hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > MAKALELER(DİNİ ve SİYASİ) > Makaleler

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 29. March 2009, 06:05 PM   #1
Umar
Uzman Üye
 
Umar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Nov 2008
Mesajlar: 157
Tesekkür: 33
17 Mesajina 28 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 17
Umar will become famous soon enoughUmar will become famous soon enough
Exclamation Türkiye'de Din Anlayışı

Din olgusu, 20. asrın sonlarında, bütün dünyada yeniden yükselen değer olmuştur. Bu gelişmenin günden güne daha da güç kazanarak devam etmesi beklenmektedir. Değerler alanındaki erozyonun doğurduğu sonuçlar, arayış içindeki insanları dine ve dinî değerlere yöneltmektedir. İnsanlığın geleceğini tehdit eden ciddi sorunların çözüme kavuşturulmasında dinden yardım umulmaktadır. İşin gerçeği, Allah katından gelen vahyin ve onun etrafında şekillenen İlahî nitelikli "din"in esas amacı da, insanoğlunun sorunlarının çözümüne katkıda bulunmaktır.


Türkiye'de, topluma yön vermek ve fikir üretmek durumunda olan aydınlar, özellikle son bir asırdır, "din" olgusunu pek fazla önemsememişler; hatta bir kısmı, "çağdaşlaşma"nın, "modernleşme"nin bir "bütün" olarak "batılılaşma" olduğunu, ancak "batılı olmakla" kurtulmanın mümkün olacağını iddia etmişlerdir.(M.S. Aydın, "Türkiye'de Din ve Modernleşme İlişkisi Üzerine Bazı Düşünceler", Türk Yurdu, c. 17, sayı 116-117, Nisan Mayıs 1997, 17). Bu durum, Cumhuriyet'le birlikte, din alanının büyük ölçüde kendi kaderine terk edilmesini -bir anlamda yeraltına çekilmesini- beraberinde getirmiştir. Bugün pek çok sorunun kaynağı olan din alanındaki bilgi boşluğu, bu durumun doğal sonucudur. Türkiye, din alanında topluma istikamet verecek, fikir üretecek "dindar aydın"ı yetiştirememiştir. Sonunda, gelenek dinle özdeş olarak algılanmış, din bizatihi problem olmaya başlamıştır.


1996 yılı ve 1997'nin ilk yarısı, Refah Partısi'nin Türkiye'nin en çok milletvekili çıkaran partisi sıfatıyla iktidarın büyük ortağı olmasının da etkisiyle, dinî tartışmaların çok yoğun yaşandığı bir zaman dilimi olmuştur. Ancak, tartışmalar, tartışmayı yürütecek bilgi birikimi olmadığı için, duygusal çizgide, "kör dövüşü" halinde sürdürülmüştür. Bütün olup bitenler, İslâm'ın Türkiye'de ilgi odağı olduğunu göstermektedir. Ne var ki, mevcut tezahürler bu ilginin, bilgi temelinden yoksun olduğunu düşündürmektedir.
Türkiye’de,kişisel eğilimleri nasıl olursa olsun,bireylerin dine ve özellikle İslâm dinine yaklaşımları körlerin fili tariflerini andırmaktadır. Görme özürlü bir grup insan, filin nasıl bir varlık olduğunu çok merak ederlermiş. Bir gün,onların bu merakını bilen bir kimse, fili onlara tanıtmak istemiş. Herkes filin bir parçasına dokunarak onu tanımaya çalışmış. Fil gittikten sonra,onun nasıl bir varlık olduğu,görme özürlülere sorulmuş. Filin hortumuna dokunan,onun boru gibi bir hayvan olduğunu;kulaklarını tutan yelpazeye benzediğini;sırt kısmını sıvazlayan da duvara benzediğini söylemiş. Evet,filin hortumunu boruya benzetebilirsiniz,kulaklarını yelpazeye benzetebilirisiniz;hatta sırt kısmını duvara bile benzetebilirsiniz. Fakat fil bunların hiç birisine benzemez.


Türkiye’de, dindarların da,”dinin afyon” olduğuna inananların da, İslâm’ı bilerek dindar, ya da dine karşı insanlar olduklarını söyleyebilmek,doğrusu biraz zordur. Fanatizm, niteliği nasıl olursa olsun,cehaletin doğal sonucudur. Kaba kuvvet,ancak,bilginin bir güç olduğunu kavrayamayan az gelişmişlerin baş vurmayı düşünebilecekleri bir araçtır.


Artık, insanların,devletlerin ve toplumların birbirlerini anlamaları bir zorunluluk haline gelmiştir. Doğru bilgilenme olmaksızın doğru anlamaktan söz etmek mümkün değildir. Dinler arası diyalog arayışlarının gündemde olduğu bir dönemde, Müslümanların da, mezhepler üstü düşünmeye başlamaları zamanının gelmiş hatta geçmekte olduğu kanaatındayız. Din anlayışı ile ilgili farklılaşmaların kurumlaşması sonucu ortaya çıkan bütün mezhepler, İslâm'ın anlaşılma biçimleridir; bunların her ne suretle olursa olsun, İslâm'la özdeşleştirilmesi mümkün değildir. Öyleyse, asırlardır Müslümanları derinden yaralayan, Sünnî-Şiî ihtilafının zararlarının en aza indirilebilmesi için, öncelikle bu mezhepler hakkında doğru bilgilenmeden başka çıkar yol yoktur. İnsanların herhangi bir mezhebe mensubiyetleri, doğrudan kendilerini ilgilendiren bir meseledir. Ancak, hiç kimsenin İslâm'ı kendi tekeline almaya hakkı ve yetkisi yoktur.


Öte yandan, İslâm, ana kaynakları belli olan,gizlisi-saklısı olmayan bir dindir. Dünyânın, günden güne “Açık toplum”a doğru gittiği gözlenmektedir. İletişim imkânlarının iyice artması, Müslümanları, İslâm’ı, çağın verilerinden de yararlanarak yeniden anlama sorumluluğu ile yüz yüze getirmiştir. Önümüzde duran on dört asırlık İslâmî birikim, iyi anlaşıldığı takdirde, bize ciddi olarak ışık tutacak niteliktedir. Ancak, bunun gerçekleşebilmesi için, bir anlamda, Müslümanların, tarihi, eleştirel bir yaklaşımla yeniden okumaları gerekmektedir. Şimdiki halde İslâm Tarihi, doğru anlaşılmadığı için, Müslümanların gündemini geçmiş belirlemekte, geçmişin problemleri hâlâ bizleri meşgul etmektedir. Kerbelâ Olayını örnek olarak verebiliriz. Asırlar önce, o dönemin koşulları içinde gerçekleşen, hiç bir yönden tasvip edilmesi mümkün olmayan bir olay, bugün bile, Müslümanların muhtelif gruplara ayrılmalarında önemli rol oynamaktadır. Oysa yapılması gereken, önce o elim olayın doğru anlaşılması ve gerekli derslerin çıkarılmasıdır. Günümüz Müslümanlarını o olaylardan sorumlu tutmak, ya da o olayların anısını canlı tutarak Müslümanların farklı saflarda yer almalarına yol açmak tarihi doğru anlamamaktan başka bir şey değildir.


İşin ilginç yanı, Kerbelâ olayı, Türklerin Müslüman olmasından neredeyse iki asır önce olmuştur. Bu olay, açık konuşmak gerekirse, Arapların bir iç sorunu olarak tarihteki yerini almıştır. Hz. Hüseyin’i Kûfe’ye çağıranlar Kûfeli Araplardır. Hz. Hüseyin’i hunharca öldürenler, ya da onun ve etrafındaki çoluk ******n gözlerinin önünde öldürülmesine seyirci kalanlar da Kûfeli Araplardır. Daha sonra, Hüseyin’in intikamını almak için Tevvâbûn Hareketi’ni gerçekleştirenler de yine Kûfeli Araplardır. Hüseyin öldürülürken, onu öldürenler arasında Ümeyyeoğullarından bir tek asker bile yoktur. (Bk. H. Onat, Emeviler Devri Şiî Hareketleri, Ankara 1993, 62 vd.) Kerbela olayı esnasında ne Şiîlik vardır, ne de Sünnilik.


Kerbela olayı, günümüz Türkiye’sinde bile, Müslümanlar arasında görüş ayrılıklarına sebep olabilmektedir. Bu durum, tarihi ve dini doğru anlayamamanın, toplumlar için ne kadar pahalı bir bedeli olduğunun açık bir kanıtı olarak gösterilebilir.


Türkiye, insanlığın genel gidişinde belirleyici olmak durumunda olan bir ülkedir. Tarihin doğal akışı doğrultusunda ortaya çıkan yeni koşullar, Türkiye’ye ve Türklere yeni misyonlar kazandırmakta, yeni sorumluluklar yüklemektedir. Tarihimiz, biz görmezlikten gelsek de, bizi derinden derine “kendi varlığımızın farkında olmak” için zorlamaktadır. Dünyanın içine sürüklendiği baş döndürücü “sosyal değişme olgusu”, bilginin etkin bir güç kaynağı haline gelişi, bizim için yeni ve cazip fırsatlar hazırlamaktadır. Türkiye, insanlığın muhtaç olduğu “yeni uygarlık”ın beşiği olacak potansiyele her bakımdan sahiptir. Ancak, bizim, öncelikle sorunları çözmek için var olan İslam dinini sorun ve sorun kaynağı olmaktan çıkartmamız, ontolojik manada kendi aslî yerine oturtmamız gerekmektedir.


Din alanında bir yeniden yapılanmaya ihtiyaç vardır. İslâm dini, sağlıklı bir demokrasinin hazırlayacağı, kültürel zenginliklerimizle beslenen bir zeminde, bize yeni bir uygarlığın kapılarını açabilir. Türkiye, İslam’la birlikte çağdaşlaşmayı bir şekilde başarmak zorundadır. Türkiye’de din alanı, maalesef param parçadır; bunun ana sebebi de, İslâm hakkında ilmî nitelikli bilgi birikiminin olmayışıdır. İslâm’ı bilen, Kur’ân’ın ruhunu kavramış olan insanların uzlaşma noktalarını bulmamaları mümkün değildir. Bilen insanlar, -eğer art niyet yoksa- daha kolay anlaşır ve uzlaşırlar. Ancak, önce zihniyet sorunlarının aşmamız gerekmektedir. ”..Tarih bizi çok önemli bir noktaya getirmiş bulunuyor: İstikrar içinde değişmenin ve modernleşmenin kollektif ipuçları, işaretleri, yönelişleri önümüzde durmaktadır. Bunları iyi değerlendirirsek, muasır herhangi bir yurttaşımızı, muasır Türk’ü, muasır Müslüman Türk’ü bir millet potası içinde yaşatamamamız için hiçbir sebep yoktur”. (M. S. Aydın, aynı makale, 19).


I. Türkiye’de Zihniyet Sorunu


Yeryüzünde bir milyardan fazla Müslüman yaşamaktadır. Birleşmiş Milletlerde temsil edilen, halkı Müslüman olan ülke sayısı 60’a yaklaşmıştır. Ne var ki, bu ülkelerin hiçbirisi “Gelişmiş Ülke” kategorisinde değildir. Dünyanın neresinde savaş varsa, insanlar eziliyor, horlanıyorsa, insan hakları ihlalleri hemen dikkat çekiyorsa, oranın Müslümanların yaşadığı bir yer olduğu hemen akla gelmektedir. Bu durumun tesadüfle izah edilmesi mümkün değildir.


Son iki asır, Müslümanlar açısından, belki tarihin en acı zaman diliminin adı olmuştur. 19. asrın başlarından itibaren Müslümanların yaşadıkları bölgeler, yavaş yavaş, Batılıların “sömürge” alanları olmuştur. İslam ülkelerinin çoğu, 1945’lerden sonra bağımsızlıklarına kavuşmuştur. Bugün, dünyanın en problemli ülkeleri, yine halkı Müslüman olan ülkelerdir. Öyle zannediyoruz ki, zihniyetle ilgili sorunların üstesinden gelmeden, bu gidişi tersine çevirmek biraz zor olacaktır. Eğer bütün bu olup bitenleri “kader”le izah edemeyeceksek -kaderle izah etmeye kalkışmak, sorumluluktan kaçmak ve olumsuzlukları rasyonalize etmek demektir- , sorunun kaynağının Müslüman insanın kendisi olduğunu açıkça itiraf etmemiz gerekecektir. Bütün Müslümanların, doğru düşünme, doğru anlama ve doğru değerlendirme konusunda ciddi sorunları vardır. İslam’ı doğru anlamadığımız için, sorunların kaynağını tespitte zorlanmaktayız. Sürekli dışarıdan bir suçlu arama eğilimimiz mevcuttur. Oysa, kendi geleceğini belirleme konusunda inisiyatif sahibi olmayan birey toplumların kaderini, ya dış güçlerin, ya da geçmişin belirlediği ortada olan bir gerçektir.


Türkiye’de, hemen hemen her alanda, çok ciddi bir zihniyet sorunu vardır. Herkes, birey ve toplum planında, kendisinin veya grubunun var olduğunu gösterme yarışı içindedir. Türkiye’nin gündemi, sunî olarak üretilen sorunlarla meşgul edilmektedir. Öyle ki, sürekli konuşan, çok konuşan; aklına geleni, sözün gidebileceği menzili hesap etmeden, öncelik sıralaması yapmadan söyleyiveren; anlam konusunda duyarsızlaşmış bir toplum haline geldik. Konuşmaktan dinlemeye vakit bulamıyoruz. İşin en kötü yanı da, “konuşarak tatmin olmak”.

Türkiye’de, ne sorunlar doğru tespit edilmektedir; ne de sorunlara sağlıklı çözüm yolları aranmaktadır. Bu zihniyet sorunlarının arka planındaki bazı ana sebepleri şöyle sıralamak mümkündür:


Doğru Düşünememek


Bir konuyu iyi anlayabilmek için, öncelikle, zihnin, o konuyu doğru anlayacak şekilde donatılması, ya da , konuyu doğru anlamaya hazır hale gelmesi gerekmektedir. Bunun adı, doğru düşünmeyi bilmektir. İnsanların yanıldıkları noktalardan birisi, doğru düşünmeyi bilip- bilmedikleridir. Herkes, doğal olarak, -doğru düşünmenin ne olduğunu düşünmeden- doğru düşündüğünü düşünür. Oysa, insanoğlunun önyargıları vardır; zaman zaman, bazı olay ve olguları, işine geldiği şekilde anlama ve değerlendirme gibi kötü bir alışkanlığa sürüklenebilmektedir. Bazen, çıkarlar insanın doğru düşünmesini engellemektedir. Bazen de sosyal baskı insanı miyoplaştırabilmekte, hatta körleştirebilmektedir.


Doğru düşünmek, insanı, olay ve olguları oldukları gibi görmek, fikirler ve olaylar arasındaki bağlantıları doğru tespit etmek, doğru açıklamak, doğru anlamak ve doğru yorumlamaktır. Normal sınırların ötesindeki korku, sevgi, bağımlılık, duyarsızlık, insanın doğru düşünmesini engelleyen hususların başında gelmektedir.
__________________
Düşünüp, tutabilmek adına; 'oku'mak !
Umar isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 29. March 2009, 06:06 PM   #2
Umar
Uzman Üye
 
Umar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Nov 2008
Mesajlar: 157
Tesekkür: 33
17 Mesajina 28 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 17
Umar will become famous soon enoughUmar will become famous soon enough
Standart

Doğru düşünebilmek için, insan aklının çelişkileri kolayca fark edebilme özelliğinin körelmemiş olması lazımdır. “Bir çelişmeyle karşılaştığı zaman pasif durumda kalmamak insan aklının özel niteliklerinden biridir. Çelişmeyi çözebilmek için hareket geçecektir. İnsanlık tarihindeki her türlü ilerleme buradan kaynaklanır. İnsan, çelişmeleri bilinçli bir şekilde fark edip de buna karşı eylemle tepkide bulunmaktan alıkonacak olursa, bu çelişmelerin varlığı ister istemez inkar edilecektir. Çelişmeleri uyumlu bir hale getirme, böylece onları inkar etme, bireysel hayattaki rasyonalizasyonlarla toplum hayatındaki ideolojilerin (yani sosyal olarak kalıplaşmış rasyonalizasyonların) sayesinde gerçekleşmektedir.


Bununla birlikte, eğer insan aklı yalnızca akla uygun cevaplarla ve gerçekle tatmin olabilseydi, bu ideolojiler etkisiz kalırdı. Şu var ki, kendi kültüründen olan insanların çoğunun paylaştığı ya da güçlü otoritelerin öne sürdüğü düşünceleri gerçekmiş gibi kabul etmek de insanın özelliklerinden biridir. Çelişmeleri uyumlu hale getirmeye çalışan ideolojiler kamuoyu ya da otoriteler tarafından desteklenecek olursa, insanın kendisi tam olarak huzura kavuşmasa bile, insan aklı yatışmış olacaktır”.(E. Fromm, Erdem ve Mutluluk,63)


Akıl,çelişkileri fark edecek güçte yaratılmıştır. İnsanın akıl sayesinde doğruyu yanlışı, iyiyi kötüyü ayırdedebilmesi de, bunun sonucudur. Çocuklar, çelişkileri kendi düzeylerinde kolayca fark edebilirler. Ancak yaş ilerledikçe, çelişkilerin akıl tarafından fark edildiğini fark edebilmek için, özel çaba harcamak gerekmektedir. Toplumsal baskı, şartlanma, çıkarlar, hırs, açgözlülük, arzuların ve zevklerin esiri olmak, insan aklının bu üstün özelliğini günden güne törpülemektedir. Sonunda, akıl, çelişkiler karşısında duyarlılığını yitirmektedir. Kur’ân’ın, “kalbin mühürlenmesi” dediği şey de bu olsa gerektir (Bk.Câsiye,23; Mü’min, 35). Kalbi mühürlenen insan, çelişkilerle kucak kucağa yaşamaktan haz duymaya başlar. Olay ve olguları olduğu gibi değil de, işine geldiği şekilde görür, anlar ve anlamlandırır. Hangi konuda olursa olsun, “bilmeden”, “delilleri olmadan” tartışır, konuşur. Sadece kendi söylediklerinin doğru olduğunu zanneder; zanna uyar. Bu durum, sonuçta, insanın kendisini kandırmasına ve bunun bir hayat tarzı haline gelmesine sebep olmaktadır.


Kur’ân, insan aklının en ileri seviyede etkin olmasını; insanın insanı, eşyayı, olay ve olguları doğru anlamasını ve doğru değerlendirmesini sağlamak amacıyla gelmiştir. Kur’ân, insanoğlunun doğru düşünmesine yardımcı olmak için vardır. Müslüman insan, “bilmediği şeyin ardına düşmemek” (İsra, 36), “zanla hareket etmemek”, delillere dayalı olarak konuşmak zorundadır. Bu ise, öncelikle doğru düşünmeyi gerektirir. Neyi bilip bilmediğini bilmeyen bir insan, doğru düşünmenin ne olup olmadığını da bilmez.


Aklın çelişkiler karşısında duyarsızlaşmasını önlemenin yolu, öncelikle otokritik denilen insanın kendisini eleştirmesi, kendisiyle dürüstçe hesaplaşmayı başarmasıyla mümkün olmaktadır. Ancak, bunun zannedildiği kadar kolay olmadığını da hemen hatırlatmalıyız.


b. Eleştiriye Açık olmamak


İnsan, yaratılışı gereği sınırlı bir varlıktır. Gözümüz belli ışınları görür; kulağımız, belli frekanstaki sesleri işitebilir. Beş duyumuzun sınırlı olduğunu bilmek için, başkalarının herhangi bir şey söylemesine gerek yoktur. Kendi varlığının farkında olan, doğru düşünmesini bilen her insan, kendi sınırlarını kolayca fark edebilir.


İnsan aklı, ağırlıklı olarak beş duyudan gelen verilerle hareket eder. Beynimize ulaşan bütün verilerin doğru olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir; yanılma ihtimali her zaman mevcuttur. Bu sebepten, insanın olduğu her yerde, her hususta, bir hata payı hesaba katılmak durumundadır.
__________________
Düşünüp, tutabilmek adına; 'oku'mak !
Umar isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 29. March 2009, 06:09 PM   #3
Umar
Uzman Üye
 
Umar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Nov 2008
Mesajlar: 157
Tesekkür: 33
17 Mesajina 28 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 17
Umar will become famous soon enoughUmar will become famous soon enough
Standart

Öte yandan, insanoğlu, kendisini kolayca kandırabilen, doğru düşünmeyi başaramadığı zaman, her şeyi akla uygun hale getirebilen bir varlıktır. Her şeyi akla uygun hale getirmeyi bir alışkanlık haline getirdiği zaman, duyarsızlaşır; Kur’ân’ın ifadesiyle “kalbi mühürlenmiş” olur. Bunu önlemenin yolu, eleştiriye açık olmaktan geçer.


Eleştiriye açık olmak, gelişebilmenin, zenginleşebilmenin ilk şartıdır. Ne var ki, bizim geleneğimizde eleştiri, daha çok olumsuzlukların ön plana çıkartılması şeklinde gerçekleşmektedir. Bu da, insanların eleştiriden hoşlanmalarını zorlaştırmaktadır.
İslam dini, insanın kendisine karşı dürüst olmasını istemektedir. Bu ise, otokritik de denilen özeleştiri ile mümkün olabilir. Ancak, özeleştirinin muayyen bir seviye istediğini hemen belirtmeliyiz. İşte bu noktada, insanın “uyarılmaya muhtaç bir varlık” oluşu aklı gelmektedir. İnsan, yaratılışı gereği, uyarılmaya muhtaçtır. Bu ihtiyaç, aklın en iyi şekilde fonksiyonel kılınması ile ilgili olsa gerektir. Vicdan, ya da sağ duyu denilen şeyin de, aklın çelişkileri farketme özelliği ile yakın ilgisi olmalıdır. Kur’ân’da, ısrarla, Kur’ân’ın bir “öğüt” olduğu hususunun altının çizilmesi; Hz. Peygamber’in “insanları vahiyle uyaran bir uyarıcı“ olduğunun vurgulanması, onun “Din nasihattir” anlamındaki hadisi, “din”in insanların uyarılma ihtiyacına bir cevap olduğunu düşündürmektedir.


Doğru düşünmesini bilen her insan, doğru düşünebilmek için bile, zaman zaman eleştiriye, uyarıya ihtiyaç hasıl olduğunu iyi bilir. Eleştiri olmadan, ne bilimsellikten, ne de kalıcı başarılardan söz edilebilir.


Eleştiriye açık olmak, doğrular karşısında duyarlı olmak demektir. Türkiye’de, fikir üretecek, ülke sorunlarına çözüm getirecek herkesin hem bizatihî eleştiriye açık olması; hem de, insan ürünü olan her şeyin sonuna dek her türlü tahlil ve tenkide açık olduğunu bilmesi gerekmektedir.


c. Akıl ve İmanın Alternatif Kavramlar Olarak Algılanması.


Geleneksel din anlayışımızda, genellikle iman ve akıl alternatif kavramlar gibi algılanmaktadır. İman, hiç düşünülmeksizin kabul edilmesi gereken bir ön kabuller yığını, bir dogma olarak takdim edilmektedir. Oysa dinimiz İslâm, ancak akıllı olanı sorumlu tutmuş; Hz. Muhammed, “aklı olmayanın dini de yoktur” buyurmuştur.


Akıl insanoğlunun mümeyyiz vasfı olduğuna göre, insanın olduğu her yerde, en ileri seviyede etkin olmak durumundadır. Aklın olmadığı yerde insanlıktan söz etmek mümkün değildir.


İnsanın doğru düşünebilmesi ile, inanç alanı arasında önemli bir bağlantı vardır. Doğru düşünebilmek, inanç alanının aydınlık olmasına bağlıdır. Bu ise, imanın vahyî ve mantıkî temellerini iyi bilmek ve imân konuları hakkında doğru bilgi sahibi olmak demektir.


İnsanoğlu, yaratılışı gereği akılla Allah’ın varlığına inanabilen bir varlıktır. Araştırmaya dayalı imân, insanın doğuştan gelen bu özelliğinin vahiyle bütünleşerek açığa çıkmasıdır. Bu doğrultuda, akıl ve vahiy birbirinin tamamlayıcısı olmak durumundadır. Akıl ve imân da birbirinin alternatifi değildir. İmân akıl temeli üzerinde, vahye dayalı doğru bilgi ile, insanın hür iradesi sayesinde gerçekleşir. Akıl olmadan imân akıl temeli üzerinde, vahye dayalı doğru bilgi ile, insanın hür iradesi sayesinde gerçekleşir. Akıl olmadan imân olmaz.


İmânla ilgili yegane bilgi kaynağı vahiydir. Bir insanın İslâm dairesi içine girebilmesi için, neye, nasıl inanması gerektiğini Kur’ân belirlemiştir. Bir insan, Allah’ın varlığına ve birliğine, Ahiret gününe ve öldükten sonra dirilmeye, Peygamberlik kurumuna ve Hz. Muhammed’in peygamberliğine, Kur’ân’ın Allah katından Hz. Muhammed’e geldiğine inanıyorsa, mümindir, Müslümandır. Kur’ân, insanoğlunu bilerek inanmaya, bilerek yaşamaya çağırmaktadır. İman ve aklın alternatif kavramlar olarak düşünülmesi, Kur’ân’a aykırıdır.
__________________
Düşünüp, tutabilmek adına; 'oku'mak !
Umar isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 29. March 2009, 06:11 PM   #4
Umar
Uzman Üye
 
Umar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Nov 2008
Mesajlar: 157
Tesekkür: 33
17 Mesajina 28 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 17
Umar will become famous soon enoughUmar will become famous soon enough
Standart

Kur’ân, açıkça, “bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağını” bildirmiş; “Allah’a saygı duymanın, Allah’tan sakınmanın bile ilimle olacağına dikkat çekmiştir. Her türlü bilimsel gelişme, Müslümanın imanını daha da güçlendirir. Ancak, iman ve akıl alternatif kavramalar olarak alındığı zaman, bilimsel faaliyetlerdi bile aklın yeterince etkin olmasını engelleyen bir durum ortaya çıkmaktadır. Bazı kimseler, din adına kendilerine sunulanları sorgulamak yerine, yanlışları bilimle ispatlama çabalarına girişebilmektedirler.


Diğer taraftan, iman ve aklın alternatif kavramlar olarak düşünülmesi, araştırmaya dayalı imana geçişi engellemekte ve Müslümanların saf dinî duygularının kötü niyetli kimseler tarafından sömürülmesini kolaylaştırmaktadır. Ayrıca, korkulan ve sevilen şeylerin putlaştırılmasına veya her şeyin dinleştirilmesine de kapı açmaktadır. İnsan, tanrılaştırdığı her şeyi, anlama menzilinin dışına çıkartmış olur. Tanrılaştırmakla yok etmek arasında bir bağlantı olduğunu farketmek pek de zor değildir.


d. İlmî Zihniyetin Önemsenmemesi


Bir kimyagerin, bir fizikçinin kendi alanında doğru düşünmesi, sosyal ilimlerle, beşerî ilimlerle uğraşanlara göre daha kolaydır. Çünkü, karşılarında, az çok bilinen, yeri ve ana nitelikleri belli olan nesneler vardır. Elde edilen bilgi, deney ve gözleme dayalıdır; doğruluğunun, ya da yanlışlığının tespit edilmesi her zaman mümkündür. Araştırıcının ön yargıları, bilgininin değerlendirilmesinde, teknolojik alana taşınmasında etkin olsa da, bilginin elde edilme sürecinde, birinci derecede yönlendirici değildir. Üstelik, aynı konuda araştırma yapan araştırıcıların ulaştıkları sonuçlar, diğer araştırıcıların geldikleri noktanın ne ölçüde isabetli olup olmadığını biraz olsun gösterebilir. Müspet ilimler, ya ada tabiî bilimler alanında araştırma yapan bir araştırıcının, istediği kadar deney ve gözlem yapma hakkı vardır.


Sosyal, ya da diğer adıyla beşerî bilimlere gelince iş değişmektedir. Her şeyden önce, obje de, süje de insandır. İnsanoğlu, yine insanoğlunun, yapıp etmelerini, başarılarını, duygularını, düşüncelerini, tecrübelerini, kısaca insanı anlamaya çalışmaktadır. Bu alanda doğru bilgiye ulaşmak, başka alanlara göre çok daha zordur. Hele din gibi, insanı temelden kavrayan ve kuşatan bir alan söz konusu olduğunda, araştırıcının işi fevkalade zorlaşmaktadır. Her bilgi, hem araştırıcının dünyasında, hem de araştırma konusu olan insanların dünyasında birtakım çözülme ve yeniden yapılanmalara yol açmaktadır. Ön yargılar, araştırmanın istikametini ve sonuçlarını doğrudan etkileyebilmektedir. Dinden çıkma korkusu, dindar araştırının elini kolunu bağlayabilmektedir. İdealizasyon, gerçeklerin görülmesini engellemektedir. Rasyonalizasyon, çelişkilerin hem gizlenmesine, hem de kalıcı bir etkinlik kazanmasına yol açmaktadır.


Beşerî bilimlerin kendine özgü mantığını kavrayamayan insanların, “insan”la ilgili, genel geçer nitelikli, sağlıklı tahliller yapmaları biraz zordur. Hele Türkiye gibi, beşerî bilimlerin, ne devlet, ne de “aydın” tarafından yeterince önemsendiği, toplumun nabzını tutacak, yöneticilere istikâmet verecek sosyologların, psikologların ve teologların olmadığı, ya da bunların seslerinin çıkmadığı ülkelerde, “her şeyi bilen” (!) insanların gürültüsü ortalığı doldurmakta, sorunlar gittikçe daha da karmaşık hale gelmektedir.


Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu bütün sorunların, dinle ve dinî değerlerle bir bağlantısı mutlaka vardır. Sorunların temelinde, din konusunda doğru bilgi sahibi olmamak yatmaktadır. Dinî tabulaştıran dindar insan da, dindar insanın her davranışını “irtica” olarak anlayan insan da dinin ne olduğunu bilmemektir. Din konusunda doğru bilgilenme sorunu aşmadan, sorunlarımız üstesinden gelebilmemiz ve kalıcı çözümler üretmemiz biraz zordur.


Din, insanlara temel iletişim kodlarını verir. Din hakkında doğru bilgi sahibi olmak, mutlaka dindar olmayı gerektirmez. Din hakkında doğru bilgi sahibi olan bir ateistle, bilinçli ve bilgili bir dindarın diyalog kurması, birbirini anlaması her zaman imkan dahilindedir. Ne bilgisiz bir dindarla bir dinsiz, ne bilgisiz bir dinsizle bir dindar, sağlıklı iletişim kurabilir. Doğru bilgi, iletişim kanallarının açık tutulmasını sağlar. Bilen insanların birbirlerini anlamaları, ortak noktaları bulmaları her zaman mümkündür.


Türkiye’de, dindar insanların, zihniyet planında ciddi sorunları vardır. İslâm dini hakkında doğru bilgi sahibi olmamaktan kaynaklanan “dinden çıkma korkusu”, radikal eğilimlerin ve bazı davranış bozukluklarının ham maddesidir. Bu korkudan kurtulabilmek için, öncelikle İslâm hakkında ilmî nitelikli bilgiye ihtiyaç vardır. Aynı şekilde “dinden korkan” insanların da İslâm dini hakkında doğru bilgi sahibi olmamalarından kaynaklanan, ilmî zihniyet eksikliği şeklinde kendini gösteren ciddi sorunları vardır. Çözüm, öncelikle İslâm hakkında ilmî nitelikli doğru bilgi sahibi olmaktan geçmektedir.
__________________
Düşünüp, tutabilmek adına; 'oku'mak !
Umar isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 29. March 2009, 06:12 PM   #5
Umar
Uzman Üye
 
Umar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Nov 2008
Mesajlar: 157
Tesekkür: 33
17 Mesajina 28 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 17
Umar will become famous soon enoughUmar will become famous soon enough
Standart

e. Din ve Geleneğin Özdeşleştirilmesi ya da Geleneğin Dinleştirilmesi


Din alanında, geçmişi görmezlikten geldiğimiz zaman, içinde bulunduğumuz zaman dilimindeki gerçekleri anlama imkanını yitiririz. Çünkü, din olgusu, kökü insanlığın başlangıcına kadar uzanan, insanın olduğu her yerde karşımıza çıkan bir olgudur. İslâm dinini, diğer dinlerden bağımsız olarak ele almak ve anlamak biraz zordur. Üstelik İslâm, kendisini, Hz. Adem’e kadar uzanan vahiy geleneğinin son halkasında şekillenmiş bir din olarak görür. Buna ek olarak, İslâm’ın, Hz. Muhammed’in ilk vahyi aldığı andan itibaren başlayan bir tarihî bir süreci vardır. İslâm, on dört asırdır, kendisini Müslüman olarak gören insanların din ihtiyaçlarını karşılamaktadır. On dört asırlık süreç içinde, İslâm’ın damgaladığı kültürler ve bir İslam medeniyeti ortaya çıkmıştır.


Günümüz Müslümanının, inanç dünyasını şekillendiren temel ilkeler, teorik olarak Kur’ân’da mevcut olmasına rağmen, asırların imbiğinden süzülerek günümüze ulaşmıştır. Çoğu zaman, Kur’ân, Müslümanın hayatını doğrudan etkileme alanının dışında kalmıştır. Bir başka ifadeyle, Kur’ân, İslâm’ın erken döneminde Müslümanları doğrudan etkilemiş; onların inanç dünyalarını şekillendirmiş; dünyaya bakış açılarını vahye uygun hale getirmiş olmasına rağmen, daha sonra, bu etki günden güne azalmış, Kur’ân’ın yerini önce “hadisler”, daha sonra da gelenek almıştır. Kanaatımıza göre, İslâm kültür ve medeniyetindeki Kur’ânî boyut, erken dönem Müslümanlarının doğrudan Kur’ân’dan etkilenmeleri sonucu, Kur’ânî düşüncenin geleneğe düşünsel planda belirgin bir biçimde damgasının vurmuş olmasının doğal bir sonucudur. Ne var ki, Kur’ânî zihniyetin izleri, günden güne azalmış; din gelenekle bütünleşmiştir.


Geleneğin kutsallaştırılması, din haline getirilmesi, öncelikle onun doğru olarak anlaşılmasını engellemektedir. Gelenek, doğrudan, insanların neye, nasıl inanacaklarını, neye nasıl değer vereceklerini, kısaca, birey ve toplum olarak insanın geleceğini belirlemeye başlamaktadır. Kur’ân, geleneğin böyle bir nitelik kazanmasına “ataların dini zihniyeti” adını vermekte ve şiddetle eleştirmektedir. ”Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve Allah’ın elçisine gelin!’ dendiği zaman: ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter’ derler. Ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler! Ey inananlar! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olduktan sonra, (yoldan) sapanın size bir zararı dokunmaz. Hepinizin dönüşü Allah’adır, O yapmakta olduklarınızı size bildirecektir” (Mâide, 104-5). “Onlara:’Allah’ın indirdiğine uyun!’ denildiği zaman: ‘Hayır,biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ derler. Ya ataları bir şey düşünemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler!” (Bakara, 170).


Türkiye’de geleneğin kutsallaştırılması, sadece dindar insanın sorunu değildir. Bu açıdan bakıldığında, dindar olan insanla, dindar olmayan insan arasında, zihniyet planında belirgin farkların olduğunu söyleyebilmek, işin gerçeği hiç mümkün değildir.


Türkiye’de din, laiklik, demokrasi gibi konularda, ileri seviyede bir kavram kargaşası yaşanmaktadır. Bu durum, zaman zaman, dindar insanı, devlet düşmanlığı gibi, düşünülmemesi gereken uç noktaya doğru sürüklemekte; laiklik konusunda özel hassasiyeti olan kimseleri de, din düşmanlığı çizgisine doğru çekmektedir. Türkiye’de, temeli olmayan suni gerilimler ortaya çıkmaktadır. Bizler -sağcı, solcu, dindar, dinsiz, laik, laikçi, kim olursak olalım-, Türk bayrağının dalgalandığı Türkiye’de, bir arada yaşamak zorundayız. Öyleyse, birbirimize katlanmayı, birbirimizi anlamayı bir an önce öğrenmeliyiz. Bizim, sorunumuz, doğrudan zihniyetle ilgilidir.


Türkiye’de, Müslüman olmasına rağmen, dini, dindar insanlar gibi anlamayan, laikliği, demokrasiyi, insan haklarını söylemlerinin ana teması yapan insanlarımızın da, yine temelde din hakkında doğru bilgi sahibi olmamaktan kaynaklanan korkuları ve zihniyet sorunları vardır. Türkiye’de zaman zaman yükselen, sun’î laik- dindar gerilimi, bu bilgi boşluğundan kaynaklanmaktadır. Bu gerilimden çıkar sağlayan insanların “çanına ot tıkayabilmek” için, Türkiye’yi “sağırlar diyalogu cenneti”ne çeviren zihniyet sorunlarını aşmamız gerekmektedir. Ön yargılı olmak, eleştiriden korkmak ve kaçmak, değişimi algılayamamak, değişmemek için bilinçsizce direnmek, çelişkileri görememek bir zihniyet sorunudur. Bu çarpık zihniyete sahip olan insanın, Müslüman, Hıristiyan, dinli, dinsiz, laik, laiklik karşıtı olması fazla bir şey değiştirmez.


Türkiye’de, sorunların doğru tespit edilmesine, sağlıklı çözümler üretilmesine ihtiyaç vardır. Bunun için de, ne İslâm dininden, ne de demokrasiden vazgeçmenin mümkün olmayacağını göz önüne alarak, Batı standartlarının üstünde bir demokrasi oluşturabileceğimizi düşünerek, bir an önce zihniyetle ilgili sorunlarımızı aşmamız gerekmektedir. Dinin -en azından- bir sosyal realite olduğunu göremeyenlerle, İslâm’ın Batı standartlarının ilerisinde bir demokrasinin oluşmasına imkan sağlayacağını fark edemeyenler arasında, zihniyet olarak fazla bir fark olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Birisi din konusunda ön yargılıdır; diğeri, demokrasi ve laiklik konusunda ön yargılıdır. Ortak nokta,ön yargılı olmaktır.
__________________
Düşünüp, tutabilmek adına; 'oku'mak !
Umar isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 29. March 2009, 06:14 PM   #6
Umar
Uzman Üye
 
Umar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Nov 2008
Mesajlar: 157
Tesekkür: 33
17 Mesajina 28 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 17
Umar will become famous soon enoughUmar will become famous soon enough
Standart

II. Türkiye’nin Konumu


Türkiye, konumu itibariyle, İslâm ülkeleri ile Batı arasında bir köprü görevi görmektedir. Batının ve Modernitenin meydan okumalarını en derinden hisseden ve yaşayan Türk milleti olmuştur. Ancak, bu meydan okumanın cevabı, henüz verilmiş değildir.


Türkiye, halkının yüzde 98’inin Müslüman olduğu resmî istatististiklerle ifade edilen bir ülkedir. Türklerin Müslümanlığının, yaklaşık 1200 yıllık bir geçmişi vardır. Bu Müslümanlık, ağırlıklı olarak bir Türk olan İmam Maturidî çizgisinde, Sünnî anlayış doğrultusunda şekillenmiştir. Selçuklular’ın, Osmanlılar’ın insanlığa armağan ettikleri muazzam Türk - İslâm medeniyeti, Türk insanının zekasının ve kültürünün İslâm’ın getirdiği inanç sistemi ve dünya görüşü ile yoğrulmasının bir ürünüdür. Bu, oniki asırlık kültür ve medeniyeti doğru anlamadan, Türkiye’nin mevcut problemlerini doğru anlayabilmek ve sağlıklı çözümler üretmek, kanaatımızca biraz zordur.


Alevîlik, Osmanlı siyasetinin, özellikle de, Yavuz Sultan Selim- Şah İsmail mücadelesinin sonucu olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Aleviliğin doğuş süreci iyi aydınlatılmadan, günümüzdeki sorunlarına kalıcı çözüm bulmak pek mümkün değildir. Türkiye’de, mevcut nüfusun yaklaşık yüzde onunu Alevîler oluşturur.


Türkiye’de, din alanında, insanları yüksek amaçlar etrafında toplayabilecek, birlik- beraberliği pekiştirecek güçlü fikirler üretilemediği için, bilgi boşluğu, dinî duyguların istismarını kolaylaştırmıştır. Yüzlerce cemaat, tarikat grupları ortaya çıkmıştır. Bu, devletin geleceğini tehdit eden bir yapılanma biçimidir. Çünkü, bu, bilgiye dayalı, rasyonel temelleri olan bir örgütlenme biçimi değildir.


Türkiye, dinî nitelik taşıyan bazı kendi iç sorunları aşabilmek için, din alanında, aklın ve vahyin ön planda olduğu bir yeniden yapılanmayı başarmak zorundadır. Bu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin geleceği açısından, hatta bütün Müslümanların ve insanlığın geleceği açısından büyük önem taşımaktadır.


Türkiye, halkı Müslüman olan tek “laik” bir devlettir. Bu durum, İslâm dini ile ilgili birtakım tezahürlerin, zaman zaman yanlış değerlendirilmesine sebep olmaktadır. Türkiye’deki Fransız tipi laiklik, zaman zaman din karşıtlığı olarak algılanmış; zaman zaman da, laiklik adına din düşmanlığı yapılmıştır. Laikliğin sürekli tehdit altında olduğu şeklindeki ön yargı, hem laikliğin sağlıklı bir zemine oturmasını engellemiş; hem de laiklik adına dine ve dinî değerlere saldırmak isteyenlere fırsat vermiştir.


Türkiye’deki dinî hayatla ilgili bilimsel araştırmalar, maalesef yok denilecek kadar azdır. Her şeyden önce, Türkiye’nin dinî coğrafyası tespit edilebilmiş değildir. Diğer taraftan, Türkiye’deki dinî gruplarla ilgili sosyolojik araştırmalar henüz yapılmış değildir. Kendi araştırmalarımıza ve kişisel gözlemlerimize dayanarak yaptığımız tespitler ise şöyledir: Türkiye’de, İslâm dinini benimsemiş olan halkın çoğunluğu, şifahî kültürle beslenen, herhangi bir dinî gruba, ya da cemaate mensup olmayan, kendi halince namaz, oruç, gibi temel ibadetleri yerine getirmeye çalışan Müslümanlardan oluşmaktadır.


Türkiye’de din alanındaki bilgi boşluğu, tahmin edilebilecek olanın çok ötesindedir. Bu durum, bir kısım insanların bilmedikleri şeyin düşmanı olmalarına yol açtığı gibi, bazı insanların saf temiz dinî duygularının, başta siyasîler olmak üzere, bazı odaklar ve kişiler tarafından acımasızca sömürülmesine, hatta insanların yaşama sevinçlerini yitirmelerine bile sebep olabilmektedir. Türkiye’de dini savunur görünenler de, laiklik adına “dine değil, şeriata” karşı olduklarını söyleyenler de, din konusunda bilimsel nitelikli bilgiden yoksun görünmektedirler. Sorunlara kalıcı çözümler üretebilmek, öncelikle konu hakkında doğru bilgi sahibi olmayı gerektirir.


Türkiye, çok ciddi bir kriz döneminden geçmektedir. Hızlı kültür değişiminin dalgaları oturmadan, tüm dünyanın içine sürüklendiği baş döndürücü sosyal değişme süreci, ister istemez Türkiye’yi de etkisi altına almıştır. Değerler alanı altüst olmuştur. Demokrasi, hâlâ oturmamıştır. Tarih, Türk insanını, insanlığın genel gidişinde etkin roller alma hususunda, bilinçaltından sürekli uyarmaktadır. Mevcut konjonktür, biz yeterince değerlendiremesek de, Türkiye’nin önüne, “yeni bir uygarlık yaratmayı” bile düşündürecek yeni fırsatlar koymaktadır. Bu bakımdan, kriz ortamını, hem bir mayalanmanın sancıları olarak, hem de, olumsuzlukların doygunluk noktasına yaklaşması olarak okumak mümkün görünmektedir.
Türkiye’nin Müslüman ülkeler arasında kendine özgü bir yeri vardır. Bu konuda, Pakistanlı büyük alim, merhum Prof. Dr. Fazlurrahman, 1977 yılında, İslam isimli eserinin Türkçe baskısı için yazmış olduğu önsözdeki tespitleri dikkat çekicidir:


“Müslüman ülkelerinin çoğunda, iyi düzenlenmiş bir İslam eğitim örgütü bile mevcut değildir. Sadece Türkiye, 1949’dan beri insana gerçekten umut veren bir İslam eğitim çerçevesi veya örgütü meydana getirmeyi başarmıştır. Ayrıca Türklerin, Batı kültürü hakkında oldukça yakın, sistemli ve uzun tecrübesi bulunması ve bugün bir bakıma İslamı ‘yeniden keşfetmekte’ olması dolayısıyla bu ülkede İslam Rönesansının zengin ve anlamlı olacağını ümit etmek açısından önemli sebep bulunmaktadır. Çünkü geleceği ilgilendiren köklü meselelerle saklambaç oyunu oynamayıp, bu meseleleri hakkıyla karşılamak için lüzumlu cesarete sahip olmak, Türklerin ulusal karakterinde yerleşmiş bir unsurdur. Muhammed İkbal’in de ümit ettiği gibi, Türkiye’nin bir kez daha yeni ve semereli bir İslam Rönesansının öncüsü olduğunu ispatlaması pekâlâ mümkündür”. (Fazlurrahman, İslam, çev. M. Aydın- M. Dağ, İst. 1992, XXXXVI.)
__________________
Düşünüp, tutabilmek adına; 'oku'mak !
Umar isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 29. March 2009, 06:16 PM   #7
Umar
Uzman Üye
 
Umar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Nov 2008
Mesajlar: 157
Tesekkür: 33
17 Mesajina 28 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 17
Umar will become famous soon enoughUmar will become famous soon enough
Standart

III. Din Alanındaki Sorunların Tarihsel Arkaplanı


Osmanlı İmparatorluğu’nun duraklama dönemine girmesi, Batı’nın yavaş yavaş kendi “OrtaÇağ”ının karanlıklarını yırtmaya başlaması anlamına gelmektedir. Rönesans, Reform, Aydınlanma, Sanayî Devrimi, Fransa İhtilali, Batı Medeniyeti’nin teşekkül sürecindeki önemli köşe taşlarıdır.


Batı, Sanayî Devrimi ile birlikte, teknolojik üstünlüğü yakalamıştır. Teknolojik üstünlüğü yitiren Osmanlı Devleti, din anlayışını yenileyememiş, eğitim alanında gayret göstermesine rağmen, köklü reformları gerçekleştirememiş, ekonomik açıdan Kapitülasyonların ağırlığı altında ezilmeye başlamıştır. Sonunda, Osmanlı Devleti, toprak kaybetmeye başlamıştır. İşin en kötü yanı, kaybedilen topraklar, Fransızların, İngilizlerin, İtalyanların ve Rusların sömürge alanı haline gelmeyi başlamıştır. Sevr anlaşmasından sonra, Anadolu bile Yunanlılar,İngilizler,Fransızlar, İtalyanlar ve Ruslar tarafından paylaşılmıştır. İstiklâl Savaşı, Anadolu’nun birkaç yıl içinde işgal kuvvetlerinden temizlenmesini sağlamıştır. İlk toparlanan Türk insanı olmuştur. Daha sonra, diğer İslam devletleri, yavaş yavaş bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır.


Bu ortaya koyduğumuz tablo, 19. ve 20. asırların, Müslümanlar için, ilk defa Batı gerçeği ile karşı karşıya geldikleri dönemler olduğunu göstermektedir. Kelimenin tam anlamıyla bir kriz ortamı söz konusudur. Batının bilim ve teknoloji alanındaki üstünlüğü, göz kamaştırmaktadır. Batı kültürü, pek çok Müslümanın yüreğinin yağını eritmektedir. Fiilî sömürge durumu, bir yandan, Batı kültür ve değerlerinin etki gücünü arttırırken, diğer yandan da, bağımsızlık özlemlerini ateşlemektedir. Koşullar, doğal olarak bir kimlik bunalımını hazırlamıştır. Değerler alanı altüst olmuştur. Her şeyin meşruiyeti tartışılır hale gelmiştir. Müslümanlar, Osmanlı şemsiyesinden uzaklaşırken, hem kendi başlarının çaresine bakmak, hem de, tarihle hesaplaşmak zorundaydılar. Tarihî,sosyal, ekonomik, kültürel, askerî ve siyasî açıdan bir kriz ortamı söz konusuydu. Güç durumda kalan birey ve toplumlar, doğal olarak tecrübelerine baş vururlar. İşte, 19. asırdan itibaren İslâm’ın Müslümanlar için yeniden ön plana çıkması, kriz ortamından kurtulma çabalarının bir sonucudur. Tarih, Weber, Durkheim, Berger gibi Batılı sosyologların “sosyal ve ekonomik yoksulluğun dinî bağlarda bir artışa yol açtığı” şeklindeki tespitlerini (bk.Dale W. Wimberley, “Socio-ekonomic Deprivation and Religious Salience: A Cognitive Behavioral Approach”, The Sociological Quarterly 25 Spring, 1984,223-4) doğrulamış ve dinin, güç durumda kalan insanlar için vazgeçilmez bir sığınak olduğunu göstermiştir.


Ancak, “kriz dönemlerinde insanlar, özgürlükçü ve daha az tanıdık olan inanç biçimlerine veya köklü kültürel gelenekler ile değerler konusundaki denemelere kolay kolay yanaşmazlar. Tersine, değerler ile gelenekler konusunda iyi tanıyıp bildikleri esaslara tutunurlar. Çağdaş İslam toplumu da çeşitli başarısızlıklar içinde görüldüğü için, İslamcılar, sorunun temel nedeninin kesinlikle İslam’ın özünden uzaklaşılması olduğunu öne sürmektedirler.” (G.E.Fuller-Ian O.Lesser, Kuşatılanlar İslam ve Batının Jeopolitiği, çev. Özden Arıkan, İst.1996, s.96).


Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasından sonra, dünya haritası, yeniden, ama Batının istediği biçimde şekillenmiştir. Halkı Müslüman olan devletlerin çoğu, 1940’lardan sonra bağımsızlığına kavuşabilmiştir. Bu ülkelerde, İslâm, sömürgecilere karşı verilen bağımsızlık mücadelesinin simgesi olduğu gibi, kimlik arayışının da odak noktasında yer almıştır. Doğal olarak halk yeterli derecede bilgi sahibi olmamasına karşın dindarlığı tercih etmiştir; aydınlar ve idareciler de, -Suudi Arabistan hariç- Batı'ya ve Batılı değerlere daha yakın olmuşlardır. Bütün İslâm ülkelerinde bir aydın-halk sürtüşmesi ortaya çıkmıştır. Doğrudan dine bakış açısıyla ilgili olan bu sorun, halen varlığını çeşitli şekillerde devam ettirmektedir.
Sadece Türkiye, diğer İslâm ülkelerinden farklı bir yol izlemiş, Cumhuriyet ilan edilmiş, laik ve demokratik bir yapılanmaya geçilmiş, inkılaplar yapılmış, kısaca her şey tepeden tırnağa değiştirilmiştir. Bu bağlamda, 20. asır, Türkiye’nin, belki de insanlık tarihinde bir örneğinin daha bulunmadığı bir hızlı kültür değişimine maruz kalışına şahit olmuştur.
__________________
Düşünüp, tutabilmek adına; 'oku'mak !
Umar isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 29. March 2009, 06:23 PM   #8
Umar
Uzman Üye
 
Umar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Nov 2008
Mesajlar: 157
Tesekkür: 33
17 Mesajina 28 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 17
Umar will become famous soon enoughUmar will become famous soon enough
Standart

a. Osmanlı Devleti’nden Devraldığımız Mirasla İlgili Hesaplaşma Yapılmamış ve Defterler Henüz Kapanmamıştır


aa. Siyasî Miras


Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın mirası üzerinde kurulmuştur. İmparatorluktan Cumhuriyete geçilmiştir. Ancak, gerek halkımız, gerekse siyasîlerimiz, hâlâ Osmanlı İmparatorluğu devam ediyormuşçasına düşünmekte, olayları, imparatorluk gözlüğü ile görmekte ve değerlendirmektedirler. Hiç kuşkusuz, bazen böyle düşünmeye ve değerlendirmeye ihtiyaç vardır; ancak, bunun alışkanlık haline getirilmesi, üstelik de, “çöküş sürecindeki zihniyet” ile hareket edilmesi, bizi gerçeklerden uzaklaştırmaktadır. Siyasî parti liderleri, kendilerini imparator gibi görmekte, halkı da tebaaları olarak düşünmektedirler. Öyle zannediyoruz ki, siyasî liderlerin “ölünceye kadar lider” olma arzusu, toplumun da buna yatkın olması, söz konusu zihniyetin bir ürünü olarak görülebilir.
Türkiye, hâlâ demokrasi kültürünü üretememiştir. Bunun sebebi, demokrasi kültürünü üretecek olan “demokrat” zihniyete geçemeyişimizdir. Kültürü üretecek olan, bakış açısıdır; zihniyettir. Türkiye’de, “ben demokrasiyi çok severim, benim partim iktidar olursa” zihniyetinin egemen olduğunu görmezlikten gelemeyiz. Türk aydını, bir türlü demokrasiyi içine sindirememiştir; çünkü demokrat değildir. Batı’yı anlayamadığı için, Türk halkına üstten baktığı, onu küçümsediği için demokrat değildir. Eleştiriye kapalı olduğu için, demokrasiyi içine sindirememiştir. Dindar olan insanlarımız da, geleneğin esiri oldukları için, demokrasiden korkmuşlar; onun dine zarar vereceğini düşünmüşlerdir.


Cumhuriyetin, laikliğin ve demokrasinin üzerine oturacağı siyasî ve kültürel zemin, çok fazla önemsenmemiş; tarihimizden, bol miktarda mevcut olmasına rağmen, zemini sağlamlaştıracak bağlantı noktaları hiç aranmamıştır.


Cumhuriyet, laiklik ve demokrasinin, Türk toplumunun sahip olduğu değerlerle örtüşebileceği gerçeği, çoğu zaman göz ardı edilmiştir.


Türkiye’de, “demokrasi” kavramı sözlüğümüze girdiğinden beri, özellikle aydınlarımız, -belki de halka tepeden baktıkları için- demokrasiyi içlerine sindirememişler; sağlıklı demokrat olmayı pek başaramamışlardır.


Hilâfet kaldırılmış olmasına rağmen, “hilâfet”in İslâm’ın özü ile ilgili olmadığı gerçeği, insanımıza, bugün bile lâyıkıyla anlatılabilmiş değildir. Oysa, hilâfet kaldırılırken Mecliste yapılan tartışmalar, kitap haline getirilerek insanlarımızın önüne konulmuş olsaydı, dinî saiklerle Cumhuriyete ve demokrasiye karşı çıkanlar, bu tutum ve davranışlarının İslâmî nitelikli olmadığını kolayca görebilirlerdi. O dönemde yapılan tartışmaların seviyesi, şu sıralar konu hakkında konuşanların sergiledikleri seviye ile mukayese bile edilemeyecek derecede yüksekti.


Cumhuriyetin ilk yıllarındaki olağan dışı durumu, bunun gereklerini anlayışla karşılamak mümkündür. Ancak, çeyrek asırdır, geçiş dönemindeki koşullar içindeymişçesine davranmak, toplumun sağlıklı düşünmesini, sağlıklı bir demokrasi kültürü oluşturmasını engellemiştir.


Cumhuriyet, demokrasi ve laiklik, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yapılanması sürecinde köşe taşlarını oluşturan ana ilkelerdir. Bugün, hâlâ demokrasinin oturmadığı söyleniyorsa, hâlâ laiklik tartışılıyorsa, bu ilkelerin, hiçbir önyargıya kapılmadan, açık yüreklilikle gözden geçirilmesi gerektiğini kabul etmeliyiz. Toplumun bir kesimi, bu köşe taşlarına, hâlâ “Batı’dan ithal” ilkeler olarak bakabiliyorsa, bunun sebeplerinin iyi tespit edilmesi, Türkiye Cumhuriyet Devleti’nin geleceği açısından büyük önem arz eder.


Türk milleti, devleti uğruna canını feda etmekten hiçbir zaman çekinmemiştir, çekinmez de. Ancak, Devlet, millet için varolduğu gerçeğini unutursa, kendisini sevecek insan bulmakta zorlanabilir. Bir asra yaklaşan Cumhuriyet tecrübemizde, devlet-millet diyalogunda zaman zaman ciddi kopukluklar olduğunu görmezlikten gelmek mümkün değildir. Milletin, devlete olan güveninin, milletin ısrarla direnmesine rağmen, sarsılmak istendiğini düşünmeden edemiyoruz. Türk milleti, dünyanın en köklü devlet geleneğine sahip milletlerinden birisidir. Devlet, bu geleneğin üzerine oturmak zorundadır.


Türk milletinin, cumhuriyetin, laikliğin ve demokrasinin kendisine sağladığı imkanlardan daha aşağısına razı olabileceğini düşünmek, bu millete saygısızlık olur. Bu milletin siyasî tecrübesi, dünya standartlarının üstünde bir demokrasi, dünya standartlarının üstünde bir laiklik üretmeye müsaittir. Ancak, şimdiye kadar milletimizin önüne, böylesi hedeflerin hiç konulmadığını hemen belirtmeliyiz. Demokrasi ve laiklik, en küçük bir rüzgarda söneceğinden korkulan bir mum gibi, fânus içinde korunmak istenmiştir. Bu durum, hem demokrasi kültürünün oluşmasını engellemiş; hem de birtakım insanların, laikliği bir prestij ve çıkar aracı olarak kullanmalarına imkan sağlamıştır.


Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’dan intikal eden siyasî mirasla, sağlıklı bir hesaplaşmayı, maalesef başaramamıştır. Demokrasi kültürü üretilememiştir. Bunun sebebi, “demokrat” olan insan tipini yetiştiremeyişimizdir. Din olgusu görmezlikten gelinerek, Müslüman insanı küçümseyerek demokrasi kültürü oluşturmak, kanaatimizce pek mümkün değildir.
__________________
Düşünüp, tutabilmek adına; 'oku'mak !
Umar isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 29. March 2009, 07:08 PM   #9
Umar
Uzman Üye
 
Umar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Nov 2008
Mesajlar: 157
Tesekkür: 33
17 Mesajina 28 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 17
Umar will become famous soon enoughUmar will become famous soon enough
Standart

ab. Kültürel Miras


Türkiye, Cumhuriyetle birlikte, çok hızlı bir kültür değişikliğine sahne olmuştur.
Harf inkılabı, geçmişle köprüleri yıkıp atmıştır. Selçuklu ve Osmanlı’nın kültürel mirası, sadece şifahî olarak yeni nesillere aktarılmıştır. Cumhuriyetle birlikte gerçekleştirilen inkılaplar, daha çok kültür değişikliğini amaçlamıştır; böyle bir amaç olmasa bile, en azından otaya çıkan sonuç, böyle bir amacın hedeflendirdiğini düşündürmektedir. Kültür değişikliği, sosyal değişmenin kaçınılmaz bir sonucudur. Ancak, kültür değişikliğinin sağlıklı olabilmesi için, önce, hedeflenen istikamette bir zihniyet değişikliğine ihtiyaç vardır. Tarih boyunca, doğrudan kültür değişikliğini hedef alan faaliyetlerin, uzun vadede kalıcı başarı elde edemedikleri gözlenmektedir. Sağlıklı bir zihniyet değişikliğini müteakip ortaya çıkan kültür değişmesi, daha kalıcı, daha tutarlı olmuştur.


Bunalımlı dönemlerde, insanların gözleri maziden bir şeyler aramaya başlar; çıkış yolu, daha çok mazide aranır. Bu durum, hızlı kültür değişikliğinin yaşandığı dönemlerde, hem kimlik arayışı, hem de değişikliğe direnme arzusunun tezahürü olabilir. Türkiye Cumhuriyeti, Türk insanında, sağlıklı bir zihniyet değişikliğini gerçekleştirememiştir. Bugün, sağ eğilimli aydın da, sol eğilimli aydın da, bir türlü “demokrat” olamamaktadır; çünkü kültürümüz, kültürümüze bakışımız tutarlı değildir. Geçmişi, eleştiriye tabi tutmadan geleceğe taşımak isteyen insan da, geçmişine düşman olan insan da, geçmişin ağırlığı altında ezilmeye mahkûmdur. Bu durum, bir tür fanatizm doğurur. Fanatizmin, *****lığın, sağ, ya da sol eğilimli kimselerdeki niteliği arasında çok ciddi farklar yoktur.


Gerekli zihniyet değişikliği gerçekleştirilmeden girişilen hızlı kültür değişimi, her ikisi de sağlıksız olan iki uç eğilimi beraberinde getirmiştir: Birincisi, geçmişin idealize edilerek eleştiri dışı tutulması, bir anlamda, kutsallaştırılması ve tabulaştırılması. İkincisi, geçmişin, yok farz edilerek eleştiri dışı tutulması. Kutsallaştırmak da, yok farz etmek de, insan gerçeği ile bağdaşmamaktadır.


Hiç kuşkusuz, kültürü üreten insandır; ancak, bireyi ve toplumu şekillendiren de kültürdür. Hızlı kültür değişimi, değerler alanında kargaşayı beraberinde getirir ve kişilik bunalımının bireysel ve toplumsal planda hız kazanmasına sebep olur. Sonuçta, kendi kültürünü kutsallaştırarak, ya da kendi kültürüne düşman olarak kendini yok etmeye çalışan, bir tür intihar psikolojisi ortaya çıkar.


Türkiye’de, devlet ve toplum olarak tarihimize ve bir bütün olarak kültürel mirasımıza bakış konusunda, sağlıklı ve gerçekçi bir bakış açısının geliştirildiğini ve toplumun geleceği, birlik-beraberliği göz önüne alınarak bunun gereklerinin yerine getirilmeye çalışıldığını söyleyebilmek, maalesef pek mümkün değildir.


ac.Dinî Miras


Osmanlı İmparatorluğu, altı yüz sene, farklı dinlere mensup insanları bir arada, çoğu zaman da barış içinde yaşatmayı başarmıştır. Duraklama dönemi ile birlikte, topluma dinamizm kazandıran din anlayışının donuklaştığını, dinin toplumun değişik kesimleri tarafından çeşitli amaçlarla kullanılmaya başlandığını görmekteyiz. Din hayatın bütün alanlarında etkili bir kurum olduğu için, din alanındaki donuklaşma, dinamizm kaybı, toplumun her tarafından hemen etkisini hissettirmektedir.


Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı’nın nüvesini oluşturan taban üzerinde kurulmuştur. Ancak, Osmanlı’dan intikal eden dinî miras, halk bazında kendi kaderine terkedilmiştir. Tekke ve Zaviyelerin kapatılması, halka alternatifi gösterilmediği için, meydanın din istismarcılarına açık hale gelmesine yol açmıştır. Din alanındaki bilgi boşluğu, tahribatı derinleştirmiştir. Bu boşluk, daha sonra, sırf Kur’ân’ın yüzünden okunması amaç olarak alan Süleymancılığın toplum katmanlarında yer tutmasına yol açmıştır. Tarikat grupları bu boşluktan yararlanarak palazlanmışlardır. Nurculuk, bu boşluğun ürünüdür.


Aydınlar, Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren, belki de Aydınlanmanın etkisiyle, dinle ve dinî değerlerle çok sıcak bakmamışlardır (Bk Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, 164). Osmanlı’nın son dönemlerinde, din alanında, ciddi bir tefekkür ortamı ve sağlık belirtisi olan arayışlar ortaya çıkmıştı. Geniş bir yelpazede ortaya çıkan bu arayışın bir ucunda, din alanında yeniden yapılanma çabaları bile vardı. (Ş.Mardin, aynı eser, 17-19). Cumhuriyet dönemi aydını, bu birikimi görmezlikten geldiği gibi, bunun yeni kuşaklara aktarılması için de hiç bir ciddi çaba sarfetmedi.


Çok Partili döneme geçildikten sonra, halkın politikacılara baskıları sonuç vermiş (İsmet Parmaksızoğlu, Türkiye’de Din Eğitimi, Ank.1966, 28); 1949 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi açılmıştır. Daha sonra İmam Hatip Okulları açılmıştır.


Türkiye’de hemen hemen bütün İmam Hatip Okullarının binaları, halk tarafından yaptırtılmıştır. Bu okulları, normal dindar insanın, her şeye rağmen Devletle barışık olduğunun bir göstergesidir. Okul binalarını hazırlayanlar, bu binaları okulların açılmasına karşılık devlete devretmişlerdir.


İmam Hatip Liselerine yoğun bir ilgi olduğu ortadadır. Öyle ki, pek çok İmam Hatip Lisesi, öğrencilerini sınav yaparak seçmektedir. Halkımızın bu okullara yönelmesinin sebepleri doğru tespit etmekte fayda vardır. Her şeyden önce, Türk insanı, öldükten sonra arkasından bir Fatiha okuyacak bir nesil istemektedir. Ne çocuklarını İmam Hatip Liselerine gönderen ebeveynler, ne de o okullara giden çocuklar, İmamlık ya da Hatiplik’i bir meslek olarak düşünmektedirler. Zaten, bu okulları bitirenlerden çok azı, bu meslekleri seçmektedir.


Türkiye’de, dindar ailelerin çoğu, Cumhuriyetin ilk yıllarında, muhtelif sebeplerle çocuklarını okullara göndermek istememişlerdir. İmam Hatip Liseleri, bu bakımdan toplumun bütünleşmesine önemli bir katkıda bulunmuştur. Bu okullar,Müslüman Türk insanının, “öldükten sonra, arkasından bir Fatiha okuyacak nesil” özlemine cevap olmuştur.
Bugün, İmam Hatip Liselerinin de birtakım sorunları vardır. Bu okulların amacının ve programının yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Daha da ötesi, halkın ilgisinin “dini bilen nesil” arzusundan kaynaklandığı göz önüne alınarak, bu beklentinin bu okulların dışında da gerçekleşmesi sağlanmalıdır.


İmam Hatip Liseleri, Türkiye’nin içinde bulunduğu koşulların ürettiği okullardır. Bu konuda, doğru bilgiye dayanmadan yapılan tartışmalar ve spekülasyonlar, sorunun kökleşmesinden başka hiçbir işe yaramamaktadır.
__________________
Düşünüp, tutabilmek adına; 'oku'mak !
Umar isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 29. March 2009, 07:13 PM   #10
Umar
Uzman Üye
 
Umar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Nov 2008
Mesajlar: 157
Tesekkür: 33
17 Mesajina 28 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 17
Umar will become famous soon enoughUmar will become famous soon enough
Standart

Öte yandan, Anayasal bir kuruluş olan Diyanet İşleri Başkanlığı, günümüz Türkiye’sinde, hâlâ hararetli tartışmalara sebep olmaktadır.(Bk. İştar B. Tarhanlı, Müslüman Toplum, “Laik” Devlet Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı, İst. 1993). Bu teşkilatın kaldırılması, cemaatlere bırakılması, burada Alevilere de bir masa verilmesi gibi, Türkiye’nin gerçekleri ile pek bağdaşmayan konuşmalar dikkat çekmektedir. Siyasîler Diyanet’ten ellerini çekmedikleri, Diyanet’in ilmî nitelikli bir din anlayışıyla görevini yapmadığı müddetçe bu tartışmaların sona ermesi pek mümkün değildir. Diyanet, daha özerk, İlâhiyat Fakülteleri ile koordineli bir biçimde, dinî tefekkürün rafine edilerek halka ulaştırıldığı bir kurum olmalıdır.


Bütün bunlar, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne intikal eden dinî mirasın, sorunlarımızın ana kaynaklarından birisi olduğunu göstermektedir. Bu sorunun üstesinden gelebilmek için, dinî tefekkürü üretecek aydınlara ihtiyaç vardır. Öyle zannediyoruz ki, başta Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi olmak üzere, İlahiyat Fakülteleri, önümüzdeki yıllarda, bu görevi üstlenmeye başlayacaktır.


Ancak, Türkiye’de, din alanındaki bilgi boşluğu, halen, din alanında eğitim görmemiş, dindarlar tarafından doldurulmaktadır. Bu durum, bir asra yaklaşan dinî tefekkür kısırlığının doğal sonucudur.


Dinî tefekkür birikimi, yeni projeksiyonlar yapabilecek kıvamı yeni yakalamıştır. Bundan sonra, dini bilen “aydın” insan tipinin yetişeceğini ümit ediyoruz.


ad. Hukukî Miras


Türkiye, Cumhuriyetle birlikte Batı çizgisinde bir hukuk anlayışına geçmiş, Batılı ülkelerinden kanunları esas alınarak hukuk alanında farklı bir yapılanma gerçekleştirilmiştir. Bu yapılırken, Osmanlı’dan devreden, toplumun dokularına işlemiş hukukî miras pek nazar-ı dikkate alınmamıştır. Buna rağmen, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en iyi işleyen kurumlarının başında hukuk kurumlarının gelmesi üzerinde düşünülmesi gerekli olan bir husustur.


Bugün gelinen noktada Türkiye’de çok hukukluluğun tartışılması (Bk. Taha Akyol, Medine’den Lozan’a, İst. 1996), Osmanlı’nın son dönemlerindeki tartışmaların sağladığı birikimin yeni nesillere aktarılamamasının bir sonucu olup, bu konuda fikir üretme iddiasında olan insanların ilmî derinlikten, Türkiye’nin ve dünyanın içinde bulunduğu sosyal gerçeklerden ne kadar yoksun olduklarının bir göstergesidir. Hukuk alanında hâlâ birtakım ciddi sorunlarımızın olduğu bilinmektedir. Bu durumun, Türk insanının adalet mekanizmasına ve hukukun üstünlüğüne güveninin sarsmasına izin verilmemeli, konunun üzerine ciddiyetle gidilmelidir. Hukukunu olmadığı yerde, anarşi kaçınılmaz olarak ortaya çıkar; insanlar, kendi sorunlarını kendileri çözme yoluna gider.


b. Türkiye’de Aydınlar Dinin -en azından- Bir Sosyal Realite Olduğunu Görememişlerdir


Türkiye’de, bugün bile bir aydın problemi vardır. Cumhuriyet döneminde, toplumun dinî yönden sağlıklı bilgi ihtiyacını üretecek dindar aydın, maalesef yetişmemiştir. Bu durum, din alanın, dinî bilmeyen dindarlarla, ya da din tacirlerine terk edilmesi anlamına gelmektedir. Bugün gelinen noktada başımızı ağrıtan laik-dindar geriliminin temelinde, dindar aydını yetiştiremeyişimiz yatmaktadır.


Türkiye’de, Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren aydınların dine ve dinî değerlere yönelik ilgisi, 1960’lara kadar gittikçe azalan bir grafik çizmiştir. Öyle ki, uzun müddet, aydın olmak, dinsiz, din karşıtı, en azından din konusunda nötr olmakla eş anlamlı hale gelmiştir. Dindar insan, horlanmış, aşağılanmıştır.


Bu durum, dinin en azından “sosyal bir realite” olduğunun anlaşılmasını engellemiştir. Oysa tarih boyunca, bütünüyle dinden uzak bir toplumun varolduğu bilinmemektedir. Nerede bir topluluk varsa, orada, niteliği farklı da olsa, mutlaka bir din olgusu vardır. Dinin birey ve toplum açısından arz ettiği önemi görmezlikten gelerek, dini yok farzederek herhangi bir konuda kalıcı başarılar elde etmek, toplumsal barışı sağlamak pek mümkün değildir.
Türkiye, uzun yıllar, aydınlarının din konusundaki duyarsızlığı ile karşı karşıya kalmıştır. Öyle zannediyoruz ki, bugünkü sorunlarımızda, bu durumun ciddi bir ölçüde katkısı olmalıdır.
__________________
Düşünüp, tutabilmek adına; 'oku'mak !
Umar isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
anlayışı, din, hasan, hurafeler, islam, onat, türkiyede, yaşam


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 10:44 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam