hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > NÜZUL SIRASINA GÖRE TEBYîNÜ'L -KUR'AN İŞTE KUR'AN ve VİDEOLARI Hakkı Yılmaz > İniş Sırası ile Sureler > 47.Şuara (Şairler) suresi

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 28. September 2008, 01:33 AM   #1
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart şuara sûresi’ne giriş

Adını 224. ayette geçen “ الشّعراءeş-şuara [şairler]” sözcüğünden alan ve içeriğinin genişliğinden dolayı “ الجامعةel-Camia [Toplayıcı]” da denilen sure, Mekke’de 47. sırada inmiştir. Bazı kaynaklarda (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an) 224–227. ayetlerin Medenî olduğu bildirilmiş olsa da, söz konusu ayetlerin, bulundukları pasaja gayet uyumlu olmaları sebebiyle bu iddianın geçerliliği uzak bir ihtimaldir. Mukatil ise sadece 197. ayetin Medenî olduğunu ileri sürmüştür. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an) Ancak 197. ayetin tahlilinde belirttiğimiz gibi, bu da mümkün değildir. Bizim kanaatimize göre surenin tamamı Mekkî’dir.
Şuara suresi ayet sayısı itibariyle Bakara suresinden sonra ikinci sırada gelmektedir. Ancak diğer Mekkî sureler gibi Şuara suresi de kısa ayetlerden oluşmaktadır. Bu özelliğinden dolayı sayfa sayısı itibariyle uzun surelerle aynı sırada değildir.
Surede ilk olarak Kur’an’a dikkat çekilmiştir. Peşinden Elçi’nin mesajı tebliğ edişi, Elçi’ye karşı Mekkelilerin tavırları ve bu tavırlar karşısında Elçi’nin sıkıntıları dile getirilmiş ve Mekke müşrikleri tekvinî ayetlerle uyarılmıştır. Daha sonra da ibret alınması için o günün insanları tarafından tanınan, bilinen geçmiş kavimlere ait önemli haberler, çarpıcı bilgiler verilmiştir. Ayrıca Allah’ın varlığı, birliği, insanları ahirette toplayıp hesaba çekeceği konuları üzerinde durulmuştur. Surenin sonunda ise dikkatler yine Kur’an’a çekilmiş ve Kur’an’ın Elçi’ye Allah tarafından ilka edildiği, dolayısıyla kötü kişilerin Kur’an’a müdahale etmedikleri, edemeyecekleri beyan edilmiştir. Bu beyanla beraber kötü kişilerin ancak günahkâr, iftiracı kişilere musallat olup sadece onları alet olarak kullanabilecekleri, peygamberimiz gibi büyük ahlâk sahibi birine ilişemeyecekleri bildirilmiştir.

Hakkı Yılmaz Kur'an ve İslam 292.Bölüm. Şuara Suresi 1. Bölüm.

Hakkı Yılmaz Kur'an ve İslam 293. Bölüm Şuara Suresi 2. Bölüm.

Hakkı Yılmaz Kur'an ve İslam 294. Bölüm Şuara Suresi 3. Bölüm.

Hakkı Yılmaz Kur'an ve İslam 295. Bölüm. Şuara Suresi 4. Bölüm

Hakkı Yılmaz Kur'an ve İslam296. Bölüm. Şuara Suresi5. Bölüm.

MEAL:
1- Ta / 9, Sîn / 60, Mîm / 40.
2- Bunlar, apaçık / açıklayıcı kitabın ayetleridir.
3- Onlar iman edenler olmuyorlar diye sen kendini helâk edeceksin!
4- Eğer Biz dilersek onlara gökten bir ayet indiririz de onların boyunları ona boyun eğenler oluverirdi.
5- Ve kendilerine Rahman’dan yeni bir öğüt geldi mi, mutlaka ondan yüz çevirenler oldular.
6- Sonra da, kesinlikle yalanladılar. İşte alay edip durdukları şeyin haberleri yakında onlara gelecektir.
7- Ve onlar yeryüzüne bakmadılar mı? Biz orada her güzel eşten nicelerini bitirdik.
8- Şüphesiz ki bunda kesinlikle ayet vardır; ama onların çoğu iman edenler olmadılar.
9- Ve şüphe yok ki Rabbin, kesinlikle Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’in [engin merhamet sahibinin] ta kendisidir.
10, 11- Bir vakit de Rabbin, Musa’ya: “Git o zalim kavme; Firavun kavmine, hâlâ takvalı davranmayacaklar mı?” diye nida etmişti.
12–14- O [Musa]: “Rabbim! Şüphesiz ben, beni yalanlamalarından korkarım. Göğsüm de daralır, dilim konuşmaz, onun için Harun’a da elçilik ver. Hem onlara ait benim üzerimde bir suç var. Ondan dolayı beni öldürmelerinden korkarım” dedi.
15–17- O [Allah]: “Hayır… Hayır… Haydi, ikiniz ayetlerimizle gidin. Şüphesiz ki, Biz sizinle beraberiz, işitenleriz. Haydi ikiniz Firavun’a gidin de ‘Biz kesinlikle, İsrailoğullarını bizimle beraber gönderesin diye’ âlemlerin Rabbinin elçisiyiz deyin” dedi.
18, 19- O [Firavun]: “Biz seni çocukken içimizde terbiye etmedik mi? Hayatından birçok yıllar içimizde kalmadın mı? Sonunda o yaptığın işi de yaptın. Sen inkârcılardan / nankörlerden birisin de...” dedi.
20–22- O [Musa]: “Ben, o işi şaşkınlardan olduğum zaman yaptım. Sizden korkunca da hemen sizden kaçtım. Sonra Rabbim bana hüküm bahşetti ve beni gönderilmişlerden [elçilerden] kıldı. O başıma kaktığın nimet de İsrailoğullarını kendine köle edinmiş olmandır” dedi.
23- Firavun: “Âlemlerin Rabbi dediğin de nedir ki?” dedi.
24- O [Musa]: “Eğer yakinen bilmiş olsanız, O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbidir.”
25- O [Firavun], yanı başında bulunanlara “İşitmiyor musunuz?” dedi.
26- O [Musa]: “O, sizin Rabbiniz ve daha önceki atalarınızın da Rabbidir.” dedi.
27- O [Firavun]: “Size gönderilen bu elçiniz kesinlikle mecnundur” dedi.
28- O [Musa]: “Şayet aklınızı kullansanız, O, doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir” dedi.
29- O [Firavun]: “Benden başka ilâh edinirsen, ant olsun ki seni zindana kapatılmışlardan kılarım” dedi.
30- O [Musa]: “Sana apaçık bir şey getirmiş olsam da mı?” dedi.
31- O [Firavun]: “Haydi hemen getir onu, eğer doğrulardan isen” dedi.
32- Bunun üzerine o [Musa] asasını bırakıverdi; bir de bakmışsın ki o [asa], apaçık bir ejderhadır.
33- Elini de çekti çıkardı; bir de bakmışsın ki o [eli], bakanlara bembeyazdır.
34, 35- O [Firavun], yanı başındaki ileri gelenlere: “Şüphesiz bu, kesinlikle çok bilgili bir sihirbazdır! Sizi sihriyle yeryüzünüzden çıkarmak istiyor. Şimdi ne buyurursunuz?” dedi.
36, 37- Onlar [ileri gelenler] dediler ki: “Onu ve kardeşini alıkoy, şehirlere de toplayıcılar gönder. Bütün büyük ve çok bilgili sihirbazları sana getirsinler.”
38- Böylece, sihirbazlar belli bir günün tayin edilen vaktinde bir araya getirildi.
39- İnsanlara da “Siz toplanıyor musunuz?” denildi.
40- -“Bizim sihirbazlara uymamız için kendilerinin galip gelenler olması lazım!”-
41- Sihirbazlar geldiklerinde Firavun’a: “Şayet biz üstün gelirsek, muhakkak bize bir ücret var mı?” dediler.
42- O [Firavun]: “Evet, o takdirde siz, hiç şüphe yok ki, yakınlardan olacaksınız” dedi.
43- Musa onlara “Atın, ne atacaksanız!” dedi.
44- Bunun üzerine onlar, iplerini ve değneklerini attılar ve “Firavun’un gücü hakkı için şüphesiz elbette bizler galip olanlarız” dediler.
45- Sonra Musa asasını attı; bir de ne görsünler, onların uydurduklarını yutuyor!
46- Sonra sihirbazlar secde edenler olarak bırakıldılar:
47, 48- “Biz iman ettik, Âlemlerin Rabbine; Musa ve Harun`un Rabbine” dediler.
49- O [Firavun] dedi ki: “Ben size izin vermeden O’na iman mı ettiniz? Şüphesiz ki o elbette size sihri öğreten büyüğünüzdür! Peki, yakında bileceksiniz! Ant olsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama / art arda kestireceğim ve kesinlikle hepinizi astıracağım!”
50, 51- Onlar [Sihirbazlar]: “Zararı yok, şüphesiz biz Rabbimize dönenleriz. Biz müminlerin ilkleri olduğumuzdan dolayı, Rabbimizin bize mağfiret edeceğini umuyoruz” dediler.
52- Ve Biz, Musa’ya: “Kullarımı geceleyin yola çıkar, şüphesiz siz takip edilenlersiniz” diye vahyettik.
53–56- Derken Firavun da şehirlere toplayıcıları gönderdi: “Şüphesiz bunlar, sayıları azar azar, bölük pörçük bir topluluktur. Ve onlar bizim için elbette öfkelidirler. Biz ise, elbette hazırlıklı, tedbirli bekleyen bir cemaatiz.”
57–59- Sonunda Biz, onları [Firavun ve kavmini] bahçelerden, pınarlardan, hazinelerden ve şerefli makamdan çıkardık. İşte böyle! Ve sonra onlara İsrailoğullarını mirasçı yaptık.
60- Sonra onlar [Firavun ve adamları] güneş doğarken onların ardına düştüler.
61- İki topluluk birbirini görünce, Musa’nın ashabı “Şüphesiz biz, kesinlikle kıstırıldık” dediler.
62- O [Musa]: “Hayır... Hayır... Şüphesiz Rabbim benimledir, bana yol gösterecektir” dedi.
63- Sonra Musa’ya: “Vur asan ile denize!” diye vahyettik. Sonra o [deniz] yarıldı da, her parça ulular ulusu bir dağ gibi oluverdi.
64- Ötekilerini de oraya yaklaştırdık.
65- Ve Musa ve beraberindekilerin hepsini kurtardık,
66- sonra da ötekileri suda boğduk.
67- Şüphesiz bunda kesinlikle bir ayet vardır. Ama çokları iman etmiş değillerdi.
68- Ve şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’in [engin merhamet sahibinin] ta kendisidir.
69- Ve onlara İbrahim’in haberini oku!
70- Hani o, babasına ve kavmine “Siz neye kulluk ediyorsunuz?” demişti.
71- Onlar: “Birtakım putlara kulluk ediyoruz. Onlara kulluk etmeye devam edeceğiz” dediler.
72, 74- O [İbrahim]: “Yalvarıp yakardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı veya size fayda veriyorlar mı yahut zarar veriyorlar mı?” dedi. Onlar “Bilakis, biz babalarımızı böyle yapar bulduk” dediler.
75–76- O [İbrahim]: “Peki, siz ve en eski babalarınızın nelere tapmış olduğunuzu gördünüz mü?
77- İşte onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi ayrı.
78–82- O, beni yaratandır. Ve bana doğru yolu O gösterir. Ve O, beni yediren, içirenin ta kendisidir. Hastalandığım zaman O bana şifa verir. Ve O, beni öldürecek, sonra beni diriltecektir. Ve O, din günü, hatamı bağışlayacağını umduğumdur.
83- Rabbim! Bana ‘hüküm’ ver ve beni iyilere kat!
84- Ve beni, sonra gelecekler için doğrulukla anılanlardan kıl!
85- Ve beni naim [nimeti bol] cennetin mirasçılarından kıl!
86- Ve babamı da bağışla, şüphesiz o sapıklardan oldu.
87–91- Ve yeniden diriltililen gün; mal ve oğulların sağlam bir kalple [gerçek imanla] gelenlerden başkasına fayda vermediği ve cennetin muttakilere yaklaştırıldığı, azgınlar için de cehennemin açılıp gösterildiği gün beni rezil etme!” dedi.
92, 93- Ve onlara: “Allah’ın astlarından taptığınız şeyler nerede? Size yardım ediyorlar mı veya kendilerine yardımları dokunuyor mu?” denilmiştir.
94, 95- Sonra da onlar [putlar ve azgınlar] ve İblisin askerleri toptan onun [cehennemin] içine fırlatılmışlardır.
96–102- Onlar, onun içinde birbirleriyle çekişirlerken dediler ki: “Vallahi biz, gerçekten apaçık bir sapıklık içinde idik. Çünkü biz sizi, âlemlerin Rabbi ile bir seviyede tutuyorduk. Ve bizi yalnızca o günahkârlar saptırdı. Artık bizim için şefaatçilerden hiçbir kimse ve candan bir veliy yoktur. Ah keşke bizim için bir geri dönüş olsaydı da biz de müminlerden olsaydık!”
103- Şüphesiz bunda bir ayet [alınacak bir ders] vardır. Ama onların çoğu iman edenler değillerdi.
104- Ve şüphe yok ki Rabbin, kesinlikle Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’in [engin merhamet sahibinin] ta kendisidir.
105- Nuh kavmi gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı.
106–110- Bir zamanlar kardeşleri Nuh onlara demişti ki: “Siz takvalı olmaz mısınız? Şüphesiz ki ben, sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık, Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Artık, Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin!”
111- Onlar: “Sana çok düşük kimseler uyarken, biz sana inanır mıyız?” dediler.
112–115- O [Nuh] dedi ki: “Onların yaptıklarına dair bir bilgim yoktur. Onların hesabı ancak Rabbime aittir. Eğer düşünürseniz! Ve ben iman edenleri kovucu değilim. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.”
116- Onlar dediler ki: “Ey Nuh! Eğer vazgeçmezsen, iyi bil ki, kesinlikle sen taşlananlardan olacaksın!”
117, 118- O [Nuh]: “Rabbim! Kavmim beni yalanladı. Artık benim aramla onların arasında sen hükmet. Ve beni ve müminlerden benimle beraber olan kimseleri kurtar!” dedi.
119, 120- Bunun üzerine Biz de onu ve beraberindekileri, o dolu geminin içinde kurtardık. Sonra da arkalarından arta kalanları suda boğduk.
121- Şüphesiz ki bunda kesinlikle bir ayet vardır. Ama onların çoğu iman ediciler değillerdi.
122- Ve şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’in [engin merhamet sahibinin] ta kendisidir.
123- Ad, gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı.
124–135- Hani kardeşleri Hud onlara demişti ki: “Siz takvalı davranmaz mısınız? Şüphesiz ki ben, sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrim âlemlerin Rabbi üzerinedir. Her yüksek tepeye, alâmet bir bina kurarak mı eğleniyorsunuz? Sonsuzlaşmanız için / sanki sonsuzlaşacakmışsınız gibi sanayi üreten yerler [fabrikalar / kaleler] mi edinirsiniz? Yakaladığınız vakit de zorbaca mı yakaladınız? Artık Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Size o bildiğiniz şeyleri verene; davarlar, oğullar, cennetler [bağlar, bahçeler], pınarlar verene takvalı davranın. Şüphesiz ki ben sizin hakkınızda büyük bir günün azabından korkuyorum.”
136–138- Onlar dediler ki: “Sen, öğüt versen de yahut öğüt verenlerden olmasan da bizim için aynıdır. Bu, sadece öncekilerin hayat tarzlarıdır. Ve biz azaba uğratılacaklar değiliz.”
139- Bunun üzerine onu yalanladılar da Biz kendilerini helâk ettik. Şüphesiz ki bunda kesinlikle mutlak bir ayet vardır, ama onların çoğu iman ediciler değillerdi.
140- Ve şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’in [engin merhamet sahibinin] ta kendisidir.
141- Semud, gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı.
142–152- Hani kardeşleri Salih onlara demişti ki: “Takvalı davranmaz mısınız? Şüphesiz ki ben, sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Ben sizden hiçbir ücret istemiyorum da. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Siz burada; bahçelerde, pınarlarda ve ekinlerin, salkımları sarkmış hurmalıkların arasında güven içinde bırakılacak mısınız? Ve siz dağlardan ustaca evler yontuyorsunuz. Artık Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Ve yeryüzünde bozgunculuk yapıp ıslah etmeyen o aşırı gidenlerin emrine uymayın.”
153, 154- Onlar dediler ki: “Sen, kesinlikle büyülenmişlerdensin! Sen de ancak bizim gibi bir beşersin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir ayet getir.”
155, 156- O [Salih]: “İşte bu dişi devedir; onun bir su içme hakkı vardır, belli bir günün içme hakkı da sizindir, ona bir kötülükle ilişmeyin, yoksa sizi büyük bir günün azabı yakalayıverir” dedi.
157- Buna rağmen onlar deveyi inciklerini kesip öldürdüler de pişman olanlar olarak sabahladılar.
158- Bunun üzerine onları azap yakalayıverdi. Doğrusu bunda, büyük bir ders vardır; ama onların çoğu iman etmediler.
159- Ve Şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’in [engin merhametlinin] ta kendisidir.
160- Lut’un kavmi, gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı.
161–166- Hani kardeşleri Lut onlara demişti ki: “Siz takvalı davranmaz mısınız? Şüphesiz ki, ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Gelin artık, Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Rabbinizin sizler için yarattığı eşleri bırakarak âlemler içinden erkeklere mi gidiyorsunuz? İşin aslı siz haddi aşan bir kavimsiniz.”
167- Onlar: “Ey Lut! Vazgeçmezsen, kesinlikle çıkarılanlardan olacaksın” dediler.
168- O [Lut]: “Şüphesiz ben, sizin işiniz için buğz edenlerdenim” dedi.
169- -Rabbim! Beni ve ailemi onların yapageldiklerinden kurtar!-
170–172- Bunun üzerine Biz de onu ve ailesinin - geride kalanların içindeki zavallı karı hariç- tamamını kurtardık, sonra da geridekilerin hepsini helâk ettik.
173- Ve üzerlerine öyle bir yağmur yağdırdık ki! Bak işte uyarılanların yağmuru ne kötüdür!
174- Şüphesiz ki bunda bir ayet vardır. Ama onların çoğu iman ediciler değillerdi.
175- Ve şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’in [merhamet sahibinin] ta kendisidir.
176- Eyke Ashabı, gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı.
177–184- Hani Şuayb onlara demişti ki: “Siz takvalı davranmayacak mısınız? Şüphesiz ki, ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Bu nedenle Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrim yalnız âlemlerin Rabbi üzerinedir. Ölçeği tam ölçün ve hak yiyenlerden olmayın. Ve doğru terazi ile tartın. Halkın eşyalarını değerinden düşürmeyin ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. Ve O, sizi ve sizden önceki nesilleri yaratan kişiye [Allah’a] takvalı davranın.”
185–187- Onlar: “Sen, kesinlikle büyülenmişlerden birisin. Sen de bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsin. Biz senin kesinlikle yalancılardan biri olduğundan eminiz. Şayet doğrulardan isen, üstümüze gökten bir parça düşürüver!” dediler.
188- O [Şuayb]: “Rabbim, yaptıklarınızı en iyi bilendir” dedi.
189- Bunun üzerine onu yalanladılar da kendilerini o gölge gününün azabı yakalayıverdi. Şüphesiz o büyük bir günün azabı idi.
190- Şüphesiz bunda bir ayet vardır. Ama onların çoğu iman ediciler değillerdi.
191- Ve şüphesiz Rabbin, kesinlikle Aziz [mutlak üstün olan] ve Rahîm’in [engin merhametli olanın] ta kendisidir.
192- Ve şüphesiz ki bu [apaçık kitap], kesinlikle âlemlerin Rabbinin indirmesidir.
193–195- Onunla [apaçık kitapla], uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile senin kalbine Emin Ruh [Güvenilir Can, sağlam bilgi] indi.
196- Ve şüphesiz o [er-Ruhu’l-Emin; sağlam bilgi], kesinlikle öncekilerin kitaplarında da vardı.
197- Ve İsrailoğulları bilginlerinin onu [kendi kitaplarında sağlam bilginin varlığını] bilmesi, onlar için bir ayet olmadı mı?
198, 199- Ve Biz onu [apaçık kitabı] yabancılardan [Arapça bilmeyenlerden] birine indirseydik de, bunu o, onlara okusaydı, onlar, buna iman ediciler değillerdi.
200, 201- Böylece onu günahkârların kalplerine soktuk. Onlar acıklı azabı görünceye kadar ona iman etmezler.
202- İşte bu onlara, kendileri farkında olmadan, ansızın geliverecektir.
203- Sonra da onlar “Biz mühlet verilenlerden miyiz?” diyeceklerdir.
204- Onlar Bizim azabımızı çarçabuklaştırmak mı istiyorlar?
205–207- Gördün mü, onlara senelerce kazanç sağlatsak, sonra kendilerine vaat edilen gelip çatıverse, o kazandıkları şeylerin kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır.
208- Ve Biz sadece kendileri için uyarıcılar olan kenti helâk ettik.
209- Öğüt! Ve Biz, zulmedenler değiliz.
210- Ve onu [apaçık, açıklayıcı kitabı] şeytanlar indirmedi [senin kalbine sokmadı].
211- Bu onlara yaraşmaz, onlar güç yetiremezler de.
212- Şüphesiz onlar duyumdan [vahyden] kesinlikle uzak tutulmuşlardır.
213- O hâlde sakın Allah ile beraber başka ilâha yalvarma, sonra azaplandırılmışlardan olursun.
214- Ve en yakın aşiretini [oymağını] uyar.
215- Ve müminlerden sana uyan kimselere kanadını indir.
216- Şayet sana isyan ederlerse; “Şüphesiz ben sizin yaptıklarınızdan kesinlikle uzağım” de.
217–219- Ve sen kalktığın [elçilik görevini yapmak için ortaya çıktığın] ve boyun eğenler arasında dolaştığın zaman seni gören Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’e [engin merhamet sahibine] güvenip dayan.
220- Şüphesiz ki O, en iyi işiten, en iyi bilendir.
221- Şeytanların kime inip durduğunu [kimlerin kafasına bir şeyler soktuğunu] size haber vereyim mi?
222- Onlar [şeytanlar], tüm iftiracı günahkârlara iner dururlar [onların kafasına sokarlar].
223- Onlar, duyum bırakırlar hâlbuki onların çoğu yalancıdır.
Neml; 6- Şüphesiz bu Kur’an ise sana, yasalar koyan ve en iyi bilen Allah tarafından bırakılmaktadır [senin içine işletilmektedir].
224- Ve şu şairler; şüphesiz onlara azgın sapıklar uyar.
225, 226- Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekten yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi?
227- Ancak iman edenler ve salihatı işleyenler, Allah’ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar müstesna. Haksızlık edenler, hangi dönüşüme döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.

ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 28. September 2008, 01:34 AM   #2
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

TAHLİL:

1. Ayet:

طTa / 9, سSin / 60, مMim / 40.

Henüz rakamların kullanılmadığı ve sayıların harflerle ifade edildiği Kur’an’ın iniş döneminde, bu harflerin EBCD tablosundaki değerleri sırasıyla 9, 60 ve 40 sayılarıdır. Daha evvel birçok kez açıkladığımız gibi, “kesik harfler [bağımsız harfler]” de denilen ve bizim “bir uyarı ünlemi” ya da yapı itibariyle -anlam itibariyle değil- “Kur’an’ın korunmasına yönelik veya bir mucize izharına ait çok önemli bir öge” olduğunu düşündüğümüz bu harflerin bir anlamı yoktur. Bugüne kadar üzerinde ciddî bir çalışma yapılmamış olan ve böyle bir çalışmayı yapacak bilgi ve dirayet sahibi Kur’an erlerini bekleyen bu konu, maalesef burada da istismar edilmiş ve bu ayetle ilgili olarak gerçeklerden uzak birtakım asılsız yakıştırmalar yapılmıştır:
İbn Abbas dedi ki: "Tâ, Sîn, Mîm" bir kasemdir ve bu, yüce Allah`ın isimlerinden bir isimdir. Hakkında yemin olunan ise: "Eğer istesek gökten üzerlerine bir mucize indiririz" buyruğudur.
Katâde dedi ki: Bu Kur`ân`ın isimlerinden bir isim olup yüce Allah buna yemin etmiştir. Mücahid ise: Bu sûrenin ismidir. Sûrenin başlangıcını güzelleştirmektedir.
er-Rabî` dedi ki: Bu bir kavmin süresinin hesabını ifade eder. Bir diğer açıklamaya göre bu bir kavmin başına gelecek musibeti anlatmaktadır.
el-Kurazî dedi ki: Yüce Allah, tavline [kudretine], senasına [yücelik ve üstünlüğüne] ve mülküne yemin etmektedir.
Abdullah b. Muhammed b. Akîl dedi ki: "Tâ", Tur-u Sina, "Sin", İskenderiye, "Mîm" de Mekke demektir.
Cafer b. Muhammed b. Ali de dedi ki: "Tâ" Tûğba ağacı, "Sîn" Sidre-i Münteha, "Mîm" de Muhammed (sav)`dır. Bir diğer açıklamaya göre; "Tâ" Tahir`den, "Sîn" Kuddüs`den (es-Semi`den ve es-Selam`dan da denilmiştir) "Mîm" de el-Mecid`den (rumuzdur). er-Rahim`den ve el-Melik`den olduğu da söylenmiştir. Bu anlamdaki açıklamalar daha ünceden el-Bakara Sûresi`nin baş taraflarında (2/1-2. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l Kur’an)

“Tâ", ariflerin kalbinin "tarb"ına [coşkusuna]; “Sin”, aşıkların sürûruna; “Mim” de müridlerin münacaatına bir işarettir. ( Razi; el-Mefatihu’l- Gayb)

Nakledilen bu açıklamalar gerçeği ifade etmeyip sadece birer yakıştırmadan ibarettir.

2. Ayet:

Bunlar, apaçık / açıklayıcı kitabın ayetleridir.

Bu ayetteki “kitap” sözcüğünden sadece “Kur’an” anlaşılabileceği gibi, Kur’an’dan önce indirilmiş kitapların anlaşılması da mümkündür. Nitekim Kur’an’ın birçok ayetinde “ الكتابel-Kitap” ve “ الذّكرez-Zikr” sözcükleriyle Kur’an’dan evvelki kitaplar kastedilmiştir. Bu kabul, Şuara suresindeki ayetlerin ve bu surede verilen bilgilerin, daha önce indirilmiş olan kitaplarda da bulunduğu anlamına gelmektedir.
Kur’an’ın sıfatlarından birisi olan “ المبينmübîn” sözcüğü “apaçık” ve “açıklayıcı” anlamında olup bundan başka daha birçok ayette geçmektedir. Gerçekten de Kur’an, inançlı-inançsız herkes için apaçıktır, açıklayıcıdır. Onu her okuyan ve dinleyen, onun neye çağırdığını, neyi emredip neyi yasakladığını, neyi iyi neyi kötü kabul ettiğini kolayca anlar. Yani hiç kimse “Ben bu kitabı anlayamadım, ne demek istediği belli değil” diyemez. Kişilerin inanmaları veya işlerine gelmeyip de inanmamaları ayrı bir konudur.

3- 6. Ayetler:


Hıcr suresinin 90-93. ayetleri, teknik ve anlam olarak, bulundukları yer ile alakalı değildirler. Bu ayetlerin bulunması gereken yerin Şuara suresinin giriş paragrafı olduğu, uzun araştırmalarımız sonucunda acizane tarafımızdan tespit edilmiştir. Dolayısıyla bu ayetleri Şuara suresinin ilk paragrafı içinde değerlendirmiş bulunuyoruz. Bunun gerekçelerini detaylı olarak Hıcr suresinin tahlilinde arz edeceğiz.

3 + Hıcr/91- Onlar; o, Kur’an’ı bir takım parçalar/ (sihir, şiir, esatir, uydurulmuş söz gibi) kötü sözler kılan kimseler iman edenler olmuyorlar diye sen kendini helâk edeceksin!
4 + Hıcr/90- Eğer Biz dilersek, o yemincilere indirdiğimiz şey gibi onlara gökten bir ayet indiririz de onların boyunları, ona boyun eğenler oluverirdi.
5- Ve kendilerine Rahman’dan yeni bir öğüt geldi mi, mutlaka ondan yüz çevirenler oldular.
6- Sonra da, kesinlikle yalanladılar. İşte alay edip durdukları şeyin haberleri yakında onlara gelecektir.
Hıcr/92, 93- İşte, ant olsun Rabbine ki, Biz, mutlaka onların hepsini yaptıkları şeylerden hesaba çekeceğiz.

Bu ayetlerde peygamberimizin tebliğ görevini sürdürürken inkârcıların tavırları karşısında duyduğu üzüntü, sıkıntı dile getirilmiş, inkârcılardan hesap sorulacağı bildirilerek peygamberimiz teselli edilmiştir. Bu ayetlerde inkarcılar “Kur’an’ı bir takım parçalar/ (sihir, şiir, esatir, uydurulmuş söz gibi) kötü sözler kılan kimseler” olarak nitelenmiş ve Kur’an’ı parça parça yapanlara / Kur’an’ın sihir, şiir, kötü söz, esatir olduğunu ileri süren iftiracılara geçmişte olduğu gibi hak ettikleri cezanın verileceği beyan edilmiştir.
Bir taraftan da Rabbimiz Peygamber’i teselli etmeye devam etmektedir.

3+ Hıcr/91. Ayetler:

3+ Hıcr/91- Onlar; o, Kur’an’ı bir takım parçalar/ (sihir, şiir, esatir, uydurulmuş söz gibi) kötü sözler kılan kimseler iman edenler olmuyorlar diye sen kendini helâk edeceksin!
عضينIDIYN” SÖZCÜĞÜ
“ عضينIdıyn” sözcüğü Kur’an’da sadece burada yer almıştır. Bu sözcüğün kökü ve anlamı üzerinde farklı görüşler vardır:
a- Bu sözcüğün “ عضوّuduv” kökünden geldiği kabul edilirse, çoğul olan bu sözcüğün anlamı Türkçedeki gibi “uzuvlar [parçalar]” anlamındadır.
b- Sözcüğün “ عضهadah” kökünden geldiği kabul edilirse, sözcük “yalan, iftira, dedikodu gibi gibi kötü söz” anlamındadır.
c- Ferra bu sözcüğün “sihir” anlamında olduğunu söylemiştir.(Lisanü’l-Arab; c. 6, s. 305- 306 Udh mad. Ragıp; El-Müfredat, Udv mad)
Dikkat edilirse, konumuz olan ayette yukarıdaki anlamların hepsinin de bir arada mevcut oldukları görülür. Böylece bu ifade ile hem Bakara/85’de açıklandığı gibi, işine gelene inanarak, işine gelmeyene inanmayarak Kur’an’ı parça parça ayıranlar; hem de birçok ayette belirtildiği gibi, Kur’an’a “sihir, şiir, efsane ve yalan söz” gibi kötü nitelikler yakıştırarak iftira atanlar kastedilmiş olur.
المقتسمينMUKTESİMÎN”
Hıcr/90’da yer alan “muktesimîn” sözcüğü, Sarf ilmi kurallarına göre “ قسِم kısım [bölüm]” veya “ قسَمkasem [yemin]” sözcüğünden türetilmiş bir sözcük olarak değerlendirilebilir. Buna engel hiçbir şey yoktur. Önemli olan bu pasajda hangi anlamın tercih edilmesi gerektiği konusunda doğru karar vermektir.
Ayetlerin doğru anlamına ulaşabilmek için yapılması gereken, Kur’an’da başlarına bela indirildiği bildirilen bir “yeminci” veya “taksimci” bulmaktır. Bu ayetlerin indiği dönem itibariyle Kur’an’da geçmişte belalandırıldığı bildirilen bir “taksimci” söz konusu edilmediğine göre, geçmişte belalandırılmış, cezalandırılmış bir “yeminci” bulmak gerekmektedir.
Kur’an’a müracaat edildiğinde geçmişte iki tane cezalandırılmış “yeminci” gurup görülmektedir. Bunlar:

1- Salih peygambere tuzak kuranlar:

Neml 49, 50: Allah’a yeminleşerek: “Gece ona ve ailesine baskın yapacağız; sonra da velisine (yakınlarına), ‘Biz, o ailenin yok edilişine şahit olmadık (olay sırasında orada değildik), ve biz kesinlikle doğru olanlarız’ diyeceğiz” dediler.
Ve onlar böyle bir tuzak kurdular, şüphesiz Biz de onların farkında olmadığı bir tuzak kurduk (bir ceza ile cezalandırdık).


2- Cennet sahipleri:

Kalem 17- 33: Haberiniz olsun ki, Biz onlara belâ vermişizdir/ kesinlikle belâ vereceğiz, (tıpkı) o çiftlik sahiplerine belâ verdiğimiz gibi. Hani onlar, sabah olunca mutlaka onu devşireceklerine yemin etmişlerdi.
Bir istisna da yapmıyorlardı.
Ama onlar uyurken Rabbin tarafından bir dolaşan (afet) onun üzerinden dolaşıverdi.
Sabaha, o bağ biçilmiş/ devşirilmiş gibi oluverdi.
Sabahladıkları vakit birbirlerine seslendiler.
"Haydi, devşirecekseniz (çiftliğinize) sabahleyin erkence gidin!" dediler.
Hemen yola koyuldular, aralarında fısıldaşıyorlardı:
"Sakın bugün aranıza bir yoksul sokulmasın!"
Sadece engelleme gücüne sahip/ şiddete güçleri yeten (bir tavırla) erkenden gittiler.
Ama çiftliği gördüklerinde: "Biz mutlaka sapıklarız/ biz şaşırmışız/ yanlış yere gelmişiz,
yok yok, biz mahrum edilmişiz." dediler.
En hayırlı olanları: "Ben size ‘Tesbih etmiyor musunuz!’ dememiş miydim?" dedi.
Onlar: "Rabbimiz Seni tenzih ederiz, doğrusu bizler zalimlermişiz!” dediler.
Sonra döndüler, birbirlerini kınıyorlardı:
"Yazıklar olsun bizlere; bizler gerçekten azgınlarmışız/ kendini firavun gibi gören küstahlarmışız.
Umarız ki, Rabbimiz bize onun yerine daha hayırlısını verir; gerçekten biz bütün ümidimizi Rabbimize çeviriyoruz." diye.
İşte böyledir azap. Elbette ahiret azabı daha büyüktür, keşke bilenlerden olsalardı!


Konumuz olan sözcüğün, “ المقتسمينel-Muktesimin” şeklinde “ ال[belirteç]” ile gelmesi, bu “yeminciler”in daha evvel bize öğretilmiş, bildirilmiş birileri olduğunu göstermektedir. Surelerin iniş sırası dikkate alındığında, Hıcr suresinden önce indikleri için “el-muktesimin” sözcüğü ile her iki suredeki “yeminciler”in de ifade edimli olması mümkündür. Ancak bizim tercihimiz Kalem suresinde konu edilen “yeminciler”in olduğudur. Zira yukarıda da bahsettiğimiz gibi, konumuz olan ayetler Hıcr suresinin ayetleri olmayıp Şuara suresinin ayetleridir. Neml suresinin Şuara suresinden daha sonra indiğini göz önünde tutarak buradaki “yeminciler”in Salih peygambere tuzak kuranlar olması ihtimalini uzak görüyoruz.
6 + Hıcr/92, 93. ayetlerde bu suçlu kesimin mutlaka cezalandırılacağı üzerinde durulmuştur. Bilindiği üzere Rabbimiz, A’raf/136, Hıcr/79, Rum/47, Zuhruf/25, 41, 55, Maide/95, Al-i Imran/4, İbrahim/47, Zümer/37, Secde/22, Duhan/16’da suçluları mutlaka yakalayıp cezalandırmak suretiyle adaleti sağlayacağını beyan buyurmuştur.

Peygamberimizin bu sıkıntısı başka surelerde de konu edilmektedir:

Fatır 8: Onun için, kötü ameli kendisine süslü gösterilen sonra da onu güzel gören kişi mi? Şüphe yok ki Allah dilediğini / dileyeni şaşırtır, dilediğine / dileyene de kılavuzluk eder. O hâlde canın onlara karşı hasretlerle [üzüntülerle] sıkılıp gitmesin. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir.

Kehf 6: Sonra da sen onlar bu söze [Kur’an’a] inanmazlarsa, bıraktıkları eserlerden [yaptıklarından dolayı], üzüntüden neredeyse kendini harap edeceksin!

Peygamberimizin ilettiği mesajlara kulak asmayan, tavır alan ve birçoğu da akrabası olan hemşerilerinin küfür ve şirklerinde ısrarcı olmaları, inanmayanların ahiretteki akıbetlerine ait bilgiler geldikçe peygamberimizi daha da üzmektedir. Zira verilecek korkunç cezalar sebebiyle o kişiler için üzülmemek, bir müminin değil, ancak bir münafığın tavrıdır:

Âl-i Imran 120: Size bir iyilik dokunsa fenalarına gider ve eğer size bir kötülük isabet etse onunla sevinirler. Ve eğer sabreder ve takvalı davranırsanız, onların hileleri size hiçbir şeyce zarar vermez. Şüphesiz Allah onları kendi yaptıkları şeylerle kuşatmıştır.

Tövbe 50: Eğer sana bir iyilik dokunursa fenalarına gider. Eğer sana bir musibet dokunursa “Biz kesinlikle işimizi [tedbirimizi] önceden almıştık” derler. Ve onlar sevinenler olarak sırt çevirirler.

Bu ayette peygamberimize yönelik olarak verilen mesaj, toplum yararına çalışıp da olumsuz tepkiler, hatta saldırılar ile karşılaşan tüm sosyal destekçiler için de geçerlidir. Onlar sadece görevlerini yapmalı ve işlerini yılmadan devam ettirmelidirler. Üzülerek çalışmalarını kesintiye uğratmamalıdırlar. Gayret göstermeli, gerisini Allah’a havale etmelidirler.



7–9. Ayetler:

Ve onlar yeryüzüne bakmadılar mı? Biz orada her güzel eşten nicelerini bitirdik.
Şüphesiz ki bunda kesinlikle ayet vardır; ama onların çoğu iman edenler olmadılar.
Ve şüphe yok ki Rabbin, kesinlikle Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’in [engin merhamet sahibinin] ta kendisidir.

Bu ayet grubunda Rabbimiz dolaylı olarak herkesin seçme hakkının, inanıp inanmama özgürlüğünün bulunduğunu ve kimsenin zorlanmadığını ifade etmektedir. Bu ifadeden aynı zamanda peygamberimizin de niçin üzülmemesi gerektiği anlaşılmaktadır. Bir teselli mahiyetinde zımnen şöyle denilmektedir: “Eğer Allah dileseydi onları mucizelerle imana zorlardı. Onlar da zoraki inanırlardı. Bu, Allah’ın gücü çerçevesindedir. Ama Allah onları serbest bıraktı.” Bu ilke, Rabbimizin Kur’an’da tekrar tekrar bildirdiği bir ilkedir:

Yunus 99: Oysa Rabbin dileseydi elbette yeryüzündekilerin hepsi topluca inanırdı. Artık, inananlar olmaları için insanları sen mi zorlayacaksın?

Hud 118, 119: Eğer Rabbin dileseydi, insanları elbette tek bir ümmet [önderli topluluk] kılardı. Oysa Rabbinin rahmet ettiği kişiler hariç, onlar anlaşmazlığı sürdürmektedirler. Onları işte bunun için yarattı. Ve Rabbinin Söz’ü; “Ant olsun, cehennemi cinnlerden ve insanlardan, onların tümünden dolduracağım” tamamlanmıştır.

Yusuf 103: Sen şiddetle arzulasan da, insanların çoğu iman ediciler değildir.

Ya Sin 30: Yazıklar olsun o kullara ki, kendilerine gelen her bir elçi ile mutlaka alay ederlerdi.

Müminun 44: Sonra Biz birbiri ardından elçilerimizi gönderdik. Her ne zaman bir ümmete elçileri geldi, onlar bu elçiyi yalanladılar da Biz onların bir kısmını bir kısmına izlettirdik ve onları öyküler yaptık. -Artık iman etmeyen kavim için uzaklık [canı cehenneme]!-

7. ayette “Ve onlar yeryüzüne bakmadılar mı? Biz orada her güzel eşten niceleri bitirdik” denilmek suretiyle aklı başında kimseler için uzaklarda ayet aramaya gerek olmadığı, Allah’ı tanımak için yakın çevredeki bitkilerin incelenmesinin yeterli olacağı vurgulanmıştır. Yakınlarındaki onca ayeti görmemek için kör ve aptal olmaları gereken inkârcılar da bu vurgulamayla sanki şöyle kınanmaktadır: “Kâfirler burunlarının ucunu bile görmüyorlar. Çevrelerine, yeryüzüne hiç bakmıyorlar, oradaki mucizelerimizi algılamıyorlar.”
Bu ayetlerde verilen mesaj, ilk surelerden olan Abese suresinde de konu edilmişti:

Abese 24–32: Hadi, bakıversin insan kendi yiyeceğine!
Biz suyu döktükçe döktük.
Sonra toprağı yardıkça yardık.
Böylece, yeryüzünde daneler / hububat bitirdik.
Ve üzümler, yoncalar
ve zeytinler, hurmalar
ve gür çimenli, sık ağaçlı bahçeler
ve meyve, otlak,
size ve hayvanlarınıza geçimlik olarak.


Bizim “Biz orada her güzel eşten nicelerini bitirdik” şeklinde çevirdiğimiz 7. ayetteki ifadesinde Rabbimiz, bitkiler için “ كريم kerim” sıfatını kullanmıştır. “Kerim” sözcüğü, kendi türünde ve konusunda beğenilen ve övülen her şey için kullanılabilen bir sıfattır. Nitekim beğenilen yüze, yani kadına “güzellik” erkeğe “yakışıklılık” niteliği kazandıran yüze; “ وجه كريم vech-i kerim”, faydaları ve içerdiği manalar bakımından beğenilen kitaba da “ كتاب كريم kitab-ı kerim” denilir. Buradaki “ نبات كريم nebat-ı kerim” de “kendisinde bulunan faydalardan dolayı beğenilen bitki” demektir. Yani burada Rabbimiz, insanların “yararlı” ve “zararlı” olarak ikiye ayırdığı bitkileri “kerim” diye nitelemiştir. Bize göre Rabbimizin bu ifadesinden şu anlaşılmalıdır: İnsanların “zararlı” olarak nitelediği bitkilerde henüz tespit edilememiş nice yararlar bulunmaktadır. Çünkü Yüce Allah hiçbir şeyi gereksiz ve amaçsız yaratmamıştır. Nitekim eskiden faydasız olarak görülen birçok bitkinin ekolojik sistemdeki denge sağlayıcı önemi veya insanların dertlerine deva olduğu henüz şimdilerde anlaşılmıştır.
3–9. ayetlerin oluşturduğu paragrafın “Şüphesiz ki bunda kesinlikle ayet vardır; ama onların çoğu iman edenler olmadılar. Ve şüphe yok ki Rabbin, kesinlikle Aziz ve Rahîm’in ta kendisidir” şeklindeki son iki cümlesi, surede, peygamberlere ait her kıssanın sonunda bir nakarat gibi tamsekiz kez geçmektedir. Ancak her biri farklı konulara işaret ettiği için bu cümleler “tekrar” sayılamazlar. Allah’ın “ العزيز Aziz” ve “ الرّحيمRahîm” sıfatları ile anıldığı bu cümlelerdeki “Aziz” adı yalanlayıcılara tehdit, “Rahîm” adı da inananlara ve inanacaklara müjde ve güven unsuru olmaktadır.

10, 11. Ayetler:

Bir vakit de Rabbin, Musa’ya: “Git o zalim kavme; Firavun kavmine, hâlâ takvalı davranmayacaklar mı?” diye nida etmişti.

6. ayetteki “İşte alay edip durdukları şeyin haberleri yakında onlara gelecektir” ifadesiyle sözü edilmiş olan önemli haberler, çarpıcı bilgiler, bu ayetlerden itibaren verilmeye başlanmıştır. Önemli haberlerin ilki, Musa peygamber, Firavun ve İsraloğulları ile ilgili bilgilerdir. 10–68. ayetlerden oluşan bu pasajda, Musa’nın peygamber yapılışından Firavun’un suda boğuluşuna kadar olan olaylar özet halinde verilmiştir. Daha evvel A’râf ve Ta Ha surelerinde ayrıntılı olarak anlatılmış olan olaylar burada bazı ek bilgiler verilmek suretiyle tekrarlanmakta ve böylece kıssa gayet beliğ ve veciz bir şekilde hafızalara kazınmış olmaktadır.

12–17. Ayetler:

O [Musa]: “Rabbim! Şüphesiz ben, beni yalanlamalarından korkarım. Göğsüm de daralır, dilim konuşmaz, onun için Harun’a da elçilik ver. Hem onlara ait benim üzerimde bir suç var. Ondan dolayı beni öldürmelerinden korkarım.” dedi.
O [Allah]: “Hayır… Hayır… Haydi, ikiniz ayetlerimizle gidin. Şüphesiz ki, Biz sizinle beraberiz, işitenleriz. Haydi, ikiniz Firavun’a gidin de ‘Biz kesinlikle, İsrailoğullarını bizimle beraber gönderesin diye’ âlemlerin Rabbinin elçisiyiz deyin” dedi.

Bu ayet grubunda anlatılanların çoğu, daha önce farklı bir üslupla A’râf ve Ta Ha surelerinde de dile getirilmişti. Meselâ Musa peygamberin burada “beni yalanlamalarından korkarım” şeklinde verilen ifadesi, korkunun farklı anlatımı olarak Ta Ha/45’te “Rabbimiz! Onun bizim aleyhimize aşırı gitmesinden veya azgınlığından korkarız” şeklinde verilmiştir. Musa peygamberin kendisine inanılmayacağından duyduğu endişe, Tevrat’ta da geçmektedir:

Çıkış; 4/ 1–7:

1- Musa, "Ya bana inanmazlarsa?" dedi, "Sözümü dinlemez, `RAB sana görünmedi` derlerse, ne olacak?"
2- RAB, "Elinde ne var?" diye sordu. Musa, "Değnek" diye yanıtladı.
3- RAB, "Onu yere at" dedi. Musa değneğini yere atınca, değnek yılan oldu. Musa yılandan kaçtı.
4- RAB, "Elini uzat, kuyruğundan tut" dedi. Musa elini uzatıp kuyruğunu tutunca yılan yine değnek oldu.
5- RAB, "Bunu yap ki, ataları İbrahim`in, İshak`ın, Yakup`un Tanrısı RAB`bin sana göründüğüne inansınlar" dedi.
6- Sonra, "Elini koynuna koy" dedi. Musa elini koynuna koydu. Çıkardığı zaman eli bir deri hastalığına yakalanmış, kar gibi bembeyaz olmuştu.
7- RAB, "Elini yine koynuna koy" dedi. Musa elini yine koynuna koydu. Çıkardığı zaman eli eski haline dönmüştü.

Musa peygamberin daha önce bir suç işlediğine dair 14. ayetteki ifadesi, Firavun’un 18, 19. ayetlerdeki “Biz seni çocukken içimizde terbiye etmedik mi? Hayatının birçok yıllarından içimizde kalmadın mı? Sonunda o yaptığın işi de yaptın. Sen inkârcılardan / nankörlerden birisin de...” şeklindeki sözleri ile teyit edilmektedir. Bu olayın ayrıntıları Kasas suresinde yer almaktadır:

Kasas 15–21: Ve Musa, şehir halkının habersiz olduğu bir anda şehre girdi. Sonraorada, biri kendi tarafından diğeri düşman tarafından savaşan [birbirlerini öldürmeye çalışan] iki adam buldu. Sonra kendi tarafı olan, düşmana karşı ondan [Musa’dan] yardım diledi. Musa da ötekine hemen bir yumruk indirdi de onun aleyhine gerçekleşti [o öldü]. O [Musa]; “Bu, şeytanın işindendir, şüphesiz o, saptırıcı, apaçık bir düşmandır” dedi.
O [Musa]; “Rabbim! Şüphesiz kendime zulüm ettim. Artık beni bağışla!” dedi de O [Allah], onu bağışladı. Şüphesiz O, çok bağışlayıcının, çok merhamet edicinin ta kendisidir.
O [Musa]; “Rabbim! Bana nimet olarak verdiğin şeylere ant olsun ki, artık hiçbir zaman suçlulara arka olmayacağım” dedi.
Sonra da o [Musa], şehirde korku içinde, kontrol ederek sabahladı. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen kimse feryat ederek ondan imdat istiyor. Musa ona; “Şüphesiz sen, apaçık bir azgınsın!” dedi.
Musa, ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince, o [o adam]; “Ey Musa! Dün bir nefsi öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun? Sen sadece yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun ve sen düzelticilerden olmak istemiyorsun.” dedi.
Ve şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi. Dedi ki: “Ey Musa! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında müzakere ediyorlar. Derhal çık! Şüphesiz ki ben öğüt verenlerdenim.”
Sonra da o [Musa] korka korka, kontrol ederek oradan çıktı. “Rabbim! Beni zalimler kavminden kurtar!” dedi.

Kasas; 33, 34: O [Musa] dedi ki: “Rabbim! Şüphesiz ben onlardan bir can öldürdüm, şimdi onların beni öldürmelerinden korkuyorum. Kardeşim Harun’u da. O dil itibariyle benden daha fasihtir. O nedenle onu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle birlikte gönder. Şüphesiz ben, beni yalanlamalarından korkuyorum.”

Musa peygamberin endişesini dile getirmesi karşısında 15–17. ayetlerde yer alan Rabbimizin sözleri, Ta Ha suresinde şöyle ifade edilmiştir:

Ta Ha 47, 48: Hemen ona gidin de ona: “Şüphesiz biz Rabbinin iki elçisiyiz. Artık İsrailoğullarını bizimle gönder ve onlara azap etme, kesinlikle biz sana Rabbinden bir ayet ile geldik. Selâm kılavuza uyanlaradır.
Şüphesiz biz; kesinlikle bize, kesinlikle azabın yalanlayana ve sırt çevirene olduğu vahyedildi” deyiniz.

Musa peygamberin dile getirdiği endişe ve talepler ile Rabbimizin 15. ayetteki “Şüphesiz ki, Biz sizinle beraberiz, işitenleriz” vurgusu, Ta Ha suresinde aşağıdaki gibi yer almaktadır:

Ta Ha 25–35: O [Musa]: “Rabbim! Seni çok arındırmamız ve Seni çok çok anmamız için göğsümü aç, işimi bana kolaylaştır. Dilimden de düğümü çöz ki sözümü iyi anlasınlar. Ve ehlimden; kardeşim Harun’u benim için bir vezir kıl, onunla arkamı kuvvetlendir. İşimde onu bana ortak et. Şüphe yok ki Sen bizi görüp duruyorsun” dedi.

Ta Ha 46: O [Allah]: “Korkmayınız, şüphesiz Ben ikinizle beraberim, işitirim ve görürüm.”

Bu vurgu ile Yüce Allah Musa peygambere, olup biteceklerin hepsini duyduğunun, bildiğinin ve onlara yardım edeceğinin güvencesini vermiş olmaktadır.
15–17. ayetlerden, bir topluma iki elçinin birden gönderildiği anlaşılmaktadır. Hatırlanacağı üzere Ya Sin suresinde de aynı kente üç elçinin gönderildiği konu edilmişti. Hud suresinde de İbrahim ve Lut peygamberlere sayıları üçten fazla olan [bir takım] elçilerin uğradığı görülecektir.

18–24. Ayetler:

O [Firavun]: “Biz seni çocukken içimizde terbiye etmedik mi? Hayatından birçok yıllar içimizde kalmadın mı? Sonunda o yaptığın işi de yaptın. Sen inkârcılardan / nankörlerden birisin de!” dedi.
O [Musa]: “Ben, o işi şaşkınlardan olduğum zaman yaptım. Sizden korkunca da hemen sizden kaçtım. Sonra Rabbim bana hüküm bahşetti ve beni gönderilmişlerden [elçilerden] kıldı. O başıma kaktığın nimet de İsrail oğullarını kendine köle edinmiş olmandır” dedi.
Firavun: “Âlemlerin Rabbi dediğin de nedir ki?” dedi.
O [Musa]: “Eğer yakinen bilmiş olsanız, O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbidir.”

Bu ayet grubunda, Musa ve Harun’un Allah’ın elçileri olarak Firavun ile yaptıkları ilk konuşmalar anlatılmaktadır. Karşılıklı konuşma şeklinde verilen bu sahnede Musa peygambere ait “O başıma kaktığın nimet de İsrailoğullarını kendine köle edinmiş olmandır” cümlesi dikkat çekmektedir. Bazı tarihî bilgilere dayanılarak yapılan tahminlere göre İsrailoğullarının Mısır’daki kölelik dönemi 430 yıl kadar sürmüştür. Dolayısıyla Musa peygamber bu uzun kölelik dönemini bilerek bu sözleri söylemiştir. Bu sözleriyle neyi kastetmiş olabileceği hakkında şu yorumları yapmak mümkündür:
* Eğer bize ve milletimize karşı uyguladığın o zulmü yapmamış olsaydın, senin barındırmana ihtiyacım olmazdı.
* Bu, daha sonra yapılan iyilik, milletimize yapılan o büyük zulme karşılık olmuştur. Bunlar bir birini karşılayınca, hiç yokmuş gibi olurlar.
* Sen, onları köle edindin, mallarını aldın ve bana o mallardan harcadın. Dolayısıyla beni besleyip büyütmenden dolayı üzerimde bir hakkın yoktur.
* Sen, İsrailoğullarının kendine ait köleler olduklarını iddia ettin. Efendi, kendi kölelerini yedirip içirdiği ve ihtiyaçlarını karşıladığı için bunu onların başına kakamaz.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 28. September 2008, 01:34 AM   #3
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

25. Ayet:

O [Firavun], yanı başında bulunanlara “İşitmiyor musunuz?” dedi.

Bu ayet, kavmi tarafından “tek yüce rabb” olarak kabul edilen Firavun’un alaycı üslûbunu yansıtmaktadır. Firavun, bu alaycı üslubuyla Musa peygamberin “Âlemlerin Rabbi” ifadesine şaştığını ve yanında hazır bulunan ileri gelenlerin de bu ifadeye şaşırdıklarını açığa vurmaları gerektiğini ima etmektedir.

26. Ayet:

O [Musa]: “O, sizin Rabbiniz ve daha önceki atalarınızın da Rabbidir” dedi.

Firavun’un alaycı bir üslûp ile çevresindeki kurmaylarından destek alma girişiminde bulunmasına karşılık, Musa peygamber de âdeta Firavun’un bu gününü de geçmişini de tanımadığını, onun hem atalarının hem de kendisinin şimdiye kadar hep yanlış üzerinde geldiklerini açıklamaktadır.
Musa peygamberin 24. ayette geçen “O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbidir” şeklindeki ifadesini bu ayetle bağdaştırarak buradaki sözlerini “Hadi Allah’ı çevreden tanımıyorsunuz, peki kendi varlığınızdan da mı tanımıyorsunuz? Her tarafınız O’nun imzasını taşıyor” anlamında değerlendirmek de mümkündür. Bu takdirde Musa peygamber, ilâhlık ve rabblık konusunda sadece Firavun’un değil, çevresinde bulunanların da yanılgı içinde olduğunu bir kez daha haykırmış olmaktadır.

27–31. Ayetler:

O [Firavun]: “Size gönderilen bu elçiniz kesinlikle mecnundur” dedi.
O [Musa]: “Şayet aklınızı kullansanız, O, doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir” dedi.
O [Firavun]: “Benden başka ilâh edinirsen, ant olsun ki seni zindana kapatılmışlardan kılarım!” dedi.
O [Musa]: “Sana apaçık bir şey getirmiş olsam da mı?” dedi.
O [Firavun]: “Haydi hemen getir onu, eğer doğrulardan isen” dedi.

Bu ayet grubundaki konuşmalardan anlaşıldığına göre; Firavun, alaycı üslûpla yaklaştığı Musa peygamberin korkusuzca ve ciddiyetle uyarılarına devam etmesi karşısında onun deli olduğunu ileri sürmüş, ondan “size gelen elçi” şeklinde bahsederek onun elçiliğini kendi üstüne almadığını ifade etmiştir.
Bunun üzerine Musa peygamber onları akılsız davranmakla itham etmiş, eğer akıllarını kullanırlarsa Allah’ın her şeyin Rabbi olduğunu anlayıp O’nu tanıyabileceklerini söylemiştir. Firavun’un bu açık uyarı karşısında öfkelendiği anlaşılmaktadır. Öyle ki, bütün zorbaların her zaman başvurduğu yöntemi uygulamaya geçmiş ve pervasızca tehditler savurmuştur. Musa peygamber bu tehditlere kulak asmayıp tebliğini sürdürmüş ve bu sayede onlara mucize gösterme fırsatı elde etmiştir.

Firavun’un ilâhlığı

A’raf/127 ve Ta Ha/49–55’in tahlillerinde de belirttiğimiz gibi, Firavun Allah’ı ve melekleri inkâr etmemekte, aksine Allah’ı göklerin hâkimi olarak kabul etmektedir:

Zühruf 51–53: Ve Firavun kavmine seslendi ki: “Ey kavmim! Mısır hükümdarlığı ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz? Yahut ben, nerede ise meramını anlatamayan, şu zavallı kişiden daha hayırlı değil miyim? Onun üzerine altın bilezikler atılmalı veya kendisiyle beraber sımsıkı saflar hâlinde melekler gelmeli değil miydi?”
Mümin 28–35: Ve Firavun ailesinden imanını saklayan bir adam; “Bir adamı, ‘Rabbim Allah’ dediği için öldürecek misiniz? Hâlbuki o kesinlikle size Rabbinizden delillerle gelmiştir. Ve eğer o bir yalancı ise bir bakarsın ki onun yalanı kendi aleyhine oluvermiştir. Ve eğer doğru ise size yaptığı tehditlerin bir kısmı başınıza gelir. Şüphe yok ki Allah aşırı giden bir yalancıya kılavuz olmaz. Ey kavmim! Yeryüzünde açığa çıkmış olarak bugün mülk [yönetim] sizindir. Dünyada yüze çıkmış bulunuyorsunuz. Peki, eğer gelecek olursa Allah’ın hışmından bizi kim kurtarır?” dedi.
Firavun: “Ben size görüşümden başkasını göstermiyorum ve ben sadece size, doğru yola kılavuzluk ediyorum” dedi.
O iman etmiş olan kimse de: “Ey kavmim! Şüphesiz ben sizin hakkınızda Ahzab’ın günü gibi; Nuh Kavmi’nin, Ad’ın, Semud’un ve daha sonrakilerin maceraları gibi korkuyorum. Ve Allah, kulları için bir zulüm istemez. Ey kavmim! Şüphesiz ben size gelecek o çağrışma gününden; arkanıza dönüp kaçacağınız günden korkuyorum. Sizin için Allah’tan koruyan biri yoktur. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur.” dedi.
Ve ant olsun ki bundan önce size Yusuf delillerle gelmişti. O zaman da onun size getirdiği şeylerde şüphe edip durmuştunuz. Nihayet vefat ettiğinde de “Bundan sonra Allah asla elçi göndermez” dediniz. Allah aşırı giden, şüpheci olan kişileri işte böyle saptırır. O kişiler, kendilerine gelmiş bir güç olmaksızın, Allah’ın ayetleri hakkında mücadele ederler. [Bu durum] Allah katında ve iman edenler yanında buğuz olarak büyüktür. İşte Allah, her böbürlenen zorbanın kalbi üzerine damga basar.

Yukarıdaki ayetlerin delâletiyle, Firavun’un konumuz olan 29. ayetteki sözlerinden, onun kendisini Allah yerine koyduğu anlamını çıkarmak mümkün değildir. Kendisini insanların hâkimi [rabbi] olarak görmekte ve bu görüşünü de kendisinin Güneş Tanrısının insan şeklindeki sureti olduğu iddiasına dayandırmakta olduğu için Firavun’un bu sözleri, yeryüzünde kendisinden başka kimsenin emirler veremeyeceği ve kendi hükümranlığına müdahaleye kalkışamayacağı anlamına gelmektedir. Diğer taraftan, Firavun’un “ilâh” sözcüğü ile kast ettiğini İslâmiyet’teki “Allah” kavramı ile bağdaştırmak doğru bir yaklaşım değildir. Çünkü Nass suresinin tahlilinde de belirttiğimiz gibi, İslâmiyet’in saf tevhit akidesine göre; her şeyi yoktan var eden ve ibadet edilecek yegâne varlık olduğu kabul edilen “Allah” ile diğer dinlerdeki “ilâh” kavramı arasında tartışmaya yer bırakmayacak nitelikte büyük farklar vardır. Diğer dinlerdeki ilâhlar, bu dinlere mensup insanların korkuları, ihtiyaçları doğrultusunda şekillenmişlerdir ve varlıklarının sebebi olan korkuların, ihtiyaçların ortadan kalkması durumunda, bu ilâhların hiçbir fonksiyonları kalmaz. Ayrıca, insanla birlikte var olan ve onlarla birlikte yok olan bu ilâhların “hüküm koyma” özellikleri de yoktur. Bu sebeple, kendilerine dualar edilen, tapınılan, kurbanlar ve hediyeler sunulan bu ilâhların yasal ve siyasal alanda hükmetme yetkilerinin bulunduğu, dünyevî işlerde istediklerini emretme hakkına sahip oldukları ve buyruklarına teslim olunması gerektiği beşerî dinler tarafından asla kabul edilmemiştir. Bu beşerî dinler, kendilerinin koydukları kanunlara, çizdikleri politikalara karışma hakkını hiçbir ilâha tanımamışlar, yeryüzündeki mutlak otoritenin her zaman sadece kendilerine ait olduğunu savunmuşlardır. Zaten Allah’ın elçileri ve onların izleyicileri ile dünyevî hükümdarlar ve yönetimler [beşerî dinler] arasındaki çatışmanın asıl sebebi de bundan kaynaklanmaktadır.
Firavun’un sözleri bu temel gerçekler dikkate alınarak değerlendirildiğinde, sorunun sadece basit bir tapınma ve takdim sorunu olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Bütün ilâhları terk ederek sadece âlemlerin Rabbi olan Allah’ı bu haklara sahip gören Musa peygamber, eğer Firavun’dan sadece Allah’a inanıp O’na ibadet etmesini isteseydi muhtemelen Firavun da kendisini saldırıya uğramış hissetmeyecek ve Musa peygamberi pek fazla rahatsız etmeyecekti. Olsa olsa atalarının inancını bırakmayı reddetmek suretiyle tepkisini gösterecek ve Musa peygamberi kendi bilginleriyle tartışmaya çağıracaktı. Fakat Musa peygamberin kendisini “Âlemlerin Rabbi”nin elçisi olarak tanıtması ve bu üstün otorite adına Firavun’dan buyruğa itaat etmesini istemesi, Firavun’un kendini ikinci derecede bir hükümdar hissetmesine yol açmış ve Firavun siyasal alanda yeni bir otoritenin ortaya çıkmasına izin vermek istememiştir.
Bu aşamada Musa peygamberin “Sana apaçık bir şey getirmiş olsam da mı?” sözleriyle köşeye sıkışan Firavun’un artık “Haydi hemen getir onu, eğer doğrulardan isen” diyerek Musa peygamberin getirdiğini göstermesini kabul etmekten başka çaresi kalmamıştır. Firavun`un bu cevabı, onun eski ve günümüz müşriklerinden hiçbir farkının olmadığını göstermektedir. Çünkü Kur’an’dan öğrendiğimize göre, Nuh peygamberin kavminden Mekkeli müşriklere kadar tüm kâfirler aynı yolu izlemişlerdir.

32, 33. Ayetler:

Bunun üzerine o [Musa] asasını bırakıverdi; bir de bakmışsın ki o [asa], apaçık bir ejderhadır.
Elini de çekti çıkardı; bir de bakmışsın ki o [eli], bakanlara bembeyazdır.

Musa peygamber, Firavun ile yaptığı konuşmada ortaya çıkan fırsatı kaçırmamış, Allah’ın kendisine verdiği ve “Asa Mucizesi” ile “Beyaz El Mucizesi” diye meşhurlaşmış iki mucizeyi sergilemiştir. (Tebyînü’l-Kur’an; c:3, s:575-578)
34–42. Ayetler:

O [Firavun], yanı başındaki ileri gelenlere; “Şüphesiz bu, kesinlikle çok bilgili bir sihirbazdır! Sizi sihriyle yeryüzünüzden çıkarmak istiyor. Şimdi ne buyurursunuz?” dedi.
Onlar [ileri gelenler] dediler ki: “Onu ve kardeşini alıkoy, şehirlere de toplayıcılar gönder. Bütün büyük ve çok bilgili sihirbazları sana getirsinler.”
Böylece, sihirbazlar belli bir günün tayin edilen vaktinde bir araya getirildi.
İnsanlara da “Siz toplanıyor musunuz?” denildi.
-“Bizim sihirbazlara uymamız için kendilerinin galip gelenler olması lazım!”-
Sihirbazlar geldiklerinde Firavun’a: “Şayet biz üstün gelirsek, muhakkak bize bir ücret var mı?” dediler.
O [Firavun]: “Evet, o takdirde siz, hiç şüphe yok ki, yakınlardan olacaksınız” dedi.

Musa peygamberin iki büyük ve apaçık mucize göstermesinden sonra bu ayet grubunda, Firavun ve ileri gelenlerin Musa peygambere karşı yaptıkları plânlar anlatılmaktadır. Anlaşıldığına göre daha önce fütursuzca “Benden başka ilâh edinirsen, ant olsun ki seni zindana kapatılmışlardan kılarım!” diye meydan okuyan, kendini ilâh, rabb kabul eden Firavun, mucizeleri ve halkın bilgiçlerinin bu mucizelere iman edişini gördükten sonra başına gelecekleri tahmin etmiş ve dehşete düşmüştür. Bu şaşkınlık anında temsil ettiği makamı unutup Musa peygamberin sihir gücü ile halkını oradan götürmeyi plânladığını söylemiş ve akılların kabul etmeyeceği ölçüde saçmalamıştır. Çünkü ülkesinde usta sihir örnekleri sergileyen pek çok sihirbaz bulunan Firavun, bütün sihirbazların yalnızca mükâfat ve ücret için sihirbazlık yaptıklarını gayet iyi bilmesine rağmen, sihirbaz olarak ilân ettiği Musa peygamberin sihir gücü ile siyasî bir devrim yapacağını ileri sürmüştür.

BELLİ GÜN, TAYİN EDİLEN VAKİT

38. ayette geçen “belli günün tayin edilen vaktinde” ifadesinin Mısırlıların ulusal bayram günü olan “ziynet günü” ve “kuşluk vakti” anlamına geldiği Ta Ha suresinde açıklanmıştır:

Ta Ha 59: [Musa] “Sizinle buluşma zamanı, süs [tören, şenlik] günü ve insanların toplanacağı kuşluk vaktidir” dedi.

Yapılan plâna göre; Musa peygamber ile ülkenin sihirbazları arasındaki müsabakayı büyük bir kalabalığın seyretmesini sağlamak için her tarafa çığırtkanlar gönderilecek, müsabakada da bir asanın yılana dönüşmesinde herhangi bir olağanüstülük olmadığı, bunun ülkedeki tüm sihirbazlar tarafından yapılabildiği herkese açıkça gösterilecekti. Böylece Musa peygamberin sarayda gösterdiği ve muhtemelen halka da yayılmış olan mucizenin haberinden halkın etkilenmemesi sağlanmış olacaktı.
Musa peygamberin gösterdiği mucizeler dolayısıyla Firavun’un ne büyük bir endişe içinde olduğunu kanıtlayan bir diğer gösterge de, Firavun’un sihirbazlara Musa peygamberi alt etmeleri hâlinde çok büyük bir şeref anlamına gelen “yakınlar” payesi vereceğini vaat etmesidir.

43–48. Ayetler:

Musa onlara “Atın, ne atacaksanız!” dedi.
Bunun üzerine onlar, iplerini ve değneklerini attılar ve “Firavun’un gücü hakkı için şüphesiz elbette bizler galip olanlarız” dediler.
Sonra Musa asasını attı; bir de ne görsünler, onların uydurduklarını yutuyor!
Sonra sihirbazlar secde edenler olarak bırakıldılar:
“Biz iman ettik âlemlerin Rabbine; Musa ve Harun`un Rabbine” dediler.

Bu ayetlerde kısaca anlatılan müsabaka, A’râf ve Ta Ha surelerinde aşağıdaki gibi nakledilmişti:

A’râf 118–122: Böylece hakk yerini buldu ve onların [Firavun ve ileri gelenlerin] bütün yaptıkları batıl oldu [boşa gitti].
[Firavun ve ileri gelenler] Artık orada mağlûp olmuşlar ve küçük düşmüşler olarak geri döndüler.
Sihirbazlar ise secde edenler olarak bırakıldılar. “Âlemlerin Rabbine; Musa’nın ve Harun’un Rabbine iman ettik” dediler.

Ta Ha 65–70: Onlar [Sihirbazlar]: “Ey Musa! Ya sen atacaksın veyahut ilk atan kişiler biz olalım” dediler.
O [Musa]: “Bilakis, siz atın.” dedi. Bir de ne görürsün! Onların ipleri ve değnekleri, yaptıkları sihirden ötürü kendisine koştuklarını hayal ettirdi.
Bu yüzden Musa, içinde bir korku hissetti.
Biz: “Korkma, şüphesiz sen; en üstün olan sensin, sağ elindekini de bırak, o, onların yaptıklarını yutacak. Şüphesiz onların yaptıkları ancak bir büyücü tuzağıdır. Büyücü ise, her nereye giderse gitsin iflâh olmaz” dedik.
Sonunda bütün sihirbazlar “Musa ile Harun’un Rabbine iman ettik” demek suretiyle boyunlarını kösmüş olarak bırakıldılar.

Görüldüğü gibi, müsabakaya Firavun’un gücüne sığınarak, yemin ederek başlayan ve kendilerine çok güvenen sihirbazlar, Musa peygamberin mucizeleri karşısında kendi düzmece sihirlerinin hiçbir değeri olmadığını anlamışlar ve müsabakadan mağlûp çıktıklarını hemen kabul etmişlerdir. Çünkü onlar sıradan göz bağcılar değil, sihir [gözbağcılık, illüzyon] bilgisinin zirvesine çıkmış ve bu bilgi ile varılacak son noktayı çok iyi bilen kimselerdir. Nitekim Musa peygamberin gösterdiği mucizelerin sihri aştığını anlamışlar ve akıllarını kullanarak imana gelmişlerdir. Böylece Rabbimizin Ta Ha suresinin 46. ve bu surenin 15. ayetlerinde Musa ve Harun peygamberlere verdiği “sizi koruyacağım, sizinle beraberim” vaadi yerine gelmiş olmaktadır. Yüce Allah, elçilerini her zaman koruduğunu ve hakkı üstün kıldığını başka ayetlerde de bildirmiştir:

İsra 81: Ve de ki: “Hakk geldi, batıl yok oldu. Şüphesiz batıl yok olup gider.”

Enbiya 18: Bilakis Biz hakkı batılın başına çarparız da onun beynini parçalar. Bir de bakarsın o [batıl] yok olup gitmiştir. Ve Allah`a yakıştırdığınız vasıflardan dolayı size yazıklar olsun!

Mücadele 21: Allah; “Elbette Ben ve elçilerim galip geleceğiz” yazmıştır. Şüphesiz Allah Kaviyy’dir, Aziz’dir.

44. ayetteki “Bunun üzerine onlar, iplerini ve değneklerini attılar” ifadesinden, sihirbazların kullandıkları malzemenin ip ve sopa olduğu anlaşılmaktadır. Muhtemelen ip ve sopa görünümlü nesnelerin içini cıva veya benzer bir madde ile doldurmuş olan sihirbazlar, bu nesnelerin hareketini açık alanda kuşluk vakti güneş ısısının yardımıyla sağlamış olmalıdırlar. Bu şekilde kendi kendine hareket eden nesneler ise seyredenlerce yılan olarak algılanmıştır.

49–51. Ayetler:

O [Firavun] dedi ki: “Ben size izin vermeden O’na iman mı ettiniz? Şüphesiz ki o elbette size sihri öğreten büyüğünüzdür! Peki, yakında bileceksiniz! Ant olsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama / art arda kestireceğim ve kesinlikle hepinizi astıracağım!”
Onlar [sihirbazlar]: “Zararı yok, şüphesiz biz Rabbimize dönenleriz. Biz müminlerin ilkleri olduğumuzdan dolayı, Rabbimizin bize mağfiret edeceğini umuyoruz” dediler.

Bu ayetlerde, müsabakadan yenik çıkan sihirbazların imana gelmeleri üzerine Firavun’un onlara nasıl tehditler savurduğu, artık birer inanmış kişi olan eski sihirbazların ise Firavun’un bu tehditlerini hiç umursamadıkları anlatılmaktadır. Daha evvel A’râf ve Ta Ha surelerinde de belirttiğimiz gibi, Firavun’un bu inanmış kişilere [eski sihirbazlara] neler yaptığı Kur’an’da açıklanmamıştır. Rivayetler Firavun’un tehditlerini hemen yerine getirdiği yönündedir.
Müsabakadan sonraki olaylar burada kesilmiş ve 52. ayetten itibaren kıssanın Musa peygamberin yeni görevi ile ilgili olan bölümüne geçilmiştir. Bu arada olan bitenlerin bir kısmı A’râf, bir kısmı Yunus, bir kısmı Mümin, bir kısmı da Zühruf suresinde yer almaktadır:

A’râf 127–135: Firavun kavminden ileri gelenler de: “Seni ve senin ilâhlarını / seni ilâh edinmeyi terk etsinler de yeryüzünde fesat çıkarsınlar diye mi Musa’yı ve kavmini serbest bırakacaksın?” dediler. (Firavun da) Dedi ki: “Onların oğullarını öldüreceğiz, kızlarını sağ bırakacağız ve biz onlar üzerinde kahredicileriz [ezici bir güce sahibiz].”
Musa, kavmine dedi ki: “Allah’ın yardımını isteyin ve sabır edin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı kılar. Akıbet [mutlu son] de muttakiler içindir.”
(Kavmi de) Dediler ki: “Sen bize gelmeden önce de eziyet gördük, sen geldikten sonra da.” [Musa] Dedi ki: “Umulur ki, Rabbiniz düşmanlarınızı helâk edecek ve sizi yeryüzünde halife kılacaktır [onların yerine koyacaktır]. Böylece de sizin nasıl davranacağınıza bakacaktır.”
Ve ant olsun ki Biz, Firavun sülâlesini, senelerle kuraklıklarla / senelerce kıtlık ve ürün noksanlığı ile yakaladık; ki belki düşünüp öğüt alırlar!
Sonra kendilerine iyilik geldiği zaman; “İşte bu bize aittir” dediler. Eğer kendilerine bir kötülük gelirse, Musa ile yanındakilerin uğursuzluğu olarak kabul ederler. İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katındadır. Velâkin onların çoğu bilmezler.
Ve onlar [Firavun’un kavmi]; “Sen bizi kendisiyle büyülemek için her ne mucize getirirsen getir, biz de sana inananlar değiliz” dediler.
Biz de ayrı ayrı ayrılmış [belirli aralıklarla] ayetler olmak üzere üzerlerine tufanı, çekirgeleri, haşereleri, kurbağaları ve kanı gönderdik. Yine büyüklük tasladılar ve bir suçlular kavmi oldular.
Ve ne zaman ki, bu azap üzerlerine çöktü, dediler ki: “Ey Musa! Sana olan ahdi nedeniyle bizim için Rabbine dua et, eğer sen bizden bu cezayı kaldırırsan sana kesinlikle iman edeceğiz. Ve kesinlikle İsrailoğullarını seninle birlikte göndereceğiz.”
Ne zaman ki, ulaşacakları belli bir süreye kadar onlardan cezayı kaldırdık, derhal sözlerinden cayıveriyorlar.

Yunus 83–89: Sonra Firavun ve adamlarının kendilerini ateşe atacağı korkusundan dolayı Musa’ya kendi kavminden bir soydan başka kimse iman etmedi. Ve şüphesiz Firavun yeryüzünde çok üstün idi ve o kesinlikle haddi aşanlardandı.
Ve Musa: “Ey kavmim! Siz Allah`a iman ettinizse, sadece O’na teslim olan Müslümanlardan oldunuzsa, artık sadece O’na tevekkül edin!” dedi.
Onlar da: “Biz Allah’a tevekkül ettik. Ey Rabbimiz, bizi o zalim kavim için fitne kılma ve bizi rahmetinle o kâfirler kavminden kurtar!” dediler.
Ve Biz Musa ile kardeşine “Kavminiz için Mısır’da birtakım evler hazırlayın ve evlerinizi kıble kılın ve salâtı ikame edin ve müminlere müjde verin” diye vahyettik.
Ve Musa: “Rabbimiz! Şüphesiz Sen Firavun’a ve ileri gelenlerine basit hayatta ziynet ve mallar verdin. -Rabbimiz! Senin yolundan saptırsınlar diye- Rabbimiz! Onların mallarını sil süpür ve kalplerine sıkıntı düşür. Çünkü onlar o acıklı azabı görmedikçe iman etmeyecekler” dedi.
O [Allah]; “Her ikinizin de duası kesinlikle kabul olundu. Öyleyse ikiniz doğru yolda devam edin. Ve bilmeyen kişilerin yolunu sakın izlemeyin.” dedi.

Mümin 23–46: Ant olsun, Musa’yı Firavun’a, Haman’a ve Karun’a ayetlerimizle ve açık bir delil ile elçi olarak gönderdik. Onlar da “Bu bir sihirbaz, büyük bir yalancıdır” dediler.
Böylece o, katımızdan kendilerine bir hakk ile geldiği zaman, “Onunla birlikte iman etmiş olanların erkek çocuklarını öldürün; kadınlarını ise sağ bırakın” dediler. Ancak kâfirlerin düzeni, boşa çıkmakta olandan başkası değildir.
Ve Firavun: “Bırakın beni, öldüreyim Musa’yı, o da Rabbini çağırsın. Şüphesiz ben onun, sizin dininizi değiştirmesinden veyahut yeryüzünde kargaşa çıkarmasından korkuyorum” dedi.
Musa da “Kesinlikle ben hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim Rabbim ve sizin Rabbinize sığınırım” dedi.
Ve Firavun ailesinden imanını saklayan bir adam: “Bir adamı ‘Rabbim Allah’ dediği için öldürecek misiniz? Hâlbuki o kesinlikle size Rabbinizden delillerle gelmiştir. Ve eğer o bir yalancı ise bir bakarsın ki onun yalanı kendi aleyhine oluvermiştir. Ve eğer doğru ise size yaptığı tehditlerin bir kısmı başınıza gelir. Şüphe yok ki Allah aşırı giden bir yalancıya kılavuz olmaz.
Ey kavmim! Yeryüzünde açığa çıkmış olarak bugün mülk [yönetim] sizindir. Dünyada yüze çıkmış bulunuyorsunuz. Peki, eğer gelecek olursa Allah’ın hışmından bizi kim kurtarır?” dedi. Firavun: “Ben size görüşümden başkasını göstermiyorum ve ben sadece size, doğru yola kılavuzluk ediyorum” dedi.
O iman etmiş olan kimse de: “Ey kavmim! Şüphesiz ben sizin hakkınızda Ahzab’ın günü gibi; Nuh Kavmi’nin, Ad’ın, Semud’un ve daha sonrakilerin maceraları gibi korkuyorum. Ve Allah, kulları için bir zulüm istemez. Ey kavmim! Şüphesiz ben size gelecek o çağrışma gününden; arkanıza dönüp kaçacağınız günden korkuyorum. Sizin için Allah’tan koruyan biri yoktur. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur” dedi.
Ve ant olsun ki bundan önce size Yusuf delillerle gelmişti. O zaman da onun size getirdiği şeylerde şüphe edip durmuştunuz. Nihayet vefat ettiğinde de “Bundan sonra Allah asla elçi göndermez” dediniz. Allah aşırı giden, şüpheci olan kişileri işte böyle saptırır.
O kişiler, kendilerine gelmiş bir güç olmaksızın, Allah’ın ayetleri hakkında mücadele ederler. (Bu durum,) Allah katında ve iman edenler yanında buğuz olarak büyüktür. İşte Allah, her böbürlenen zorbanın kalbi üzerine damga basar.
Ve Firavun: “Ey Haman! Sebeplere; göklerin sebeplerine ulaşmam için bana bir kule yap da Musa’nın ilâhına muttali olayım [Musa’nın ilâhının ne olduğunu anlayayım]. Ve şüphesiz ben onun yalancı olduğuna kaniyim” dedi. İşte böylece Firavun’a amelinin kötülüğü süslü gösterildi de yoldan çıkarıldı. Ve Firavun düzeni yalnızca boşu boşunadır.
O iman etmiş olan kimse dedi ki: “Ey kavmim! Bana uyun ki size reşadın [akıllı olmanın] yoluna kılavuzluk edeyim. Ey kavmim! Bu bayağı hayat ancak geçici bir kazanımdır. Ahiret ise kesinlikle durulacak yurdun ta kendisidir.”
-Her kim bir kötülük yaparsa, ona ancak yaptığının bir misli ile ceza verilir. Ve erkek veya kadın, her kim mümin olarak salihi [düzeltmeye yönelik iş] işlerse, işte onlar orada hesapsızca rızklanmak üzere cennete girerler.-
Ve: “Ey kavmim! Bana ne oluyor ki, siz beni ateşe davet ediyorken ben sizi kurtuluşa davet ediyorum! Siz beni Allah’ı inkâr etmeye ve benim için hiç bilgi olmayan şeyleri O’na ortak koşmaya davet ediyorsunuz. Ben ise sizi Aziz [o çok güçlü] ve Gaffar’a [çok bağışlayıcı olan Allah’a] davet ediyorum. Hiç inkâr edilemez ki, gerçekten sizin beni kendisine davet ettiğiniz şey dünya ve ahirette kendisine bir çağrı olmayan şeydir. Ve şüphesiz dönüşümüz Allah’adır. Ve şüphesiz haddi aşanlar, cehennem ashabının ta kendileridir. Siz benim sizin için söylediklerimi yakında anacaksınız. Ve ben işimi Allah’a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını en iyi görendir” [dedi.]
Sonra Allah onu [o mümini], onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden korudu. Firavun’un ehlini [yakınlarını] ise, azabın kötüsü; ateş kuşattı. Onlar, sabah akşam [daima] ona [ateşe] arz olunurlar. Kıyamet kopacağı gün ise: “Firavun’un ehlini [yakınlarını] azabın en şiddetlisine sokun!”

Zühruf 46–56: Ve hiç kuşkusuz Biz Musa’yı ayetlerimizle Firavun’a ve onun ileri gelenlerine elçi göndermiştik. O zaman o; “Gerçekten ben âlemlerin Rabbinin elçisiyim” demişti.
Sonra Musa mucizelerimizi onlara getirince onlar hemen onlara [mucizelere] gülüverdiler.
Ve Bizim onlara gösterdiğimiz her bir mucize kardeşinden [önceki mucizeden] daha büyüktür. Belki doğru yola dönerler diye Biz onları azapla yakaladık.
Onlar da: “Ey sihirbaz! Sende olan ahdi hürmetine bizim için Rabbine dua et. Şüphesiz biz kesinlikle doğru yola gireceğiz” dediler.
Fakat ne zaman ki azabı kendilerinden kaldırdık, o zaman onlar sözlerinden dönüverirler.
Ve Firavun kavmine seslendi ki: “Ey kavmim! Mısır hükümdarlığı ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?
Yahut ben, nerede ise meramını anlatamayan, şu zavallı kişiden daha hayırlı değil miyim?
Onun üzerine altın bilezikler atılmalı veya kendisiyle beraber sımsıkı saflar halinde melekler gelmeli değil miydi?”
Firavun kendi kavmini hafife aldı. Onlar da ona itaat ettiler. Gerçekten onlar fasık bir kavimdi.
Nihayet bizi gazaplandırdıkları zaman onlardan intikam aldık [cezalandırarak adaleti sağladık]. Hepsini suda boğduk.
Onları sonradan gelecekler için geçmiş ve örnek kıldık.

52. Ayet:

Ve Biz, Musa’ya: “Kullarımı geceleyin yola çıkar, Şüphesiz siz takip edilenlersiniz” diye vahyettik.

52–68. ayetlerde anlatılan olaylar, Tevrat’ın “Çıkış” bölümünde de Kur’an’daki gerçeklere uygun olarak yer almaktadır.
Bu ayette, Musa peygambere, takip edilecekleri için gece yola çıkmalarının vahyedilmiş olduğu bildirilmektedir. Bundaki amaç, İsrailoğullarının Firavun ile ordusunun onlara yetişemeyeceği kadar bir uzaklığa varmalarını sağlamaktır.

53–56. Ayetler:

Derken Firavun da şehirlere toplayıcıları gönderdi: “Şüphesiz bunlar, sayıları azar azar, bölük pörçük bir topluluktur. Ve onlar bizim için elbette öfkelidirler. Biz ise, elbette hazırlıklı, tedbirli bekleyen bir cemaatiz.”

Bu ayetlerde, İsrailoğullarının Musa peygamber önderliğinde Mısır’dan ayrılma hazırlıklarına karşılık, bu hareketi engelleyebilmek için çevreden güç toplamak suretiyle kendine göre tedbir alan Firavun’un sözleri yer almaktadır.
Tarihten öğrenildiğine göre, İsrailoğulları Mısır’da tek bir kentte toplu olarak değil, çoğunlukla Memfis ile Ramises arasındaki Goşen denilen bölgede olmak üzere çeşitli yerleşim alanlarında yaşamaktaydılar. Nitekim Firavun’un İsrailoğulları hakkında, onların “bölük pörçük bir topluluk” olduklarına dair sözleri de bu tarihî bilgileri teyit etmektedir.
İsrailoğullarının o günkü sayısı hakkında sağlam bir bilgi mevcut olmamasına rağmen birçok eserde rivayetlere dayanılarak altı yüz bin kişi oldukları, aralarında yirmi yaşın altında ve altmış yaşın üstünde kimsenin bulunmadığı ileri sürülmüştür. A’râf ve Ta Ha surelerinde de belirttiğimiz gibi Rabbimiz, Firavun’un ağzından sayılarını değil onların küçük guruplara ayrılmış gruplar olduğunu nakletmiştir.

57–59. Ayetler:

Sonunda Biz, onları [Firavun ve kavmini] bahçelerden, pınarlardan, hazinelerden ve şerefli makamdan çıkardık. İşte böyle! Ve sonra onlara İsrailoğullarını mirasçı yaptık.

Bu ayet grubu, bir parantez içi ifade olup, Firavun ve toplumunun ileri gelenlerinin akıbetlerine dikkat çekmektedir. Bu ifadelerden anlaşıldığına göre, onlar, yüce makamları, bahçeleri, nehirleri, malları, rızkları, hükümranlığı ve dünyanın bolluk içindeki mekânlarını terk etmişler, her şeyden mahrum bırakılmışlar, sanki nimetler denizinden çıkıp cehenneme girmişlerdir.

A’râf 137: O zaafa uğratılagelmiş olan kavmi de bereketlendirdiğimiz yerin doğularına, batılarına [her tarafına] mirasçı yaptık. Ve böylece Rabbinin, İsrail oğullarına olan o pek güzel sözü, sabırları yüzünden tamam oldu [yerine geldi]. Biz de Firavun ile kavminin yapa geldikleri sanat eserlerini ve yükseltmekte oldukları şeyleri yerle bir ettik.

Kasas 5, 6: Biz ise istiyoruz ki, yeryüzünde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunalım, onları önderler yapalım ve onları mirasçılar yapalım.
Ve onları yeryüzünde sağlamca yerleştirelim, Firavun, Haman ve bu ikisinin askerlerine, onlardan çekinmekte oldukları şeyleri gösterelim.

Buradaki anlatıma göre “mirasçı [vâris] kılmak” ifadesi mecazî anlamdadır ve Allah’ın zulme uğrayanları, ezilenleri beklemedikleri kadar çok onura, nimete, feraha, genişliğe kavuşturduğunu dile getiren deyimsel bir ifadedir.

60–62. Ayetler:

Sonra onlar [Firavun ve adamları] güneş doğarken onların ardına düştüler.
İki topluluk birbirini görünce, Musa’nın ashabı: “Şüphesiz biz, kesinlikle kıstırıldık” dediler.
O [Musa]: “Hayır... Hayır... Şüphesiz Rabbim benimledir, bana yol gösterecektir” dedi.

Anlaşıldığına göre, İsrailoğulları Musa peygamber önderliğinde Mısır’dan ayrılmış, Firavun da askerleriyle onları takip etmektedir.
Peşlerindeki askerleri gören ve panikleyen İsrailoğulları, Musa peygambere karşı güvenlerini kaybettiklerini belirten yakışıksız sözler sarf etmekte, Musa peygamber ise Yüce Allah’tan daha önce aldığı güvenceyi aktararak onları teskin etmektedir. Hatırlanacak olursa, Rabbimizin bu güvencesi yukarıda 15. ayette ve Ta Ha suresinde de bildirilmiş idi:

Şuara 15–17: O [Allah]: “Hayır… Hayır… Haydi, ikiniz ayetlerimizle gidin. Şüphesiz ki, Biz sizinle beraberiz, işitenleriz. Haydi, ikiniz Firavun’a gidin de ‘Biz kesinlikle, İsrailoğullarını bizimle beraber gönderesin diye’ âlemlerin Rabbinin elçisiyiz deyin” dedi.

Ta Ha 46: O [Allah]: “Korkmayınız, şüphesiz Ben ikinizle beraberim, işitirim ve görürüm.

63–66. Ayetler:

Sonra Musa’ya “Vur asan ile denize” diye vahyettik, sonra o [deniz] yarıldı da, her parça ulular ulusu bir dağ gibi oluverdi,
ötekilerini de oraya yaklaştırdık.
Ve Musa ve beraberindekilerin hepsini kurtardık,
sonra da ötekileri suda boğduk.

İsrailoğulları, peşlerindeki Firavun ordusunun görüş mesafesi kadar yaklaşması sebebiyle kendilerini kıstırılmış hissettikleri bir anda, tam sıkışmış durumda iken Musa peygambere vahy gelmiş ve nasıl kurtulacakları bildirilmiştir. Böylece İsrailoğulları kurtulmuş, onları takip edenler ise suda boğulmuşlardır.
63. ayette geçen “ طودtavd” sözcüğü “yüksek dağ” demektir. (Lisanü’l-Arab, c.5, s. 658, tvd mad. El-Müfredat, tvd mad.) Dolayısıyla, “ طود tavd” sözcüğü “ عظيم azıym” sıfatı ile tamlama oluşturunca, sözcüğün içinde yer aldığı ibare “her parça ulular ulusu bir dağ gibi oluverdi” anlamına gelir. Bu ifadeden anlaşıldığına göre, Musa peygamber asasıyla denize vurunca, deniz o doğrultuda ikiye ayrılmış ve binlerce kişiden oluşan İsrailoğulları kervanı, denizin koca birer dağ görünümünde iki su kütlesi şeklinde ayrılması sonucunda denizin dibinde açılan yoldan karşı kıyıya geçmiştir. Bu durumda olayın fırtınanın etkisiyle meydana geldiğini söylemek veya olayı med-cezir gibi sıradan tabiat olayları ile açıklamaya çalışmak ya da bazılarının yaptığı gibi ayetteki “ اضربidrıb [vur]” sözcüğünü “ اتّخذittehız [edin]” anlamına hamletmek mümkün değildir. Çünkü ne kadar güçlü olursa olsun, denizin yarılarak suların yüksek dağlar şeklinde iki yana yığılmasına ve bu şekilde uzun süre kalmasına ne bir fırtına ne de med-cezir gibi bir tabiat olayı yol açabilir. Zaten ayetin açık ifadesi, olayın öncesinde bir vahyin söz konusu olduğunu bildirmektedir. Yani, ayetteki “ فانفلقfenfelaka” ve “ فكان fekane” sözcüklerinde yer alan “fa-i takibiyye”lerin de gösterdiği gibi, buradaki olaylar birbiri ardına gerçekleşmiş; önce Musa peygambere vahy gelmiş, vahye uyan Musa peygamberin asasını denize vurması sonucunda da mucize gerçekleşmiştir.
Diğer taraftan, Ta Ha suresi’nin 77. ayetinde Rabbimiz Musa peygambere “Ve ant olsun ki, Musa’ya: ‘Yetişilmekten korkmayarak ve haşyet duymadan kullarımı geceleyin yürüt de onlara denizde kuru bir yol aç’ diye vahyettik” şeklinde emir verdiğini bildirmektedir. Bu ayetten Musa peygamberin asasını denize vurmasıyla yalnızca suların ikiye ayrılıp büyük dağlar gibi iki yana yığılmakla kalmadığı, aynı zamanda üzerinde yürümeye elverişli çamursuz kuru bir yolun da açıldığı anlaşılmaktadır.
Duhan suresinin 24. ayetinde de, kavmiyle birlikte denizi geçtikten sonra Musa peygambere “denizi açık bırakması” emrinin verildiği bildirilmektedir:

Duhan 23, 24: Kullarımı geceleyin yürüt. Şüphesiz siz izlenenlersiniz. Karşıya geçince denizi olduğu gibi açık bırak. Şüphesiz onlar suda boğulmuş bir ordudur.

Bu ayetin ifadesinden de İsrailoğullarının geçişi tamamlandıktan sonra Musa peygamberin bir hareketiyle denizin tekrar eski hâline geleceği, fakat Firavun ve ordusunun boğulması için bu hareketinin yasaklandığı anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak, 63. ayette anlatılanlar açık bir mucizedir ve bunların sıradan tabiat olayları ile izah edilmesi mümkün değildir.

Bu ayet grubunda anlatılanlar Tevrat’ta aşağıdaki gibi geçmektedir:
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 28. September 2008, 01:35 AM   #4
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

Çıkış; 14/21–31:

21- Musa elini denizin üzerine uzattı. RAB bütün gece güçlü doğu rüzgârıyla suları geri itti, denizi karaya çevirdi. Sular ikiye bölündü,
22- İsrailliler kuru toprak üzerinde yürüyerek denizi geçtiler. Sular sağlarında, sollarında onlara duvar oluşturdu.
23- Mısırlılar ardlarından geliyordu. Firavun`un bütün atları, savaş arabaları, atlıları denizde onları izliyordu.
24- Sabah nöbetinde RAB ateş ve bulut sütunundan Mısır ordusuna baktı ve onları şaşkına çevirdi.
25- Arabalarının tekerleklerini çıkardı öyle ki, arabalarını zorlukla sürdüler. Mısırlılar, "İsrailliler`den kaçalım!" dediler, "Çünkü RAB onlar için bizimle savaşıyor."
26- RAB Musa`ya, "Elini denizin üzerine uzat" dedi, "Sular Mısırlılar`ın, savaş arabalarının, atlılarının üzerine dönsün."
27- Musa elini denizin üzerine uzattı. Sabaha karşı deniz olağan haline döndü. Mısırlılar sulardan kaçarken RAB onları denizin ortasında silkip attı.
28- Geri dönen sular savaş arabalarını, atlıları, İsrailliler`in peşinden denize dalan Firavun`un bütün ordusunu yuttu. Onlardan bir kişi bile sağ kalmadı.
29- Ama İsrailliler denizi kuru toprakta yürüyerek geçmişlerdi. Sular sağlarında, sollarında onlara duvar oluşturmuştu.
30- RAB o gün İsrailliler`i Mısırlılar`ın elinden kurtardı. İsrailliler deniz kıyısında Mısırlılar`ın ölülerini gördüler.
31- RABB`in Mısırlılar`a gösterdiği büyük gücünü görünce korkan İsrail halkı, RABB`e ve kulu Musa`ya güvendi.

67, 68. Ayetler:

Şüphesiz bunda kesinlikle bir ayet vardır. Ama çokları iman etmiş değillerdi.
Ve şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle Aziz [mutlak galip] ve Rahıym’in [engin merhamet sahibinin] ta kendisidir.

Rabbimizin bu olay ile ilgili “Şüphesiz bunda kesinlikle bir ayet vardır”ifadesi, bu olayın sadece İsrailoğullarına değil, hem Mekkeli müşriklere hem de tüm insanlığa yönelik bir ayet olduğunu göstermektedir. Ancak bu ifadesinin arkasından Rabbimiz bu olayın kendi kudretine delâlet eden en büyük delillerden olmasına rağmen insanların çoğunun inanmadığını [ve inanmayacağını] beyan etmektedir.
Musa peygamberin doğruluğunu gösteren bu olayın, olaya şahit olan İsrailoğullarının akıllarında ömür boyu silinmeyecek bir iz bıraktığı kesindir. Dolayısıyla o günün toplumunda, Allah’ın elçisine karşı kurulmaya çalışılan direnç kırılmış ve toplumun Musa peygambere bağlılığı büyük ölçüde bu olayla sağlanmıştır.
Bu olayın Kureyş’e yönelik bir ayet oluşu ise Firavun ve ordusu bakımındandır. Kendilerine yıllarca apaçık mucizeler gösterilmiş olan Firavun, yakınları ve yandaşları, denizin yarıldığını ve İsrailoğullarının önünde geçmeleri için kuru bir yol açıldığını görmelerine rağmen Musa peygamberin arkasında Allah’ın gücünün ve yardımının olduğunu anlayamamışlar ve savaşmak üzere onları takibe devam etmişlerdir. Sonunda kendilerine gelip iman ettiklerinde ise vakit çok geçtir. Çünkü artık imanları iradî bir iman değil, bir korku ve çaresizlik imanıdır. İmanın bu türü ile ilgili geniş açıklamamız Kıyamet suresinin tahlilindedir. (Tebyînü’l-Kur’an; c:1, s:616-619)

Yunus 90–92: Ve İsrailoğullarını denizden geçirdik. Ama Firavun ve askerleri azgınlık ve düşmanlıkla onları hemen takip etti. Nihayet boğulma ona yetişince, “Gerçekten, İsrailoğullarının inandığı Tanrı’dan başka tanrı olmadığına ben de inandım ben de teslim olanlardanım” dedi. -Şimdi mi? Hâlbuki daha önce isyan etmiştin ve de bozgunculardan olmuştun.- Artık Biz senden sonra geleceklere ibret olasın diye, bugün senin bedenini kurtaracağız. Ve şüphesiz insanlardan birçoğu kesinlikle Bizim ayetlerimizden gafildirler.

Bu olayın tüm zamanlara mesajı da şudur: “Şimdilik şer güçler egemen görünseler de, Allah, uzun vadede lütfuyla hakkı hâkim kılar ve batılı yok eder.”
Rabbimizin Musa peygamber kıssasının hemen ardından kendisinin “Aziz” ve “Rahıym” olduğunu bildirmesi, inanmayanların Allah tarafından mutlaka alt edilip cezalandırılacağı, inanmış olanların da Allah’ın engin rahmetinden istifade edeceği mesajını vermektedir.

69. Ayet:

Ve onlara İbrahim’in haberini oku.

Musa peygambere ait önemli haberlerin verilmesinden sonra ikinci önemli haber olarak İbrahim peygamberin haberlerine sıra geldiği görülmektedir. Daha önce ayrıntı verilerek Meryem suresinde bahsi geçmiş olan İbrahim peygamberle ilgili haberler, bu surede 69. ayetten başlayıp 104. ayete kadar devam etmekte ve olaylar farklı bir edebî üslûpla anlatılmaktadır. Ancak İbrahim peygamberin hayat hikâyesinin tamamı anlatılmamaktadır. Burada anlatılanlar, onun elçilik görevi almasından sonraki hayatında, tevhit konusundadır ve şirk içinde olan kavmi ile arasında geçen çatışmanın naklinden ibarettir.
Bize göre, İbrahim peygamberin buradaki haberleri ile birlikte diğer haberlerini içeren şu ayetler de dikkate alınmalıdır:

Bakara 258–260: Allah, kendisine mülk [hükümdarlık] verdi diye, Rabbi hakkında İbrahim’le tartışan kimseyi görmedin mi? Hani İbrahim “Benim Rabbim dirilten ve öldürendir” demişti. O: “Ben diriltir ve öldürürüm” demişti. İbrahim: “Öyleyse Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen onu batıdan getir!” deyince o inkâr eden kişi şaşırıp kaldı. -Ve Allah zalimler kavmine doğru yolu göstermez.-
Yahut evlerinin çatıları çökmüş bir kente uğrayan kimse gibisini [görmedin mi?]. O [kimse]: “Bunu bu ölümünden sonra Allah, nasıl diriltecek?” dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz sene öldürdü, sonra diriltti. O [Allah]: “Ne kadar kaldın?” dedi. O: “Bir gün yahut bir günün bir kısmı kaldım” dedi. O [Allah]: “Bilakis, sen yüz sene kaldın, öyle iken bak yiyeceğine, içeceğine henüz bozulmamış, eşeğine de bak. -Ve seni insanlar için bir ayet kılalım diye… - O kemiklere de bak, onları nasıl yüksekleştiriyoruz. Sonra onlara nasıl et giydiriyoruz?” dedi. Böylece ona açıkça belli olunca; “Şüphesiz Allah’ın her şeye kadir olduğunu daha iyi biliyorum” dedi.
Bir zamanlar İbrahim de: “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” demişti. (Allah): “İnanmadın mı ki?” dedi. (İbrahim): “İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın diye” dedi. (Allah) buyurdu ki: “Öyle ise kuşlardan dördünü tut da onları kendine alıştır. Sonra her dağın üzerine onlardan bir parça kıl [bırak]. Sonra da onları çağır, koşa koşa sana gelecekler. Ve bil ki, Allah gerçekten çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.”

En’âm 75–83: Ve Biz kesin inananlardan olması için İbrahim`e göklerin ve yerin melekûtunu böylece gösteriyorduk.
Bu nedenle o [İbrahim], üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü: “Bu, benim Rabb`imdir" dedi. Sonra yıldız batınca: “Ben batanları sevmem” dedi.
Sonra Ay`ı doğarken görünce de “Bu, benim Rabb’imdir” dedi. O da batınca: “Ant olsun ki Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, kesinlikle ben sapkınlar kavminden olurum” dedi.
Sonra Güneş`i doğarken görünce de: “Bu benim Rabb’imdir, bu daha büyük” dedi. Sonra o da batınca: “Ey kavmim! Şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Kesinlikle ben hanif olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene/yok edecek olana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim” dedi.
Ve kavmi onunla tartıştı. O [İbrahim]: “Bana doğru yolu göstermişken Allah hakkında benimle mi tartışıyorsunuz? O’na ortak koştuklarınızdan hiç korkmuyorum. — Ancak Rabbimin dilediği şey hariç.- Rabbim bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hala düşünmez misiniz?
Ve Allah, haklarında hiçbir güç kuvvet indirmediği halde, siz O’na ortak koşmaktan korkmuyorken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Bu durumda eğer biliyorsanız, bu iki topluluktan hangisi güvende olmaya daha layıktır?
Şu iman edenler ve imanlarına zulüm giydirmeyenler [şirk karıştırmayanlar]... İşte onlar; güven kendilerinin olanlardır. Doğru yolu bulanlar da onlardır” dedi.
Ve işte bunlar, kavmine karşı İbrahim’e verdiğimiz kanıtımızdır. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz senin Rabbin Hakiym’dir ve Aliym’dir.


Meryem 41–50: Kitap’ta İbrahim’i de an / hatırlat. Şüphesiz ki o, sıddık [özü, sözü doğru] biri idi, peygamberdi.
Bir zaman o, babasına: “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere niçin ibadet ediyorsun? Babacığım! Şüphesiz sana gelmeyen bir ilim bana geldi. O hâlde bana uy da, sana dosdoğru bir yolu göstereyim. Babacığım! Şeytana kulluk etme. Şüphesiz şeytan Rahman’a asi oldu. Babacığım! Şüphesiz ben, sana Rahman’dan bir azap dokunur da şeytan için bir veliy [yardımcı] olursun diye korkuyorum” demişti.
O [Babası]: “Ey İbrahim! Sen benim ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, ant olsun seni recm ederim [taşlayarak öldürürüm]. Haydi, uzun bir müddet bana uzak ol! [defol!]” dedi.
O [İbrahim]: “Selâm sana olsun, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Şüphesiz O, bana çok lütufkârdır. Ve ben, sizden ve Allah’ın astlarından kulluk ettiğiniz şeylerden çekilip ayrılıyorum. Ve Rabbime dua edeceğim. Rabbime yalvarışımda bedbaht olmayacağımı umuyorum” dedi.
Sonra o [İbrahim] onlardan [kavminden] ve onların Allah’ın astlarından ibadet ettikleri şeylerden uzaklaşınca, Biz ona İshak’ı ve Yakub’u ihsan ettik. Hepsini de peygamber kıldık [yaptık].
Ve Biz onlara rahmetimizden lütuflarda bulunduk. Ve onlar için yüce bir doğruluk dili kıldık.

Enbiya 51–70: Ve ant olsun ki Biz daha önce İbrahim’e rüşdünü vermiştik. Ve Biz onu bilenler idik.
Hani o [İbrahim], babasına ve kavmine: “Bu, ısrarla kendisine tapınıp durduğunuz bu heykeller nedir?” demişti.
Onlar “Biz atalarımızı bunlara tapanlar olarak bulduk” dediler.
O [İbrahim]: “Ant olsun ki sizler ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz” dedi.
Onlar: “Sen bize hakkı mı getirdin, yoksa sen oyun oynayanlardan mısın?” dediler.
O [İbrahim] dedi ki: “Bilakis, Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir ki, onları O yaratmıştır. Ben de buna şahitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz arkanızı dönüp gittikten sonra, ben putlarınıza kesinlikle bir tuzak kuracağım.”
Sonra da o [İbrahim], ona müracaat etsinler diye kendilerine ait büyükleri dışında bunları parça parça etti.
Onlar [Kavmi]: “Bizim tanrılarımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz o, kesinlikle zalimlerdendir” dediler.
Onlar [Bazıları]: “Onları anıp duran bir genç duyduk. Onun için ‘İbrahim’ deniliyor” dediler.
Onlar: “O hâlde ona tanık olmaları için onu [İbrahim’i] insanların gözleri önüne getirin” dediler.
Onlar: “Ey İbrahim! Bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?” dediler
O [İbrahim]: “Aksine, onu şu büyükleri yaptı. Konuşabiliyorlarsa haydi onlara sorun” dedi.
Bunun üzerine kendilerine [vicdanlarına] döndüler de “Şüphesiz siz, zalimlerin ta kendisisiniz” dediler.
Sonra onlar yine kafalarına döndüler; “Ant olsun ki bunların konuşmayacağını bilirdin” dediler.
O [İbrahim]: “O hâlde, Allah’ın astlarından size hiçbir şeyce fayda vermeyen ve size zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Size de, Allah’ın astlarından taptıklarınıza da üff [yazıklar olsun]! Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?” dedi.
Onlar [kavmi]: “Eğer yapanlarsanız, şunu yakın ve tanrılarınıza yardım edin” dediler.
Biz “Ey ateş! İbrahim’e karşı soğuk ve güvenli ol” dedik.
Ve ona bir düzen kurmak istediler de Biz kendilerini daha fazla hüsrana uğramışlar kıldık.

Saffat 83–113 83- Hiç kuşkusuz İbrahim de onun [Nuh’un] grubundandı.
84- Hani o Rabbine selim bir kalple gelmişti.
85, 86 /88, 89- Çünkü o [İbrahim], yıldızlara öyle bir bakış baktı ki! Sonra da ‘Şüphesiz ben hastayım [sancılıyım; fikir sancısı çekiyorum]’ dedi.
87- 89/ 85- 87- Hani o, babasına ve toplumuna: ‘Siz neye kulluk ediyorsunuz? Allah’ın astlarından birtakım uydurma ilahları mı istiyorsunuz? Peki âlemlerin Rabbi hakkında kanaatiniz nedir?’ demişti.
90- Bunun üzerine onlar [babası ve kavmi], ondan [İbrahim’den ] arkalarını dönerek geri durdular [onunla ilişkiyi kestiler].
91, 92- Sonra da o, onların ilahlarına sokulup: ‘Yemez misiniz/ nasiplenmez misiniz? Neyiniz var ki konuşmuyorsunuz?” dedi.
93- Hemen sağ eliyle/yemini nedeniyle bir vuruşla sokuldu.
94- Bir süre sonra, onlar [İbrahim’in halkı] koşarak İbrahim’le yüz yüze geldiler.
95, 96- O [İbrahim]: ‘Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa ki sizi ve yaptığınız şeyleri Allah yaratmıştır’ dedi.
97- Onlar: “Şunun için bir bina yapın da bunu cahimin [çılgınca yanan ateşin] içine atın!” dediler.
98- Onlar ona [İbrahim’e] tuzak kurmak istediler de Biz onları aşağılıklar kılıverdik.
99, 100- Ve o [İbrahim]: ‘Kuşkunuz ben Rabbime gideceğim, O, bana yol gösterecek: Rabbim! Bana salihlerden birini lütfet!’ demişti.
101- Bunun üzerine Biz, İbrahim’e yumuşak huylu bir delikanlıyı müjdeledik.
102- Sonra ne zaman ki o [müjdelenen çocuk] onunla birlikte koşacak duruma/onunla birlikte iş tutacak çağa geldi, o zaman o [İbrahim]: “Oğulcuğum! Şüphesiz ben, uykumda; şüphesiz kendimi seni boğazlıyor [helak; perişan, mağdur ediyor] görüyorum. Bak bakalım sen ne görürsün [sen ne düşünürsün]?” dedi. O [Oğlu]: “Babacığım! Sen emrolunacağın şeyleri yap. İnşaallah beni [sen yokken başıma gelecek tüm sıkıntılara, mağduriyetlere] sabredenlerden bulacaksın” dedi.
103- 105- Sonra ne zamanki ikisi de İslamlaştılar ve O [İbrahim], onu alnı üzere yatırdı [yüzüstü bıraktı, mağdur etti] ve Biz ona: “Ey İbrahim! Sen o rüyayı kesinlikle onayladın” diye seslendik, ….. – Şüphesiz Biz, muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] işte onun gibi karşılıklandırırız/ ödüllendiririz.-
106- Şüphesiz bu [oğulu yüzüstü bırakma işi], kesinlikle, apaçık bir beladır.
107- Ve Biz ona [İbrahim’e], bu boğazlayacağı [[helak; perişan, mağdur edeceği] çok büyük şey karşılığında/sebebiyle bedel [bahşiş] verdik.
108- Ve sonra gelenler içinde onun üstüne bıraktık.
109- Selam olsun İbrahim’e!
110- İşte Biz iyilik-güzellik üretenleri onun gibi ödüllendiririz.
111- Şüphesiz o, Bizim inanan kullarımızdandır.
112- Ve Biz ona salihlerden bir peygamber olarak İshak’ı müjdeledik.
113 – Ona [İbrahim’e] ve İshak’a bereketler verdik. Her ikisinin neslinden de iyilik-güzellik üreten ve açıkça kendi nefsine zulmeden vardır.


Mümtehine 4–5: İbrahim’de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine; “Biz sizden ve sizin, Allah’ın astlarından taptıklarınızdan uzağız. Biz sizi inkâr ettik. Ve siz bir tek olarak Allah’a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda ebedî bir düşmanlık ve buğuz belirmiştir” demişlerdi. Yalnız İbrahim’in babası için “Senin için mutlaka mağfiret dileyeceğim. Ve Allah’tan olan hiçbir şeye gücüm yetmez” demesi hariç. -Rabbimiz! Yalnız sana dayandık, sana yöneldik. Ve dönüş ancak Sanadır. Rabbimiz! Bizi inkâr edenler için bir fitne kılma! Bizi bağışla! Rabbimiz! Şüphesiz Sen Aziz ve Hakiym’in ta kendisisin!-

Âl-i İmran 67–68: İbrahim Yahudi ve Hıristiyan değildi. O Müslüman bir hanifti. O, müşriklerden de değildi.
Şüphesiz, insanların İbrahim’e en yakın olanları, elbette ona uyanlar, bu peygamber ve şu iman eden kimselerdir. Allah müminlerin velîysidir [yakın olanı, yardım edeni, yol göstereni, koruyanıdır].

Araplar, özellikle de Kureyş kabilesi, kendilerini İbrahim peygamberin torunu saydıkları ve inançlarının ondan geldiğini kabul ettikleri için Kur’an’da onun haberleri ile uyarılmışlardır. Araplardan, Yahudi ve Hıristiyan olmayan, Müslüman bir hanif olan dedeleri İbrahim gibi olmaları istenmektedir. Ama müşrik olmayan İbrahim’in dini, şirk içinde yüzen Araplardan çok uzaktır.

70–77. Ayetler:

Hani o, babasına ve kavmine; “Siz neye kulluk ediyorsunuz?” demişti.
Onlar; “Bir takım putlara kulluk ediyoruz. Onlara kulluk etmeye devam edeceğiz” dediler.
O [İbrahim]; “Yalvarıp yakardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı veya size fayda veriyorlar mı yahut zarar veriyorlar mı?” dedi.
Onlar; “Bilakis, biz babalarımızı böyle yapar bulduk” dediler.
O [İbrahim]; “Peki, siz ve en eski babalarınızın nelere tapmış olduğunuzu gördünüz mü?
İşte onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi ayrı.”

Bu ayet grubunda İbrahim peygamberin kavmini sorgulayışı ve onların akılsız davranışlarını kendi yüzlerine vuruşu dile getirilmektedir. Böylece hem Allah’ın astlarından rabbler edinen Mekkeli ve tüm zamanların müşrikleri kınanmakta, hem de gerçek Rabb, âlemlerin Rabbi Allah tanıtılmaktadır.
İbrahim peygamberin bu sorgulaması başka ayetlerde farklı ifadelerle dile getirilmiş ve benzer sorgulamalar başka elçiler tarafından da yapılmıştır:

En’âm 80, 81: Ve kavmi onunla tartıştı. O [İbrahim]: “Bana doğru yolu göstermişken Allah hakkında benimle mi tartışıyorsunuz? O’na ortak koştuklarınızdan hiç korkmuyorum. -Ancak Rabbimin dilediği şey hariç.- Rabbim bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hala düşünmez misiniz?
Ve Allah, haklarında hiçbir güç kuvvet indirmediği halde, siz O’na ortak koşmaktan korkmuyorken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Bu durumda eğer biliyorsanız, bu iki topluluktan hangisi güvende olmaya daha layıktır?

Zühruf 26–28: Ve hani bir zamanlar İbrahim babasına ve kavmine; “Gerçekten ben sizin taptığınız şeylerden uzağım. Beni yaratan ayrı. Tabii, şüphesiz ki O, beni doğru yola iletecektir” dedi.
O [İbrahim], bunu [bu sözü], ardından gelecek olanlara devamlı kalacak bir söz yaptı. Belki, onlar dönerler.

Yunus 71, 72: Bir de onlara Nuh’un önemli haberlerini oku. Hani o kavmine: “Ey kavmim, eğer benim aranızda duruşum / size karşı çıkışım ve Allah’ın ayetleriyle öğüt verişim size ağır geliyorsa, şunu bilin ki, ben yalnızca Allah’a tevekkül etmişimdir. Artık siz ve ortaklarınız her ne yapacaksanız toplanıp bütün gücünüzle karar veriniz. Sonra bu işiniz size dert olmasın. Sonra bana gerçekleştirin, bana mühlet de vermeyin. Sonra da eğer yüz çevirirseniz; zaten ben sizden bir ücret istemedim! Benim ücretim sadece Allah’ın üzerinedir. Ve ben Müslümanlardan olmakla emrolundum” demişti.

Hud 53–57: Onlar dediler ki: “Ey Hud! Bize bir açık kanıt ile gelmedin. Ve biz senin sözünle ilâhlarımızı terk edecek değiliz. Biz sana inananlar değiliz de. Ancak ‘Tanrılarımızdan bazısı seni fena çarpmış’ diyebiliriz.” O [Hud] dedi ki: “Şüphesiz ben Allah’ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki, ben, Allah’ın astlarından O’na ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Hadi öyleyse hepiniz bana tuzak kurun, sonra beni hiç bekletmeyin. Şüphesiz ben gerçekten, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. Onun, perçeminden yakalayıp denetlemediği hiçbir dabbeh [hareket eden canlı] yoktur. Şüphesiz ki benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir. Buna rağmen yine de sırt çevirirseniz, ben size ne ile gönderilmişsem, işte onu tebliğ ettim. Ve benim Rabbim, sizin yerinize başka bir kavmi halife yapar. Ve siz O’na hiçbir şeyce zarar veremezsiniz. Hiç şüphesiz Rabbim, her şeyi koruyup gözetendir.”

78–82. Ayetler:

O, beni yaratandır. Ve bana doğru yolu O gösterir. Ve O, beni yediren, içirenin ta kendisidir. Hastalandığım zaman O bana şifa verir. Ve O, beni öldürecek, sonra beni diriltecektir. Ve O, din günü, hatamı bağışlayacağını umduğumdur.

Bu ayetlerde İbrahim peygamber, 77. ayette “Âlemlerin Rabbi” olarak nitelediği Allah’ı tanıtmaya çalışmaktadır. Tanıtmaya, Rabbimizin “yaratan”, “kılavuzluk eden”, “rızık veren”, “şifa veren” gibi bazı sıfatlarını sayarak başlayan İbrahim peygamber, kendisini öldürecek ve sonra da diriltip hesap soracak olanın “Allah” olduğunu ve o gün bağışlanmayı da Allah’tan umduğunu söyleyerek yaratılışından mahşerin son noktasına kadar Allah’la olan ilişkisini gözler önüne sermiş, böylece de İlâhlığa sadece Allah’ın lâyık olduğunu ve sadece O’na kulluk edilmesi gerektiğini ortaya koymuştur.
İbrahim peygamberin 82. ayetteki sözleri dikkat çekicidir. Burada, meselâ “beni bağışlayacak olan…” gibi bir ifade yerine, her zaman her işi Allah’ın irade ve meşiyyetine havale etme ilkesini hatırlatan “beni bağışlamasını umduğum…” şeklinde bir ifade kullanılmıştır. Böylece mutlak etki gücünün tamamen ve sadece Allah’a ait olduğu, eşyadaki etkinin Allah’ın dilemesi ve iznine bağlı bulunduğu bir kere daha vurgulanmıştır. Elçilerin sorgulanması hakkındaki detay, A’râf suresinin 6. ayetinin tahlilindedir. (Tebyînü’l-Kur’an; c:2, s:515-517)
İbrahim peygamberin 82. ayetteki, bağışlanma umduğunu dile getiren sözleri, bazıları tarafından onun “bağışlatmak istediği suçları olduğu” şeklinde algılanmış ve bu kişiler, İbrahim peygambere Kur’an’dan ve Tevrat’tan suç ayarlama çabasına girmişlerdir.
İbrahim peygambere Kur’an’dan ayarlanmaya çalışılan suçlar için, Enbiya suresinin 63, Saffat suresinin 88, 89. ve En’âm suresinin 76. ayetler kullanılmıştır. Oysa bu ayetlerde İbrahim peygamberin yalan söylediğine dair herhangi bir beyan yoktur. Bu konu, ilgili ayetlerin tahlilinde ayrıntılı olarak açıklanmıştır.
İbrahim peygamberin Tevrat’a dayandırılan suçu ise, onun eşi için “kız kardeşim” demesidir:

Tekvin, Bab; 20:

İbrahim ile Avimelek

1- İbrahim Mamre’den Negev’e doğru göçtü. Kadeş ve Sur kentlerinin arasına yerleşti. Sonra geçici bir süre Gerar’da kaldı.
2- Karısı Sara için, “Bu kadın benim kız kardeşimdir” dedi. Bunun üzerine Gerar Kralı Avimelek adam gönderip Sara’yı getirtti.
3- Ama Tanrı bir gece düşünde Avimelek’e görünerek, “Bu kadını aldığın için öleceksin” dedi, “Çünkü o evli bir kadındır.”
4- Avimelek henüz Sara’ya dokunmamıştı. “Ya RAB” dedi, “Suçsuz bir ulusu mu yok edeceksin?
5- İbrahim’in kendisi bana, ‘Bu kadın benim kız kardeşimdir’ demedi mi? Kadın da, İbrahim için, ‘O benim kardeşimdir’ dedi. Ben temiz vicdanla, suçsuz ellerimle yaptım bunu.”
6- Tanrı, düşünde ona, “Temiz vicdanla bunu yaptığını biliyorum” diye yanıt verdi, “Ben de seni bu yüzden bana karşı günah işlemekten alıkoydum, kadına dokunmana izin vermedim.
7- Şimdi kadını kocasına geri ver. Çünkü o bir peygamberdir. Senin için dua eder, ölmezsin. Ama kadını geri vermezsen, sen de, sana ait olan herkes de ölecek, bilesin.”
8- Avimelek sabah erkenden kalktı, bütün adamlarını çağırarak olup biteni anlattı. Adamlar dehşete düştü.
9- Avimelek İbrahim’i çağırtarak, “Ne yaptın bize?” dedi, “Sana ne haksızlık ettim ki, beni ve krallığımı bu büyük günaha sürükledin? Bana bu yaptığın yapılacak iş değil.”
10- Sonra İbrahim’e, “Amacın neydi, niçin yaptın bunu?” diye sordu.
11- İbrahim şöyle yanıt verdi: “Çünkü burada hiç Tanrı korkusu yok; karım yüzünden beni öldürebilirler, diye düşündüm.
12- Üstelik Sara gerçekten kız kardeşimdir. Babamız bir, annemiz ayrıdır. Onunla evlendim.
13- Tanrı beni babamın evinden gurbete gönderdiği zaman karıma, ‘Bana sevgini şöyle göstereceksin: Gideceğimiz her yerde, benim kardeşin olduğumu söyle’ dedim.”
14- Avimelek İbrahim’e karısı Sara’yı geri verdi. Bunun yanı sıra ona davar, sığır, köleler, cariyeler de verdi.
15- İbrahim’e, “İşte ülkem önünde, nereye istersen oraya yerleş” dedi.
16- Sara’ya da, “Kardeşine bin parça gümüş veriyorum” dedi, “Yanındakilere karşı senin suçsuz olduğunu gösteren bir kanıttır bu. Herkes suçsuz olduğunu bilsin.”
17- İbrahim Tanrı’ya dua etti ve Tanrı Avimelek’e, karısına, cariyelerine şifa verdi. Çocuk sahibi oldular.
18- Çünkü İbrahim’in karısı Sara yüzünden RAB Avimelek’in evindeki kadınların hamile kalmasını engellemişti.

83–91. Ayetler:

Rabbim! Bana ‘hüküm’ ver ve beni iyilere kat.
Ve beni, sonra gelecekler için doğrulukla anılanlardan kıl.
Ve beni naim [nimeti bol] cennetin mirasçılarından kıl.
Ve babamı da bağışla, şüphesiz o sapıklardan oldu.
Ve yeniden diriltililen gün; mal ve oğulların sağlam bir kalple [gerçek imanla] gelenlerden başkasına fayda vermediği ve cennetin muttakilere yaklaştırıldığı, azgınlar için de cehennemin açılıp gösterildiği gün beni rezil etme” dedi.

İbrahim peygamberin dileklerinin sıralandığı bu ayet grubu, duanın nasıl yapılacağını, Allah’tan nelerin isteneceğini göstermektedir.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 28. September 2008, 01:36 AM   #5
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

قلب سليمKALB-İ SELİM

“ قلبKalp” sözcüğü ile ilgili ayrıntılar Kaf suresinin tahlilinde (Tebyinü’l Kur’an; c.2. s.118-120) verilmişti.
İbrahim peygamberin duasında geçen “kalb-i selim”; “sağlam, hastalıksız, evrendeki mucizeler karşısında hiçbir şüphesi ve zihinsel sancısı kalmamış, tamamen mutmain olmuş kalp” demektir. Bu ifade ile konumuz olan ayette “gerçek iman” kastedilmiştir. Çünkü “kalp hastalığı” Kur’an’da “nifak, münafıklık” olarak tanımlanmıştır:

Bakara 10: Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırdı. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acı bir azap vardır.

Ahzab 60: Ant olsun ki, eğer münafıklar ve kalplerinde bir hastalık olanlar ve Medine’de dedikodu yapanlar, bu yaptıklarından vazgeçmezlerse, mutlaka seni onlara musallat ederiz. Sonra seninle orada az bir zamandan fazla komşu kalamazlar.

İbrahim peygamber Allah’ın huzuruna “kalb-i selim” ile gelmeyi başarmış ve Rabbimiz de bunu Kur’an’da bildirmiştir:

Saffat 84: Hani o Rabbine selim bir kalple gelmişti.

İBRAHİM PEYGAMBERİN RABBİNDEN DİLEDİKLERİ:

* Hüküm sahibi olmak
* Salihlere katılmak
* Lisan-ı sıdk [sonrakiler arasında iyi anılmak]
* Cennete vâris olmak
* Babasının affedilmesi
* Mahşerde rezil olmamak

Kişilerin mahşerde rezil olmaları Kur’an’da şöyle açıklanmıştır:

Nahl 27: Sonra kıyamet günü [Allah], onları rezil rüsva edecek ve “Hani uğrunda düşmanlık ettiğiniz ortaklarım nerede?” diyecektir. Kendilerine ilim verilmiş olanlar: “Şüphesiz ki bugünün rezilliği ve kötülüğü kâfirler üzerinedir” diyecekler.

Rabbimizin İbrahim peygamber ve sonra gelenler ile ilgili lütuflarından bazıları şunlardır;

Saffat 108: Ve sonra gelenler içinde onun üstüne bıraktık.

Meryem 50: Ve Biz onlara rahmetimizden lütuflarda bulunduk. Ve onlar için yüce bir doğruluk dili kıldık.

90. ayette, cennetin muttakilere yaklaştırıldığını, tabir yerinde ise muttakilerin ayağına getirildiğini bildiren ifade Kaf suresinde de geçmektedir:

Kaf 31: Cennet de muttakilere uzak olmayıp yaklaştırılmıştır.

92–102. Ayetler:

Ve onlara “Allah’ın astlarından taptığınız şeyler nerede? Size yardım ediyorlar mı veya kendilerine yardımları dokunuyor mu?” denilmiştir.
Sonra da onlar [putlar ve azgınlar] ve İblis’in askerleri toptan onun [cehennemin] içine fırlatılmışlardır.
Onlar, onun içinde birbirleriyle çekişirlerken dediler ki: “Vallahi biz, gerçekten apaçık bir sapıklık içinde idik. Çünkü biz sizi, âlemlerin Rabbi ile bir seviyede tutuyorduk. Ve bizi yalnızca o günahkârlar saptırdı. Artık bizim için şefaatçilerden hiçbir kimse ve candan bir veliy yoktur. Ah keşke bizim için bir geri dönüş olsaydı da biz de müminlerden olsaydık!”

Bu ayet grubunda mahşerle ilgili bilgiler verilerek bazı mahşer sahneleri canlandırılmıştır.
92, 93. ayetlerdeki “Ve onlara ‘Allah’ın astlarından taptığınız şeyler nerede? Size yardım ediyorlar mı veya kendilerine yardımları dokunuyor mu?’ denilmiştir” ifadesi, İbrahim peygamber tarafından müşriklere söylenen sözleri içermektedir. İbrahim peygamberin bu sözlerinden anlaşıldığına göre, burada söz konusu edilen sahte ilâhlar, yeryüzündeki ilâhlaştırılmış insanlardır. Zira taştan, topraktan, tunçtan yapılmış putların cehenneme atılmaları ve cezalandırılmaları söz konusu değildir.

Enbiya 66, 67: O [İbrahim]: “O hâlde, Allah’ın astlarından size hiçbir şeyce fayda vermeyen ve size zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Size de, Allah’ın astlarından taptıklarınıza da üff [yazıklar olsun]! Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?” dedi.

96–102. ayetlerde, bazı kimselerin dünyada iken ilâh gibi sayıp hizmet ettikleri, sözlerini ve davranışlarını kanun saydıkları, her türlü arz ve takdimde bulundukları dinî önderlerine ahirette nasıl davranacakları anlatılmaktadır. Ahirette bu önderlere uyduklarından dolayı cehenneme atıldıklarının farkına varacak olan bu kişiler, kendilerini saptırdıkları gerekçesiyle o önderleri sorumlu tutacaklar ve onlara lânetler yağdıracaklardır. Bu ahiret manzarası ile Rabbimiz, önderlerini körü körüne izleyen bu tür insanları uyarmakta, bu önderlerin kendilerini doğruya mı, yoksa yanlışa mı götürdüklerini iyi değerlendirmeleri gerektiğini hatırlatmaktadır. Bu dehşetli manzara Kur’an’ın başka surelerinde de tekrarlanmaktadır:

A’râf 38: (Allah onlara) “Sizden önce geçmiş cinn ve insten [tanıdığınız, tanımadığınız herkesten] ateş içindeki ümmetlerin [toplumların] içine girin!” dedi [der]. Her toplum girdikçe kardeşine lânet etti [eder]. Nihayet hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında “Rabbimiz! İşte şunlar bizi saptırdı. Onlara ateşten kat kat azap ver” dediler [derler]. (Allah) “Herkese kat kattır, fakat siz bilmiyorsunuz” dedi [der].

Fussılet 29: Ve küfretmiş olan kişiler: “Rabbimiz! Cinn ve insten [bildiğimiz, bilmediğimiz herkesten] bizi doğru yoldan saptıranları bize göster. Onlar en aşağıdakilerden olsunlar diye biz onları ayaklarımızın altında kılalım” dediler.

Ahzab 67, 68: Ve dediler ki: “Ey Rabbimiz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle!”

Kâfirler arasında ahirette cereyan edecek bu çekişme, onlar dünyada iken dostluk yemini etmiş olsalar bile gerçekleşecektir. Çünkü Kur’an, ahirette ancak müminlerin birbirlerine dost olmaya devam edeceklerini, kâfirlerin ise birbirlerine düşman kesileceklerini bildirmektedir:

Zühruf 67: O gün muttakiler hariç tüm izdaşlar [birbirinin izinden gidenler] birbirlerine düşmandırlar.

Sad 64: Şüphesiz ki bu, ateş ehlinin birbiriyle tartışması / davalaşması gerçektir.

103, 104. Ayetler:

Şüphesiz bunda bir ayet [alınacak bir ders] vardır. Ama onların çoğu iman edenler değillerdi.
Ve şüphe yok ki, Rabbin, kesinlikle Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’in [engin merhamet sahibinin] ta kendisidir.

İbrahim peygamber ile ilgili bu anlatılanların “bir ayet [ibret, öğüt]” olduğu bildirilerek akıl sahiplerini düşünmeye davet eden, inanmayanları tehdit eden, inanan ve inanacak olanlara ise umut ve güven veren bu ayetlerdeki uyarı, başta Mekkeliler olmak üzere yine tüm zamanların insanlarına yöneliktir.
İbrahim peygamberin kıssasının bir “ayet [ibret, öğüt]” olması, bize göre iki yönlüdür. Bu kıssa, her şeyden önce, İbrahim peygamberin soyundan geldiklerini kabul eden ama kendilerini dedelerinin dinine çağıran elçiye uymayan Mekkeli müşriklere yönelik bir ayetti. Buna göre, Mekkeli müşriklerin önce bunu algılayıp inadı bırakmaları ve dedelerinin saf, hanif dinine bağlanmaları gerekirdi. İkinci olarak da İbrahim peygamberin azgın kavminin helâk edilip İbrahim’in soyunun sadece İsmail, İshak, Yakup ... olarak devam edişinden ibret almalıydılar.

Tövbe 70: Onlara, kendilerinden önceki kişilerin; Nuh’un Kavmi’nin, Ad’ın, Semud’un, İbrahim’in kavmi’nin, Medyen ashabının ve mü’tefikelerin [alt-üst olmuş kentlerin] haberi gelmedi mi? Onlara elçileri açık delillerle gelmişlerdi. Ve sonra Allah, onlara zulmeden değildi. Velâkin onlar kendilerine zulmediyorlardı.


105. Ayet:

Nuh kavmi gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı.

Bu surede konu edilen önemli haberlerin üçüncüsü Nuh peygamberle ilgili olup onunla ilgili bilgiler 120. ayete kadar devam etmektedir.
Daha evvel Kamer ve A’râf surelerinde yer verilmiş olan Nuh peygamber ve kavmi ile ilgili haberlere, bu sureden başka ayrıntılı olarak Hud ve Nuh suresinde de yer verilmiştir.
Elçi olarak Nuh kavmine bir tek Nuh peygamber gelmiş olmasına rağmen ayette çoğul olarak “gönderilmişler” ifadesinin kullanılmış olması dikkat çekicidir. Bize göre bu ifade, o kavme birçok elçi gelip de o kavmin bu elçilerin hepsini yalanladığı anlamında değil, kavmin doğrudan elçilik müessesini yalanladığı, hiçbir elçiyi tanımadığı, tanımamakta da kararlı olduğu anlamındadır. Ayrıca “gönderilmişler” ifadesinin kapsamı içine “mesajlar” anlamı da girmektedir. Bu sebeple, verdiğimiz mealde her iki anlamı da göstermiş bulunuyoruz.

106–120. Ayetler:

Bir zamanlar kardeşleri Nuh onlara demişti ki: “Siz takvalı olmaz mısınız? Şüphesiz ki ben, sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık, Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Artık, Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin!”
Onlar: “Sana çok düşük kimseler uyarken, biz sana inanır mıyız?” dediler.
O [Nuh] dedi ki: “Onların yaptıklarına dair bir bilgim yoktur. Onların hesabı ancak Rabbime aittir. Eğer düşünürseniz! Ve ben iman edenleri kovucu değilim. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.”
Onlar dediler ki: “Ey Nuh! Eğer vazgeçmezsen, iyi bil ki, kesinlikle sen taşlananlardan olacaksın!”
O [Nuh]: “Rabbim! Kavmim beni yalanladı. Artık benim aramla onların arasında sen hükmet. Ve beni ve müminlerden benimle beraber olan kimseleri kurtar!” dedi.
Bunun üzerine Biz de onu ve beraberindekileri, o dolu geminin içinde kurtardık. Sonra da arkalarından arta kalanları suda boğduk.

Nuh kıssası Kur’an’da başka ayetlerde de dile getirilmiştir. Kıssa ile ilgili ayetlerin topluca okunmasında yarar vardır:

A’râf 59–64: Ant olsun ki Biz, Nuh’u kavmine elçi gönderdik de o: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka bir ilâh yoktur. Cidden ben, aleyhinize olan üstünüze gelecek büyük bir günün [din gününün] azabından korkuyorum” dedi.
Kavminin ileri gelenleri “Biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz” dediler.
[Nuh] Dedi ki: “Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yoktur. Velâkin ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum, size öğüt veriyorum ve Allah tarafından, sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Takvaya sahip olmanız ve rahmete nail olabilmeniz için, içinizden sizi uyaracak bir kişiye, bir zikir [öğüt, kitap] gelmesine şaştınız mı?”
Bunun üzerine onu yalanladılar, Biz de onu ve onunla beraber gemide bulunanları kurtardık, ayetlerimizi yalanlayanları da boğduk! Gerçekten onlar, kör bir kavim [topluluk] idiler.

Yunus: 71–73: Bir de onlara Nuh’un önemli haberlerini oku. Hani o kavmine: “Ey kavmim, eğer benim aranızda duruşum / size karşı çıkışım ve Allah’ın ayetleriyle öğüt verişim size ağır geliyorsa, şunu bilin ki, ben yalnızca Allah’a tevekkül etmişimdir. Artık siz ve ortaklarınız her ne yapacaksanız toplanıp bütün gücünüzle karar veriniz. Sonra bu işiniz size dert olmasın. Sonra bana gerçekleştirin, bana mühlet de vermeyin. Sonra da eğer yüz çevirirseniz; zaten ben sizden bir ücret istemedim! Benim ücretim sadece Allah’ın üzerinedir. Ve ben Müslümanlardan olmakla emrolundum” demişti.
Buna rağmen yine de onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide kendisiyle beraber olanları kurtardık. Ve onları halifeler yaptık. Ayetlerimizi inkâr edenleri de suda boğduk. O uyarılanların akıbetinin nasıl olduğuna bir bakıver.

Hud 25–48: Ve ant olsun ki, Nuh’u da kavmine elçi olarak gönderdik: “Gerçekten ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah’tan başkasına ibadet etmeyiniz! Ben, sizin hakkınızda acı bir günün azabından korkarım.”
Buna karşılık, kavminin küfretmiş olanlarının ileri gelenleri; “Biz seni sadece bizim gibi bir beşer [sıradan bir insan] olarak görüyoruz. Sana sığ görüşlü aşağı tabakalarımızdan [ayak takımımızdan] başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizim aleyhimize bir fazlalığınızı da görmüyoruz. Bilakis biz sizi yalancılar sanıyoruz” dediler.
O [Nuh] dedi ki: “Ey kavmim! Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü], ben Rabbimden apaçık bir delil üzere isem ve O, bana kendi tarafından bir rahmet bahşetmiş de bu size saklı tutulmuşsa? -Biz, siz ondan hoşlanmadığınız hâlde sizi ona zorlar mıyız?”-
Ve “Ey kavmim! Ben sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim ücretim ancak Allah’a aittir. Ve ben iman edenleri kovacak değilim. Onlar elbette Rabblerine kavuşacaklar. Velâkin ben sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum.”
Ve “Ey kavmim, ben onları kovarsam, Allah’a karşı bana kim yardım edecek? Peki, siz hiç düşünmez misiniz?
Ve ben size ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ve ben gaybı bilmem. Ben size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. O sizin kendinize göre, hor gördükleriniz hakkında ‘Allah onlara hiçbir hayır vermez’ de demiyorum. Allah, onların içlerindekini, en iyi bilendir. İşte asıl o zaman ben kesinlikle zalimlerden olurum.”
Onlar dediler ki: “Ey Nuh! Bizimle mücadele ettin [didişip durdun] de mücadelemizi çoğalttın. Hadi artık doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin şu azabı bize getir!”
O [Nuh]: “Onu size ancak dilerse Allah getirir. Ve siz O’nu âciz bırakanlar değilsiniz. Ben size öğüt vermek istemiş olsam da, eğer Allah sizi azdırmayı murat ediyorsa, benim öğüdüm size bir fayda vermez. O, sizin Rabbinizdir ve yalnızca O’na döndürüleceksiniz” dedi.
Ya da “Onu uydurdu” diyorlar. De ki: “Eğer onu ben uydurdum ise suçu [vebali] benim üzerimedir. Bense sizin işlediğiniz suçlardan uzağım.”
Ve Nuh’a vahyolundu: “Kesinlikle kavminden iman etmiş olanlardan başka artık kimse iman etmeyecektir. Onun için onların yaptıkları şeylere üzülme. Ve Bizim gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap. Zulüm yapan kimseler hakkında da Bana hitapta bulunma. Kesinlikle onlar suda boğulmuşlardır [boğulacaklardır].”
Ve o, gemiyi yapıyordu, kavminden bazı ileri gelenler, ona her uğrayışta onunla alay ediyorlardı. O [Nuh] dedi ki: “Bizimle alay ediyorsunuz, biz de sizinle tıpkı bizimle alay ettiğiniz gibi alay edeceğiz. -Artık o aşağılatıcı azabın kime geleceğini ve o sürekli azabın kimin üstüne ineceğini ilerde bileceksiniz.-
Nihayet emrimiz geldiği ve fırın / tandır kaynadığı zaman Biz dedik ki: “Her cinsten birer çifti ve aleyhlerinde hüküm verilmiş olanların dışında, aileni ve iman etmiş olanları geminin içine yükle.” -Zaten onunla birlikte çok azından başkası iman etmemişti.-
Ve o [Nuh] dedi ki: “İçerisine binin, onun akışı da duruşu da Allah adınadır. Kesinlikle Rabbim gerçekten çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.”
Ve o [gemi] onlarla, dağlar gibi dalgalar içinde akıp gidiyordu. Ve Nuh ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna seslendi: “Yavrucuğum, bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma!”
O [Nuh’un oğlu] dedi ki: “Ben, beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım.” O [Nuh]; “Bugün O’nun [Allah’ın] merhamet ettiğinden başkasını, Allah’ın bu emrinden koruyacak kimse yoktur” dedi. Ve dalga aralarına girdi. O da suda boğulanlardan oluverdi.
Ve “Ey yeryüzü suyunu yut! Ey gökyüzü sen de tut!” denildi. Sular da çekildi. Emir de yerine gelmiş oldu. Gemi de Cudi üzerine oturdu. Ve o zalim kavme “Uzak olun [kahrolun]!” denildi.
Ve Nuh Rabbine seslenip de dedi ki: “Rabbim! Oğlum benim ehlimdendi. Senin vaadin de elbette hakktır. Ve Sen hâkimlerin en hâkimisin.”
O [Allah]: “Ey Nuh! Şüphesiz o senin ehlinden değildir. Şüphesiz, o salih olmayan bir iştir / o salih olmayan bir iş işlemiştir. Hakkında bilgin olmayan bir şeyi Benden isteme! Şüphesiz Ben, seni, cahillerden olmaktan sakındırırım” dedi.
O [Nuh]: “Ey Rabbim! Ben hakkında bilgim olmayan bir şeyi istemiş olmaktan dolayı sana sığınırım. Ve eğer Sen beni bağışlamazsan, bana merhamet etmezsen, ben hüsrana uğrayanlardan olurum” dedi.
Denildi ki: “Ey Nuh! Bizden bir selâm ve seninle birlikte olanlardan gelecek ümmetlere bir selâm ve bolluklarla gemiden in. -Ve ileride kendilerini birçok nimetten faydalandıracağımız, sonra da bu yüzden kendilerine tarafımızdan acıklı bir azap dokunacak nice ümmetler vardır.-

İsra 2, 3: Musa’ya da Kitap verdik ve Benim astlarımdan “vekil” edinmeyiniz diye onu [Kitap’ı] İsrailoğulları, Nuh’la beraber gemiye taşıyarak kurtardığımız kimselerin soyundan olanlar için kılavuz kıldık. Şüphesiz o [Nuh] çok şükredici bir kuldu.

Enbiya 76, 77: Ve Nuh’u da… Hani o daha önce nida etmişti de Biz de ona cevap vermiştik. Sonra da Biz kendisini ve ehlini [ailesini, yakınlarını, inananlarını] büyük sıkıntıdan kurtardık.
Ve ayetlerimizi yalanlayan kavmine karşı ona yardım ettik. Şüphesiz onlar kötü bir kavim idiler de Biz onları topluca suda boğduk.

Müminun 23–28: Ant olsun ki Biz, Nuh’u da kavmine elçi gönderdik. Sonra o: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Hâlâ takvalı davranmayacak mısınız?” dedi.
Bunun üzerine, kavminden kâfir ileri gelenler; “Bu, sizin gibi bir beşerden başka bir şey değildir. Size üstünlük sağlamak istiyor. Eğer Allah isteseydi, kesinlikle melekleri indirirdi. Biz evvelki atalarımızda bunu duymadık. Bu, yalnızca kendisinde delilik bulunan bir adamdır. Öyle ise bir süreye kadar onu umutla bekleyin” dediler.
O [ Nuh]: “Rabbim! Beni yalanlamalarına karşı bana yardım et!” dedi.
Bunun üzerine Biz ona vahyettik: “Bizim gözetimimiz ve vahyimiz ile gemiyi yap. Sonra Bizim emrimiz gelip de tandır kaynayınca, her cinsten eşler hâlinde iki tane ve bir de onlardan, daha önce kendisi aleyhinde Söz geçmiş olanların dışındaki ehlini [aileni, yakınlarını, inananlarını] gemiye sok. Zulmetmiş olanlar konusunda Bana başvurma. Şüphesiz onlar boğulmuşlardır. Sonra sen ve beraberindeki kişiler gemiye yerleştiğinde de ‘Hamd bizi zalimler topluluğundan kurtaran Allah içindir’ de!”

Furkan 37: Biz Nuh kavmini de elçileri yalanladıklarında suda boğduk ve kendilerini insanlar için bir ayet [ibret] kıldık. Ve Biz zalimler için çok acı veren bir azabı hazırladık.

Ankebut 14, 15: Ve ant olsun ki Nuh’u kendi kavmine gönderdik de, içlerinde elli sene hariç bin yıl kaldı. Sonunda, onlar zalimler iken tufan kendilerini yakalayıverdi.
Böylece Biz onu ve gemi halkını kurtardık ve onu âlemlere bir ayet [ibret] kıldık [yaptık].

Saffat 75–82: Ve ant olsun ki Nuh Bize seslenip dua etmişti. –İşte Biz ne güzel cevap verenleriz!-
Biz de onu ve ehlini [ailesini, yakınlarını, inananlarını] o büyük sıkıntıdan kurtardık.
Ve onun neslini baki kalanların ta kendisi kıldık.
Ve de sonradan gelenler içinde onun hakkında güzel bir nam bıraktık.
Âlemler içinde Nuh’a selam olsun!
Şüphesiz Biz iyilik yapanları işte böyle karşılıklandırırız.
Şüphesiz o [Nuh] Bizim mümin kullarımızdandı.
Sonra diğerlerini suda boğduk.

Kamer 9–15: Onlardan önce Nuh’un kavmi de yalanlamıştı. Öyle ki kulumuzu yalanladılar ve “O cinlenmiştir / delidir” dediler. Ve o alıkonulmuştu.
Bunun üzerine o [Nuh] Rabbine yalvardı: “Ben gerçekten yenik düşürüldüm, bana yardım et / intikamımı al!”
Biz de hemen sel gibi boşalan bir su ile göğün kapılarını açıverdik.
Yeri de kaynaklar hâlinde fışkırttık, derken sular takdir edilmiş / ayarlanmış bir iş üzerine birbirine kavuştu.
Onu [Nuh’u] da, nankörlük edilen kişiye bir mükâfat olmak üzere, korumamız / gözetimimiz altında akıp giden levhaları [tahtaları] ve çivileri / urganları olan [sal] üzerinde taşıdık.
Ve ant olsun Biz, bunu bir ayet olarak bıraktık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen?


Yukarıdaki ayetlerin tümü ve Nuh suresi göz önüne alınarak Nuh peygamber kıssasına bakıldığında, Nuh peygamber ve kavmi arasında yaşananlar ile peygamberimiz ve Mekkeli müşrikler arasında geçen olayların birbirine tıpatıp benzedikleri görülmektedir. Nuh peygamber, kendisine inanılmasını sağlamak için iki husus ileri sürmüştür. Bunlardan birincisi; elçilik görevi verilmeden önce kavmi tarafından güvenilir bir kişi olarak tanınmasıdır. Bu husus, kıssanın diğer surelerde yer alan kısmında olmayıp sadece konumuz olan 107. ayette belirtilmiştir. İkinci husus da Nuh peygamberin her türlü itiraz ve saldırıya rağmen gece gündüz demeden, herhangi bir ücret istemeden ve hiçbir çıkar gözetmeden tebliğde bulunmuş olmasının dikkate alınmasıdır. Ayrıca Nuh peygambere ilk inananların, tıpkı peygamberimize inanıp ilk Müslüman olanlar gibi sıradan, hatta toplumun aşağı kesiminden kişiler olması da diğer bir benzerliktir.
Nuh peygamberin kıssası Tevrat’ta ise aşağıdaki gibi geçmektedir:

Tekvin, 6–8. Bablar:

Tufan

6/1- Yeryüzünde insanlar çoğalmaya başladı, kızlar doğdu.
2- İlâhî varlıklar insan kızlarının güzelliğini görünce beğendikleriyle evlendiler.
3- RAB, “Ruhum insanda sonsuza dek kalmayacak, çünkü o ölümlüdür” dedi, “İnsanın ömrü yüz yirmi yıl olacak.”
4- İlâhî varlıkların insan kızlarıyla evlenip çocuk sahibi oldukları günlerde ve daha sonra yeryüzünde Nefiller vardı. Bunlar eski çağ kahramanları, ünlü kişilerdi.
5- RAB baktı, yeryüzünde insanın yaptığı kötülük çok, aklı fikri hep kötülükte.
6- İnsanı yarattığına pişman oldu. Yüreği sızladı.
7- “Yarattığım insanları, hayvanları, sürüngenleri, kuşları yeryüzünden silip atacağım” dedi, “Çünkü onları yarattığıma pişman oldum.”
8- Ama Nuh RABB’in gözünde lütuf buldu.
9- Nuh’un öyküsü şuydu: Nuh doğru bir insandı. Çağdaşları arasında kusursuz biriydi. Tanrı yolunda yürüdü.
10- Üç oğlu vardı: Sam, Ham ve Yafet.
11- Tanrı’nın gözünde yeryüzü bozulmuş, zorbalıkla dolmuştu.
12- Tanrı yeryüzüne baktı ve her şeyin ne denli bozulduğunu gördü. Çünkü insanlar yoldan çıkmıştı.
13- Tanrı Nuh’a, “İnsanlığa son vereceğim” dedi, “Çünkü onların yüzünden yeryüzü zorbalık doldu. Onlarla birlikte yeryüzünü de yok edeceğim.
14- Kendine gofer ağacından bir gemi yap. İçini dışını ziftle, içeriye kamaralar yap.
15- Gemiyi şöyle yapacaksın: Uzunluğu üç yüz, genişliği elli, yüksekliği otuz arşın olacak.
16- Pencere de yap, boyu yukarıya doğru bir arşını bulsun. Kapıyı geminin yan tarafına koy. Alt, orta ve üst güverteler yap.
17- Yeryüzüne tufanı ben göndereceğim. Göklerin altında soluk alan bütün canlıları yok edeceğim. Yeryüzündeki her şey ölecek.
18- Ama seninle antlaşmamı sürdüreceğim. Oğulların, karın, gelinlerinle birlikte gemiye bin.
19- Sağ kalabilmeleri için, her canlı türünden bir erkek, bir dişi olmak üzere birer çifti gemiye al.
20- Türlü çeşit kuşlar, hayvanlar, sürüngenler sağ kalmak için çifter çifter sana gelecekler.
21- Yanına hem kendin, hem onlar için yenebilecek ne varsa al, ilerde yemek üzere depola.”
22- Nuh, Tanrı`nın bütün buyruklarını yerine getirdi

7/1- RAB Nuh’a, “Bütün ailenle birlikte gemiye bin” dedi, “Çünkü bu kuşak içinde yalnız seni doğru buldum.
2, 3- Yeryüzünde soyları tükenmesin diye yanına temiz sayılan hayvanlardan erkek ve dişi olmak üzere yedişer çift, kirli sayılan hayvanlardan ikişer çift, kuşlardan yedişer çift al.
4- Çünkü yedi gün sonra yeryüzüne kırk gün kırk gece yağmur yağdıracağım. Yarattığım her canlıyı yeryüzünden silip atacağım.”
5- Nuh RABB’in bütün buyruklarını yerine getirdi.
6- Yeryüzünde tufan koptuğu zaman Nuh altı yüz yaşındaydı.
7- Nuh, oğulları, karısı, gelinleri tufandan kurtulmak için hep birlikte gemiye bindiler.
8, 9- Tanrı`nın Nuh’a buyurduğu gibi temiz ve kirli sayılan her tür hayvan, kuş ve sürüngenden erkek ve dişi olmak üzere birer çift Nuh’a gelip gemiye bindiler.
10- Yedi gün sonra tufan koptu.
11- Nuh altı yüz yaşındayken, o yılın ikinci ayının on yedinci günü enginlerin bütün kaynakları fışkırdı, göklerin kapakları açıldı.
12- Yeryüzüne kırk gün kırk gece yağmur yağdı.
13- Nuh, oğulları Sam, Ham ve Yafet, Nuh’un karısı ve üç gelini tam o gün gemiye bindiler.
14- Onlarla birlikte her tür hayvan -evcil hayvanların, sürüngenlerin, kuşlarla uçan yaratıkların her türü- gemiye bindi.
15- Soluk alan her tür canlı çifter çifter Nuh’un yanına gelip gemiye bindi.
16- Gemiye giren hayvanlar Tanrı’nın Nuh’a buyurduğu gibi erkek ve dişiydi. RAB Nuh’un ardından kapıyı kapadı.
17- Tufan kırk gün sürdü. Çoğalan sular gemiyi yerden yukarı kaldırdı.
18- Sular yükseldi, alabildiğine çoğaldı; gemi suyun üzerinde yüzmeye başladı.
19- Sular öyle yükseldi ki, yeryüzündeki bütün yüksek dağlar su altında kaldı.
20- Yükselen sular dağları on beş arşın aştı.
21, 22- Yeryüzünde yaşayan bütün canlılar yok oldu; kuşlar, evcil ve yabanıl hayvanlar, sürüngenler, bütün insanlar, soluk alan bütün canlılar öldü.
23- RAB insanlardan evcil hayvanlara, sürüngenlerden kuşlara dek bütün canlıları yok etti, yeryüzündeki her şey silinip gitti. Yalnız Nuh’la gemidekiler kaldı.
24- Sular yüz elli gün yeryüzünü kapladı.

Tufanın Sonu

8/1- Sonra Tanrı Nuh’u ve gemideki evcil ve yabanıl hayvanları anımsadı. Yeryüzünde bir rüzgâr estirdi, sular alçalmaya başladı.
2- Enginlerin kaynakları ve göklerin kapakları kapandı. Yağmur dindi.
3- Sular yeryüzünden çekilmeye başladı. Yüz elli gün geçtikten sonra sular azaldı.
4- Gemi yedinci ayın on yedinci günü Ararat Dağları’na oturdu.
5- Sular onuncu aya kadar sürekli azaldı. Onuncu ayın birinde dağların doruğu göründü.
6- Kırk gün sonra Nuh yapmış olduğu geminin penceresini açtı.
7- Kuzgunu dışarı gönderdi. Kuzgun sular kuruyuncaya kadar dönmedi, uçup durdu.
8- Bunun üzerine Nuh suların yeryüzünden çekilip çekilmediğini anlamak için güvercini gönderdi.
9- Güvercin konacak bir yer bulamadı, çünkü her yer suyla kaplıydı. Gemiye, Nuh’un yanına döndü. Nuh uzanıp güvercini tuttu ve gemiye, yanına aldı.
10- Yedi gün daha bekledi, sonra güvercini yine dışarı saldı.
11- Güvercin gagasında yeni kopmuş bir zeytin yaprağıyla akşamleyin geri döndü. O zaman Nuh suların yeryüzünden çekilmiş olduğunu anladı.
12- Yedi gün daha bekledikten sonra güvercini yine gönderdi. Bu kez güvercin geri dönmedi.
13- Nuh altı yüz bir yaşındayken, birinci ayın birinde yeryüzündeki sular kurudu. Nuh geminin üstündeki kapağı kaldırınca toprağın kurumuş olduğunu gördü.
14- İkinci ayın yirmi yedinci günü toprak tamamen kurumuştu.
15, 16- Tanrı Nuh’a, “Karın, oğulların ve gelinlerinle birlikte gemiden çık” dedi,
17- “Kendinle birlikte bütün canlıları, kuşları, hayvanları, sürüngenleri de çıkar. Türesinler, verimli olsunlar ve yeryüzünde çoğalsınlar.”
18- Nuh karısı, oğulları ve gelinleriyle birlikte gemiden çıktı.
19- Bütün hayvanlar, sürüngenler, kuşlar, yeryüzünde yaşayan her tür canlı gemiyi terk etti.
20- Nuh RABB’e bir sunak yaptı. Orada temiz sayılan hayvanların ve kuşların hepsinden yakmalık sunular sundu.
21- Güzel kokudan hoşnut olan RAB içinden şöyle dedi: “İnsanlar yüzünden yeryüzünü bir daha lânetlemeyeceğim. Çünkü insanın yüreğindeki eğilimler çocukluğundan itibaren kötüdür. Şimdi yaptığım gibi bütün canlıları bir daha yok etmeyeceğim.”
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 28. September 2008, 01:37 AM   #6
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

121, 122. Ayetler:

Şüphesiz ki bunda kesinlikle bir ayet vardır. Ama onların çoğu iman ediciler değillerdi.
Ve şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’in [engin merhamet sahibinin] ta kendisidir.

Yine bu ayetlerle Mekkelilere ve tüm zamanların insanlarına bir gönderme yapılarak akıllarını başlarına almayanlar tehdit edilmekte, inananlara ve inanacaklara umut verilmektedir.
Bu ayetler indiğinde, peygamberimiz ile Mekkeli kâfirler arasında aynı şeyler yaşanıyor, peygamberimizden çevresindeki Bilal, Ammar, Süheyb gibiköle ve fakir kişileri kovması isteniyordu. Ancak bu konuda Rabbimizin özel ihtarı söz konusu idi:

En’âm 52, 53: Ve Allah’ın rızasını dileyerek sabah akşam Rabblerine dua eden kimseleri kovma. Onların hesabından sana hiçbir şey [sorumluluk] yoktur, senin hesabından da onlara hiçbir şey yoktur. Ki onları kovup da zalimlerden olasın!
Ve Biz, “Allah, aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu” desinler diye, onlardan bazısını bazısı ile fitnelendirdik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil midir?

Abese 5–12: O, kendisini her türlü ihtiyacın üstünde görene gelince,
sen ona yöneliveriyorsun onun arınmamasından sana bir sorumluluk olmadığı hâlde!
Amma! Koşarak sana gelen var ya;
haşyet duyarak,
sense ondan zevklenerek eğlenip oyalanıyorsun.
Hayır… Hayır… Hiç de öyle değil! O, bir düşündürücüdür.
Dileyen onu düşünüp öğüt alır;

123. Ayet:

Ad, gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı.

Bu suredeki önemli haberlerin, çarpıcı bilgilerin dördüncüsü, Ad kavmi ile onlara elçi olarak gönderilen Hud peygambere ait haberlerdir. Hud peygamber ile kavmi arasında geçen bu olaylar da peygamberimiz ile Mekkeli müşrikler arasındaki olaylara benzemektedir. Bu sebeple, Mekkeli müşriklerden bu kıssadan ibret alarak akıllarını başlarına toplamaları istenmektedir.
Ad kavmi hakkında daha önceki surelerin tahlilinde ayrıntılı bilgi verilmiş olduğundan, (Tebyînü’l-Kur’an; c:1, s:222-223) ilgili ayetlerden birkaçını vererek kısa bir hatırlatma ile yetiniyoruz:

Fecr 6–14: Ad kavmine, sütunların sahibi İrem’e -ki beldeler içinde bir benzeri yaratılmamıştı-, vadilerde kayaları kesen Semud kavmine, o kazıkların sahibi Firavun’a Rabbinin ne yaptığını görmedin mi? Onlar ki, o ülkelerde azıtmışlardı. Dolayısıyla da oralarda bozgunculuğu çoğaltmışlardı. Onun için de Rabbin üzerlerine azap kamçısı yağdırdı. Şüphesiz ki Rabbin gözetlemektedir.

A’râf 67–70: (Hud da): “Ey kavmim! Bende sefahet [akıl hafifliği; cahillik] yok, velâkin ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderilerini tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm. Sizi uyarması için içinizden bir adam üzerine Rabbinizden, size bir zikir [öğüt / kitap] gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nuh kavminden sonra, halifeler yaptı ve yaratılışta boy pos itibariyle sizi artırdı. Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki, kurtuluşa erdirilesiniz.” dedi.
(Onlar da) Dediler ki: “Demek sen tek Allah’a kulluk edelim ve atalarımızın kulluk ettiklerini bırakalım diye mi bize geldin? Eğer doğrulardan isen bizi tehdit ettiğin şeyi bize getir!”

Fussilet; 15: Ad’a gelince onlar yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve “Güçce bizden daha çetin kim vardır?” dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah’ın güçce kendilerinden daha çetin olduğunu görmediler mi? Ve onlar bizim ayetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı.

Hud; 59, 60: Ve işte bu, Rabblerinin ayetlerine kafa tutan, O’nun elçilerine isyan eden ve her inatçı zorbanın emrine uyan Ad’dır. Bu dünyada ve kıyamet günü arkalarına lânet takıldı. Haberiniz olsun! Ad, Rabblerini inkâr ettiler. Haberiniz olsun! Hud’un kavmi olan Ad’a uzaklık verildi.

124–135. Ayetler:

Hani kardeşleri Hud onlara demişti ki: “Siz takvalı davranmaz mısınız? Şüphesiz ki ben, sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrim âlemlerin Rabbi üzerinedir. Her yüksek tepeye, alâmet bir bina kurarak mı eğleniyorsunuz? Sonsuzlaşmanız için / sanki sonsuzlaşacakmışsınız gibi sanayi üreten yerler [fabrikalar / kaleler] mi edinirsiniz? Yakaladığınız vakit de zorbaca mı yakaladınız? Artık Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Size o bildiğiniz şeyleri verene; davarlar, oğullar, cennetler [bağlar, bahçeler], pınarlar verene takvalı davranın. Şüphesiz ki ben sizin hakkınızda büyük bir günün azabından korkuyorum.”
Onlar dediler ki: “Sen, öğüt versen de yahut öğüt verenlerden olmasan da bizim için aynıdır. Bu, sadece öncekilerin hayat tarzlarıdır. Ve biz azaba uğratılacaklar değiliz.”

128–130. ayetlerdeki “Her yüksek tepeye alâmet bir bina kurarak mı eğleniyorsunuz? Sonsuzlaşmanız için / sanki sonsuzlaşacakmışsınız gibi sanayi üreten yerler [fabrikalar / kaleler] mi edinirsiniz?” ifadesi, çağımızdaki gökdelenleri, şehir girişlerinde yol kenarlarına sıralanmış plazaları akla getirmektedir. Bu, çağımızdaki toplumlar ile Ad kavmi arasındaki yaşam tarzı benzerliklerini hatırlatmaktadır. Gerçekten de, şehirlerin yüksek tepeleri üzerine inşa edilen gösterişli binalar, Ad kavmindekiler gibi sırf servet ve güç gösterimini sergileyen yapılardır. Mimaride bir trend hâline gelmiş olan bu gösterişçi tarz, insanlığın bencil kazançlar uğruna kapıldığı tekasür hastalığının bir sonucudur. (Tebyînü’l-Kur’an; c:1, s:294-295) İstifçiliğin ve göz boyamaya yönelik gereksiz israfın göstergeleri olan bu ihtişamlı yapılara harcanan paralarla sürekli değer üretecek yatırımlar yapmak ve pek çok kişiye iş imkânı sağlamak mümkündür. Eğer akıllar başlara toplanmazsa, Ad kavminin akıbeti, aynı davranışları gösteren günümüz toplumları için de kaçınılmaz olacaktır.
129. ayette geçen “ لعلّكمlealleküm” sözcüğü Ubeyy mushafında “ كأنّكم keenneküm” şeklindedir. (Razi, el-Mefatihu’l-Gayb;Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an) Bu birleşik sözcük Arapçada “sanki siz” anlamında kullanılmaktadır. Bu nedenle, ayet için yaptığımız mealde her iki okunuşun anlamını da vermiş bulunuyoruz.
Hud peygambere karşı gösterilen tepkilerin anlatıldığı 136–138. ayetler, tüm zamanların müşriklerinin birbirlerinden pek farklı olmadığını göstermektedir. Hatırlanacak olursa, Mekkeli müşrikler de peygamberimize benzer tepkiler vermişlerdi:

Furkan 4, 5: Ve inkâr etmiş olanlar “Bu [Kur’an], onun [Muhammed’in] uydurduğu yalandan başka bir şey değildir. Ona başka bir topluluk da bunun için yardım etmiştir” dediler. Böylece onlar kesinlikle haksızlık ettiler ve asılsız bir iddia getirdiler.
Ve “O [Kur’an], yazılı hâle getirilmiş öncekilerin masallarıdır; şimdi de o, sabah akşam [sürekli] kendisine okunmaktadır” dediler.

Nahl 24: Ve onlara “Rabbiniz ne indirdi?” denildiği zaman, onlar “Öncekilerin efsanelerini” dediler.

139, 140. Ayetler:

Bunun üzerine onu yalanladılar da Biz kendilerini helâk ettik. Şüphesiz ki bunda kesinlikle mutlak bir ayet vardır, ama onların çoğu iman ediciler değillerdi.
Ve şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’in [engin merhamet sahibinin] ta kendisidir.

Bu kez Hud peygamber ile Ad kavmi arasında geçenler anlatıldıktan sonra Mekkelilere ve tüm zamanların insanlarına yine kıssadan ders çıkarmaları hatırlatılmakta, daha evvel de yapıldığı gibi inatçılar ceza ile tehdit edilirken inançlılara da rahmet müjdesi verilmektedir.

141. Ayet:

Semud gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı.

Bu surede anlatılan önemli haberlerin ve çarpıcı bilgilerin beşincisi, Semud kavmine ait olanlardır. Tarihte yer almış önemli kavimlerden birisi olan Semud kavmi, kıssaları yukarıda nakledilmiş olan Nuh kavmi ve Ad kavmi gibi, kendilerine içlerinden seçilmiş bir elçi vasıtasıyla gönderilen mesajları yalanlamış ve elçilik müessesini toptan inkâr etmiş bir kavimdir.
Nuh ve Ad kavminde olduğu gibi, Semud kavmindeki elçi-kavim ilişkileri de peygamberimiz ile Mekkeliler arasındaki ilişkilere benzemektedir. Salih peygamber ile kavmi arasındaki ilişkilerin dile getirildiği Semud kavmine ait kıssa 159. ayete kadar devam etmekte ve daha evvelki surelerde yer almayan bazı bilgiler kıssanın bu suredeki anlatımında verilmektedir. Bu karşılaştırmanın yapılmasını sağlamak ve konunun daha iyi anlaşılmasını temin etmek için, A’râf suresinin ilgili ayetlerini ve o ayetlerle ilgili tahlilimizi burada tekrar sunuyoruz:

A’râf; 73–79: [Ant olsun ki] Semud’a da kardeşleri Salih’i [elçi olarak gönderdik]. O dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka bir ilâh yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil [kanıt] geldi. İşte şu, Allah’ın dişi devesi, sizin için bir ayettir; bırakın onu Allah’ın yeryüzünde yesin, sakın ona kötülükle dokunmayın, yoksa sizi acıklı bir azap yakalayıverir. Ve düşünün ki Ad’dan sonra sizi halifeler yaptı. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi: Onun düzlüklerinden saraylar yapıyorsunuz, dağlarından evler yontuyorsunuz. Öyleyse Allah’ın nimetlerini hatırlayın ve yeryüzünde fesatçılar olarak taşkınlık yapmayın.”
Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinden zayıf görünen inanmış kimselere dediler ki: “Siz, Salih’in, gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu biliyor musunuz?” [Onlar da] “Kesinlikle biz onunla gönderilene inananlarız [inanıyoruz]!” dediler.
O büyüklük taslayan kimseler; “Biz, sizin inandığınızı kesinlikle inkâr edenleriz [ediyoruz]!” dediler.
Hemencecik de o dişi deveyi ayaklarından kesip öldürdüler ve büyüklenerek Rabblerinin buyruğundan dışarı çıktılar ve “Ey Salih! Eğer hakikaten gönderilen elçilerden isen, bizi tehdit ettiğini getir bize!” dediler.
Bunun üzerine hemen onları, şiddetli sarsıntı yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çökekaldılar.
[Salih de] O zaman onlara sırt çevirdi ve “Ey kavmim! Ant olsun ki ben size Rabbimin gönderilerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz” dedi.

Semud kavminin bahsi şimdiye kadar Fecr, Necm, Şems, Büruc, Kaf, Kamer ve Sad surelerinde geçmiş ve bu surelerin tahlillerinde bu kavim hakkında ayrıntılı bilgiler verilmişti. (Tebyînü’l-Kur’an; c:1, s:224-226) Bu nedenle, burada daha önce verilenlerden farklı noktalar üzerinde durulacaktır.
Kur’an’ın diğer surelerinde verilen bilgilerden anlaşıldığına göre, Semud kavmi büyük bir medeniyettir ve kalabalık bir halktır. Kıssada geçen “deve” de bize göre hakikat manada değil, mecaz manada düşünülmelidir. (Tebyînü’l-Kur’an; c:2, s:514-519) Zaten söz konusu deve ayette “Allah’ın devesi” olarak nitelenmiştir. Şems suresinin tahlilinde açıkladığımız gibi, devenin Allah’a izafe edilişi, onu kimsenin sahiplenemeyeceğini ifade eder. Bu ifade tıpkı “Allah’ın evi [Beytüllah]” gibi devenin kimseye ait olmadığını, tüm insanlara, kamuya ait olduğunu gösterir.A’raf/74. ayetin sonundaki “Öyleyse Allah’ın nimetlerini hatırlayın ve yeryüzünde fesatçılar olarak taşkınlık yapmayın” ifadesinden, Ad kavminden sonra o bölgede bir düzen kurulduğu anlaşılmaktadır. Yapılan ihtar da o düzenin bozulmaması ve kargaşa çıkarılmaması içindir. Bize göre burada, bir düzenin [adaletin] olmadığı yerde kargaşanın kaçınılmaz olduğu ve mülkün [yönetimin, devletin] temelinin adalet olduğu vurgulanmaktadır.
A’raf/78. ayetteki “diz üstü çökekaldılar” diye çevirdiğimiz “casimin” sözcüğü “hiç hareket etmeden, hiç bir şey hissetmeden diz üstü oturanlar” anlamında olup Semudluların perişan hâlde oluşlarını, zavallılıklarını ifade etmektedir.
A’raf/79. ayetteki “[Salih de] O zaman onlara sırt çevirdi” ifadesinden, Salih peygamberin bu olaydan [devenin katledilmesinden] sonra Semudluların yanlarına uğramadığı ve onlara yardımcı olmadığı veya onlarla hiç muhatap olmadığı ve oradan ayrılıp uzaklaştığı anlaşılmaktadır.
Yine Salih peygamberin A’raf/79. ayette geçen “Ey kavmim! Ant olsun ki ben size Rabbimin gönderilerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz” ifadesi, Nuh peygamberin kıssasında olduğu gibi, peygamberlerin değişmez görevlerinin “tebliğ” ve “nasihat” olduğunu göstermektedir. Buradan açıkça anlaşılmaktadır ki, değişmez görevleri dışında peygamberlere Yüce Allah tarafından ayrıca bir “teşri [yasama]” görevi ve yetkisi verilmemiştir.
Salih peygamber ile Semud kavminin kıssası, İsrailoğulları veya Uzakdoğu kıssalarından olmayıp bir Arap kıssasıdır. Bize göre, Arapların bu kıssayı iyi bilmeleri ve aralarında sıkça anlatmaları sebebiyle Rabbimiz bu kıssaya Kur’an’da birçok kez yer vermiştir.



142–157. Ayetler:

Hani kardeşleri Salih onlara demişti ki: “Takvalı davranmaz mısınız? Şüphesiz ki, ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Ben sizden hiçbir ücret istemiyorum da. Benim ücretim, ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Siz burada; bahçelerde, pınarlarda ve ekinlerin, salkımları sarkmış hurmalıkların arasında güven içinde bırakılacak mısınız? Ve siz dağlardan ustaca evler yontuyorsunuz. Artık Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Ve yeryüzünde bozgunculuk yapıp ıslah etmeyen o aşırı gidenlerin emrine uymayın.”
Onlar dediler ki: “Sen, kesinlikle büyülenmişlerdensin! Sen de ancak bizim gibi bir beşersin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir ayet getir.”
O [Salih]; “İşte bu dişi devedir, onun bir su içme hakkı vardır, belli bir günün içme hakkı da sizindir, ona bir kötülükle ilişmeyin, yoksa sizi büyük bir günün azabı yakalayıverir” dedi.
Buna rağmen onlar deveyi inciklerini kesip öldürdüler de pişman olanlar olarak sabahladılar.

Kıssada geçen “dişi deve” ifadesi ile ilgili olarak Şems suresinde yaptığımız açıklamaların tekrar okunmasında yarar görüyoruz. (Tebyînü’l-Kur’an; c:2, s:514-519)
Söz konusu deve için ayette “ ناقةاللّه Allah`ın devesi” ifadesi kullanılmıştır. Devenin Allah`a izafe edilişi, üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir husustur. Burada konu edilen, devenin Allah tarafından yaratılması veya devenin Allah`ın varlık ve birliğine kanıt olması değildir. Zaten evrendeki her şeyin yaratıcısı Allah`tır ve zerreden küreye canlı-cansız her yaratık Allah`ın varlığına ve birliğine kanıttır.
Ayetteki "en-Nakah" ifadesi, o güne göre toplumun fakirlerinin, yetimlerinin, miskinlerinin, kısaca ihtiyacı olan herkesin, ortak ve serbestçe sütünden, gücünden ve yavrusundan istifade edeceği, kamu malı, beş yaşında güçlü bir dişi devedir. Günümüzde ise bu deyim hayır kurumlarına, sosyal yardım vakıflarına, sosyal güvenlik kuruluşlarına karşılık gelmektedir.
Aç, fakir insanların bu kurum [ النّاقةen nakah] sayesinde açlıktan, sefaletten, kula kulluktan kurtulmaları, o günkü Semud kavmi ileri gelenlerinin hoşuna gitmemiştir. Çünkü kendilerine kulluk edenlerin kulluktan kurtulması, kendilerini bütün ihtiyaçların üzerinde gören bu tağutların işine gelmemiştir.

158, 159. Ayetler:

Bunun üzerine onları azap yakalayıverdi. Doğrusu bunda, büyük bir ders vardır; ama onların çoğu iman etmediler.
Ve şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’in [engin merhametlinin] ta kendisidir.

Semud kavmi ile ilgili kıssanın ardından bu kavmin acıklı akıbeti bildirilmiş ve yine inkârcılara bir tehdit, inanan ve inanacaklara da umut ve mutluluk mesajı verilmiştir.

160. Ayet:

Lut’un kavmi gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı.

Bu surede verilen önemli haberlerin, çarpıcı bilgilerin altıncısı, Lut peygamber ile kavmi arasında yaşanan olaylara ilişkindir. Lut kavmi de kendilerine gelen elçi ve mesajları yalanlamışlar, elçilik müessesini reddetmişler ve bu yüzden de cezalandırılmışlardır.
173. ayete kadar devam eden kıssanın buradaki anlatımı daha evvelki anlatımlara atıfta bulunarak başlamıştır ve öncekilerden farklı olarak elçinin elçiliği karşılığında hiçbir ücret istemeyişi gibi yeni bilgiler içermektedir.

161–173. Ayetler:

Hani kardeşleri Lut onlara demişti ki: “Siz takvalı davranmaz mısınız? Şüphesiz ki, ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Gelin artık, Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Rabbinizin sizler için yarattığı eşleri bırakarak âlemler içinden erkeklere mi gidiyorsunuz. İşin aslı siz haddi aşan bir kavimsiniz.”
Onlar: “Ey Lut! Vazgeçmezsen, kesinlikle, çıkarılanlardan olacaksın” dediler.
O [Lut]: “Şüphesiz ben, sizin işiniz için buğzedenlerdenim” dedi.
-Rabbim! Beni ve ailemi onların yapageldiklerinden kurtar!-
Bunun üzerine Biz de onu ve ailesinin -geride kalanların içindeki zavallı karı hariç- tamamını kurtardık, sonra da geridekilerin hepsini helâk ettik.
Ve üzerlerine öyle bir yağmur yağdırdık ki! Bak işte uyarılanların yağmuru ne kötüdür!

Lut kavminin sadece homoseksüellik yüzünden helâk edildiği yönünde toplumlarda yanlış ve yaygın bir kanaat vardır. Lut kavminin helâk sebebinin sadece homoseksüellik olduğu sanılmamalıdır. Bu kavmin temel suçu “şirk ve peygamberi tanımamak”tır.Bu, hem 81. ayetteki“Aslında siz sınırı aşan bir kavimsiniz” ifadesinden, hem homoseksüelliğin cezasının “helâk edilmek” olmamasından, hem de Şuara suresinin 160. ayetinden anlaşılmaktadır:

Şuara 160: Lut’un kavmi peygamberleri yalanladı.

HOMOSEKSÜELLİĞİN CEZASI


Homoseksüelliğin cezası üzerinde bilginler ihtilâf etmişler; kimi uçurumdan atalım, kimi diri diri gömelim, kimi taşlayarak öldürelim, kimi de zinadaki gibi yüz sopa vuralım cinsinden değişik cezalar öngörmüşlerdir.
Hâlbuki Rabbimiz, homoseksüelliğin cezasını Kur’an’da bildirmiştir:

Nisa 16: Sizlerden fuhuş yapanların [eşcinsel ilişkide bulunan erkeklerin] her ikisine eziyet edin. Eğer tövbe ederler de ıslah olurlarsa artık onlardan vazgeçin. Şüphesiz Allah, tövbeleri kabul edendir, esirgeyendir.

Görüldüğü gibi bu suça öngörülen ceza, faillere el ve dil ile yapılacak eziyettir. Eziyetin niteliği belirtilmediği için ceza şeklinin günün koşullarına göre kamu tarafından ayarlanması söz konusudur. Ayetten anlaşılan, bu çirkin davranışın toplumlardan silinmesi görevinin kamuya ait olduğudur. Dolayısıyla bu aşırılığın ortadan kaldırılması için gerekli çabayı devletler göstermeli, fizikî yapılarında anormallik olanlar tedavi edilmeli, değişik zevkler peşinde olup tutkularının esiri olarak bu işi yapanlar ise cezalandırılmalıdır.
173. ayette Lut kavmi üzerine yağdırılan yağmura dikkat çekilmiş ama bu konuda başka bilgi verilmemiştir. Aslında bu yağmur su yağmuru değil, taş yağmurudur. Kur’an’ın başka yerlerinde verilen ayrıntılara göre, Lut peygamber gecenin son saatlerinde ehliyle birlikte memleketinden ayrılınca, şafak vakti korkunç bir patlama ve şiddetli bir deprem olmuş, bu kötü kavmin tüm evlerinin altı üstüne getirildikten sonra, volkanik patlama ve rüzgârın etkisiyle pişmiş çamurdan oluşan taşlar yağmur gibi kentin üzerine inmiştir.
Lut kavminin yaşadığı bölge ile ilgili olarak Tevrat’ı, antik Yunan ve Latin yazılarını ve modern jeolojik araştırmalar ile arkeolojik gözlemleri değerlendiren Mevdudi, bu konuda şunları aktarmaktadır:

“Ölü Deniz`in doğusunda ve güneyinde uzanan çöllük ve boş topraklarda bulunan yüzlerce harabe, burasının geçmişte bir zamanlar müreffeh ve sık nüfuslu bir bölge olduğunu göstermektedir. Arkeologlar, bu bölgenin yaşadığı refah döneminin İ.Ö. 2300-1900 yılları arasında geçtiğini tahmin ediyorlar. Tarihçilere göre İbrahim İ.Ö. 2000 yıllarında yaşamıştır. O halde, arkeolojik deliller bu bölgenin Hz. İbrahim ve yeğeni Lut (as) zamanında helâke uğradığını teyid etmektedir.
Bölgenin en kalabalık ve verimli yöresi, Kitabı Mukaddes`te anıldığına göre "Sidim Deresi" idi: "Ve Lut gözlerini kaldırdı ve bütün Erden Havzası`nın Sodom ve Gomorra`yı Rabb helâk etmeden evvel Rabb`in bahçesi gibi, Tsoara giderken Mısır diyarı gibi, her yerde suyu bol olduğunu gördü." (Tekvin: 13/10). Günümüz bilginleri, bu havzanın şimdi Ölü Deniz`in altında bulunduğu görüşündedirler ve bu görüşü sağlam arkeolojik deliller desteklemektedir: Eski zamanlarda Ölü Deniz bugünkü kadar güneye uzanmıyordu. Bugünkü Ürdün şehirlerinden el-Kerek`in batısında ve tam karşısında el-Lisan adında küçük bir yarımada vardır. Burası eskiden Ölü Deniz`in ucuydu. Bunun güneyinde kalan ve şimdi deniz sularının altında bulunan yöre, Hz. Lut`un (as) kavminin ünlü şehirleri Sodom, Gomore, Edmah, Zeboyim, Zoar`ın yer aldığı "Sidim Deresi" denilen verimli bir vadiydi. İ.Ö. 2000 yıllarında bu vadi, şiddetli bir depremin etkisiyle çöktü ve deniz sularının altında kaldı. Bugün bile burası Deniz`in en sığ parçasıdır. Romalılar zamanında daha da sığdı ve batı sahilindeki el-Lisan`a yürünerek geçilebiliyordu. Güney kıyılarında, hâlâ su altındaki ormanlar görülebilmekte ve aynı şekilde su altında binaların bulunması ihtimali de kuvvetli görülmektedir.
Kitabı Mukaddes ile eski Yunan ve Latin yazılarına göre, yöre petrol çukurları ve asfalt bakımından da zengin olup şurada burada alev almayan gaz vardı. Jeolojik gözlemlerden, şiddetli deprem şokuyla petrol, asfalt ve gazların yüzeye fırlayıp alev aldığı ve tüm yörenin bir bomba gibi infilak ettiği anlaşılmaktadır. Kitabı Mukaddes`te, Hz. İbrahim`in (as) haberi alınca Hibran`dan felakete uğrayan vadiye gittiği ve "yerin dumanının ocak dumanı gibi çıktığını" (Tekvin: 19/28) gördüğü anlatılmaktadır.” (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

174, 175. Ayetler:

Şüphesiz ki bunda bir ayet vardır. Ama onların çoğu iman ediciler değillerdi.
Ve şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’in [merhamet sahibinin] ta kendisidir.

Bu ayetlerde yine o günün Mekkelilerine ve tüm zamanların insanlarına özel bir mesaj verilmektedir.

176. Ayet:

Eyke ashabı gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı.

Önemli haberlerin, çarpıcı bilgilerin yedincisi, Eyke ashabı ve Şuayb peygamber hakkında olup bu bilgiler 189. ayete kadar sürmektedir. A’râf suresinin 86. ayetinde “Medyen ashabı” olarak anılmış olan Şuayb peygamberin elçi olarak görevlendirildiği toplum, bu surede “Eyke ashabı” olarak anılmaktadır. Bu durum her iki ismin de aynı kavmi işaret ettiğini göstermektedir.

177–189. Ayetler

Hani Şuayb onlara demişti ki: “Siz takvalı davranmayacak mısınız? Şüphesiz ki ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Bu nedenle Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrim yalnız âlemlerin Rabbi üzerinedir. Ölçeği tam ölçün ve hak yiyenlerden olmayın. Ve doğru terazi ile tartın. Halkın eşyalarını değerinden düşürmeyin ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. Ve O, sizi ve sizden önceki nesilleri yaratan kişiye [Allah’a] takvalı davranın.”
Onlar, “Sen, kesinlikle büyülenmişlerden birisin. Sen de bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsin. Biz senin kesinlikle yalancılardan biri olduğundan eminiz. Şayet doğrulardan isen, üstümüze gökten bir parça düşürüver” dediler.
O [Şuayb], “Rabbim, yaptıklarınızı en iyi bilendir” dedi.
Bunun üzerine onu yalanladılar da kendilerini o gölge gününün azabı yakalayıverdi. Şüphesiz o büyük bir günün azabı idi.

Ayetlerde bildirildiğine göre Şuayb peygamberin kavminden istedikleri şunlardı:
* Ölçeği tam ölçün!
* Doğru terazi ile tartın!
* İnsanların hakkından hiçbir şeyi kısmayın! [Bu madde, beşeri dinlerdeki ücret ve geçim standartlarındaki hakları ortaya koymaktadır. Kimsenin geçim sıkıntısı çekmemesi istenmektedir.]
* Yeryüzünde fesatçılar olarak bozgunculuk etmeyin!
* Sizi ve evvelki ümmetleri yaratandan korkun!

Kavminin Şuayb peygambere verdiği cevap, zaten inançları da birbirine benzeyen Semud kavminin Salih peygambere verdiği cevap ile aynıdır. Hatırlanacak olursa, Semud kavminin elçileri Salih peygambere cevapları şu olmuştu:“Sen, kesinlikle büyülenmişlerdensin! Sen de ancak bizim gibi bir beşersin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir ayet getir.”
Müşrik toplumlardan olan Mekkelilerin de kendilerine yapılan çağrıya gösterdikleri tepki yukarıdakilerden farklı değildir:

İsra 90–93: Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, okuyacağımız bir kitabı bize indirmene kadar, asla inanmayız” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan münezzehtir. Ben beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki?”

Enfal 32: Bir vakit de; “Ey Allah’ım, eğer bu Senin katından gelmiş bir hakk / gerçek ise, hiç durma, üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver” demişlerdi.

Kıssanın diğer surelerindeki anlatımlarında bazı farklı bilgiler de verilmiştir:

A’râf 88, 89: Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: “Ey Şuayb! Ya seni ve seninle beraber inananları kentimizden muhakkak çıkarırız, ya da bizim milletimize dönersiniz!” [Şuayb de] Dedi ki: “İstemesek de mi! Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin milletinize dönersek, kesinlikle Allah’a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah’ın dilemesi durumu ayrı. Ona geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimiz ilmi ile her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a güvenip dayandık.” -Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hakk ile hükmet. Çünkü sen hükmedenlerin en hayırlısısın!-

Hud 94: Ve ne zaman ki, emrimiz geldi, Şuayb’i ve onunla birlikte inanmış olan kişileri tarafımızdan bir rahmet ile kurtardık. Ve o zalim kişileri korkunç bir gürültü yakaladı da yurtlarında çöküp kaldılar.

Hud 87: Onlar dediler ki: “Ey Şuayb, atalarımızın taptıklarını veya mallarımızda dilediğimizi yapmayı terk etmeyi sana senin salâtın mı emrediyor? Şüphesiz sen yumuşak huylusun ve aklı başında bir adamsın.”





Yüz seksen dokuzuncu ayette geçen “Gölge Günü Azabı” ifadesi dikkat çekicidir. Ayette geçen “gölge günü azabı” ile ilgili olarak klasik eserlerde bir hayli nakil yer almıştır. Bu bilgiler söylenti ve tahminlere dayanmaktadır. Konuyu iyi anlayabilmek için bunlara göz atmakta yarar vardır:

Rivayet olunduğuna göre, Cenâb-ı Hak onlara yedi gün hep rüzgâr estirdi ve onlara kum, toz-toprak musallat etti ve nefeslerini ne bir gölgenin ne bir suyun fayda veremeyeceği şekilde tuttu [kesti]. Böylece onlar çöle çıkmaya mecbur oldular. Allah onları, serinliğini ve tatlı rüzgârını hissettikleri bir bulutla gölgeledi. Hepsi o bulutun altına toplandılar. Bulut onlara öyle bir ateş yağdırdı ki, yanıp gittiler. Rivayet olunduğuna göre, Şuayb [a.s], Ashab-ı Medyen ve Ashab-ı Eyke denen iki ümmete oeygamber olarak gönderilmiştir. Bunlardan Medyenliler Cebrail [a.s]`in bir nârasıyla, Eykelller de "O gölgeli-bulutlu günün azabıyla" helak oldular. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)

Derken onu yalanladılar. Bunun üzerine onları “yevmu`z-zulle azabı” ge*lip yakaladı." İbn Abbas dedi ki: Çok şiddetli bir sıcak oldu. Yüce Allah da bir bulut gönderdi, altında gölgelenmek üzere ona doğru kaçtılar. Gölgenin altında toplandıktan sonra onların üzerine bir çığlık koptu ve hep helâk ol*dular.
Bir diğer açıklamaya göre; Yüce Allah bu bulutu başlarının üzerinde tut*tu. Sıcaktan adeta alev saçıyordu. Sonunda helak olup öldüler. O gün dün*yada görülmüş en büyük günlerden bir gün idi.
Denildiğine göre; yüce Allah onların üzerine çok sıcak bir rüzgâr gönder*di, Ağaçların gölgelerine çekildiler. Yüce Allah, ağaçlığı tutuşturdu ve hep*si de yandılar.
Yine İbn Abbas ve başkalarından rivayete göre, Yüce Allah, üzerlerine ce*hennem kapılarından bir kapı açtı, üzerlerine son derece şiddetli bir sıcak gönderdi. Nefes alamaz oldular, evlerine girdiler, gölgenin onlara bir fayda*sı olmadı, suyun da bir faydası olmadı. Sıcaktan piştiler, sıcaktan kaçmak için ovaya çıktılar. Yüce Allah üzerlerine bir bulut gönderdi ve bu bulut onları gölgelendirdi. Orada bir miktar serinlik, rahatlık ve hoş rüzgâr buldular, Bi*ri diğerini çağırmaya başladı, hepsi o bulut altında toplanınca yüce Allah, o bulutu alevle tutuşturdu. Altlarından yer sarsıldı, kavrulan çekirgelerin yan*dığı gibi yandılar ve küle döndüler. İşte Yüce Allah`ın "... yurtlarında diz üs*tü çöküp kaldılar. Sanki orada kalmamışlardı" (Hud, 11/67) buyruğu ile "Bunun üzerine onları yevmu`z-zulle azabı gelip yakaladı. Gerçekten o bü*yük bir günün azabı idi" buyruğunda anlatılan budur.
Yine denildiğine göre; Yüce Allah yedi gün süreyle onları rüzgarsız bırak*tı. Üzerlerine sıcağı musallat etti, nefes alamaz oldular. Ne bir gölgenin, ne bir suyun onlara faydası oldu. O bakımdan serinlemek maksadıyla dehlizle*re giriyorlardı, fakat oranın dışardan daha sıcak olduğunu görüyorlardı. Ni*hayet çöle kaçtıiar. Bir bulut onları gölgelendirdi. İşte “ez-zullet” budur. Al*tında bir serinlik ve bir esinti buldular. Üzerlerine ateş yağdırdı ve yandılar.
Yezid el-Cüreyrî dedi ki: Yüce Allah, geceli gündüzlü yedi gün onlara sı*cağı musallat kıldı. Daha sonra uzaklardaki bir dağı yükseltti. Bir adam oraya vardı, altında nehirler, pınarlar, ağaçlar ve soğuk su olduğunu gördü. Hepsi o dağın altında toplandılar. Dağ üzerlerine düştü. İşte "ez-zulle" de*nilen budur. (Kurtubi, el Camiu li Ahkami’l-Kur’an; Zemahşeri, el-Keşşaf)

Bize göre “Gölge Günü Azabı”nı A’raf ve Hud surelerinde bu kavmin helakini anlatan ayetlerden anlamak mümkündür.

A’raf 91, 92: Bunun üzerine o müthiş sarsıntı onları yakalayıverdi, yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. Şuayb’ı yalanlayanlar, sanki orada hiç oturmamış / zenginlik sürmemiş gibi oldular. Şuayb’ı yalanlayanlar var ya, işte ziyana uğrayanlar, kendileri oldular.

Hud 94: Ve ne zaman ki emrimiz geldi, Şuayb’i ve onunla birlikte inanmış olan kişileri, tarafımızdan bir rahmet ile kurtardık. Ve o zalim kişileri korkunç bir gürültü yakaladı da yurtlarında çöküp kaldılar.

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, ya bir yanardağın harekete geçmesiyle lavlar püs*kürmüş ve yerden kalkan taş toprak büyük bir toz tabakası halinde yükselip bulutumsu bir gölge meydana getirmiştir, ya da müthiş bir depremden önce ortalığı ke*sif bir sis tabakası kaplamış ve deprem ile birlikte büyük bir toz bulu*tu oluşmuştur.


190, 191. Ayetler:

Şüphesiz bunda bir ayet vardır. Ama onların çoğu iman ediciler değillerdi.
Ve şüphesiz Rabbin, kesinlikle Aziz [Mutlak üstün olan] ve Rahîm’in [engin merhametli olanın] ta kendisidir.

Şuayb peygamber ve kavmi de insanlar için bir ibret tablosudur. Dünyada Şuayb peygamberin kavmi gibi yaşayan toplumlar da helâk olacaklardır. İman eden ve salihatı işleyen, kötülere karşı duranlar ise Allah’ın rahmetine nail olacaklardır.




KISSALAR ÜZERİNE GENEL BİR YORUM


Anlatılan kıssalarda peygamberlerin tümünün kendi kavimlerine hep aynı sözü söyledikleri görülmektedir: “Ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum, benim ecrim yalnız âlemlerin Rabbi üzerinedir.”
Elçilerin yaptıkları görev karşılığında herhangi bir ücret istememeleri, onların elçiliğinin gerçek bir kanıtıdır. Zira elçiler görevlerini sadece hiçbir çıkar gözetmeden yapmakla kalmamakta, bunun da ötesinde, rahat hayatlarını bırakarak bütün işlerini terk etmekte; adlarının deliye, yalancıya, sihirbaza çıkmasına göğüs germekte; inanmayan yakınlarıyla ilişkilerinin kopmasını göze almakta ve üstüne üstlük bir sürü işkenceye de katlanmak zorunda kalmaktadırlar. Gerçek elçi olmayan birinin geçici çıkarları uğruna bütün bunları göze alması mümkün değildir. Tam aksine, gerçek elçi olmadığı hâlde bu yolla hükümdar ve önder olmak için hareket eden bir kişi, toplumun hoşuna gitmek için onların geleneklerini, önyargılarını kabullenir ve bunlardan yararlanma yoluna gider.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 28. September 2008, 01:37 AM   #7
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

PEYGAMBERİMİZ DE KİMSEDEN BİR ÜCRET İSTEMEMİŞTİR

Yukarıdaki ayetlerden başka daha pek çok ayette görülmektedir ki, Rabbimiz hiçbir peygamberine, yaptığı görev karşılığında herhangi bir ücret istetmemiş ve aldırtmamıştır. Nitekim Hud ve Zariyat surelerinde belirtildiği gibi, İbrahim peygambere müjde getiren elçiler, görevleri karşılığında İbrahim peygamber tarafından yapılmak istenen ikramı reddetmişlerdir. Bu konuda peygamberimize de Furkan, Sad, Ka*lem ve Sebe surelerinde defalarca aynı şey emredilmiştir. Dolayısıyla peygamberimizin kimseden herhangi bir ücret istemiş olması mümkün değildir. Buna akrabalarının gözetilmesini, sevilmesini istemek de dâhildir. Zira netice itibariyle böyle bir istek de bir çıkardır, menfaat sağlamaktır.
Böyle olmasına rağmen, peygamberimizin yakınlarına, ehlibeytine sevgi duyulmasını istediği yönünde iddiaların bulunduğu yüzlerce rivayetin etkisiyle Furkan suresinin 57. ve Şûra suresinin 23. ayetlerine birer istisna ilâvesi yapılmış ve pek çok mealde Şûra suresinin 23. ayetindeki “yakınlarda sevgi istiyorum” ifadesi, “yakınlarımı, ehlibeytimi sevmenizi istiyorum” şeklinde yorumlanmıştır. Hâlbuki ayette iyelik belirten herhangi bir sözcük ve işaret yoktur. Oradaki ifade de yine “Allah’a giden yolu istemeniz, Allah’a yakınlık için sevgi oluşturmanız” anlamındadır. Aksi durum, yani peygamberimizin yakınları için bir talepte bulunması hâli ise mümkün değildir, zira böyle bir istek elçilik ilkelerine aykırı düşmektedir. Zaten bu ayetlerin siyak ve sibaklarında hitabın hep kâfirlere olmasından anlaşılacağı üzere, muhatap kâfirlerdir ve onlardan bir karşılık, bir mükâfat beklemek anlamsızdır. Çünkü kâfirler peygamberi kabul etmemekte ve onunla kıran kırana mücadele etmektedirler. Böylesi bir çekişmenin olduğu ortamda taraflardan birinin karşı taraftan kendi yakınlarının sevilmesini istemesi ise son derece mantıksızdır.

192–196. Ayetler:

Ve şüphesiz ki bu [apaçık kitap], kesinlikle âlemlerin Rabbinin indirmesidir.
Onunla [apaçık kitapla], uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile senin kalbine Emin Ruh [Güvenilir Can, sağlam bilgi] indi.
Ve şüphesiz o [er-Ruhu’l-Emin, sağlam bilgi], kesinlikle öncekilerin kitaplarında da vardı.

Surenin başında Kur’an ile ilgili anlatıma büyük bir parantez olarak giren önemli haberler bölümünün tamamlanmasından sonra, tekrar asıl konu olan Kur’an ile ilgili açıklamalara dönülmüştür. 192. ayetin başındaki “ve” bağlacı, bu paragrafı surenin başına bağlamakta, yine aynı ayette geçen “ إنّهinnehü” sözcüğündeki “bu” zamiri de 2. ayetteki “apaçık, açıklayıcı kitap”ı göstermektedir. Dolayısıyla bu paragraf, surenin 1, 2. ayetleri ile birlikte aşağıdaki gibi anlaşılmalıdır:

1, 2, 192–196. ayetler:

Ta, Sin Mim.
Bunlar, apaçık / açıklayıcı kitabın ayetleridir. Ve şüphesiz ki bu [apaçık kitap], kesinlikle âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onunla [apaçık, açıklayıcı kitapla], uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile senin kalbine Emin Ruh [Güvenilir Can, sağlam bilgi] indi. Ve şüphesiz o [er-Ruhu’l-Emin, sağlam bilgi], kesinlikle öncekilerin kitaplarında da vardı.
ER-RUHÜ’L-EMÎN

Bu ifade Kur’an’da sadece bu pasajdaki 193. ayette geçmektedir. Bu ayette bir sıfat tamlaması olarak “er-Ruhü’l-Emîn” şeklinde yer alan bu ifade, bir isim tamlamasıymış gibi “Ruhü’l-emin” şeklinde telâkki edilmekte ve böylece büyük yanlışlıklara sebebiyet verilmektedir. Nitekim Kur’an’ın Cebrail adındaki melek tarafından indirildiği yolundaki peşin kabule dayanan geleneksel anlayış, 193. ayeti “Onu Ruhü’l-Emin [Cebrail] indirdi”diye yanlış meallendirmiş ve zihinlerde bu yanlışla yer etmesine yol açmıştır. Oysa bu meal, ayetin lâfzî manasına uygun olmadığı gibi, hem 192. ayetteki “O, âlemlerin Rabbinin [Allah’ın] indirmesidir” ifadesiyle hem de Kur’an’ın Allah tarafından indirildiğini bildiren yüzlerce ayetle çelişmektedir. Bu çelişki de yine “nezele [indi]” fiilinin geçişsiz olmasına rağmen geçişli anlama gelecek şekilde “indirdi” olarak ifade edilmesinden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki yüzlerce ayetin anlamıyla oluşturulan bu çelişkinin ortadan kaldırılması için, ayette geçen “bihi” ifadesindeki “be” harf-i cerrinin “ilsak” için değil de “musahabe” için alınması yeterlidir. Bu takdirde “nezele” fiili geçişsiz anlamı ile “onunla indi” olarak ifade edilir ve diğer ayetlerle oluşturulmuş olan çelişki de ortadan kalkmış olur.
Netice olarak, 193. ayette geçen “er-Ruhü’l-Emin” ifadesinin kişileştirilerek “Cebrail” olarak yorumlanması yanlıştır.Burada “emin, güvenilir, sağlam” olarak nitelenmiş olan ve uyarıcılardan olmasını sağlamak için peygamberimizin kalbine Allah tarafından indirilmiş olan “ruh, bilgi, vahiy”, Mücadele suresinin 22. ayetinde de açıkça ifade edildiği gibi, inananları güçlendirmek üzere yine Allah tarafından indirilmiştir.
Bu konuya dair Meryem suresinin sonundaki “Ruhulkudüs, Er-Ruhu’l-Emin, Cibril [Cebrail]” başlıklı yazımızın okunmasını öneriyoruz. (Tebyinü’l Kur’an c.3, s:532-548)

197. Ayet:

Ve İsrailoğulları bilginlerinin onu [kendi kitaplarında sağlam bilginin varlığını] bilmesi, onlar için bir ayet olmadı mı?

Surenin giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi, bu ayetin Medenî olduğu ileri sürülmüştür. Bu iddianın sebebi, ayetin önündeki ve arkasındaki ayetlerle anlam irtibatının kurulamaması olsa gerektir. Hâlbuki ayetteki “onu” zamiri, “[kendi kitaplarında] sağlam bilginin varlığı” anlamına raci olunca bu iddia yersiz hâle gelmektedir. Aksi hâlde bu ayetin, önündeki ve arkasındaki ayetlerle anlam olarak bir bağlantısı kurulamaz ve ayetin Medenî olduğu ileri sürülebilir. Ne var ki, bu takdirde de ayetin Medine’de inen ayetler arasında nereye konulması lâzım geldiği sorunu ortaya çıkmaktadır.
Bu ayette, Kur’an’ın Allah tarafından indirildiğine İsrailoğullarının bilginleri tanık gösterilmektedir. Zira İsrailoğullarının bilginleri Araplar gibi olmayıp vahiy, kitap gibi konularda bilgilidirler ve Kur’an kendilerine götürüldüğü takdirde Kur’an’ın önceki kitaplar gibi olduğunu söyleyebilecek durumdadırlar.

Bu ayet, Kasas suresinin 52–55. ayetleri ile tefsir edilmiştir:

Kasas 52–55: Ondan [Söz’den; vahiyden, Kur’an’dan] önce kendilerine kitap verdiğimiz kimseler; onlar, ona [Söz’e; vahye, Kur’an’a] da inanırlar.
Ve onlara o [Söz; vahy, Kur’an] okunduğu zaman onlar; “Biz ona [Söz’e] inandık. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen gerçektir. Kesinlikle biz ondan önce teslim olanlardık” dediler.
İşte onlar; sabretmelerinden ötürü onların mükâfatları iki kere verilecektir. Ve onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerini rızklandırdığımız şeylerden infak ederler.
Ve onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve “Bizim işlerimiz yalnızca bizim için, sizin işleriniz de yalnızca sizin içindir. Size selâm olsun! Biz cahilleri aramıyoruz” derler.

Bu konu ile ilgili olarak ayrıca aşağıdaki ayetleri de hatırlatmakta yarar görüyoruz:

A’râf 157: Onlar ki, onlara iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılan, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılmış bulacakları o ümmî peygamber, o elçiye uyarlar. O hâlde, ona iman eden, ona kuvvetle saygı gösteren, ona yardımcı olan ve onun ile birlikte indirilen nuru izleyen kimseler var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.


Ahkaf 10: De ki: “Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Eğer bu Kur’an Allah tarafından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz, bununla birlikte İsrailoğullarından bir şahit de onun bir benzeri üzerine tanık olup da inanmışsa siz de büyüklük tasladıysanız? Şüphesiz ki, Allah zalimler topluluğuna kılavuzluk etmez.”

İsra 106–109: Ve Kur’an’ı; Biz onu insanlara ağır ağır okuyasın diye parça parça ayırdık ve Biz onu indirdikçe indirdik!
De ki: Siz ona [Kur’an’a] ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine ilim verilenler; o [Kur’an] onlara okunduğunda onlar, secde ederek [teslimiyet göstererek] çeneleri üstü kapanırlar. Ve: “Rabbimiz tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir” derler.
Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu [Kur’an] onların huşuunu [alçak gönüllüğünü] artırır.

198, 199. Ayetler:

Ve Biz onu [apaçık kitabı] yabancılardan [Arapça bilmeyenlerden] birine indirseydik de, bunu o, onlara okusaydı, onlar, buna iman ediciler değillerdi.

Kur’an’a ait bilgilerin ve açıklamaların devam ettiği bu ayetlerde; Arapça indirildiği bildirilen Kur’an’ın Arapça bilmeyen birine indirilmesi ve onun da Kur’an’ı Arapça okuması hâlinde, yani bir yabancının Kur’an’ı bilmediği bir dilde okuması gibi bir mucizeyi görmeleri hâlinde bile kâfirlerin inanmayacakları bildirilmektedir.
Burada anlaşılan o ki, inkârcılar tarafından peygamberimizin Arapça bildiği ileri sürülerek Kur’an’ın mucizülbeyan oluşu hafife alınmış ve bu ayet de onlara cevap olmuştur.
Kur’an’ın ilk olarak Araplara, iyice anlamaları için Arapça olarak indirildiğinin bildirilmesi, Kur’an’ın insanlar tarafından anlaşılmasının ön plânda tutulduğunu göstermektedir. Çünkü eğer Kur’an Arapça olmasaydı Araplar onu anlamayacaklardı. Şu hâlde, Kur’an’a inanabilmek için mutlaka onun anlaşılması gerekmektedir. Arapça bilmeyenlerin Kur’an’ı anlamadan Arapça telâffuz etmeleri ise, Rabbimizin Kur’an’ı anlaşılmak üzere indirdiğini bildiren ayetlerine ters düşmektedir:

Yusuf 2: Şüphesiz ki, Biz onu akledersiniz diye Arapça bir Kur’an olarak indirdik.

En’âm 155–157-Ve bu [Kur`ân], “Kitap, sadece bizden önceki iki topluluğa [Yahudi ve Hıristiyanlara] indirildi; Biz ise, onların okumasından habersizdik [o kitapları okuyamıyor ve dillerini anlayamıyorduk” veya “Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk” demeyesiniz diye Bizim indirdiğimiz bereketli bir kitaptır. O nedenle, rahmet olunmanız için ona uyun ve takvalı davranın. İşte size de Rabbinizden açık delil, kılavuz ve rahmet gelmiştir. Öyleyse Allah’ın ayetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri sebebiyle azabın kötüsüyle cezalandıracağız.

200–209. Ayetler:

Böylece onu günahkârların kalplerine soktuk. Onlar acıklı azabı görünceye kadar ona iman etmezler.
İşte bu onlara, kendileri farkında olmadan, ansızın geliverecektir.
Sonra da onlar; “Biz mühlet verilenlerden miyiz?” diyeceklerdir.
Onlar Bizim azabımızı çarçabuklaştırmak mı istiyorlar?
Gördün mü, onlara senelerce kazanç sağlatsak, sonra kendilerine vaat edilen gelip çatıverse, o kazandıkları şeylerin kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır.
Ve Biz sadece kendileri için uyarıcılar olan kenti helâk ettik.
Öğüt! Ve Biz, zulmedenler değiliz.

Bu ayet grubunda, kâfirlerin Kur’an karşısındaki akılsız ve inatçı tutumları ile akıbetleri bildirilmektedir. Ancak bu şüpheci akılsızlar her ne kadar peygamberimizden tehdit edildikleri azabı hemen getirmesini isteyerek inanmaz görünseler de, kafalarının içinde daima bir “acaba?” taşımaktadırlar. Yani, görünüşte kabul etmez, inanmaz bir tavır sergileyen bu inkârcılar, aslında içlerinden “Ya doğruysa, ya varsa!” diye şüpheye düşmekte ve huzursuz olmaktadırlar:

Hacc 55: Şu küfretmiş olan kişiler de, kendilerine ansızın Saat [kıyametin kopuş anı] gelinceye veya akim [kısır, yararsız, verimsiz] bir günün azabı gelinceye kadar, ondan [Kur’an’dan] kuşku duymaya devam edeceklerdir.

200. ayetteki “Böylece onu günahkârların kalplerine soktuk” ifadesi de bunu desteklemekte olup bu ifade şu şekilde takdir edilebilir: “Biz Kur’an’ı kendi dillerinde indirmek suretiyle gayet iyi anlaşılır kılmakla onların kalplerine öyle soktuk ki ...” Bu ifade ileride Hicr suresinde tekrar karşımıza çıkacaktır:

Hicr 1,2, 12: Elif, Lam, Ra. Bunlar, kitabın ve apaçık / açıklayıcı bir Kur’an’ın ayetleridir. Zaman zaman şu inkâr etmiş olan kişiler, “Keşke Müslüman olsaydık!” temennisinde bulunacaklar. Böylece biz onu [Kur’an’ı], günahkârların [suçluların] kalplerine sokarız.”

210–212. Ayetler:

Ve onu [apaçık, açıklayıcı kitabı] şeytanlar indirmedi [senin kalbine sokmadı].
Bu onlara yaraşmaz, onlar güç yetiremezler de.
Şüphesiz onlar duyumdan [vahyden] kesinlikle uzak tutulmuşlardır.

Bu ayet grubunda ana konuya dönülmüş ve Apaçık Kitab’ın [Kur’an’ın] Allah’ın indirmesi olduğu, kitabın indirilişinde kesinlikle kötü kişilerin [şeytanların] bir rolünün bulunmadığı açıklanmıştır.
Hatırlanacak olursa daha evvel şeytanın;
* Haramın yenmesini, haksız kazanç elde edilmesini emreden ve öneren,
* Kötülük, hayâsızlık ve Allah’a karşı bilmediğimiz şeyleri söylememizi emreden,
* Bizi fakirlikle korkutan,
* Bizi kuruntulara düşüren,
* Allah’ın yarattıklarını değiştirmeyi emreden,
* Bizleri kandırmak için bizlere yaldızlı sözler fısıldayan,
* Bize vesvese verip, kışkırtıp kafa bulandıran,
* Yaptığımız amellerimizle bizi şımartan,
* Bizi azdıran,
* İçki/ uyuşturucu ve kumarla, aramıza düşmanlık ve kin sokmak isteyen,
* Allah’ı anmaktan ve namazdan/ sosyal destekten bizi geri durdurmak isteyen, kişiler ve güçler olduğunu açıklamıştık.
İşte burada “şeytanlar” ile kastedilen, yukarıdaki özellikleri taşıyan kötü kişilerdir. Bu kötü kişilerin Kur’an’a herhangi bir müdahalede bulunmaları söz konusu değildir. Çünkü Kur’an Allah tarafından korunmakta ve elçi Muhammed’in kalbine Allah tarafından bırakılmaktadır:

Hicr 9: Hiç kuşkusuz Biz, o Zikr’i Biz indirdik Biz. Ve mutlaka Biz onun için koruyucularız.

Kur’an’ın Allah tarafından korunduğu ve korunacağı konusu, daha evvel Burûc suresinin tahlilinde detaylı olarak işlenmişti. (Tebyînü’l-Kur’an; c:1, s:543-545) Konunun öneminden dolayı ilgili bölümün tekrar okunmasının yararlı olacağı kanısındayız.
212. ayetteki “sem’a” sözcüğü “vahiy” anlamındadır. Sözcüğün bu anlamda kullanıldığının, Mülk suresinin 10. ve Hicr suresinin 18. ayetleri gibi örnekleri de mevcuttur. Ancak Hicr suresinin 16–18. ayetleri çarpıtılmış ve bu çarpıtma sonucu şeytanların göklere çıkıp melekler ile konuştuğu veya Allah ile melekler görüşürken şeytanların gizlice ve sinsice yaklaşarak Allah ile meleklerin konuşmasından bazı bölümleri çaldığı ve bunları yeryüzündeki kâhinlere bildirdiği gibi inançlar ortaya çıkmıştır. Fakat bu gibi inançlar çok eski bir anlayışa dayanmaktadır ve Hicr suresinin ayetleri ile hiç alâkası yoktur. Bu konu inşallah Hicr suresinin tahlilinde ayrıntılı olarak işlenecektir.



213–220. Ayetler:

O hâlde sakın Allah ile beraber başka ilâha yalvarma, sonra azaplandırılmışlardan olursun.
Ve en yakın aşiretini [oymağını] uyar.
Ve müminlerden sana uyan kimselere kanadını indir.
Şayet sana isyan ederlerse; “Şüphesiz ben sizin yaptıklarınızdan kesinlikle uzağım” de.
Ve sen kalktığın [elçilik görevini yapmak için ortaya çıktığın] ve boyun eğenler arasında dolaştığın zaman seni gören Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’e [engin merhamet sahibine] güvenip dayan.
Şüphesiz ki O, en iyi işiten, en iyi bilendir.

Bu ayet grubunda peygamberimize, elindeki temiz ve güçlü malzemeyle [Kur’an ile] hizmetine devam ederek kulluğunu sürdürmesi talimatı verilmekte, bunu yaparken de nazik olması, kötü davrananlardan bile yumuşak bir şekilde ayrılması, her zaman ve her yerde işi Aziz ve Rahîm Allah’a havale etmesi istenmektedir.

Yunus 61: Ve sen hangi işi yaparsan yap, Kur’an’dan onun hakkında ne okursan oku ve siz ne işte çalışırsanız çalışın, unutmayın ki, siz ona dalıp gitmişken, Biz sizin üzerinizde şahidiz. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiç bir şey Rabbinizden uzak kalmaz. Ve bundan küçüğü ve daha büyüğü ancak apaçık bir kitaptadır.

Hicr 88: Sakın onlardan bazı kimselere verip de kendilerini onunla yararlandırdığımız şeylere [mal ve servete] heveslenip gözlerini dikme. Onlar hakkında da üzülme. Sen kanatlarını müminlere indir.

Konumuz olan ayet grubunda yer alan “Ve boyun eğenler arasında dolaştığın zaman seni gören Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’e [engin merhamet sahibine] güvenip dayan!” ifadesi ile ilgili olarak acayip uydurmalar üretilmiştir. Bu uydurma anlatımlarda peygamberimiz annesinden doğuncaya ka*dar Âdem ile Havva’dan olma tüm secde eden mümin kadınların rahimlerinde ve mümin er*keklerin sulblerinde dolaştırılmış, tüm peygam*berlerin sulbünde taşınmıştır. Hatta öylesine ileri gidilmiştir ki, bazı dedelerinin sulbünde dolaşırken peygamberimizin yaptığı tesbih ve hacc telbiyesinin [“lebbeyk, lebbeyk” demesinin] başkaları tarafından duyulduğu bile iddia edilmiştir. (Kurtubi; Mücahid ve Katade’den naklen)

221–223. Ayetler ve Neml/6 Ayeti:

Şeytanların kime inip durduğunu [kimlerin kafasına bir şeyler soktuğunu] size haber vereyim mi?
Onlar [şeytanlar], tüm iftiracı günahkârlara iner dururlar [onların kafasına sokarlar].
Onlar, duyum bırakırlar hâlbuki onların çoğu yalancıdır.

Şüphesiz bu Kur’an ise sana, yasalar koyan ve en iyi bilen Allah tarafından bırakılmaktadır [senin içine işletilmektedir]. (Neml/6)

Görüldüğü gibi bu ayet grubunun içine Neml suresinin 6. ayetini de koymuş bulunuyoruz. Bizim kanaatimize göre, sahabe tarafından Neml suresinin 6. ayeti olarak tasnif edilen ayet aslında buraya aittir. Neml suresinde de değinileceği gibi, bu ayetin Neml suresindeki pasajla anlam ve teknik itibariyle uygunluğu söz konusu değildir.
Bu ayetlerde Kur’an ile ilgili açıklamalara devam edilerek kötü kişilerin [şeytanların] kimleri kandırıp vahiy olmayan şeyi vahiy imiş gibi söyletebilecekleri açıklanmakta, bu kötü kişilere ancak iftiracıların, yalancıların, günahkârların alet olacakları bildirilmektedir. Peygamberimiz ise bir yalancı değil, aksine büyük ahlâk sahibi, zihinsel yönden sağlıklı, emin birisidir. Ona ancak Allah indirmektedir.

224–226. Ayetler:

Ve şu şairler; şüphesiz onlara azgın sapıklar uyar.
Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekten yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi?

Burada şairlerin düşünce ve sözlerinde hiç sınır tanımadıkları, her vadide başıboş gezinip durdukları [her konuda doğru yanlış demeden fikir ileri sürdükleri] ve genellikle süslü sözlerle kötülük işledikleri bildirilmektedir. Gerçekten de şairler, özellikle de geçmişin şairleri, dalkavuklukla bir şeyler koparmanın yollarını ararlar, bunu yaparken yalan ve iftiradan çekinmezler, diledikleri kişileri yerin dibine batırırlar, dilediklerini de yüceltirlerdi. Böylece halka yalan yanlış fikirler aşılayarak kamuoyu oluştururlardı. Bu sebeple eski devirlerden beri şiir silâhtan daha etkili, şair de silâhşordan daha güçlü olarak kabul edilegelmiştir. [Eski dönemde şairler tarafından oluşturulan kamuoyu, günümüzde medya tarafından oluşturulmaktadır.]
O dönem Arap şiiri cinsellik, aşk hikâyeleri, içki, kabilesel nefretler ve kan davaları, atalarla övünme gibi konular üzerineydi. Bu konularda yazılan şiirler yalan, abartma, yersiz suçlama, gereksiz övgü, boş söz, övünme, hiciv, çok tanrıcılık ve müstehcenlikle doluydu. Şairler ise hep yalan söylerler, şiirlerinde söylediklerinin aksini yaparlardı. Meselâ şiirlerinde cömertlik, dünyalığa ilgi göstermeme, kanaat ve saygı temalarını işlerlerken, kendileri günlük hayatlarında bütünüyle cimri, korkak, servet düşkünü ve bencil bir tutum sergilerlerdi. Başkalarının gözündeki çöpü büyütürler, fakat kendi gözlerindeki merteği görmezlerdi.
Esbab-ı nüzul kayıtlarına göre bu ayet gurubu, şiirleriyle peygamberimize ve inananlara saldıran, sağda solda onlar için olumsuz propagandalar yapan Abdullah b. ez-Ziba’rî, Müsaı b. Abd Menaf ve Umeyye b. Ebi’s-Salt hakkında inmiştir. Bazıları ise bu ayetlerin Ebu Azze el-Cumahî’nin bir sözlü saldırısı üzerine indiğini ileri sürmüşlerdir. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

Şiirin etkisi Kur’an’da başka ayetlerde de işlenmiştir:

En’âm 112, 113 Böylece Biz her peygamber için cinn ve ins şeytanlarını düşman kıldık: Ki dünya malına aldanmaktan dolayı, ahirete inanmayan kimselerin kalpleri ona kansın, ondan memnun olsun ve yapmakta olduklarını yapsınlar diye bunların bazısı bazısına sözün süslüsünü vahyeder [gizlice telkinde bulunur/ fısıldar]. -Ve şayet Rabbin dileseydi onu yapmazlardı. Öyleyse onları ve uydurdukları şeyleri bırak!-

Yukarıdaki ayetlerden de anlaşıldığına göre, ins ve cinn şeytanlar [bildik bilmedik tüm kötü kişiler];
* Ahirete inanmayanların [henüz Müslüman olmamışların] kalplerini bu kendi ürettikleri, Kur’an’a alternatif süslü sözlere yöneltmek,
* Bu sözlerle ahirete inanmayanları [henüz Müslüman olmamışları] memnun etmek,
* Böylece işlemekte oldukları suçu işlemeye devam etmek [bu sayede de dümenlerini döndürmek, gemilerini yüzdürmek, saltanatlarını sürdürmek, halkı sömürmeyi devam ettirmek, çıkarlarını devam ettirmek]için süslü, yaldızlı sözlerle girişimde bulunmaktadırlar.
İslâm tarihine bakıldığı zaman İslâm’a sokulan tüm hurafelerin, yozlaşmaların bu şair kılıklı heriflerin yaldızlı sözleriyle [şiirleriyle] İslam’a sokulduğu görülecektir.

ŞİİR NEDİR?


Yüzlerce tanımı yapılmış olan şiir kısaca “bir benzetme sanatı”dır. Şiir hiçbir zaman “gerçek” değildir. Dolayısıyla şiir, bir nesnenin veya olayın gerçeğinin değil, benzerinin [taklidinin, sahtesinin] sunumu olan “süslü söz”dür [zuhrufu’l-kavl]. Şiirin görece en iyi irdelemesi, M.Ö. 427–347 yılları arasında yaşamış olan Platon tarafından yapılmıştır. Platon’a göre şairler, gerçekler yerine görünüşle uğraşmakta, kopyanın kopyasını yaparak insanları gerçekten uzaklaştırmaktadırlar. (Platon; Devlet, 10. Bölüm) Bu yaklaşıma göre, tıpkı çocukların oyuncaklarla aldatılması gibi toplumlar da şiirle [benzetme ile] aldatılabilir, yanıltılabilir ve ideolojiler sulandırılabilir. Tarihte, özellikle de İslâm tarihinde bunun yüzlerce örneği mevcuttur. Meselâ, Celalettin-i Rumî bu örneklerden bir tanesidir.

227. Ayet:

Ancak iman edenler ve salihatı işleyenler, Allah`ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar müstesna. Haksızlık edenler, hangi dönüşüme döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.

224–226. ayetlerde kötülenen şairlerin iyileri, bu ayetle istisna edilmektedir. Çünkü şairlerin hepsi aynı değildir ve söylenmiş nice güzel şiirler vardır. Akıl ve bilgi sahiplerinin bunu reddetmesi, şiirin iyisine, yararlısına karşı çıkması düşünülmez. Ayete göre istisna edilen şairler aşağıdaki vasıflarda olanlardır:
* İman edenler,
* Salihatı işleyenler,
* Şiirleri, tevhit, nübüvvet ve insanları hakka davet konusunda olanlar, [Allah’ı çok zikredenler],
* Kendilerini hicvedenlere karşılık vermeleri durumu dışında hiç kimseyi hicvetmeyenler [zulme uğratıldıktan sonra öçlerini alanlar].

Ayetteki “ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar müstesna” ifadesinden ancak zulme uğrandığı zaman kötü söz söylenebileceği anlaşılmaktadır. Normal şartlarda Rabbimiz kötü söze, saldırıda bulunmaya izin vermemektedir.

Nisa 148: Allah, haksızlığa uğrayanların dışında, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Ve Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir.

Bakara 194: Haram ay haram aya karşılıktır. Ve bütün haramlar kısastır [birbirine karşılıktır]. O hâlde kim size saldırdıysa, siz de ona yaptığı saldırının aynıyla saldırın. Ve Allah’a takvalı davranın. Ve bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir.

227. ayette istisna edilen şairler, Abdullah b. Ravaha, Hassan b. Sabit, Ka’b b. Malik, Ka’b b. Züheyrgibi şairlerdir. Bunlar, iftiracı kâfirlerin yalanlarını onların yüzlerine vurmuşlar, peygamberimizi ve inananları yapılan saldırılara karşı savunmuşlardır
Ayetin son cümlesi olan “Haksızlık edenler, hangi dönüşüme döndürüleceklerini yakında bileceklerdir” ifadesi uyarı mahiyetinde açık bir tehdittir. Bu tehdidin muhatapları, aklî delillerin, elçilerin açıklamalarının ve geçmiş peygamberlerin kıssalarının defalarca anlatılmasına rağmen bunlara itibar etmeyenler ve Kur’an ile şiirin, elçi ile şairin ayırdını yapamayan, anlatılmış olmasına rağmen hâlâ Kur’an’ı şiir, elçiyi de şair veya kâhin olarak gören akılsızlardır. Bu zavallılar, yakında büyük bir değişime uğrayacakları bildirilmek suretiyle uyarılmışlardır.
Allah doğrusunu en iyi bilendir.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 13. July 2016, 09:35 AM   #8
Hasan Akçay
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Dec 2010
Mesajlar: 819
Tesekkür: 0
160 Mesajina 228 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
Hasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud of
Standart

Alıntı:
ÖmerFurkan Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster

198, 199. Ayetler:

Ve Biz onu [apaçık kitabı] yabancılardan [Arapça bilmeyenlerden] birine indirseydik de, bunu o, onlara okusaydı, onlar, buna iman ediciler değillerdi.

Kur’an’a ait bilgilerin ve açıklamaların devam ettiği bu ayetlerde; Arapça indirildiği bildirilen Kur’an’ın Arapça bilmeyen birine indirilmesi ve onun da Kur’an’ı Arapça okuması hâlinde, yani bir yabancının Kur’an’ı bilmediği bir dilde okuması gibi bir mucizeyi görmeleri hâlinde bile kâfirlerin inanmayacakları bildirilmektedir.
Bu iki ayeti ben sayin Hakki Yilmaz'dan farkli okuyorum.

Benim anladigim
vahyedileni Araplara bir yabanci okusaydi
kendi dilinde olurdu o kitap,
Araplarin dilinde olmazdi...

O yüzden Araplar anlamaz ve iman etmezlerdi.

Kisacasi, vahyedilene iman
vahyedileni anlamak ve kabul etmekle olur.

Eger Kuran'i bir yabanciya indirseydik te -Ve lev nezzelnâhu alâ ba’dıl a’cemîn
Araplara onu o okusaydi -Fe karaehu aleyhim
Araplar o okunana iman edenler olmazdi -mâ kânû bihî mu’minîn.
Hasan Akçay isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 13. July 2016, 10:04 AM   #9
Hasan Akçay
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Dec 2010
Mesajlar: 819
Tesekkür: 0
160 Mesajina 228 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
Hasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud of
Standart

bir yabancının Kur’an’ı bilmediği bir dilde okuması gibi bir mucize

Bir yabancinin
Kuran'i bilmedigi bir dilde okumasi
neden mucize olsun?

Kuran'i
Türkiye'de nerdeyse herkes
bilmedigi dilde okuyor...
Kuran'a iman etmeyi gerektiren bi mucize midir bu?

Peki, iman etmis oluyorlar mi?

Yani
Kurandir zanniyla Arapça 1001 Gece Masallari okusalardi
iman etmis olurlar miydi?
Hasan Akçay isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 13. July 2016, 04:06 PM   #10
Hasan Akçay
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Dec 2010
Mesajlar: 819
Tesekkür: 0
160 Mesajina 228 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
Hasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud of
Standart

Dil
Allah'in söylediklerini halktan saklamak için
kullanilmis hep.

Örnegin
Incilde dile getirilen gerçekler
ayinler Latince yapilmak suretiyle
halktan saklanmis.

Sonra
lojmanlarda bir arada yasayan din adamlari kara ölüm denen vebada toplu halde ölünce
ayinler Latince bilmeyenler tarafindan yerel dilde yönetilir olmus.

V e bu, halkin uyanmasina yol açmis.

*

Kuran'in
kendisini apaçik diye nitelemesi
bu yüzden olabilir mi?

Yani
din ögretimi Kuran'in indigi dönemde halkin anlamadigi bir dilde mi yapiliyordu,
örnegin Aramice?

Kuran
o hinlige son vermek için mi
halkin apaçik dilinde indi?

Nahl 103:

"Ona bir beşer ögretiyor" dediklerini elbet bilmekteyiz
ama anilanin dili yabancidir, bu ise apaçik Arapça.
Hasan Akçay isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
giriş, sûresi’ne, şuara


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 03:08 AM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam