hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > TARİH > Kuranda adı geçen diğer Salihler > Zu’l-Karneyn

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 6. October 2008, 12:12 PM   #1
PİLOT
Uzman Üye
 
PİLOT - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Bulunduğu yer: BURSA
Mesajlar: 228
Tesekkür: 17
40 Mesajina 62 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
PİLOT is on a distinguished road
Smile Zülkarneyn'in Mesajları

Zülkarneyn'in Mesajları

Önce bazı “fâideli” bilgiler…

Esâtir, menkibe, kıssa, tarih…

Çoğu zaman bunların birbirine karıştırıldığını görüyoruz.

Oysa Kur’an kıssalarını iyi anlayabilmek için, bu sözcüklerin, bu dili (Arapça) konuşanın zihninde nasıl belirdiğini doğru anlayarak işe başlamamız gerekir…

ESÂTİR kelimesinin kök anlamı Arapça’da yazmak demek… Yazı (satır), yazılı olan satırı okumayıp atlamak (istâr), uyduruk söz yazmak (satara’l-ekâzîb), efsane, hurafe (esâtir), havada savrulan toz (mistâr) kelimeleri bu kökten… Sözcük Arabın zihninde bunları çağrıştırdığına göre, demek ki esâtir gerçeklikte karşılığı bulunmayan, realiteye tekabül etmeyen, okunmadan geçilmiş, bunun için de gerçeklikle alakası olmayan savrulmuş, atılmış, atmasyon, uydurma anlatılar oluyor. Türklerin masal, Yunanlıların mytus, Frenklerin mit dedikleri evvel zaman efsaneleri olarak mülahaza edilmiş ve hurafeler anlamında kullanılmış (Elmalılı). Ustur/usturî/esâtir İngilizcedeki tarih, tarihsel olay, geçmiş anlamına gelen history kelimesini çağrıştırır.

MENQIBE kelimesinin kök anlamı da “bir şeyi delmek/halka önderlik etmek” manasında… Delik, yarık (neqb), önderlik etmek (neqabe), kadın peçe giymek (tenaqqub), daracık yol, sokak, övülecek şey (menqabe), peçe (niqâb), yüzbaşı, kavmin efendisi, topluluğun önderi (naqîb) kelimeleri de bu kökten... Demek ki Türkçe’de menkibe (çoğ. menâkib) kahramanlık destanı dediğimiz şeye tekabül ediyor. Fransızca’daki epique (epik) ile aynı anlamda… Şu halde Arabın zihninde bunları çağrıştırdığına göre menkıbe, eski çağlarda yaşamış kimi halk önderlerini övmek, yüceltmek ve onlara destan yazmak manasında abartı ve yüceltiyi ifade ediyor. Öyleki bu abartı, tarihte yaşamış o önderi (naqîb) kadının yüzünü örten peçe (niqâb) gibi örter, tanınmaz hale getirerek gizeme büründürür ve gerçek hayattan kopararak bir masal kahramanı haline getirir. Menkibe de bu oluyor.

QISSA kelimesinin kökü de “kesmek, kırpmak, takip etmek, aynılık, denklik” demek… Türkçe’ye de geçen kıssa, kısas, makas, takas kelimeleri de bu kökten... Arap anlatıya qıssa demiş; çünkü anlatı, hikâye edilen hâdiseye adeta denktir. Kıssalar da geçmiş insanların ve olayların izini sürerler ve haberlerini sözdeki dengiyle aktarırlar. Bir anlatının kıssa olabilmesi için izini sürmeye ve yazıya layık bir değere sahip olması gerekir (Elmalılı)…Keza İki tarafı birbirine denk olan kesme ve kırpma âletine de maqas denmiş. Trampa veya becayiş de denilen bir şeyin dengiyle değiş tokuş edilmesine de taqas denilmiş; çünkü takasta değiştirilen şeyler birbirine denk olur. Suçun izini sürme, suça denk bir caydırıcı ceza vermeye de qısas denilmiş; çünkü qısas da suçun cezadaki dengi ve karşılığıdır…

Şu halde kıssaya, ele aldığı tarihî kişi ve olaylar uydurma bir masal olmadığı için esâtir, abartı katıp gerçeklikten koparmadığı için menkıbe, öte yandan yer ve zaman belirtmediği için de tarih diyemiyoruz.

Bilakis ele aldığı tarihî kişi ve olayları öykülendirdiği, canlandırdığı, adeta yeniden filme aldığı, dahası tarihî kişi ve olaylar üzerinden evrensel mesajlar vermek istediği için kıssa diyoruz. Çünkü sonraki çağlarda bu tür olayların “denkleri ve benzerleri” olmaya devam edecektir.

Bugün için söyleyecek olursak esâtir masal, menkibe kahramanlık destanı, kıssa da (edebiyatta) yaşanmış bir olayın romanlaştırılması veya öykülendirilmesi, (sinemada) tarihi film veya dizilerdeki canlandırma gibi oluyor.

Demek ki kıssa, ele alınan tarihsel kişi ve olayın anlatı olarak (retoriksel) karşılığı veya dengi oluyor. Yani kıssa esatir, menkibe veya tarih değildir. Esâtir, kıssayla alakası olmayan büsbütün uydurma, menkibe uçurulmuş, abartılmış hali, tarih de kıssanın malzemesi; mesajı değil…

Sonuç olarak Kur’an’ın, esâtir, menkibe veya tarih değil; “kıssa” anlattığı sonucuna varıyoruz.

***

Şimdi…

Gelelim Zülkarneyn “kıssa”sına…

Eski dünyada (MÖ: Muhammed’den önceki çağlar) krallar ve imparatorlar tanrısal güç sembolü olarak “boynuzlu taç” giyerlerdi. Boynuzlar kutsal boğa kültünü yansıtırdı. Mezopotamya’nın gökyüzü ve sema tanrısı olan An (Anu) boynuzlu başlığı ile yöneticilik ve kraliyet düşüncesinin kişileştirilmiş haliydi. Sümerliler onu An diye adlandırırlardı.Yıldızlar onun askerleri, Samanyolu ise onun kişisel yoluydu (Eliade)… İşte bu gök tanrısının yeryüzündeki temsilcisi durumundaki kralların taktığı taca eski çağlarda “Zülkarneyn” deniyordu. Zamanla dinî anlamı unutularak her kralın alelade takdığı bir “krallık armasına” dönüştü.

Şu halde Zülkarneyn “iki boynuzlu taç takan krallardan biri” demektir. Araplar bölge halkı olarak bu ismi bilirlerdi ve onlara yabancı değildi. Bu ismi duyunca bir kraldan bahsedildiğini hemen anlarlardı… Nitekim “Gidin Muhammed’e sorun. Eğer peygamberse Nuh tufanı, Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn’i anlatsın da görelim” diyerek onu test etmek istemişlerdi. Yani yaşlı Araplar şehyleri aşiret odalarında bu tür kıssaları “menkibeleştirilmiş” şekliyle etraflarına anlatıp durmaktaydılar…

Kur’an’da anlatılan Zülkarneyn kıssanın temel mesajının siyasi olduğunu görüyoruz. Çünkü tarihten malzeme olarak seçilen olayın esas kişisi bir kral, olaylar da krallık-halk ilişkileri ile ilgilidir. Buradan, yer, zaman ve özel isimler verilmeyerek sonraki çağların tüm “kralları” ve “krallık olayları” yani devlet, siyaset ve iktidar ilişkileri için evrensel mesajlar verilmek istendiğini anlıyoruz: Yeryüzünde kendisine iktidar verilmiş bir siyasal güç (o günkü çağlarda bir kral veya krallık) hangi değerlere göre hareket etmelidir? İktidarın varlık gerekçesi nedir? Neye karışıp neye karışmamalıdır? Hangi temel amacın “vesilesi” olarak kullanılmalıdır?

Kur’an, Zülkarneyn örneği üzerinden işte bu kadim sorulara yönelik esaslı mesajlar veriyor.

Kur’an o günkü Arapların bildiği Zülkarneyn kıssasını, kişiye, zamana ve mekana gömerek tarihselleştirmek yerine, zaman ve mekandan soyutlayarak bütün zamanlar ve mekanlar için geçerli evrensel siyasi felsefe dersine dönüştürüyor.

İkbal’in tabiriyle “590 yıldır donmuş” olan zihinlerimiz, çoğu kıssa da olduğu gibi, aşiret odasında laflayan yaşlı Arabın yaptığını yaparak kıssayı “menkibeleştirmiş”, insanlığın can yakıcı kadim sorunlarına “şifa” olan asıl mesajını ıskalamışız. Çünkü biz şifadan okunmuş ayet anlarız. O ayetleri muskaların içinden çıkarıp ortaya bir dökelim bakalım neymiş şifa…

Şimdi, ayetleri muskaların içinden çıkarın, asılı durduğu duvarlardan tozunu silerek indirin… Ey devlet ve iktidar sahipleri! Hastalığınıza şifa, derdinize deva burada…

***

“Sana Zülkarneyn'den soruyorlar. Onlara söyle: ‘Size ondan bir hatıra anlatacağım.’ Biz ona yeryüzünde güçlü bir iktidar verdik. Ona her şeyden sebep verdik.” (Kehf; 18/84)

Yani; iktidar sahibi kılmamızın nedeni sırf iktidar olmak değil; sebepleri, amaçları gerçekleştirmek içindi… Demek ki iktidar amaç değil; araçtır. İktidarın bizatihi kendisi amaç olamaz. Ondan daha yüce amaçları gerçekleştirmek için bir araç olarak kullanılabilir. “Devlet” ten daha yüce değerler vardır. Devlet (o çağlarda kral, krallık) bunun için vardır… Batılı modern siyaset felsefecilerinden Machivelli “Hükümdar” kitabında açıkca iktidarın araç değil; amaç olduğunu, bizatihi kendi mantığı içinde iktidarın kendi amacını ve tabiatını yarattığını savunmuştur. Siyaset felsefelerinin çoğunun bu görüşten etkilendiğini görüyoruz.

“Derken o sebebe tabi oldu.” (18/85)

Yani; bir amaca yöneldi… İktidarın yüce amaçlar uğruna nasıl kullanılacağının bir örneği olarak yeryüzünde sefere çıktı, yolculuğa başladı…

“Güneşin battığı yöne doğru o kadar gitti ki, artık güneş bulanık bir suya dalıyormuş gibi görünüyordu. Gittiği yerde bir halk gördü. Dedik ki: “Ey Zülkarneyn! Onları ister cezalandır ister iyi davran.” (18/86)

Yani; çok uzaklara gitti. Gittiği yerde günahkar bir toplumla karşılaştı. Onları cezalandırmakla iyi muamele etmek arasında tercih yapmak durumunda kaldı… Burada da “Devlet ne yapmalı?” sorusunun cevabı veriliyor. Devlet ve iktidar neye karışmalı, neye karışmamalı? Devletin yöneldiği “esas amaç” ne olmalı? Sonraki ayet bunun cevabını veriyor?

“O şöyle dedi: Her kim zulmederse onu cezalandıracağız. Gerisi Rabbine havale edilir, O da görülmedik azapla cezalarını verir.” (18/87)

Yani; elinde iktidarı tutan birisi olarak benim esas işim “zulümle” mücadele etmektir. İktidarın ana görevi budur; haksızlıkların önüne geçmek ve adaleti ayağa dikmek! Bu hususta hiçbir ayrım yapılmamalıdır. İnsanlar “ötekine” haksızlık yapıp, hak hukuk çiğnedi mi iktidarın görevi başlar. Bunun dışında kalan konular Allah’a havale edilir. Onların hesabını Allah ahirette görür. İktidar bu dünyada her şeye karışacak, insanların başına tanrı kesilecek, günah bekçiliği yapacak diye bir şey yoktur…

“Ancak her kim de iman edip iyilik, güzellik ve doğruluk için çalışırsa, buna da en güzel şekilde karşılık vardır. İşimizde ona hiçbir zorluk çıkarmayız.” (18/88)

Demek ki insanlar iman edip iyilik, güzellik ve doğruluk için çalışmalıdırlar (amel-i salihât). İktidar ise insanlar arasındaki mal, can, ırz, namus başta olmak üzere temel hakları korumaya ve kollamaya yönelmelidir. Bunlara yönelik her türlü saldırı, tecavüz ve hak ihlali ile mücadele etmelidir, yani zulümle savaşmalıdır…

“Sonra yine başka bir amaca yöneldi…Nihayet güneşin doğduğu yere vardığında, güneşin, doğayla iç içe yaşattığımız bir halkın üzerine doğmakta olduğunu gördü. İşte böyle, Biz onun yanında olan her şeyi bilgimizle kuşatmıştık.” (18/91)

Demek ki; iktidarın yeryüzünün bir kenarında kendi halinde doğayla iç içe yaşayan, ilkel gördüğü kabile ve toplulukları “çağdaşlaştırmak” için onların yaşam tarzlarını değiştirmeye yönelmemesi gerekir. Onların doğal hayat tarzlarını kendine benzetmeye, zorla değiştirmeye çalışmaması gerekir. İktidar bu anlamda bir halkın hayat tarzına, giyimine kuşamına, yemek yeme biçimine, dini ayin, folklor gibi yerel özelliklerine müdahele edemez. İster ilkel, ister modern tarzda yaşasın, ister son model teknoloji kullansın ister kullanmasın, ister karasabanla, ister bilgisayarla yaşasın, insanlar zoraki bir şeyi benimsemeye, bir yaşam tarzını kabule zorlanamazlar. Doğayla iç içe yaşayan topluluklar yerlerinden yurtlarından sürülemez, yakalanıp modern şehirlere götürülemez, köle yapılamazlar. Onlar insanlığın zenginliğidirler. Bir halka iktidar bizim elimizde, güçlüyüz kudretliyiz diye tek bir yaşam tarzı dayatılamaz. İktidar ancak ve sadece “zulüm-adalet” çelişkisini “baş çelişki” olarak görür ve daima adaletten yana taraf olur.

“Sonra başka bir amaca yöneldi… Nihayet iki set arasına vardığı zaman, önlerinde neredeyse hiç söz anlamayan bir halk buldu. Onlar: “Ey Zülkarneyn! Ye’cuc ve Me’cuc bu yerde fesat çıkarıyorlar. Bu yüzden onlarla bizim aramızda bir set yapman için sana bir vergi ödesek olur mu dediler. Dedi ki: “Rabbimin bana verdikleri daha hayırlıdır; haydi siz bana bedenen yardım edin de sizinle onların arasına sağlam bir set yapayım.” (18/95)

Demek ki iktidarın esas amacı vergi toplamak, mal yığmak ve bu yolla zenginleşmek değildir. Vergi iktidara Ye’cüc ve Me’cüc’e (Herc-u Merc’e) yani kargaşa, altüst oluş, anomie durumu, kanunsuzluk, kuralsızlık, saldırı, talan, işgal hallerine mani olması ve halkını bunlardan koruyacak tedbirler alması için verilir. Yani devlet halkın ödediği parayı kamu yararı için harcamak zorundadır. Halkın vergileri iktidar sahiplerinin zenginleşmesi için kullanılamaz. Burada bir üstünlük yoktur. Asıl üstünlük ve erdem iktidar sahiplerinin kendilerini halk ve kamu yararına vakfetmeleridir…

“Bana demir külçeleri getirin! İki dağın arası demir külçelerle dolunca ‘Körükleyin!’ dedi. Demiri ateş haline getirince ‘Getirin üzerine erimiş bakır dökeyim’ dedi. Artık seddi ne aşabildiler, ne de delebildiler…” (18/97)

Demek ki bir iktidar ülkeyi iyilik ve adalet amacıyla imar etmeli, bu uğurda gerekirse dağları delip kurşun dökmeli, sağlam önlemlerle halkını, saldırı, tecavüz, talan, zulüm ve haksızlıklardan bir zırh gibi korumalıdır.

“Zulkaneyn: Bu, Rabbimin sevgi ve merhametidir. Rabbimin vadettiği an gelince o da yıkılıp gidecektir. Unutmayın, Rabbimin vadi gerçeğin ta kendisidir!” (18/98)

Yani; bütün bu önlemler Allah’ın sevgi ve merhametini çekmek içindir. Yoksa bir toplumun akibeti, zulümler ayyuka çıkar, fesat her yana yayılırsa herc-ü merc, iyilik, güzellik ve doğruluk (salah) yayılırsa mutlulukla sonuçlanır. İktidarların (kral, devlet, siyasi otorite vs.) esas amacı halkın mutluluğuna yönelik bu tedbirleri almaktan ibarettir… Kıyamet günündeki cennet ve cehennem dahi yeryüzünde yapılanların tabiî sonucundan başka bir şey değildir. Yeryüzünü yakıp yıkan cehennemde de yakılıp yıkılır, yeryüzünü imar eden, her yana mutluluk saçan ise cennette de aynısını görür… Bu nedenle devlet, iktidar ve ikbal fani; iyilik, güzellik, doğruluk, iyilik, erdem ve adalet bakidir. Kefeninizle beraber Allah’a bunlarla gitmeye bakın. Yoksa nehir kenarlarında biten otlar gibi yaşamış olursunuz…

***

Kur’an’da tek bir yerde geçen Zülkarneyn kıssası bundan ibarettir…

Kur’an’ın bu çağdaki okurları olarak kıssadan şu üç temel masajı artık çıkarabiliriz:

1- Zülkarneyn yöneldiği birinci yerde günah işleyen bir topluluğa ancak zalim iseler müdahele edip cezalandıracağını söylemiş, gerisini Allah’a havale etmiştir. Bu bir devlet/iktidar için “adaleti esas al” mesajıdır…

2- Zülkarneyn yöneldiği ikinci yerde doğayla iç içe yaşayan bir halkla karşılaşmış ve onlara hiç dokunmamıştır. Bu bir devlet/iktidar için “hürmet ve özgürlüğü esas al” mesajıdır…

3- Zülkarneyn yöneldiği üçüncü yerde saldırı, talan ve işgale uğrayan/uğramak üzere olan bir halkla karşılaşmış ve onlara yardım elini uzatıp demir külçelerle setten duvar yapımına girişmiştir. Bu ise bir devlet/iktidar için “dayanışma, yardımlaşma ve imarı esas al” mesajıdır…

Aldık kabul ettik, ey vicdanın ve merhametin evrensel sesi, bilgelik kaynağı yüce Kitap!

R.İhsan ELİAÇIK
__________________
aydemir.
PİLOT isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
PİLOT Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 3 Kisi:
engizek (15. August 2012), galipyetkin (13. February 2012), yeşil (11. February 2012)
Alt 6. October 2008, 12:30 PM   #2
edumounter
Yeni Üye
 
Üyelik tarihi: Oct 2008
Mesajlar: 4
Tesekkür: 0
0 Mesajina 0 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 0
edumounter is on a distinguished road
Standart

Alıntı:
Zülkarneyn'in Mesajları

Önce bazı “fâideli” bilgiler…
Allah razı olsun.
Bilgiler faydalı oldu.
edumounter isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 9. February 2012, 01:44 PM   #3
soner
Yeni Üye
 
Üyelik tarihi: Aug 2010
Mesajlar: 1
Tesekkür: 0
0 Mesajina 0 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 0
soner has much to be proud ofsoner has much to be proud ofsoner has much to be proud ofsoner has much to be proud ofsoner has much to be proud ofsoner has much to be proud ofsoner has much to be proud ofsoner has much to be proud of
Standart

Çok faydalı oldu, teşekkür ederiz. Allah razı olsun...
soner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 13. February 2012, 01:58 PM   #4
galipyetkin
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Sep 2011
Mesajlar: 1.458
Tesekkür: 105
574 Mesajina 958 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
galipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud of
Standart

Sayın R. İhsan Eliaçık'ın ''Zülkarneyn''ini, aşağıdaki görüşler ve kendi düşüncelerinizle birlikte değerlendirip, üzerinde tartışalım mı?


1-Sayın Hakkı Yılmaz'ın İşte kur'an adlı eserinden; ''Şems Suresi''nden:

Güneş : Tüm insanlığı asırlardır aydınlatan ve bundan sonra da aydınlatacak olan ''Kur'an''dır. (Biz ''Vahiy'' ifadesini tercih ediyoruz.)

Ay : Vahye(Kur'an'a) uyan peygamber.

Gündüz : (Kur'an) Vahiy ışığı ile aydınlatılmış toplumlar.

Gece : (Kur'an) Vahiy ışığından mahrum kalan yoplumlar.

Yer : (Kur'an'dan) Vahiylerden yararlanamayıp küfür ve fücur batağında yuvarlanıp duran kesim.

Can : İnsan; ya da insanı iyi veya kötü yapan etmenler.


2- ........ Sitesinde Sayın İmsak Demir'in Mezapotamya hakkında verdiği bilgilerden:

a)Arapça'da ''zül'', maliklik-sahiplik bildiren ''ön ek''tir.
''karn'' boynuz-tepe manasına gelir.
''eyn'' eki ise eklendiği kelimeye ''çift'' anlamını verir.
Dolayısı ile Zülkarneyn genel olarak ''iki boynuzlu'' olarak çevrilir.

b) İ.Ö.2194-2154 yıllarında hüküm sürmüş Akat Kralı olan ''Naramsin''e bakalım:
Naramsin ismindeki ''N'' harfi, Akatça'da maliklik-sahiplik bildirien ön ek olup Türkçe'de .........lı ,........li ekleri karşılığıdır.(Meselâ 'arabaLI', 'sevinçLİ', gülLÜ gibi.)
Naramsin'in ''.aram...'' kısmı Akatçada sevgi Asurcada ise bir ''obje''nin üzerine geçirilen deri, metal kap anlamında olup, Asurca Akatçanın devamı bir dildir. Asurca'daki anlamından dolayı ''obje''yi baş-kafa olarak kabul ettiğimizde, metal ya da deriden yapılmaş başlık-kask anlamı çıkar ki krallarınki boynuzludur.
Naramsin'in ''sin'' eki rakam olarak iki anlamına gelir.
Naramsin'in dikili taşına baktığımızda(çeşitli dikilitaş resimleri vardır) Naramsin'in miğferinin (Viking'ler gibi) iki boynuz taşıdığını, üst kısımda onbir yıldız ile güneşi görürüz. Kralların silindir mühürlerinde de bu boynuzlar, onbir yıldız ve güneş yer almıştır.

''Hitit güneş kursu''na bakarsanız(ne yazık ki Ankara'daki kurs, Sayın Bazı Kişiler tarafından bir ''ucube'' kabul edilerek kaldırılmıştır) bir çift boynuz üstüne yerleştirilmiş güneş ve güneşi çevreleyen onbir yıldızdan meydana geldiğini görürsünüz.

Naramsin'in son eki ''sin'' iki rakamını ifade ederken aynı zamanda ''Ay' demektir. Mezapotamya'da ''Ay''ı güneşten ayırabilmek için, Ay hilal şeklinde ve açıklığı yukarı bakacak şekilde resmedilir. Hilâlin iki ucu,''iki'' rakamını ve boğanın tepesindeki iki boynuzu ve Ay'ı sembolize eder. Kral, yıldızlara ışık saçan güneşi hilâlin iki ucunda taşıyan ve Ay'ı temsil eden boynuzlu miğferi ile gök tanrının yeryüzü temsilcisi olmaktadır.

c) Akatlar Arabistan taraflarından Mezapotamya'ya geldiği söylenen, tarihte ilk imparatorluğu kurmuş Sami kökenli bir toplumdur. İ.Ö.23-21. yüzyıl arasında, Mezapotamya'da hüküm sürmüşlerdir. İmparatorluğu kuran İlk kral da ''Sargon''dur. Başkent Akat'tır. Sargon Kiş kralı Aga'nın kölesidir. Daha sonra ''baş muhasebecisi'', Kral Aga'nın ölümünden sonra da kral olur ve başkent Akad'ı ve tarihte ilk imparatorluğu kurar. ''Sargon'' bir isim değil, lâkaptır ve ''meşru kral'' anlamına gelir, 55 yıl krallık yapar. İkinci büyük kral ise ''Naramsin''dir.

ç) Yusuf Peygamber.

İbrani kavimlerini ilk Mısır'a(mısri'ye) götürenin Peygamber Yusuf olduğu iddia edilmektedir. Bana göre Mısır'a değil, Mezapotamya'ya götüren ilk kişidir.
''Mısri'' kelimesi Kur'an'da başka başka yerlerde ''şehir'' anlamında kullanılırken, nedense ''Yusuf Suresi''ne gelindiğinde ''mısri'' kelimesi ''Mısır ülkesi'' olarak kullanılmakta. Üstelik Mısır'ın müslümanlarca fethedilmeden önce oraya ''Mısır'' denildiğine dair hiçbir veri yok.
Musa Peygamber ile ilgili Kur'an'daki kıssalarda ''Mısır'' kelimesi geçmez. Kral anlamında ''Firavun'', ve yardımcısı olarak ''Haman'' geçer. Firavun ise de Kral Hammurabi'dir.

''Ham'' : Lider
''an'' : ikinci
''Haman'' : Vezir
''murabi'' : Rab olan
''Hammurabi'' : Rab olan lider.

Kasas-38 : Firavun dedi ki:''Ey ileri gelenler. Ben sizin için benden başka tanrı bilmiyorum. Ey Haman; haydi benim için çamurun üzerinde ateş yak(arak tuğla imal et de) bana bir kule yap. Belki Musa'nın tanrısına çıkarım. Çümkü ben O'nu(Musa'yı) yalancılardan sayıyorum.

Naziat-24 :''Ben sizin en yüce Rabbinizim.''dedi.

Ayetlerde firavunun kendini ilah ilan ettiği görülüyor.
Ayrıca tuğla ve tuğladan bina yapmak Mezapotamya'ya hastır. Eski Mısırlılar tuğla kullanmazdı.
Kur'an'da ''kazıklar sahibi firavun'' ifadesi de bulunuyor. Babil'de, Hammurabi döneminde tapınılan tanrı Marduk'un simgelerinden biri ''kazık''tır ve kabartmalar ve silindir mühürlerde tanrı Marduk'un yanında yere dik her zaman bir kazık bulunur. Gerek dikilitaşlarda gerek mühürlerde ve de Hammurabi yasalarının yazılı olduğu kitabede ve Musa ile Hamanlarının katılımıyla yaptığı münazaranın kabartmalarında Hammurabi'nin elinde her zaman bir kazıkla resmedildiği görülür.
Çevirilerde rastlanılan ''Mısır Ülkesi'', ''Nil Nehri'', ''Kızıl Deniz'', ''Sina Dağı'' ifadeleri eklemelerdir. Nil, Mısır, Kızıl, Sina gibi özel isimler sonradan eklemedir. Kızıl Deniz'in yarılması değil, denizin(Dicle veya Fırat Nehrinin veya kollarından birinin), Sina Dağına çıkmak değil; tuvra, eşitliğe, adalete ulaşmak ki eşitlik adalet ettuvaru'dur. Tuvr kelimesi söylenirken veya okunurken "v" harfi yutulduğundan, yani "tuvr" yerine "tur" denildiğnden, burada bir harfin "v" harfinin buluınduğunu belirtmek için "u" harfi üzerine "^"= aksansirkonfleks işareti konmuştur. Böylece adaleti ifede eden "tuvr" kelimesi "tûr" yapılmıştır.


d) Yusuf-4 :''Hani bir zaman Yusuf babasına: Babacığım,demişti. Ben rüyamda onbir yıldızı, güneşi ve ayı ve bunların bana secde ettiğini gördüm.'' demişti.

Tefsir yapılırken, güneş ve ay Yusuf Peygamber'in anne ve babası, onbir yıldızı da kardeşleri olarak ifade ediliyor. Mezapotamya'da yapılan kazılarda, Ay, Güneş ve Onbir Yıldız ile ilgili çok sayıda kabartma, dikilitaş ve silindir mühür bulunmuştur. Yusuf Peygamber zamanında da Mezapotamya'da Onbir Yıldız, Ay ve Güneş sembolizmi bir kült olarak yaşanmaktaydı.

Yusuf-70 : Onların yüklerini hazırlatırken SU TASINI (yani Yusuf kendisine ait olan şahsi su tasını bizzat kendisi) (öz) kardeşinin yükünün içine koydu..
Yusuf-72 : KRALIN SU TASINI kaybettik.....(Bu lafı Yusuf söylemekte)
(Neden kendisinin değil de Kralın tası? Vezir olunsa dahi Kralın malında kraldan habersiz tasarruf edilebilir mi? 70. ayette su tasının krala ait olduğu belirtilmemiş dolayısı ile tas Yusuf'a ait. 72. ayette tasın Kral'a ait olduğu bildiriliyor. O halde Yusuf Kraldır.

Yusuf-100 : Ana-babasını tahtın üstüne çıkardı ve hepsi(taht salonundakiler) O'nun(Yusuf) için secdeye kapandı.
(Burada da Yusuf'un krallığına atıf vardır.Çünkü Taht salonunda yalnız kırala eğilinir. Tahta bir başkasının oturması, veliaht olsa bile tahtta gözü var kabul edilerek kafası kopartılır.)

e- Yusuf Suresi tam ve dikkatlice okunduğunda Yusuf'un çocuksuz veliaht tarafından evlat edinildiği(Musa da edinilmişti), sonradan Kral olan bu kişinin yerine de kuraklık yıllarında maliye bakanlığı esnasında gösterdiği başarı dolayısı ile de evlatlık Yusuf'un Aziz'den sonra kral olduğu anlaşılıyor.(Tıpkı Sargon gibi. Sakın Yusuf O/Sargon olmasın?)

Şu halde: Boynuzlu tac sahibi zalim yeryüzü ilah kralları yerine, Allahın hükümranlığını getiren Peygamber Yusuf ve Yusuf nezdinde bütün peygamberler adalet dağıttıklarından dolayı da Allah tarafından doğuda ve batıda(bütün dünyada) birer zülkarneyn tayin edilmişlerdir.

Saygılarımla
Galip Yetkin.

Konu galipyetkin tarafından (2. August 2015 Saat 12:42 PM ) değiştirilmiştir.
galipyetkin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
galipyetkin Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 3 Kisi:
dost1 (13. February 2012), hiiic (13. February 2012), kamer (13. February 2012)
Alt 17. August 2012, 03:22 AM   #5
bartsimpson
Super Moderator
 
bartsimpson - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Mar 2012
Mesajlar: 963
Tesekkür: 481
200 Mesajina 303 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 23
bartsimpson has much to be proud ofbartsimpson has much to be proud ofbartsimpson has much to be proud ofbartsimpson has much to be proud ofbartsimpson has much to be proud ofbartsimpson has much to be proud ofbartsimpson has much to be proud ofbartsimpson has much to be proud of
Standart

Alıntı:
PİLOT Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
Zülkarneyn'in Mesajları

Önce bazı “fâideli” bilgiler…

Esâtir, menkibe, kıssa, tarih…

Çoğu zaman bunların birbirine karıştırıldığını görüyoruz.

Oysa Kur’an kıssalarını iyi anlayabilmek için, bu sözcüklerin, bu dili (Arapça) konuşanın zihninde nasıl belirdiğini doğru anlayarak işe başlamamız gerekir…

ESÂTİR kelimesinin kök anlamı Arapça’da yazmak demek… Yazı (satır), yazılı olan satırı okumayıp atlamak (istâr), uyduruk söz yazmak (satara’l-ekâzîb), efsane, hurafe (esâtir), havada savrulan toz (mistâr) kelimeleri bu kökten… Sözcük Arabın zihninde bunları çağrıştırdığına göre, demek ki esâtir gerçeklikte karşılığı bulunmayan, realiteye tekabül etmeyen, okunmadan geçilmiş, bunun için de gerçeklikle alakası olmayan savrulmuş, atılmış, atmasyon, uydurma anlatılar oluyor. Türklerin masal, Yunanlıların mytus, Frenklerin mit dedikleri evvel zaman efsaneleri olarak mülahaza edilmiş ve hurafeler anlamında kullanılmış (Elmalılı). Ustur/usturî/esâtir İngilizcedeki tarih, tarihsel olay, geçmiş anlamına gelen history kelimesini çağrıştırır.

MENQIBE kelimesinin kök anlamı da “bir şeyi delmek/halka önderlik etmek” manasında… Delik, yarık (neqb), önderlik etmek (neqabe), kadın peçe giymek (tenaqqub), daracık yol, sokak, övülecek şey (menqabe), peçe (niqâb), yüzbaşı, kavmin efendisi, topluluğun önderi (naqîb) kelimeleri de bu kökten... Demek ki Türkçe’de menkibe (çoğ. menâkib) kahramanlık destanı dediğimiz şeye tekabül ediyor. Fransızca’daki epique (epik) ile aynı anlamda… Şu halde Arabın zihninde bunları çağrıştırdığına göre menkıbe, eski çağlarda yaşamış kimi halk önderlerini övmek, yüceltmek ve onlara destan yazmak manasında abartı ve yüceltiyi ifade ediyor. Öyleki bu abartı, tarihte yaşamış o önderi (naqîb) kadının yüzünü örten peçe (niqâb) gibi örter, tanınmaz hale getirerek gizeme büründürür ve gerçek hayattan kopararak bir masal kahramanı haline getirir. Menkibe de bu oluyor.

QISSA kelimesinin kökü de “kesmek, kırpmak, takip etmek, aynılık, denklik” demek… Türkçe’ye de geçen kıssa, kısas, makas, takas kelimeleri de bu kökten... Arap anlatıya qıssa demiş; çünkü anlatı, hikâye edilen hâdiseye adeta denktir. Kıssalar da geçmiş insanların ve olayların izini sürerler ve haberlerini sözdeki dengiyle aktarırlar. Bir anlatının kıssa olabilmesi için izini sürmeye ve yazıya layık bir değere sahip olması gerekir (Elmalılı)…Keza İki tarafı birbirine denk olan kesme ve kırpma âletine de maqas denmiş. Trampa veya becayiş de denilen bir şeyin dengiyle değiş tokuş edilmesine de taqas denilmiş; çünkü takasta değiştirilen şeyler birbirine denk olur. Suçun izini sürme, suça denk bir caydırıcı ceza vermeye de qısas denilmiş; çünkü qısas da suçun cezadaki dengi ve karşılığıdır…

Şu halde kıssaya, ele aldığı tarihî kişi ve olaylar uydurma bir masal olmadığı için esâtir, abartı katıp gerçeklikten koparmadığı için menkıbe, öte yandan yer ve zaman belirtmediği için de tarih diyemiyoruz.

Bilakis ele aldığı tarihî kişi ve olayları öykülendirdiği, canlandırdığı, adeta yeniden filme aldığı, dahası tarihî kişi ve olaylar üzerinden evrensel mesajlar vermek istediği için kıssa diyoruz. Çünkü sonraki çağlarda bu tür olayların “denkleri ve benzerleri” olmaya devam edecektir.

Bugün için söyleyecek olursak esâtir masal, menkibe kahramanlık destanı, kıssa da (edebiyatta) yaşanmış bir olayın romanlaştırılması veya öykülendirilmesi, (sinemada) tarihi film veya dizilerdeki canlandırma gibi oluyor.

Demek ki kıssa, ele alınan tarihsel kişi ve olayın anlatı olarak (retoriksel) karşılığı veya dengi oluyor. Yani kıssa esatir, menkibe veya tarih değildir. Esâtir, kıssayla alakası olmayan büsbütün uydurma, menkibe uçurulmuş, abartılmış hali, tarih de kıssanın malzemesi; mesajı değil…

Sonuç olarak Kur’an’ın, esâtir, menkibe veya tarih değil; “kıssa” anlattığı sonucuna varıyoruz.

***

Şimdi…

Gelelim Zülkarneyn “kıssa”sına…

Eski dünyada (MÖ: Muhammed’den önceki çağlar) krallar ve imparatorlar tanrısal güç sembolü olarak “boynuzlu taç” giyerlerdi. Boynuzlar kutsal boğa kültünü yansıtırdı. Mezopotamya’nın gökyüzü ve sema tanrısı olan An (Anu) boynuzlu başlığı ile yöneticilik ve kraliyet düşüncesinin kişileştirilmiş haliydi. Sümerliler onu An diye adlandırırlardı.Yıldızlar onun askerleri, Samanyolu ise onun kişisel yoluydu (Eliade)… İşte bu gök tanrısının yeryüzündeki temsilcisi durumundaki kralların taktığı taca eski çağlarda “Zülkarneyn” deniyordu. Zamanla dinî anlamı unutularak her kralın alelade takdığı bir “krallık armasına” dönüştü.

Şu halde Zülkarneyn “iki boynuzlu taç takan krallardan biri” demektir. Araplar bölge halkı olarak bu ismi bilirlerdi ve onlara yabancı değildi. Bu ismi duyunca bir kraldan bahsedildiğini hemen anlarlardı… Nitekim “Gidin Muhammed’e sorun. Eğer peygamberse Nuh tufanı, Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn’i anlatsın da görelim” diyerek onu test etmek istemişlerdi. Yani yaşlı Araplar şehyleri aşiret odalarında bu tür kıssaları “menkibeleştirilmiş” şekliyle etraflarına anlatıp durmaktaydılar…

Kur’an’da anlatılan Zülkarneyn kıssanın temel mesajının siyasi olduğunu görüyoruz. Çünkü tarihten malzeme olarak seçilen olayın esas kişisi bir kral, olaylar da krallık-halk ilişkileri ile ilgilidir. Buradan, yer, zaman ve özel isimler verilmeyerek sonraki çağların tüm “kralları” ve “krallık olayları” yani devlet, siyaset ve iktidar ilişkileri için evrensel mesajlar verilmek istendiğini anlıyoruz: Yeryüzünde kendisine iktidar verilmiş bir siyasal güç (o günkü çağlarda bir kral veya krallık) hangi değerlere göre hareket etmelidir? İktidarın varlık gerekçesi nedir? Neye karışıp neye karışmamalıdır? Hangi temel amacın “vesilesi” olarak kullanılmalıdır?

Kur’an, Zülkarneyn örneği üzerinden işte bu kadim sorulara yönelik esaslı mesajlar veriyor.

Kur’an o günkü Arapların bildiği Zülkarneyn kıssasını, kişiye, zamana ve mekana gömerek tarihselleştirmek yerine, zaman ve mekandan soyutlayarak bütün zamanlar ve mekanlar için geçerli evrensel siyasi felsefe dersine dönüştürüyor.

İkbal’in tabiriyle “590 yıldır donmuş” olan zihinlerimiz, çoğu kıssa da olduğu gibi, aşiret odasında laflayan yaşlı Arabın yaptığını yaparak kıssayı “menkibeleştirmiş”, insanlığın can yakıcı kadim sorunlarına “şifa” olan asıl mesajını ıskalamışız. Çünkü biz şifadan okunmuş ayet anlarız. O ayetleri muskaların içinden çıkarıp ortaya bir dökelim bakalım neymiş şifa…

Şimdi, ayetleri muskaların içinden çıkarın, asılı durduğu duvarlardan tozunu silerek indirin… Ey devlet ve iktidar sahipleri! Hastalığınıza şifa, derdinize deva burada…

***

“Sana Zülkarneyn'den soruyorlar. Onlara söyle: ‘Size ondan bir hatıra anlatacağım.’ Biz ona yeryüzünde güçlü bir iktidar verdik. Ona her şeyden sebep verdik.” (Kehf; 18/84)

Yani; iktidar sahibi kılmamızın nedeni sırf iktidar olmak değil; sebepleri, amaçları gerçekleştirmek içindi… Demek ki iktidar amaç değil; araçtır. İktidarın bizatihi kendisi amaç olamaz. Ondan daha yüce amaçları gerçekleştirmek için bir araç olarak kullanılabilir. “Devlet” ten daha yüce değerler vardır. Devlet (o çağlarda kral, krallık) bunun için vardır… Batılı modern siyaset felsefecilerinden Machivelli “Hükümdar” kitabında açıkca iktidarın araç değil; amaç olduğunu, bizatihi kendi mantığı içinde iktidarın kendi amacını ve tabiatını yarattığını savunmuştur. Siyaset felsefelerinin çoğunun bu görüşten etkilendiğini görüyoruz.

“Derken o sebebe tabi oldu.” (18/85)

Yani; bir amaca yöneldi… İktidarın yüce amaçlar uğruna nasıl kullanılacağının bir örneği olarak yeryüzünde sefere çıktı, yolculuğa başladı…

“Güneşin battığı yöne doğru o kadar gitti ki, artık güneş bulanık bir suya dalıyormuş gibi görünüyordu. Gittiği yerde bir halk gördü. Dedik ki: “Ey Zülkarneyn! Onları ister cezalandır ister iyi davran.” (18/86)

Yani; çok uzaklara gitti. Gittiği yerde günahkar bir toplumla karşılaştı. Onları cezalandırmakla iyi muamele etmek arasında tercih yapmak durumunda kaldı… Burada da “Devlet ne yapmalı?” sorusunun cevabı veriliyor. Devlet ve iktidar neye karışmalı, neye karışmamalı? Devletin yöneldiği “esas amaç” ne olmalı? Sonraki ayet bunun cevabını veriyor?

“O şöyle dedi: Her kim zulmederse onu cezalandıracağız. Gerisi Rabbine havale edilir, O da görülmedik azapla cezalarını verir.” (18/87)

Yani; elinde iktidarı tutan birisi olarak benim esas işim “zulümle” mücadele etmektir. İktidarın ana görevi budur; haksızlıkların önüne geçmek ve adaleti ayağa dikmek! Bu hususta hiçbir ayrım yapılmamalıdır. İnsanlar “ötekine” haksızlık yapıp, hak hukuk çiğnedi mi iktidarın görevi başlar. Bunun dışında kalan konular Allah’a havale edilir. Onların hesabını Allah ahirette görür. İktidar bu dünyada her şeye karışacak, insanların başına tanrı kesilecek, günah bekçiliği yapacak diye bir şey yoktur…

“Ancak her kim de iman edip iyilik, güzellik ve doğruluk için çalışırsa, buna da en güzel şekilde karşılık vardır. İşimizde ona hiçbir zorluk çıkarmayız.” (18/88)

Demek ki insanlar iman edip iyilik, güzellik ve doğruluk için çalışmalıdırlar (amel-i salihât). İktidar ise insanlar arasındaki mal, can, ırz, namus başta olmak üzere temel hakları korumaya ve kollamaya yönelmelidir. Bunlara yönelik her türlü saldırı, tecavüz ve hak ihlali ile mücadele etmelidir, yani zulümle savaşmalıdır…

“Sonra yine başka bir amaca yöneldi…Nihayet güneşin doğduğu yere vardığında, güneşin, doğayla iç içe yaşattığımız bir halkın üzerine doğmakta olduğunu gördü. İşte böyle, Biz onun yanında olan her şeyi bilgimizle kuşatmıştık.” (18/91)

Demek ki; iktidarın yeryüzünün bir kenarında kendi halinde doğayla iç içe yaşayan, ilkel gördüğü kabile ve toplulukları “çağdaşlaştırmak” için onların yaşam tarzlarını değiştirmeye yönelmemesi gerekir. Onların doğal hayat tarzlarını kendine benzetmeye, zorla değiştirmeye çalışmaması gerekir. İktidar bu anlamda bir halkın hayat tarzına, giyimine kuşamına, yemek yeme biçimine, dini ayin, folklor gibi yerel özelliklerine müdahele edemez. İster ilkel, ister modern tarzda yaşasın, ister son model teknoloji kullansın ister kullanmasın, ister karasabanla, ister bilgisayarla yaşasın, insanlar zoraki bir şeyi benimsemeye, bir yaşam tarzını kabule zorlanamazlar. Doğayla iç içe yaşayan topluluklar yerlerinden yurtlarından sürülemez, yakalanıp modern şehirlere götürülemez, köle yapılamazlar. Onlar insanlığın zenginliğidirler. Bir halka iktidar bizim elimizde, güçlüyüz kudretliyiz diye tek bir yaşam tarzı dayatılamaz. İktidar ancak ve sadece “zulüm-adalet” çelişkisini “baş çelişki” olarak görür ve daima adaletten yana taraf olur.

“Sonra başka bir amaca yöneldi… Nihayet iki set arasına vardığı zaman, önlerinde neredeyse hiç söz anlamayan bir halk buldu. Onlar: “Ey Zülkarneyn! Ye’cuc ve Me’cuc bu yerde fesat çıkarıyorlar. Bu yüzden onlarla bizim aramızda bir set yapman için sana bir vergi ödesek olur mu dediler. Dedi ki: “Rabbimin bana verdikleri daha hayırlıdır; haydi siz bana bedenen yardım edin de sizinle onların arasına sağlam bir set yapayım.” (18/95)

Demek ki iktidarın esas amacı vergi toplamak, mal yığmak ve bu yolla zenginleşmek değildir. Vergi iktidara Ye’cüc ve Me’cüc’e (Herc-u Merc’e) yani kargaşa, altüst oluş, anomie durumu, kanunsuzluk, kuralsızlık, saldırı, talan, işgal hallerine mani olması ve halkını bunlardan koruyacak tedbirler alması için verilir. Yani devlet halkın ödediği parayı kamu yararı için harcamak zorundadır. Halkın vergileri iktidar sahiplerinin zenginleşmesi için kullanılamaz. Burada bir üstünlük yoktur. Asıl üstünlük ve erdem iktidar sahiplerinin kendilerini halk ve kamu yararına vakfetmeleridir…

“Bana demir külçeleri getirin! İki dağın arası demir külçelerle dolunca ‘Körükleyin!’ dedi. Demiri ateş haline getirince ‘Getirin üzerine erimiş bakır dökeyim’ dedi. Artık seddi ne aşabildiler, ne de delebildiler…” (18/97)

Demek ki bir iktidar ülkeyi iyilik ve adalet amacıyla imar etmeli, bu uğurda gerekirse dağları delip kurşun dökmeli, sağlam önlemlerle halkını, saldırı, tecavüz, talan, zulüm ve haksızlıklardan bir zırh gibi korumalıdır.

“Zulkaneyn: Bu, Rabbimin sevgi ve merhametidir. Rabbimin vadettiği an gelince o da yıkılıp gidecektir. Unutmayın, Rabbimin vadi gerçeğin ta kendisidir!” (18/98)

Yani; bütün bu önlemler Allah’ın sevgi ve merhametini çekmek içindir. Yoksa bir toplumun akibeti, zulümler ayyuka çıkar, fesat her yana yayılırsa herc-ü merc, iyilik, güzellik ve doğruluk (salah) yayılırsa mutlulukla sonuçlanır. İktidarların (kral, devlet, siyasi otorite vs.) esas amacı halkın mutluluğuna yönelik bu tedbirleri almaktan ibarettir… Kıyamet günündeki cennet ve cehennem dahi yeryüzünde yapılanların tabiî sonucundan başka bir şey değildir. Yeryüzünü yakıp yıkan cehennemde de yakılıp yıkılır, yeryüzünü imar eden, her yana mutluluk saçan ise cennette de aynısını görür… Bu nedenle devlet, iktidar ve ikbal fani; iyilik, güzellik, doğruluk, iyilik, erdem ve adalet bakidir. Kefeninizle beraber Allah’a bunlarla gitmeye bakın. Yoksa nehir kenarlarında biten otlar gibi yaşamış olursunuz…

***

Kur’an’da tek bir yerde geçen Zülkarneyn kıssası bundan ibarettir…

Kur’an’ın bu çağdaki okurları olarak kıssadan şu üç temel masajı artık çıkarabiliriz:

1- Zülkarneyn yöneldiği birinci yerde günah işleyen bir topluluğa ancak zalim iseler müdahele edip cezalandıracağını söylemiş, gerisini Allah’a havale etmiştir. Bu bir devlet/iktidar için “adaleti esas al” mesajıdır…

2- Zülkarneyn yöneldiği ikinci yerde doğayla iç içe yaşayan bir halkla karşılaşmış ve onlara hiç dokunmamıştır. Bu bir devlet/iktidar için “hürmet ve özgürlüğü esas al” mesajıdır…

3- Zülkarneyn yöneldiği üçüncü yerde saldırı, talan ve işgale uğrayan/uğramak üzere olan bir halkla karşılaşmış ve onlara yardım elini uzatıp demir külçelerle setten duvar yapımına girişmiştir. Bu ise bir devlet/iktidar için “dayanışma, yardımlaşma ve imarı esas al” mesajıdır…

Aldık kabul ettik, ey vicdanın ve merhametin evrensel sesi, bilgelik kaynağı yüce Kitap!

R.İhsan ELİAÇIK
Muhteşem tespitler... teşekkürler... okuyupta anlamayan yöneticilere ibret olur inşaallah...
bartsimpson isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
bartsimpson Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
dost1 (17. August 2012), hiiic (17. August 2012)
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
boynuzlu taç, kıssa, me'cüc, mesajları, ye'cüc, zülkarneyn, zülkarneynin


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 10:17 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam