Ben size karşı çıkmakla sizi menettiğim şeylere kendim düşmek istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmeyi istiyorum. Muvaffakiyetim de ancak Allah iledir. Ben yalnızca O'na tevekkül ettim ve ancak O'na yönelirim. Ve ey kavmim! Bana karşı gelmeniz sakın sizi, Nûh kavminin veya Hûd kavminin veya Sâlih kavminin başlarına gelen musibetler gibi bir musibete uğratmasın. Ve Lût kavmi sizden pek uzak değildir. Ve Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz ki, benim Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir” dedi. (Hûd/88-90)

Kendilerine, “Elinizi çekin, salâtı ikâme edin, zekâtı verin” denilenleri görmedin mi? Sonra savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, Allah'ın haşyeti gibi yahut haşyetçe daha şiddetli olarak insanlara haşyet duyarlar. Ve “Rabbimiz! Ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?” dediler. De ki: “Dünyanın kazanımı, çok azdır. Âhiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz ‘bir hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik kadar’ bile hakksızlığa uğratılmayacaksınız. Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam kaleler içinde bulunsanız bile.” Ve onlara bir iyilik isabet ederse, “Bu, Allah'tandır” derler, bir kötülüğe uğrarlarsa, “Bu, sendendir” derler. De ki: “Hepsi Allah'tandır.” Bunlara rağmen bu topluma ne oluyor ki, hepten söz anlamaz olayazıyorlar? (Nisâ/77-78)

5. Ve hani Mûsâ, toplumuna, “Ey kavmim! Şüphesiz benim, sizin için Allah'tan gönderilmiş bir elçi olduğumu bildiğiniz hâlde niçin bana eziyet ediyorsunuz?” demişti. Ne zaman ki onlar eğrilip saptılar Allah da onların kalplerini eğriltip saptırdı. Ve Allah, fâsık bir kavme hidâyet etmez.

6. Ve hani Meryem oğlu Îsâ, “Ey İsrâîloğulları! Şüphesiz ben, Tevrât'tan iki elimin arasındakileri doğrulayan ve benden sonra gelecek, adı Ahmed/övgüye daha layık bir elçiyi müjdeleyen, Allah'ın bir elçisiyim” demişti. Sonra o, onlara apaçık delillerle gelince, “Bu, apaçık bir büyüdür” dediler.

Bu âyetlerde, 2. âyetteki, Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? şeklindeki azarın açılımı yapılmakta, târihten buna dair iki örnek verilmektedir. Aynı zamanda bu âyette, mü’minlerin Rasûlullah'a eziyet etmeleri de yasaklanmaktadır.

Birinci örnek: Mûsâ ile kavminin örneğidir. Mûsâ'nın kavmi olan İsrâîloğulları Mûsâ'ya yaptıkları taahhütleri yerine getirmeyip o'na eziyet etmişlerdir. İsrâîloğulları'nın Mûsâ'ya eziyeti, Ahzâb sûresi'nde de konu edilip mü’minlerin İsrâîloğulları gibi olmamaları; Rasûlullah'a eziyet etmemeleri istenmişti. Ahzâb sûresi'ndeki açıklamaları burada da naklediyoruz:

Ey iman etmiş kişiler! Sizler Mûsâ'ya eziyet eden kimseler gibi olmayın. İşte, Allah o'nu [Mûsâ'yı], onların [eziyet edenlerin] söylediklerinden temize çıkardı. Ve o, Allah katında mevki sahibi [değerli] biri idi. Ey iman etmiş kimseler! Allah'a takvâlı davranın ve sağlam belgeli söz söyleyin, ki O [Allah], işlerinizi lehinize düzeltsin, günahlarınızı da bağışlasın. Her kim Allah'a ve Elçisi'ne itaat ederse, artık o, gerçekten çok büyük bir kurtuluş ile kurtulmuş olur. (Ahzâb/69-71)

Bu âyet grubunda mü’minlere, Mûsâ'ya eziyet eden kimseler gibi olmamaları; Rasûlullah'ı üzmemeleri, Allah'a takvâlı davranmaları ve belgesiz söz söylememeleri yönünde direktifler verilmekte ve onlara özel vaatlerde bulunulmaktadır:

• Siz, Mûsâ'ya eziyet eden kimseler gibi olmayın.

• Allah Mûsâ'yı, eziyet edenlerin söylediklerinden temize çıkardı; o, Allah katında değerli biri idi.

• Allah'a takvâlı davranın ve sağlam belgeli söz söyleyin, ki Allah, işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın.

• Allah'a ve Elçisi'ne itaat eden kimse, gerçekten kurtuluşa erer.

Bu âyet grubunda, çevresindekiler tarafından Mûsâ'ya eziyet edildiği, ama o'nun Allah tarafından temize çıkarıldığı bildirilmektedir. Mûsâ'ya yapılan eziyetin ne olduğu burada açıklanmamıştır. Rivâyetlere göre şudur:

İbn Abbâs ve bir topluluk şöyle demiştir: Bu, Ebû Hureyre'nin (r.a) rivâyet ettiği şu hadisin muhtevasında sözü edilen husustur. Buna göre Peygamber (s.a) şöyle demiştir: “İsrâîloğulları çıplak yıkanıyorlardı. Mûsâ (a.s) ise, çokça örtünürdü ve bedenini saklardı. Bir kesim o'nun hakkında, “Onun hayaları şişkindir ve o'nun baras hastalığı vardır, yahut da o'nda bir hastalık bulunmaktadır” demişlerdi. Bir gün Mûsa Şam [Sûriye] topraklarında bulunan bir pınarda yıkanmaya gitti, elbiselerini bir taşın üzerine bıraktı. Taş elbisesi ile birlikte uçup gitti. Mûsâ çıplak olarak taşın arkasından gidiyor ve, “Ey taş, elbisemi ver; ey taş, elbisemi ver” diyordu. Nihâyet İsrâîloğulları'ndan bir topluluğun yanına kadar (bu hâlde) geldi. Ona baktıklarında bir de ne görsünler, Mûsâ aralarında yaratılışı en güzel, sûreti en mutedil birisidir. Söylediklerinin hiç biri o'nda yok. İşte şanı yüce Allah'ın, Allah o'nu dediklerinden temize çıkardı buyruğunda anlatılan budur.” Bu hadisi Buhârî ve bu manada da Müslim rivâyet etmişlerdir.

Müslim'in lafzı şöyledir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: “İsrâîloğulları çıplak olarak yıkanırlardı. Biri diğerinin avretine bakardı. Mûsâ (a.s) ise, tek başına yıkanırdı. Bunun üzerine onlar, “Allah'a andolsun ki Mûsâ'nın bizimle birlikte yıkanmasını engelleyen ancak o'nun hayalarının şişkin olmasıdır” dediler. Bir gün yıkanmaya gittiğinde elbiselerini bir taşın üzerine koymuştu. Taş elbisesiyle birlikte uçup gitti. Mûsâ (a.s) hızlıca taşın arkasından koştu ve bu arada, “Ey taş, elbisemi ver; ey taş, elbisemi ver” diyordu. Nihâyet İsrâîloğulları Mûsâ'nın (a.s) avretini gördüler ve, “Allah'a andolsun ki Mûsâ'nın herhangi bir rahatsızlığı yoktur” dediler. Nihâyet taş durdu ve böylece Mûsâ'ya bakmış oldular. Mûsâ da elbisesini aldı ve taşı dövmeye başladı.” Ebû Hureyre dedi ki: “Allah'a yemin ederim ki, taşta altı ya da yedi darbe izi var. Bunlar Mûsâ'nın taşa indirdiği darbelerin izleridir.”

İbn Abbâs'ın rivâyetine göre Ali b. Ebî Tâlib (r.a) şöyle demiştir: İsrâîloğulları Mûsâ hakkında, “O Hârûn'u öldürdü” demek sûretiyle eziyet etmişlerdi. Şöyle ki, Mûsâ ile Hârûn Tih'in ekin ekilen bir yerinden dağa doğru çıkıp gittiler. Hârûn da orada öldü. Mûsâ geldiğinde İsrâîloğulları Mûsâ'ya, “Onu sen öldürdün, çünkü o bize göre senden daha yumuşaktı ve bizi daha çok severdi” dediler. Böylelikle Mûsâ'ya eziyet ettiler. Bunun üzerine yüce Allah meleklere emretti. Melekler de Hârûn'u alıp İsrâîloğulları arasında gezdirdiler. Böylece Mûsâ'nın doğruluğunu kendilerine gösteren pek büyük bir mucize görmüş oldular. Çünkü Hârûn'da öldürüldüğüne dair hiç bir iz yoktu.[2]

Bazıları, “Bu, onların, o'na bedeninde bir kusur olduğu iftirasında bulunmaları sebebiyle yapmış oldukları eziyettir” derken, bazıları şöyle demişlerdir: “Kârûn, bir fâhişe ile plan yaptı. Buna göre kadın, İsrâîloğulları'nın yanında Mûsâ'nın kendisiyle zina ettiğini söyleyecekti. Kârûn, kavmini topladığında, Allah orada bulunan bu kadının kalbine doğru söyleme fikrini verdi ve böylece kadın, kendisine telkin edilmiş olan o şeyi söylemedi.”[3]

Kitab-ı Mukaddes'te de şu olayları görüyoruz:

Firavun'un yanından ayrılınca, kendilerini bekleyen Mûsâ'yla Hârûn'a çıkıştılar. “Rabb yaptığınızı görsün, cezanızı versin!” dediler, “Bizi Firavun'la görevlilerinin gözünde rezil ettiniz. Bizi öldürmeleri için ellerine bir kılıç verdiniz.”[4]

Mûsâ'ya, “Mısır'da mezar mı yoktu da bizi çöle ölmeye getirdin?” dediler, “Bak, Mısır'dan çıkarmakla bize ne yaptın! Mısır'dayken sana, ‘Bırak bizi, Mısırlılara kulluk edelim’ demedik mi? Çölde ölmektense Mısırlılara kulluk etsek bizim için daha iyi olurdu.”[5]

Çölde hepsi Mûsâ'yla Hârûn'a yakınmaya başladı. “Keşke Rabb bizi Mısır'dayken öldürseydi” dediler, “hiç değilse orada et kazanlarının başına oturur, doyasıya yerdik. Ama siz bütün topluluğu açlıktan öldürmek için bizi bu çöle getirdiniz.”[6]

Ama halk susamıştı. “Niçin bizi Mısır'dan çıkardın?” diye Mûsâ'ya söylendiler, “Bizi, çocuklarımızı, hayvanlarımızı susuzluktan öldürmek için mi?” Mûsâ, “Bu halka ne yapayım?” diye Rabbe feryat etti, “Neredeyse beni taşlayacaklar.”[7]

Halk çektiği sıkıntılardan ötürü yakınmaya başladı. Rabb bunu duyunca öfkelendi, aralarına ateşini göndererek ordugâhın kenarlarını yakıp yok etti. Halk Mûsâ'ya yalvardı. Mûsâ Rabbe yakarınca ateş söndü. Bu nedenle oraya Tavera adı verildi. Çünkü Rabbin gönderdiği ateş onların arasında yanmıştı. Derken, halkın arasındaki yabancılar başka yiyeceklere özlem duymaya başladılar. İsrâîlliler de yine ağlayarak, “Keşke yiyecek biraz et olsaydı!” dediler, “Mısır'da parasız yediğimiz balıkları, salatalıkları, karpuzları, pırasaları, soğanları, sarmısakları anımsıyoruz. Şimdiyse yemek yeme isteğimizi yitirdik. Bu man'dan başka hiç bir şey gördüğümüz yok.” Man, kişniş tohumuna benzerdi, görünüşü de reçine gibiydi. Halk çıkıp onu toplar, değirmende öğütür ya da havanda döverdi. Çömlekte haşlayıp pide yaparlardı. Tadı zeytinyağında pişirilmiş yiyeceklere benzerdi. Gece ordugaha çiy düşerken, man da birlikte düşerdi. Mûsâ herkesin, her ailenin çadırının önünde ağladığını duydu. Rabb buna çok öfkelendi. Mûsâ da üzüldü. Rabbe, “Kuluna neden kötü davrandın?” dedi, “Seni hoşnut etmeyen ne yaptım ki, bu halkın yükünü bana yüklüyorsun? Bütün bu halka ben mi gebe kaldım? Onları ben mi doğurdum? Öyleyse neden emzikteki çocuğu taşıyan bir dadı gibi, atalarına and içerek söz verdiğin ülkeye onları kucağımda taşımamı istiyorsun? Bütün bu halka verecek eti nereden bulayım? Bana, ‘Bize yiyecek et ver’ diye sızlanıp duruyorlar. Bu halkı tek başıma taşıyamam, bunca yükü kaldıramam. Bana böyle davranacaksan –eğer gözünde lütuf bulduysam– lütfen beni hemen öldür de kendi yıkımımı görmeyeyim.”[8]

O gece bütün topluluk yüksek sesle bağrışıp ağladı. Bütün İsrâîl halkı Mûsâ'yla Hârûn'a söylendi. Onlara, “Keşke Mısır'da ya da bu çölde ölseydik!” dediler, “Rabb neden bizi bu ülkeye götürüyor? Kılıçtan geçirilelim diye mi? Karılarımız, çocuklarımız tutsak edilecek. Mısır'a dönmek bizim için daha iyi değil mi?” Sonra birbirlerine, “Kendimize bir önder seçip Mısır'a dönelim” dediler. Bunun üzerine Mûsâ'yla Hârûn İsrâîl topluluğunun önünde yüzüstü yere kapandılar. Ülkeyi araştıranlardan Nûn oğlu Yeşu'yla Yefunne oğlu Kalev giysilerini yırttılar. Sonra bütün İsrâîl topluluğuna şöyle dediler: “İçinden geçip araştırdığımız ülke çok iyi bir ülkedir. Eğer Rabb bizden hoşnut kalırsa, süt ve bal akan o ülkeye bizi götürecek ve orayı bize verecektir. Ancak Rabbe karşı gelmeyin. Orada yaşayan halktan korkmayın. Onları ekmek yer gibi yiyip bitireceğiz. Koruyucuları onları bırakıp gitti. Ama Rabb bizimledir. Onlardan korkmayın!” Topluluk onları taşa tutmayı düşünürken, ansızın Rabbin görkemi Buluşma Çadırı'nda bütün İsrâîl halkına göründü.[9]

Levi oğlu Kehat oğlu Yishar oğlu Korah, Ruben soyundan Eliavoğulları'ndan Datan, Aviram ve Pelet oğlu on toplulukça seçilen, tanınmış 250 İsrâîlli önderle birlikte Mûsâ'ya başkaldırdı. Hep birlikte Mûsâ'yla Hârûn'un yanına varıp, “Çok ileri gittiniz!” dediler, “Bütün topluluk, topluluğun her bireyi kutsaldır ve Rabb onların arasındadır. Öyleyse neden kendinizi Rabbin topluluğundan üstün görüyorsunuz?” Bunu duyan Mûsâ yüzüstü yere kapandı. Sonra Korah'la yandaşlarına şöyle dedi: “Sabah Rabb kimin Kendisine ait olduğunu, kimin kutsal olduğunu açıklayacak ve o kişiyi huzuruna çağıracak. Rabbin seçeceği kişiyi huzuruna çağıracak. Ey Korah ve yandaşları! Kendinize buhurdanlar alın. Yarın Rabbin huzurunda buhurdanlarınızın içine ateş, ateşin üstüne de buhur koyun. Rabbin seçeceği kişi, kutsal olan kişidir. Ey Levililer! Çok ileri gittiniz.” Mûsâ Korah'la konuşmasını şöyle sürdürdü: “Ey Levililer! Beni dinleyin! İsrâîl'in Tanrısı sizi Kendi huzuruna çıkarmak için ayırdı. Rabbin Konutu'nun hizmetini yapmanız, topluluğun önünde durmanız, onlara hizmet etmeniz için sizi İsrâîl topluluğunun arasından seçti. Sizi ve bütün Levili kardeşlerinizi huzuruna çıkardı. Bu yetmiyormuş gibi kâhinliği de mi istiyorsunuz? Ey Korah! Senin ve yandaşlarının böyle toplanması Rabbe karşı gelmektir. Hârûn kim ki, ona dil uzatıyorsunuz?” Sonra Mûsâ Eliavoğulları Datan'la Aviram'ı çağırttı. Ama onlar, “Gelmeyeceğiz” dediler, “bizi çölde öldürtmek için süt ve bal akan ülkeden çıkardın. Bu yetmiyormuş gibi başımıza geçmek istiyorsun. Bizi süt ve bal akan ülkeye götürmediğin gibi, miras olarak bize tarlalar, bağlar da vermedin. Bu adamları kör mü sanıyorsun? Hayır, gelmeyeceğiz.” Çok öfkelenen Mûsâ Rabbe, “Onların sunularını önemseme. Onlardan bir eşek bile almadım, üstelik hiç birine de hakksızlık etmedim” dedi. Sonra Korah'a, “Yarın sen ve bütün yandaşların –sen de, onlar da– Rabbin önünde bulunmak için gelin” dedi, “Hârûn da gelsin. Herkes kendi buhurdanını alıp içine buhur koysun. 250 kişi birer buhurdan alıp Rabbin önüne getirsin. Hârûn'la sen de buhurdanlarınızı getirin.” Böylece herkes buhurdanını alıp içine ateş, ateşin üstüne de buhur koydu. Sonra Mûsâ ve Hârûn'la birlikte Buluşma Çadırı'nın giriş bölümünde durdular. Korah bütün topluluğu Mûsâ'yla Hârûn'un karşısında Buluşma Çadırı'nın giriş bölümünde toplayınca, Rabbin görkemi bütün topluluğa göründü. Rabb, Mûsâ'yla Hârûn'a, “Bu topluluğun arasından ayrılın da onları bir anda yok edeyim” dedi. Mûsâ'yla Hârûn yüzüstü yere kapanarak, “Ey Tanrı! Bütün insan rûhlarının Tanrısı!” dediler, “Bir kişi günah işledi diye bütün topluluğa mı öfkeleneceksin?” Rabb Mûsâ'ya, “Topluluğa söyle, Korah'ın, Datan'ın, Aviram'ın çadırlarından uzaklaşsınlar” dedi. Mûsâ Datan'la Aviram'a gitti. İsrâîl'in ileri gelenleri o'nu izledi. Topluluğu uyararak, “Bu kötü adamların çadırlarından uzak durun!” dedi, “Onların hiç bir şeyine dokunmayın. Yoksa onların günahları yüzünden canınızdan olursunuz.” Bunun üzerine topluluk Korah, Datan ve Aviram'ın çadırlarından uzaklaştı. Datan'la Aviram çıkıp karılarıyla, küçük-büyük çocuklarıyla birlikte çadırlarının önünde durdular. Mûsâ şöyle dedi: “Bütün bunları yapmam için Rabbin beni gönderdiğini, kendiliğimden bir şey yapmadığımı şuradan anlayacaksınız: Eğer bu adamlar herkes gibi doğal bir ölümle ölür, herkesin başına gelen bir olayla karşılaşırlarsa, bilin ki beni Rabb göndermemiştir. Ama Rabb yepyeni bir olay yaratırsa, yer yarılıp onları ve onlara ait olan her şeyi yutarsa, ölüler diyarına diri diri inerlerse, bu adamların Rabbe saygısızlık ettiklerini anlayacaksınız.” Mûsâ konuşmasını bitirir bitirmez Korah, Datan ve Aviram'ın altındaki yer yarıldı. Yer yarıldı, onları, ailelerini, Korah'ın adamlarıyla mallarını yuttu. Sahip oldukları her şeyle birlikte diri diri ölüler diyarına indiler. Yer onların üzerine kapandı. Topluluğun arasından yok oldular. Çığlıklarını duyan çevredeki İsrâîlliler, “Yer bizi de yutmasın!” diyerek kaçıştılar. Rabbin gönderdiği ateş buhur sunan 250 adamı yakıp yok etti. Rabb Mûsâ'ya şöyle dedi: “Kâhin Hârûn oğlu Elazar'a buhurdanları ateşin içinden çıkarmasını, ateş korlarını az öteye dağıtmasını söyle. Çünkü buhurdanlar kutsaldır. İşledikleri günahtan ötürü öldürülen bu adamların buhurdanlarını levha hâline getirip sunağı bunlarla kapla. Buhurdanlar Rabbe sunuldukları için kutsaldır. Bunlar İsrâîlliler için bir uyarı olsun.” Böylece Kâhin Elazar, yanarak ölen adamların getirdiği tunç buhurdanları Rabbin Mûsâ aracılığıyla kendisine söylediği gibi alıp döverek sunağı kaplamak için levha hâline getirdi. Bu, İsrâîlliler'e Hârûn'un soyundan gelenlerden başka hiç kimsenin Rabbin önüne çıkıp buhur yakmaması gerektiğini anımsatacaktı. Yoksa o kişi Korah'la yandaşları gibi yok olacaktı. Ertesi gün bütün İsrâîl topluluğu Mûsâ'yla Hârûn'a söylenmeye başladı. “Rabbin halkını siz öldürdünüz” diyorlardı. Topluluk Mûsâ'yla Hârûn'a karşı toplanıp Buluşma Çadırı'na doğru yönelince, çadırı ansızın bulut kapladı ve Rabbin görkemi göründü. Mûsâ'yla Hârûn Buluşma Çadırı'nın önüne geldiler. Rabb Mûsâ'ya, “Bu topluluğun arasından ayrılın da onları birden yok edeyim” dedi. Mûsâ'yla Hârûn yüzüstü yere kapandılar. Sonra Mûsâ Hârûn'a, “Buhurdanını alıp içine sunaktan ateş koy, üstüne de buhur koy” dedi, “günahlarını bağışlatmak için hemen topluluğa git. Çünkü Rabb öfkesini yağdırdı. Öldürücü hastalık başladı.” Hârûn Mûsâ'nın dediğini yaparak buhurdanını alıp topluluğun ortasına koştu. Halkın arasında öldürücü hastalık başlamıştı. Hârûn buhur sunarak topluluğun günahını bağışlattı. O ölülerle dirilerin arasında durunca, öldürücü hastalık da dindi. Korah olayında ölenler dışında, öldürücü hastalıktan ölenlerin sayısı 14.700 kişiydi. Öldürücü hastalık dindiğinden, Hârûn Mûsâ'nın yanına, Buluşma Çadırı'nın giriş bölümüne döndü.[10]

Kur’ân'da ise İsrâîloğulları'nın Mûsâ'ya eza ettiklerine dair onlarca âyet mevcuttur. Bunların çoğu geçmiş sûrelerde zikredilmişti. Bunlardan birkaçını hatırlatıyoruz:

Hani bir zamanlar da siz, “Ey Mûsâ! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız” demiştiniz de, bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpıvermişti. (Bakara/55)

Ve hani bir zamanlar siz, “Ey Mûsâ! Biz tek yemeğe asla sabredemeyiz, artık bizim için Rabbine dua et de, bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın” demiştiniz. O [Mûsâ] da size, “O üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya/Mısır'a inin, o vakit istediğiniz şeyler sizin olacaktır” demişti. Ve üzerlerine zillet ve meskenet damgalandı ve nihâyet Allah'tan bir gazaba uğradılar. İşte bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmiş olmaları, peygamberleri hakksız yere öldürmüş olmaları nedeniyledir. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri nedeniyledir. (Bakara/61)

Kitap Ehli senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve kesinlikle onlar Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de, “Allah'ı bize açıkça göster” demişlerdi. Sonra da hakksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde o buzağıyı edinmişlerdi. Sonra Biz onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz Mûsâ'ya apaçık bir kanıt verdik. (Nisâ/153)

Onlar [Mûsâ'nın kavmi], “Ey Mûsâ! Onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. Artık sen ve Rabbin gidin de savaşın. Şüphesiz biz burada oturanlarız” dediler. (Mâide/24)

Mûsâ'nın kavmi, o'ndan [Mûsâ'dan] sonra kendilerinin kadınlarının süs takılarından bir buzağı; böğürtüsü [çekici, aldatıcı sesi] olan bir ceset edinmişlerdi. Onun kendilerine bir söz söylemezliğini ve bir yol göstermezliğini görmediler mi? Onu edindiler ve zâlimlerden oldular. (A‘râf/148)[11]

Ve hani Mûsâ kavmine, “Ey kavmim! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani O [Allah], içinizden peygamberler kıldı. Sizi de hükümdarlar kıldı. Ve âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini size verdi. Ey kavmim! Allah'ın size yazdığı mukaddes [temizlenmiş] toprağa girin, geriye dönmeyin, yoksa kayba uğrayanlar olarak dönersiniz” dedi. Onlar, “Ey Mûsâ! Şüphesiz orada zorba bir toplum var. Onlar oradan çıkmadıkça da biz oraya asla girmeyiz. Şâyet onlar, oradan çıkarlarsa, şüphesiz biz de artık girenleriz” dediler. Korkanlardan ve Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki adam dedi ki: “Onların üzerlerine kapıdan girin. İşte, oradan girerseniz şüphesiz siz, gâlip olanlarsınız. Eğer inanıyorsanız da artık yalnızca Allah'a tevekkül edin.” Onlar [Mûsâ'nın kavmi], “Ey Mûsâ! Şüphesiz biz, onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. Artık sen ve Rabbin gidin de savaşın. Şüphesiz biz burada oturanlarız” dediler. (Mâide/21-24)

Ve İsrâîloğulları'nı denizden geçirdik. Derken kendilerine ait putlara tapmakta olan bir kavme rastladılar. Dediler ki: “Ey Mûsâ! Onların nasıl ki tanrıları varsa, sen de bizim için bir tanrı kıl [belirle]!” (Mûsâ da onlara) dedi ki: “Siz gerçekten câhillik eden bir kavimsiniz. Onların [şu gördüklerinizin] içinde bulundukları şey [din], yok olmaya mahkûmdur ve bütün yapmakta oldukları da bâtıldır.” (A‘râf/138-139)

Ve hani Mûsâ kavmine, “Şüphesiz ki Allah, size bir sığır boğazlamanızı emrediyor” demişti. Onlar, “Sen bizi alaya mı alıyorsun?” dediler. O [Mûsâ], “Ben câhillerden biri olmaktan Allah'a sığınırım” dedi. Onlar, “Bizim için Rabbine dua et, o [sığır] her ne ise onu bizim için açığa koysun” dediler. O [Mûsâ], “O [Rabbim] diyor ki: ‘Şüphesiz o [sığır], pek yaşlı değil, pek körpe de değil, ikisi arası dinçtir.’ Haydi, emrolunduğunuz şeyi yapınız” dedi. Onlar, “Bizim için Rabbine dua et, onun rengi ne ise onu bizim için açığa koysun” dediler. O [Mûsâ], “Şüphesiz O [Rabbim] diyor ki”: “Şüphesiz o [sığır], rengi bakanlara sürur veren, sapsarı bir inektir” dedi. Onlar, “Bizim için Rabbine dua et, o, nedir bizim için açığa koysun, şüphesiz ki o sığır, bize müteşâbih geldi ve biz şüphesiz Allah dilerse kesinlikle doğru yolu bulmuşlarız” dediler. O [Mûsâ], “Şüphesiz O [Rabbim] diyor ki”: “O [sığır], zelil olmayan [çifte koşulmayan], arazi sürmeyen, ekin sulamayan, salma gezen ve hiç alacası olmayan bir sığırdır.” Onlar, “İşte tam şimdi gerçeği getirdin” dediler. Sonunda onu boğazladılar. Ama neredeyse yapmayacaklardı. Ve hani siz bir nefsi öldürmüştünüz de onun hakkında birbirinizle atışmıştınız. Hâlbuki Allah, saklamış olduğunuzu çıkarandır. Sonra Biz, “Onun [öldürülen kişinin] ezası [ondan gelecek sıkıntı] sebebiyle o'nu [Mûsâ'yı] yola çıkarın” dedik. Allah ölüleri işte böyle diriltir ve akıllı davranasınız diye size âyetlerini gösterir. (Bakara/67-73)

İkinci örnek: Hristiyanlar örneğidir. Onlar da Îsâ'ya, Allah'ın buyruklarına uyacaklarına, Îsâ'nın getirdiklerini kabul edeceklerine söz vermişler, ama taahhütlerini bozmuşlardır.

6. âyetteki, Benden sonra gelecek, adı Ahmed/övgüye daha layık bir elçiyi müjdeleyen, Allah'ın bir elçisiyim ifadesiyle, Îsâ peygamberin kendisinden sonra gelecek elçiyi bildirdiği, ama Îsâ'nın yolunu izleyenlerin bunu kabul etmedikleri ifade edilmektedir. Muhammed'den evvelki bütün peygamberler, Allah'ın göndereceği son Peygamber'i haber vermişlerdi:

Ve hani Allah peygamberlerin, “Andolsun ki size kitaptan ve hikmetten [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerden] verdim, sonra yanınızda bulunanı doğrulayıcı bir elçi geldiğinde ona muhakkak inanacak ve ona yardım edeceksiniz!” misakını almıştı. O [Allah], “Bunu ikrar edip de kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?” dedi. Onlar, “İkrar ettik” dediler. O [Allah], “Öyleyse şâhit olun, Ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım” dedi. (Âl-i İmrân/81)

Rasûlullah'ın geleceğinin Tevrât ve İncîl'de zikredildiğine dair A‘râf sûresi'nde yaptığımız açıklamayı naklediyoruz:

Onlar ki, onlara iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılan, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl'de yazılmış bulacakları o Ümmî Peygamber, o Elçi'ye uyarlar. O hâlde, o'na iman eden, o'na kuvvetle saygı gösteren, o'na yardımcı olan ve o'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. (A‘râf/157)

Arâf/157-158. âyetlerden anlaşıldığına göre, Peygamberimizin yaşadığı dönemdeki İsrâîloğulları'nın elinde bulunan Tevrât'ta, son Peygamber'i niteleyen ve haber veren cümleler bulunmaktadır. Zaten Kur’ân'ın bu âyetlerine o günleri yaşayan Ehl-i Kitap tarafından bir tepki gösterilmemiştir. Kur’ân'da da, kendilerine kitap verilenlerin Peygamberimize inandıkları bildirilmiştir:

Onlar ki, Rabb'lerine kavuşacaklarını ve gerçekten O'na döneceklerini yakînen bilirler. (Bakara/46)

Kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler, o'nu [Peygamber'i], kendi oğulları gibi bilirler. Kendi nefislerini kayba uğratanlar; işte onlar iman etmezler. (En‘âm/20)

Kendilerine kitabı verdiğimiz kimseler onu, tilâvetinin hakkını vererek okurlar. İşte onlar, ona iman ederler. Her kim de onu inkâr ederse, işte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir. (Bakara/121)

Ümmî Peygamber ile ilgili Kur’ân'da bir başka âyet daha vardır:

Ve Meryem oğlu Îsâ, “Ey İsrâîloğulları! Hiç şüphesiz ben, benden önce gelen Tevrât'ı doğrulayan ve benden sonra gelecek adı çok övülen bir elçiyi müjdeleyen, Allah'ın bir elçisiyim” demişti. Sonra o, onlara apaçık delillerle gelince, “Bu, apaçık bir büyüdür” dediler. (Saff/6)

Tevrât'ta, o günkü peygamber olan Mûsâ peygamberden sonra bir peygamber geleceği, Tesniye, 18:15-19; İşaya, 41:25 ve 42:1-5'de yer almaktadır. Ancak geleceği söylenen bu peygamber, târihî gerçekler itibariyle Îsâ peygamberdir. Zaten bizi de İncîl'deki ifadeler ilgilendirmektedir:
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
 

Bookmarks

Etiketler
saff, suresi


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 01:06 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam