hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > NÜZUL SIRASINA GÖRE TEBYîNÜ'L -KUR'AN İŞTE KUR'AN ve VİDEOLARI Hakkı Yılmaz > İniş Sırası ile Sureler > 28.Tin Suresi

 
 
Seçenekler Stil
Alt 27. September 2008, 10:23 PM   #1
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart Tîn sûresi’ne giriş

28 TİN SURESİ [İNCİR] SURESİ

Hakkı Yılmaz Tin Sûresi 1.Bölüm13 Nisan 2017 tarihinde yayınlandı.
1. Kasem cümlesi hakkında özet bilgi.
2. Güvenli kent neresi? Bakara 125, Kasas 57, Ankebut 67 ve Enfal 33 örnekleri.
3. İnsan nasıl bir varlıktır?
4. Tîn sûresi de kasemle başlıyor. (Fiil cümlesi-Le kad)
5. Secavent kuralları hakkında. (Ayet sonlarındaki Lam harfleri virgül gibidir.
6. İnsanın aklını başına toplaması için uyarı.
7. Âyetler zahiri anlamından anlaşılmazsa mecaza gidilir.
8. Mecazın etkisi daha fazladır.
9. Sanatsal ifadeler Allah’tandır.
10. Lam belirtecinin önemi.
11. Mahalliyet mecaz-ı mürseli. (Yusuf 82 örneği)
12. Ahsen-i takvîm.(Ahsen=en iyi)(Takvîm=en uygun kıvamda)
13. Esfel-i safiline red ediliş. (Aağıların aşağısı)
14. İhtiyarlık esfeli safiline örnek ölmaz. Yasin 68 ve Hac 5 ayetlerine bu anlam verilemez.
15. İnsan nitelik, karakter olarak olarak aşağıların aşağısına kendisi gider.
16. Esfel-i safiline örnek ayetler: A’raf 179, Furkan 43-44, Kasas 50, Ahkaf 26, Bakara 171.
17. İnsan maddî ve manevî yapısı.


Hakkı Yılmaz Tin Sûresi 2.Bölüm 20 Nisan 2017 tarihinde yayınlandı
1. İnsanı insanlıktan çıkaran hevâsıdır. (Nefsanî arzular.)
2. İnkârcıların hayvanlar ile mukayesesi.
3. İnlkârcıların cezalandırılmalarının gerekçesi. (Fâtır 7-8)
4. İmam-ı Şafi’nin ibretli bir şiiri.
5. Salihatı işlemek: Sulhün ameleliğini yapmak. (İmanın meyvesi)
6. Salihatı işlemek ile ilgili örnek davranışlar.
7. Efal-i İbâd (Kulların fiilleri) hakkında bilgi.
8. Kalplerin mühürlenmesi. (Bakara 7, En-âm 46, Câsiye 23)
9. Kalplerin damgalanması. (Münafikûn 3, Nisa 154-158, Tevbe 125)
10. Kalplerin hastalanması. (Bakara 10, Tevbe 125)
11. Kalplerin ölmesi. (En-âm 36, 122)
12. Kalplerin paslanması. (Mutaffifin 14)
13. Kalplerin katılaşması. (Bakara 74, Zümer 22)
14. İnsanın fiillerinin yaratıcısı Allah’tır. Kesbeden kuldur. (Râd 18, Mü’m,n 62)
15. Allah hâkimler hâkimidir.



TÎN SURESİ’NE GİRİŞ

Mekke’de 28. sırada inmiş olan Tin suresi, adını 1. ayetteki “التّين tin [incir]” sözcüğünden almıştır. Katade ve İbn Abbas gibi Kur’an bilginleri surenin Medine’de indiğini ileri sürmüşlerse de, bu konudaki uzmanların çoğunluğunun görüşü, surenin Mekkî olduğu yönündedir. Üslûbunun Mekkî sure üslûbu olmasının yanında, 3. ayetteki “Ve bu emniyetli şehre ant olsun” ifadesi de Tin suresinin Mekkî olduğuna yeterli bir kanıttır. Zira aşağıda açıklanacağı üzere, Mekke şehri için kullanılan “emniyetli şehir, güvenli belde” ifadesi, önüne geldiği kelimeye yakınlık izafe eden “هذا hâzâ [bu]” işaret sıfatı ile birlikte kullanılmıştır [hâze’l-Beledi”l-Emin]. Bu da Peygamberimizin Mekke’de bulunduğunu göstermektedir. Eğer sure, peygamberimiz Medine’de iken inseydi, Mekke şehri için, yakınlık izafe eden “هذا haza [bu]” işaret sıfatının kullanılmaması gerekirdi.
Bu sureden önceki Büruc suresinde Firavun, Semud ve Ashab-ı Uhdud olayları kötü örnekler olarak sunulmuş iken, bu surede dikkatler Filistin, Suriye ve Hicaz yöresine, buralarda inmiş vahiylere ve sonuçlarına çekilmiştir.



28/ TİN [İncir] SURESİ

Rahman Rahîm Allah adına

Ayetlerin meali:

1-3Ege bölgesi halkını, Akdeniz bölgesi halkını, Orta doğu halkını ve Arabistan halkını; dünyanın her yerindeki insanları kanıt gösteririm ki, 4-6gerçekten Biz, insanı en güzel biçimde oluşturduk, sonra iman edenler ve düzeltmeye yönelik işler yapanlar hariç –çünkü onlar için kesintisiz bir ödül var– onu alçakların en alçağına döndürdük.
7Öyleyse, bundan sonra dini/ kıyâmet gününü sana ne yalanlatıyor?
8Allah, hâkimlerin en hâkimi değil midir?


Ayetlerin Tahlili


1-6. Ayetler:

1-3Ege bölgesi halkını, Akdeniz bölgesi halkını, Orta doğu halkını ve Arabistan halkını; dünyanın her yerindeki insanları kanıt gösteririm ki, 4-6gerçekten Biz, insanı en güzel biçimde oluşturduk, sonra iman edenler ve düzeltmeye yönelik işler yapanlar hariç –çünkü onlar için kesintisiz bir ödül var– onu alçakların en alçağına döndürdük.

(1-3. Âyetteki sözcüklerin “hakikat” anlamları, “İncire, zeytine, Bereketli Dağ'a ve bu Güvenli Belde'ye kasem olsun ki” şeklinde olup biz mecâzî anlamlarını takdim ettik. Sûrede konu edilen bölgeler, Kur’ân'ın indiği dönemde ilk muhatap olan Arapların aşina olduğu bölgeler olup, kasıt ise, dünyanın her yerindeki insanlardır.


Yukarıdaki altı ayetten oluşan kasem cümlesinin “kasem bölümü”nü oluşturan 1-3. ayetlerde dört ayrı şeye kasem edilmek [dört şey kanıt gösterilmek] suretiyle insanların tümünün “ahsen-i takvim” üzerine yaratıldığı, insanların iman edenleri ve salihatı işleyenleri için kesintisiz bir ödülün var olduğu, iman edenler ve salihatı işleyenler dışında kalanların ise “ اسفل سافلين esfel-i safilin”e döndürüldüğü bildirilmiştir.
Her kasem cümlesinde olduğu gibi, burada da 4-6. ayetlerde ileri sürülen yargıya kanıt teşkil edecek şeylerin tam anlamıyla maksadı ifade eden, ciddî, somut; muhatapların gördüğü, bildiği şeyler olması gerekmektedir. Dolayısıyla kasem cümlesinin mesajını doğru anlayabilmek için önce 1-3. ayetlerdeki kanıtların iyi anlaşılması zorunludur:

Tin [İncir] ve Zeytin:

Herkesin bildiği iki meyve olan incir ve zeytin, burada insanın en güzel biçimde yaratıldığına ve sonra da alçakların en alçağına döndürüldüğüne kanıt olarak gösterilmiştir. Ne var ki, bu meyvelerin ileri sürülen yargıya sadece meyve olarak kanıt olamayacakları konusunda da yine herkes ittifak hâlindedir. Şu hâlde, öncelikle “incir” ve “zeytin” sözcükleri ile nelerin kastedilmiş olduğu anlaşılmalı, sonra da bu sözcüklerle kastedilen şeylerin 4 ve 5. ayetlerdeki yargıya nasıl kanıt olabileceği araştırılmalıdır.
Tefsircilerin bir kısmı “incir” ve “zeytin” sözcüklerinin bilinen sözlük anlamlarından yola çıkarak bunların cennet meyvesi olduklarını, dolayısıyla da kutsal olduklarını ileri sürmüşlerdir. Bu kişiler, Müminun suresinin 20. ayetindeki “Sina dağından çıkan, yiyenlere yağ ve çeşni veren bu ağaç gibi” ifadesini zeytin ağacının kutsallığına yormuşlar ve incir hakkında da “incir cennet meyvesidir”, “incir basur ve romatizmayı tedavi eder”, “incir ağız kokusunu giderir, saçları uzatır ve felci önler” gibi birçok rivayeti değerlendirmişlerdir.
Bu meyvelerin Akdeniz havzası ve Ortadoğu bölgesinde yetişen iki önemli ticaret malı olmaları sebebiyle üzerlerine yemin edildiğini ileri sürenler olduğu gibi, incir ve zeytinin Leyl suresindeki “erkek ve dişiyi yaratan şey”den, yani zeytinin dişi yumurtasından, incirin de erkek menisinden kinaye olduğunu söyleyenler de olmuştur.
Bu konuda da boş durmayan rivayetçilerden bir kısmı, “tin”den kasıt Şam, “zeytin”den kasıt da Kudüs’tür derken, bir kısmı da “tin”den kasıt Nuh’un Cudi dağı üzerine yaptığı mescit, “zeytin”den kasıt da Kudüs’tür demiştir.
Tasavvufçular ise bu iki meyvenin zahir [görünen] özelliklerinden yola çıkarak batında [görünmeyen iç boyutta] taşıdığını ileri sürdükleri bazı anlamlar oluşturma yoluna gitmişlerdir. Tasavvuf literatüründe incir ve zeytinin konumuna ilişkin bazı değerlendirmeler aşağıdadır:
“İncir çok çekirdekli, zeytin tek çekirdeklidir. İncir kesret [çokluk âlemine] işaret ediyor. Tek meyvede yüzlerce çekirdek barındırıyor. Zeytin ise tek çekirdeklidir. Zeytin bu hâliyle ilk plânda Vahdet Âlemini [Teklik-Tevhit Boyutunu] çağrıştırıyor.”
“İncirin kullanımı ve fayda alanı dardır. Zeytinden çok yönlü istifade edilir: Sofrada gıda olur. Yemeklere yağ olur. Hatta sabun olur da insanı ve eşyayı temizler. İncirin meyve ve tatlı olmasının dışında çok boyutlu bir kullanımı yoktur. Kesrette hakikatten alacağınız çok bir şey yoktur. Tek boyutta kalır, dar bir pencereden bakarsınız.”
“İncirden yedikleri için Âdem ve Havva dünya boyutuna düştüler. Kesret boyutu, en alt boyuttur. Kesret, cennet yaşamından uzaklaşmak demektir. Kesret, aşağıların aşağısıdır.”
“Zeytin önce yeşildir. Yeşil Rızanın, Nübüvvet kemâlâtın rengidir. Sonra kızaracak, aşkın rengi, sonra da hiçliğin rengi siyah… İncir kesret sembolü... İncir ilk günahı, ilk düşüşü çağrıştırıyor.”
“Zeytin Vahdet sembolü… Varılacak bir hedefin timsali… İncir, tek düze, ikilemli bir yaşam… Zeytin, aşamalı bir eğitimin, tedrici gelişimin simgesi...”

Bizim yaklaşımımız, öncelikle kasem cümlesinin öğelerinin parçalanmadan, bir bütün olarak ele alınması yönündedir. “İncir” ve “zeytin” kesinlikle kasemin dışındaki öğeler olarak düşünülmemeli, kasemden bağımsız olarak anlaşılmaya çalışılmamalıdır. Aksine, “incir” ve “zeytin” hakkındaki değerlendirme, bu sözcüklerin içinde yer aldığı cümlenin yapısı incelenerek paragrafın temasından çıkartılacak ipuçlarına göre yapılmalıdır.
Buna göre birinci ipucu, sözcüklerin cümle içindeki kullanılış tarzından elde edilmektedir: Sözcükler cümlede muarref [belirgin] olarak kullanılmıştır. Bu durumda, “incir” ve “zeytin” sözcüklerinin birer “cins ismi” olarak değerlendirilip genel anlamlarıyla anlaşılması isabetli olmamaktadır.
İkinci ipucu ise 1-6. ayetlerden oluşan paragrafın anlamından elde edilmektedir. Yukarıda da söylediğimiz gibi, 1-6. ayetlerden oluşan paragraf bir kasem cümlesidir ve 1-3. ayetlerde sayılanlar, 4-6. ayetlerdeki yargının kanıtlarıdır. Ancak, kanıt olarak gösterilenlerin ikisi yer [mahal, bölge] olup diğer ikisi “incir” ve “zeytin”dir. “İncir” ve “zeytin”in meyve olarak 4-6. ayetlerdeki yargının kanıtları olmasının mantığı bulunmadığına ve sözcükler cümlede muarref olarak yer aldıkları için zaten meyve olarak değerlendirilemeyeceklerine göre, diğer kanıtların birer yer gösterdiği dikkate alınarak “incir” ve “zeytin” sözcükleri ile de bir yerin kastedilmiş olabileceğinin düşünülmesi gerekir. Bu ihtimal, Arap geleneklerine de en uygun ihtimaldir. Çünkü Araplar bir şehri, o şehrin en ünlü kişisinin [genellikle kurucusunun] adıyla adlandırdıkları gibi, bölge isimlerini de o topraklarda yetişen bitki adlarıyla adlandırmışlardır. Dolayısıyla bize göre “incir” ve “zeytin” den kasıt, bu meyvelerin yetiştiği bölgelerdir; ki, bu bölgeler Filistin ve Suriye’dir. İbni Teymiye, İbni Kayyım, Zemahşeri ve Alusi de aynı görüştedir. Ayrıca meyvelerin anavatanı ve ilk yayıldığı bölge olarak doğu Akdeniz ve Suriye’yi gösteren Ana Britannica Ansiklopedisi de bu görüşü desteklemektedir:

“Eski çağlar boyunca Ege Denizi ve Doğu Akdeniz çevresindeki bölgelere yayılan inciri “Bazı kaynaklarda anayurdunun Anadolu’nun güney kesimi ve Suriye olduğu ileri sürülen bu bitki [zeytin] …”

Tur-i Sînîn

“الطّور Et-tûr” sözcüğünün aslı “temel” demektir. Araplar evin temeline “طور الدّار tavaru’d-dar” demektedirler. Ancak bu sözcük, evin üzerine yapıldığı ilk temeli kapsadığı gibi, apartman katlarından her birinin başlangıcı anlamındaki ara temeli [tavr] de kapsar. Nitekim Türkçede “kademe”, “aşama” sözcükleriyle ifade edilen “طور tavr” sözcüğü, Nuh suresinin 14. ayetinde “وقد خلقناكم اطوارا ve kad haleknaküm etvara [sizi aşama aşama yarattık]” ifadesinde de bu anlamda kullanılmıştır.
“Temel” anlamı ekseninde “kaya” ve “ağaç” için kullanılan “tur” sözcüğü, daha sonra “dağ” anlamında kullanılmaya başlanmış ve bu anlamıyla daha meşhur olmuştur. Sözcüğün bu yöndeki gelişimine uygun olarak araştırmacıların bir kısmı “tur” sözcüğünün genel anlamda “dağ” demek olduğunu söylemişler, bir kısmı ise Musa peygamberin vahiy aldığı özel dağın adı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Gerçekten de “tur” sözcüğü, Kur’an’da yer aldığı ayetlerde Musa peygamberin vahiy aldığı özel dağın adı olarak kullanılmıştır (Bakara 63, 93, Nisa 154, Meryem 52, Ta Ha 80, Müminun 20, Kasas 29, 46, Tur 1, Tin 2).
Bizim görüşümüze göre de Musa peygambere Allah tarafından ilk hitabın yapıldığı dağın adı olan “Tûr” sözcüğü, “Sina, Sena” gibi sözcüklerle birleştirildiğinde “Sina Dağı” anlamına gelmektedir.

Güvenli Belde

Surenin giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi, “Güvenli Belde”nin Mekke şehri olduğu hakkında tam bir görüş birliği vardır. Çünkü kan dökülmesi yasaklanmış olan Mekke’nin “Güvenli Kent” olduğu Kur’an ayetleri tarafından açıkça belirtilmektedir:

125Ve Biz, bir zaman bu Beyt'i/ilk yapılan okulu, insanlar için bir sevap kazanma/ dönüş yeri ve bir güven yeri yapmıştık. –Siz de İbrâhîm'in görev yaptığı yerden bir salât yeri [mâlî yönden ve zihinsel açıdan desteğin; toplumun aydınlatılmasının gerçekleştirileceği bir yer] edinin.– Ve Biz, İbrâhîm ile İsmâîl'e, “Beytimi, dolaşanlar, ibâdete kapananlar ve boyun eğip teslimiyet gösterenler, Allah'ı birleyenler için tertemiz tutun” diye ahit almıştık.
(Bakara/ 125)

57Ve onlar; “Biz seninle beraber doğru yol kılavuzuna uyarsak, yurdumuzdan atılırız” dediler. Biz onları, Kendi katımızdan bir rızık olarak, her şeyin semerelerinin toplanıp kendisine getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere/Mekke'ye yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler. (Kasas/ 57)


67Yoksa kıyılarında insanların zorla kapılıp götürülmesine rağmen Mekke'yi, güvenli, dokunulmaz yaptığımızı da görmediler mi? Hâlâ bâtıla mı inanıyorlar ve Allah'ın nimetine iyilikbilmezlik mi ediyorlar? (Ankebut/ 67)


Ayrıca, Enfal suresinin 33. ayetinden de, peygamberimizin içinde yaşadığı dönemde Mekke’nin “güvenli kent” olduğu anlaşılmaktadır.

Dört Kasem Maddesinin Birleşimi

“İncir” ve “zeytin”in “Sina dağı” ve “güvenli kent” gibi yer veya bölge bildiren semboller olduğu, bu bölgelerin de incir ve zeytin meyvelerinin yetiştiği Filistin ve Suriye olduğu yönündeki kabuller neticesinde, bu dört yerin insanın en güzel biçimde yaratılmasının ve sonra da alçakların en alçağına döndürülmesinin kanıtı olması gerekmektedir. Ancak kasem cümlesinin yargısı ile bu yargının kanıtları arasında olması lâzım gelen mantıklı ilişki görünürde bulunmamakta, yargı ile kanıtlar birbirlerine uzak görünmektedir. Yargı, açık ve net olarak anlaşıldığına göre, bu durumda yapılacak şey, kanıtların başka anlama gelip gelmediğini araştırmaktır.
Bu amaçla, birer yer bildiren bu sözcüklerin başka ne anlamlara gelebileceği düşünüldüğünde, akla ilk olarak bu sözcüklerin mecaz manalarına uzanmak gelmektedir. Gerçekten de burada tüm dünya edebiyatlarında çok yaygın kullanılan bir sanat; “Mahalliyet Mecaz-i Mürseli” söz konusudur. Kur’an’da yüzlerce örneği olan bu sanata göre “mahal zikredilmekte ama aslında o mahalde yaşayanlar kastedilmektedir. Meselâ Yusuf suresinin 82. ayetinde “واسئل القرية ves’eli’l-garyete [o kente sor]” ifadesinde “kent” zikredilmiş ama “kentin insanları” kastedilmiştir.
Buna göre, konumuz olan ayetlerde de yer [mahal] ismi zikredilmiştir ama kastedilen o yerler değil, o yerlerde yaşayan insanlar, oralara gönderilen peygamberler ve oralarda indirilen vahiylerdir. Zaten Kur’an’da adı geçen peygamberlerin birçoğu [İbrahim peygamber, oğlu İsmail (as), İshak (as), torunu Yakup (as), Yusuf (as), Musa (as), Harun (as), Davud (as), Süleyman (as), İsa (as) ve Muhammed (as)] o bölgelerde yaşamışlardır. Ayrıca bu peygamberler vahiyle bu yörelerde muhatap olmuşlar; çevrelerindeki “inanarak ve salihatı işleyerek a’lâ-yı ıllıyyine [yüksek erdemlere, dolayısıyla da cennetlere] ulaşan kimseler” ile “vahye yüz dönerek esfel-i safiline [en aşağılık, en rezil konumlara, dolayısıyla cehenneme] yuvarlanan kimseler de yine o yörelerde yaşamışlardır.

Ahsen-i Takvim:

“التّقويم Takvim” sözcüğü; “düzeltme, doğrultma, kıvamına koyma” demektir. “Ahsen-i takvim” tamlaması da “en güzel doğrultuda, en uygun kıvamda” anlamına gelir. İnsanın “ahsen-i takvim” üzerine yaratılması sözünden “insanın gerek fizikî yapısı, gerekse zihinsel fonksiyonları itibariyle en güzel ve en mükemmel şekilde yaratıldığı” anlaşılmalıdır. Gerçekten de insan, boyu bosu, vücut organlarının yerleri, kendisini koruyacak fiziksel yetenekleri, doğruları bulacak akıl, fikir, izan, idrak, vicdan, merhamet, bellek, dikkat gibi zihinsel donanımları ile en güzel, en mükemmel bir yapıda yaratılmıştır. Bu yapının eksiği, kusuru yoktur. Bugüne kadar kimse vücudumuzdaki organların işlevleri ve yerleri konusunda daha değişik işlev ve yer önerme cüretinde bulunamamıştır. Kısacası insan, fiziksel ve zihinsel yapısıyla “ahsen-i takvim [en güzel şekil, kendisinden daha güzeli bulunmayan bir şekil]” üzerine yaratılmıştır.

Esfel-i Safilin

Bu tamlama hem mekân zarfı hem de sıfat olarak kullanıldığı için, Türkçeye en uygun ifadeyle “alçakların en alçağı” şeklinde çevrilebilir. Çünkü “alçak” sözcüğü, hem sıfat olarak imansız insanın bir niteliğini dile getirmekte, hem de mekân zarfı olarak bir mekânın en altı anlamına gelmektedir.
Eski tefsircilerin bir kısmı bu tamlamayı “cehennem” olarak anlamışlardır. Ne var ki, tamlamanın kasem cümlesinin içinde yer alması, kasem cümlesindeki tez ve kanıtların da bu dünyaya ait olması gerektiği gibi nedenlerle “esfel-i safilin” ifadesinin cehennemdeki ileri derecedeki rezillik olarak anlaşılması isabetli olmaz.
Bazıları da Hacc suresinin 5. ve Ya Sin suresinin 68. ayetlerini delil göstermek suretiyle, “esfel-i safilin” ifadesini “erzel-i ömür [yaşlılıktaki düşkünlük]” olarak anlamışlardır:

5Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz, bilin ki ne olduğunuzu size ortaya koymak için, şüphesiz Biz, sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra bir embriyondan, sonra yapısı belli belirsiz bir et parçasından oluşturmuşuzdur. Ve Biz, dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi bir çocuk olarak, sonra da olgunluk çağına erişmeniz için çıkartırız. Bununla beraber kiminiz geçmişte yaptıkları ve yapması gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırılır/öldürülür. Kiminiz de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, ömrünün en rezil zamanına ulaştırılır. Bir de yeryüzünü görürsün ki sönmüştür; sonra Biz, onun üzerine su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir.
(Hacc/ 5)

68Ve Biz kime uzun ömür verirsek, oluşturuluşta onu tersine çeviririz/ tepesi üstü dikeriz. Buna rağmen hâlâ akıllanmayacaklar mı?
(Ya Sin/ 68)

“Esfel-i safilin” tamlamasını “erzel-i ömür” olarak anlayanların delil olarak getirdikleri ayetlere bakıldığında, “erzel-i ömr”ün iyisiyle kötüsüyle, peygamberiyle peygamber düşmanlarıyla, herkesin mukadderatı olduğu görülür. Oysa konumuz olan “esfel-i safilin”, sadece imansız ve amelsizlere has bir konumu ifade etmektedir. Dolayısıyla eskilerin her iki görüşü de bize göre doğru değildir.
Dikkat edilirse, 5. ve 6. ayetler aslında tek bir cümle olup 6. ayetteki istisna 5. ayetten yapılmıştır. Buna göre, iki ayetten oluşan cümle şu şekilde takdir edilebilir: “Biz, en mükemmel biçimde yaratılmış olan insanların iman eden ve salihatı işleyenlerini saygın, onurlu [cennetlik], diğerlerini ise alçağın alçağı yaptık. Buna da peygamber gönderdiğimiz yörelerin halkı tanıktır, kanıttır.”
Buradaki “esfel-i safilin” [alçakların alçağı, aşağıların aşağısı, aşağılıkların aşağılığı] ifadesi, Rabbimiz tarafından farklı ayetlerde tefsir ve tebyin edilmiştir:

179Ve andolsun ki tanıdıklarınızdan-tanımadıklarınızdan birçoğunu cehennem için türetip ürettik; onların kalpleri vardır, onlarla anlamazlar. Gözleri vardır, onlarla görmezler. Kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar duyarsızların ta kendileridir. (A’râf/ 179)


43Kötü duygularını, tutkularını kendine tanrı edinen kişiyi gördün mü/hiç düşündün mü? Peki, onun üzerine sen mi vekil oluyorsun?
44Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten vahye kulak vereceğini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidir. Aslında yol bakımından daha sapıktırlar/şaşkındırlar/aşağıdırlar. (Furkan/ 43, 44)


50Buna rağmen eğer sana cevap vermezlerse, bil ki onlar, yalnızca heveslerine uymaktadırlar. Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık [şaşkın, aşağı] kim olabilir? Kesinlikle Allah şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan topluma yol göstermez.
( Kasas/ 50)

26Ve andolsun ki Biz, sizi güçlü kılmadığımız şeylerde onları güçlü kılmıştık; size vermediğimiz imkânları onlara vermiştik. Onlara da kulaklar, gözler ve duygular vermiştik. Buna rağmen kulakları, gözleri ve duyguları onlara hiçbir yarar sağlamadı/ kendilerinden hiçbir şeyi uzaklaştıramadı. Çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini bile bile inkâr ediyorlardı. Alay etmekte oldukları şey de onları sarıp kuşatıverdi. (Ahkâf/ 26)


Kur’an ayetlerinden yola çıkarak “Esfel-i safilin” nitelendirmesinden ne anladığımızı şöyle özetleyebiliriz:
İnsan “ahsen-i takvim” üzerine yaratılmıştır. Ne var ki, yaratılışındaki bu fiziki ve psikolojik özellikleri kötü yolda kullanır da iman etmez, salihatı işlemez ve aklını kullanmaz; tam tersine, hevasını ilâh edinir, hırsa kapılır, tamah eder, bencillik yapar, şehvete düşer, tekasür hastalığına yakalanır, büyüklenir, istiğna, tuğyan ve yalanlama cihetine giderse, aşağılıkların en aşağılığı durumuna gelir. Bu tür insanlar, kalplerine, kulaklarına damga basılıp gözlerine perde çekilmek suretiyle hayvandan beter duruma getirileceklerdir. Bu duruma gelen insan görünümlü varlıkların neler yapabildikleri, görmek isteyenler için meydandadır: Bu kan emiciler, edindikleri ilâhlar uğruna doğayı katlederek insan, hayvan, bitki, milyonlarca canlının yaşam hakkını yok sayarlar. Hemcinslerinin kanlarını son damlasına kadar emerek kendi soylarını yok ederler. Öyle ki, kendi hırs ve tutkularını tatmin uğruna hemcinslerine ve diğer canlı türlerine katliam düzeyinde şiddet uygularlar. Açlıklarını giderme zorunluluğu duymadıkça başka canlılara zarar vermeyen vahşî hayvanların yapmadığını bile yaparak zulmün şahikasına erişirler. İşte, Rabbimizin, aşağılıklar aşağısı, alçaklar alçağı olabileceğini bildirdiği imansız, ahireti yalanlayan insanın rezillik kompozisyonu budur.

Salihatı İşlemek

Asr suresinin tahlilinde açıklanan bu kavramı, önemine binaen kısaca tekrarlamakta yarar görüyoruz.
Farklı kullanışlarıyla Kur’an’ın 62 ayetinde geçen “amilu’s-salihati” ifadesine meal ve tefsirlerde verilen “Salih amel işleyenler” karşılığı yanlıştır. Doğru çeviri “salihatı işleyenler” olmalıdır. Çünkü “salih amel işleyenler” ifadesi, “salihatı işlemek” kavramının “hasenat” kapsamında görülmesi sonucunu doğurmaktadır. Yanlışlık da tam buradadır. Çünkü “dışa yansımayan iyi işler” anlamındaki “hasenat” ile “salihat” aynı şey değildir; ince ayrımlı bu iki kavram birbirinden mutlaka ayrılmalıdır. Nitekim her iki sözcüğün zıt anlamları farklı olup “hasenat”ın zıt anlamlısı olarak “seyyiat”, “salihat”ın zıt anlamlısı olarak ise “fasidat” sözcükleri kullanılmaktadır.
“الصّالحات Salihat”, “اصلاح ıslah” sözcüğünden gelir ve “düzeltmek” anlamındadır. “Salihatı işlemek” de bu anlama göre, “bozuk olan bir şeyi düzeltmek, düzelticilik yapmak, düzeltmeye yönelik işler yapmak” demektir. Kur’an da toplumdaki yanlışları, bozuklukları düzeltme faaliyetinde bulunanlara “muslih” demek suretiyle sözcüğü bu anlamda kullanmıştır. (Bakara 11, 220, A’râf 56, 85, 170, Hud 117, Kasas 19)
Diğer taraftan Kur’an’da salihat ile diğer bazı kavramlar aynı ayet içinde zikredilmek suretiyle bu kavramların birbirlerinden farklı manalara sahip olduğuna dikkat çekilmiştir: “Salihat” kavramı Bakara suresinin 277. ayetinde “salatı ikame etmek, zekât vermek”, Hud suresinin 23. ayetinde “edep ve gönülden Allah’a boyun eğmek”, Asr suresinin 3. ayetinde “hakkı ve sabrı tavsiyeleşmek” gibi kavramlar ile birlikte zikredilmiştir. Bu da göstermektedir ki, “salihat” kavramı o kavramlarla bir ve aynı değildir.

“Salihatı işleme” kavramının tam olarak ne anlama geldiğini açığa çıkarmak için şöyle denilebilir: “salatı ikame etmek, oruç tutmak, zekât vermek gibi iyi işler yapmak salihatı işlemek değildir ama insanların bu iyi işleri isteyerek yapmalarını sağlamak için çaba sarf etmek salihatı işlemektir.” “İyi işler” kavramının bireysel boyuttan toplumsal boyuta taşınması durumunda, toplumsal yaşamın huzur ve mutluluğunu gölgeleyen adlî, idarî, siyasî, iktisadî ve kültürel her türlü bozukluğun düzeltilmesi için gösterilecek çabaların ve uygulanacak yöntemlerin de “salihatı işleme” kapsamında olduğu yargısına varılabilir.
“Salihat” ile “hasenat”, bu güzel davranışlarda bulunanlara verilecek ödüller bakımından da Kur’an’da birbirinden ayrılmıştır. Rabbimiz her bir haseneye on karşılık verirken, “amilu’s-salihat” ifadesinin geçtiği tüm ayetlerin devamında, salihatı işleyenlere cenneti vaat etmektedir.
Sonuç olarak denebilir ki, salihatı işleyenlerin yaptıkları iş, “bozgunculuğa yönelik işler” demek olan “fasidat”ı düzeltme, tüm bozuklukları, bozgunculukları bertaraf etme faaliyetidir. Mâûn suresinde mükezziplerin [yalanlayıcıların] kendilerini her şeyin üstünde görerek yetimi, yoksulu itip kaktıkları hatırlanacak olursa, Rabbimizin istemediği bu tip davranışların yaşamasına izin veren bozuk düzenlerin düzeltilmesi anlamına gelen “salihat”ın fonksiyonları daha iyi anlaşılacaktır.
Tin surenin 4. ve 5. ayetlerinde her şeyin kendisinin kontrolünde bulunduğu ve bu kontrolün dışında kalmanın mümkün olmadığı mesajını veren Rabbimiz, ahsen-i takvim üzerine yarattığı insana onu alçakların en alçağı yapabileceğini ihtar etmekte, 6. ayetinde ise iman edenlerin ve salihatı işleyenlerin bu genellemenin dışında tutulduğunu bildirmektedir. Böylece Rabbimizin Asr suresinde “iman etmeyenlerin ve salihatı işlemeyenlerin hüsranda [ziyanda] olduklarına” dair daha önce yapmış olduğu beyanın ne anlama geldiği de daha iyi anlaşılmış olmaktadır.
5. ayette üzerinde durulması gereken bir nokta da, “radednahü [onu çevirdik, döndürdük]” ifadesindeki failin bizzat Allah’ın kendisi olması sonucu ortaya çıkan durumdur. Aşağıda “Allah’ın kalpleri mühürlemesi ve damgalaması” başlığı altında daha geniş olarak incelenecek olan bu konu, Kelâm ilminde “Kul, fiilini [iyi, kötü, hayır, şer, iman, küfür gibi davranışlarını] kendisi mi yaratır yoksa bu fiilleri yaratan Allah mıdır?” sorusu ile gündeme getirilmiştir. Bu soru ekseninde tartışılan konunun özü, insanların uğradığı kayıpların hangi sebeple, Allah’ın dilemesi üzerine mi, yoksa insanların kendi tasarrufları sonucu mu meydana geldiğidir.
Klâsik tertipteki Mushaf’ı başından itibaren ister orijinalinden isterse mealinden okumaya başlayan birinin karşılaşacağı 14. ayet şudur:

7Allah, onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür vurmuştur; onların gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azap onlar içindir. (Bakara/ 7)


Bilinçli bir okuyucu bu ayetten “bazı insanların Allah’ın dilemesi sonucu kâfir olduklarını, bu yüzden ne yapsalar kâfirlikten kurtulamayacaklarını, onları uyarmanın bir yararı olmayacağını, bu kimselerin mutlaka cezalandırılacaklarını” anlayabilir ve Allah tarafından kalpleri ve kulakları mühürlenmek, gözleri perdelenmek suretiyle kâfir kılınan bu insanlara yine Allah tarafından azap edilmesindeki adalet mantığını sorgulayabilir.
Müslümanların çoğu farkında olmasalar da Kur’an’da bu anlama gelen daha birçok ayet mevcuttur. Ayrıca Kur’an, kalplerin mühürlenme yanında daha başka şekillerde de etki altında bırakıldığını bildirmektedir:

1- Kalplerin mühürlenmesi:

7Allah, onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür vurmuştur; onların gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azap onlar içindir.
(Bakara/ 7)

46De ki: “Hiç düşündünüz mü, eğer Allah sizin işitmenizi ve görmenizi alır ve kalplerinizi mühürlerse, onları size Allah'tan başka getirebilecek ilâh kimdir?” Bak, Biz âyetleri nasıl açıklıyoruz. Sonra da onlar sırt çevirip engelliyorlar? (En’âm/ 46)


23Peki sen, kendi boş-iğreti arzusunu ilâh edinen ve Allah'ın bir bilgi üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü/ hiç düşündün mü? Artık Allah'tan sonra ona kim doğru yol kılavuzluğu yapacaktır? Yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?”
( Casiye/ 23)

2- Kalplerin damgalanması:

3Bu, onların iman etmeleri, sonra iman etmemeleri nedeniyledir. Böylece kalplerinin üzerine damga vurulmuştur, artık onlar iyice kavrayamazlar.
(Münafikun/ 3)

154-158Ve söz vermeleri ile birlikte üstlerini/ en değerlilerini/Mûsâ'yı Tûr'a yükselttik. Ve onlara: “O kapıdan boyun eğip teslimiyet göstererek girin” dedik. Yine onlara: “Tefekkür/kulluk gününde sınırları aşmayın” dedik. Sonra da onların kendi sözlerini bozmaları, Allah'ın âyetlerine inanmamaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: “Kalplerimiz örtülüdür/ sünnetsizdir” demeleri –aksine Allah, küfretmeleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeleri nedeniyle kalplerine damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar– ve Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmamaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri; “Biz, Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ'yı gerçekten öldürdük” demeleri nedeniyle onlardan sağlam bir söz aldık. Oysa O'nu öldürmediler ve O'nu asmadılar. Ama onlar için, Îsâ, benzetildi. Gerçekten O'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir yetersiz bilgi içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. O’nu kesin olarak öldürmediler. Aksine Allah O'nu, Kendine yükseltti/ derecesini artırdı. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. (Nisa/ 154-158)


3- Kalplerin sıkışması:

125Ve sonra, Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, İslâm için onun göğsünü açar. Kimi de saptırmak isterse göğsünü öyle sıkar ki, o, göğe yükseliyormuş gibi olur. İşte böyle, Allah, pisliği [zarar, azap veren şeyleri] iman etmeyenlerin üzerine bırakır/atar. (En’âm/ 125)


4- Kalplerin hastalanması:

10Onların kalplerinde hastalık vardır; onların ziniyetleri bozuktur da Allah, onlara hastalığı; sapkınlığı artırdı. Yalan söylemekte olduklarından dolayı da onlar için acı bir azap vardır. (Bakara/ 10)


125Kalplerinde bir hastalık olanlara; zihniyeti bozuk kimselere gelince de; onların da pisliklerinin içine pislik ilave etmiştir. Ve onlar, kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden birileri olarak ölmüşlerdir.
(Tövbe/ 125)

5- Kalplerin ölmesi:

36Ancak dinleyenler karşılık verir. Ölüleri; onları da Allah diriltir. Sonra yalnızca O'na döndürülürler. (En’âm/ 36)


122Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nûr verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamayanın durumu gibi midir? İşte, kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere yapmakta oldukları böyle ‘süslü ve çekici’ gösterilmiştir.
(En’âm/ 122)

6- Kalplerin paslanması:

14Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! Onların kazandıkları, kalpleri üzerine pas olmuştur. (Mutaffifin/ 14)


7- Kalplerin katılaşması:

74Sonra da kalpleriniz katılaştı; işte onlar, taş gibidir, hatta daha katıdır. Ve şüphesiz taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır da ondan su çıkar, öyleleri vardır ki Allah'ın saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürpertisinden düşerler. Allah yaptıklarınızdan habersiz, duyarsız değildir. (Bakara/ 74)


22Peki, Allah kimin göğsünü İslâm'a açarsa, o zaman o, Rabbinden bir ışık üzerinde olmaz mı? Öyleyse Allah'ı anmaya karşı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler. ( Zümer/ 22)


8- Kalplerin Hakk’tan yüz çevirmesi [insiraf]:

127Bir sûre indirildiğinde, bazısı bazısına bakar: “Sizi bir kimse görüyor mu?” Sonra sırt çevirir giderler. Gerçekten onlar, iyice anlayıp kavramayan bir topluluk olmaları dolayısıyla, Allah onların kalplerini çevirmiştir.
(Tövbe/ 127)

9- Kalplerin taassubu [hamiyet]:

26Hani kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler, cahiliye kalıntısı gurur ve soy asabiyetini, tutuculuğu kendi kalplerinde alevlendirip kışkırttıkları zaman, hemen Allah, Elçisi'nin ve mü’minlerin üzerine kalbi teskin eden güven ve yatışma duygusunu/ morali indirmiş ve o mü’minlerin “takvâ/Allah'ın koruması altına girme” sözüne ilzam etmişti/sadık kalmalarını sağlamıştı. Zaten onlar, buna lâyık ve ehil idiler. Allah, her şeyi en iyi bilendir. (Fetih/ 26)


10- Kalplerin inkârı:

22Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. Artık âhirete inanmayan şu kimseler; onların kalpleri, tanıtmamaya çalışmaktadır ve onlar, kendilerinin büyük olduğuna inanan kimselerdir. (Nahl/ 22)


Bu ayetlerin hepsi de Allah’ın insanların iradelerine müdahale ettiği ve onları sapıklık içinde bıraktığı izlenimi uyandırmaktadır. Ancak işin aslı böyle değildir. Çünkü Nisa suresinin 40. ayetinde zerre ağırlığınca bile haksızlık yapmayacağını ifade eden Yüce Allah’ın, adalet konusunda normal bir insan aklı tarafından şüphe ile karşılanacak bir iş yapması mümkün değildir. O hâlde bu görünümün bir izahı olmalıdır.
Konunun incelenmesine başlamadan önce yapılması gereken ilk iş, Rabbimizin bazı özelliklerini hatırlamak ve onları konu boyunca unutmamaktır. Şöyle ki:
Yüce Rabbimiz zalim değildir. Yani kâfirliği ve müminliği kimseye mecburî kader olarak yazıp da uygulattırmamaktadır. Aksine O insanları özgür bırakmış, dileyenin kâfir dileyenin de mümin olabileceğini bildirmiş, hatta kâfirlerin bile iman etmesine imkân sağlamak için tövbe karşılığında çok bağışlayıcı olduğunu ilân etmiştir. Ayrıca Allah, kullarının kâfir olmalarını istemez, onların küfrüne razı değildir:

7Eğer küfredecek; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedecek/ iyilikbilmezlik edecek olursanız, biliniz ki, şüphesiz Allah size hiçbir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için, küfre; Kendisinin ilâhlığının ve rabliğinin bilerek reddedilmesine/ nankörlüğe rıza göstermez. Ve eğer kendinize verilen nimetlerin karşılığını öderseniz, sizin için ona razı olur. Hiç bir taşıyıcı, bir başkasının yükünü çekmez. Sonra dönüşünüz yalnızca Rabbinizedir. Böylece yapmış olduklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı iyi bilendir. (Zümer/ 7)


Zaten böyle olmasaydı, Allah elçiler göndermez, kitaplar indirmezdi. Çünkü akıbetlerini baştan kendisinin kader olarak takdir ettiği insanların bu takdire uygun olarak cehenneme gitmesi kaçınılmaz olurdu; böylece uyarılmalarına da gerek kalmazdı.
Konunun incelenmesinde yapılacak ikinci iş ise Kur’an’a başvurmaktır. Ancak bu başvuru, Allah’ın gösterdiği ilkelere göre olmalıdır. Rabbimiz bir konunun iyi anlaşılması için o konuyla ilgili tüm Kur’an ayetlerinin dikkate alınmasını ve bu ayetlerin özet olanından detay olanına doğru sıralanmasını istemiş, hatta bu isteğini kesin bir talimat şeklinde bildirmiştir:

114İşte hak olan, biricik hükümdar olan Allah ne yücedir! Onun vahyi sana tamamlanmadan evvel, okumayı/öğretmeyi acele etme ve “Rabbim, bana bilgiyi artır!” de. (Ta Ha/ 114)


1-4Elif/1, Lâm/30, Râ/200. Bu Kur’ân, Allah'tan başkasına kulluk etmeyin; sadece Allah'a kulluk edin diye, âyetleri,
şirk koşarak yapılan yanlışı; kendi zararlarına işi ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler içertilmiş/bozulması engellenmiş,
bir de en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan, her şeyin iç yüzünü/gizli taraflarını da iyi bilen tarafından ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır: “Şüphesiz ben sizin için O'nun tarafından bir uyarıcı ve bir müjdeciyim. Ve Rabbinizden bağışlanma isteyin, sonra O'na tevbe edin ki, sizi adı konmuş bir süre sonuna kadar güzelce yararlandırsın. Ve her fazilet sahibine armağanlarını versin. Ve eğer yüz çevirirseniz, ben sizin aleyhinize olan büyük bir günün azabından korkarım. Dönüşünüz yalnızca Allah'adır. Ve O her şeye gücü yetendir. (Hud/ 1-4)



Dolayısıyla bizim de burada yapacağımız şey, konu ile ilgisi bulunan ayetlerin ifade ettiği anlamları Kur’an üslûbu ile Kur’an’dan öğrenmek olacaktır.
Ancak konunun kavranabilmesi için önce “kalp, mühür, mühürleme, kalbin mühürlenmesi” gibi kavramların, daha sonra da “Allah’ın kalpleri mühürlemesi” ifadesinin ne anlama geldiğinin aslına uygun şekilde bilinmesi gerekmektedir. Bu ifadeler ile ilgili açıklamalar, İbn-i Manzur’un Lisanü’l-Arab ve Ragıb el-İsfehani’nin el-Müfredat adlı eserlerindeki bilgiler esas alınarak yapılmıştır.

Konu dost1 tarafından (12. January 2014 Saat 05:27 PM ) değiştirilmiştir. Sebep: Düzeltmeler yapmak.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
 

Bookmarks

Etiketler
giriş, sûresi’ne, sûresi’ne, tîn


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 11:52 AM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam