hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > NÜZUL SIRASINA GÖRE TEBYîNÜ'L -KUR'AN İŞTE KUR'AN ve VİDEOLARI Hakkı Yılmaz > İniş Sırası ile Sureler > 62.Şura Suresi

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 25. April 2009, 10:21 PM   #1
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart 62.Şura Suresi

ŞURA SÛRESİNE GİRİŞ
GİRİŞ

Adını 38. ayette geçen “ شورىŞura [görüşme, danışma]” sözcüğünden alan sure Mekke’de 62. sırada inmiştir. Fussılet’ten sonra inen sure, tertib heyeti tarafından yine 62. sırada tertip edilmiştir. Bazı kaynaklarda 24-27 ve 39, 40. ayetlerinin Medeni olduğu ifade edilmiştir. (Süyuti; el İtkan)
Surenin ekseninde tevhid ve nübüvvet [elçilik] konuları yer almaktadır. Müşriklerin bütün anlayış ve inançları kınanmakta, vahyin birliği, Muhammed (as)’a gelen vahiyler ile daha evvelki elçilere gelmiş olan vahiylerin farklı olmadığı belirtilerek Kitap Ehli [Yahudi ve Hıristiyanlar] arasındaki ihtilâfların kendi kıskançlıklarından ve çıkar amaçlı rekabetlerinden kaynaklandığı vurgulanmaktadır.
İnanmış ve salihatı işlemiş müminlerin övüldüğü ve hak üzerinde olmalarının özendirildiği surede ayrıca her surede olduğu gibi Allah’ın evrendeki ayetlerine de dikkat çekilmektedir.

https://youtu.be/J5p3_WMVaqI Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 366. Bölüm Şura suresi 1. Bölüm.

https://youtu.be/sM43m243FHw Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 367. Bölüm Şura suresi 2. Bölüm.

https://youtu.be/dC-l-DJIO7U Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 368. Bölüm Şura Suresi 3. Bölüm.

MEAL:



RAHMAN RAHÎM ALLAH ADINA



1-2 - Hâ [8], Mîm[40], Ayn[70], Sîn[60], Kaf[100].
3 – Azîz, Hakîm Allah, sana ve senden öncekilere işte böyle vahyeder.
4 - Göklerde ve yerde olan şeyler sadece O'nundur. O, çok yücedir, çok büyüktür.
5 - Gökler üstlerinden neredeyse çatlayacaklar. Melekler ise Rablerini hamd ile tesbih ediyorlar ve yeryüzünde bulunan kimseler için mağfiret diliyorlar. Gözünüzü açın! Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
6 – Ve O’nun astlarından veliler edinen kimseler; Allah onların üzerinde Hafiz’dır [yaptıklarını kayda almaktadır]. Ve sen onların üzerinde bir vekil değilsin.
7 – İşte böylece Biz kentlerin anasını ve onun kıyısındaki kişileri uyarasın ve kendisinde hiç şüphe olmayan toplanma günü ile uyarasın diye sana Arapça bir Kur'ân vahyettik. Bir grup cennettedir, bir grup da cehennemdedir.
8 – Ve eğer Allah dileseydi kesinlikle onları bir tek ümmet kılardı. Fakat O, dileyeni rahmetinin içine girdirir. Zalimler de, kendileri için bir veli ve bir yardımcı olmayanlardır.
9- 12- Yoksa O’nun astlarından bir takım evliyâ [Yakın Kimseler] mi kabulleniyorlar? İşte Allah, Velî’nin [Yakın olanın] ta kendisidir. Ve O, ölüleri diriltir ve O, her şeye gücü yetendir. İşte O, göklerin ve yerin yoktan yaratıcısıdır/parçalayıcısıdır. O sizin için kendinizden eşler ve en’amdan çiftler yaratmıştır. O, sizi bunun [bu düzenin] içerisinde üretip çoğaltıyor. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. Ve O, en iyi işitendir, en iyi görendir. Göklerin ve yeryüzünün kilitleri yalnızca O'nundur. O, dilediği kimse için rızkı genişletir ve ayarlar. Şüphesiz ki O, her şeyi en iyi bilendir.
13 – O [Allah], dinden Nuh'a tavsiye ettiği şeyi, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimiz şeyi şeriat kıldı: “Dini ayakta tutun [yerleştirin] ve onda ayrılığa düşmeyin.” Senin kendilerini davet ettiğin şey, müşriklere ağır geldi. Allah dilediğini kendine seçer ve kalpten yöneleni de ona kılavuzlar.
14 – Ve onlar, ancak kendilerine bilgi geldikten sonra, aralarındaki taşkınlık yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbin tarafından “adı konmuş bir süreye kadar” sözü geçmemiş olsaydı aralarında kesinlikle gerçekleştirilirdi. Ve şüphesiz kendilerinden sonra Kitap’a vâris kılınan kişiler ondan [Kur'ân’dan] kesinlikle kararsızlığa götüren bir kuşku içindedirler.
15, 10 - İşte bunun için sen davet et ve sana emredildiği gibi dosdoğru ol. Onların hevalarına uyma ve de ki: "Ben Allah'ın kitaptan indirdiğine inandım ve ben aranızda adaleti gerçekleştirmemle emrolundum. Allah, bizim Rabbimizdir sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız yalnızca bize, sizin yaptıklarınız da yalnızca size aittir. Sizinle bizim aramızda hiçbir delile yer yoktur. Allah, bizim aramızı toplayacaktır. Dönüş de yalnız O'nadır. Ve hakkında ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey; artık onun hükmü Allah'a aittir. İşte bu, benim Rabbim Allah’tır. Ben yalnız O'na tevekkül ettim ve ben yalnız O'na yöneliyorum” de.
16 – Ve kendisine icabet edildikten sonra Allah hakkında tartışanlar; onların kanıtları Rabbleri katında iptal edilmiştir. Ve onların üzerinde bir gazap vardır, çetin azap da onlar içindir.
17- Allah, bu kitabı ve teraziyi/ ölçüyü hakla indiren Zat’tır. Ve sana ne bildirir ki, belki de o Saat [kıyamet] çok yakındır!
18 – O’na inanmayan kimseler onun [kıyametin] çabuk gelmesini istiyorlar. İnananlar ise ondan korkuyla titrerler ve onun gerçek olduğunu bilirler. İyi bilin ki, saat [kıyamet] hakkında tartışanlar kesinlikle uzak [geri dönüşü olmayan] bir sapıklık içindedirler.
19 - Allah kullarına çok lütufkârdır. Dilediğini/dileyeni rızıklandırır. Ve O, Kaviyy’dir, Azîz’dir.
20- Her kim ahiret ekinini isterse, Biz onun ekininde, onun için arttırırız. Ve her kim dünya tarlasını isterse ona da ondan veririz. Ve onun için ahirette hiçbir nasip yoktur.
21 - Yoksa onların, Allah’ın dinde izin vermediği şeyi kendileri için meşru kılmış ortaklar mı vardır? Eğer “Fasl Sözü” olmasaydı, aralarında kesinlikle gerçekleşmişti [işleri bitirilmişti]. Ve şüphesiz zalimler; kendileri için acı bir azap olanlardır.
22 – O, kendilerine vaki olduğunda kazandıkları şeylerden dolayı o zalimlerin ürktüklerini görürsün. İman etmiş, salihatı işlemiş kimseler de cennetlerin bahçelerindedirler. Rablerinin yanında onlar için istedikleri şeyler vardır. İşte bu, büyük lütfun ta kendisidir.
23 - İşte bu, Allah iman eden, salihatı işleyen kullarına müjdelediği şeydir. - De ki: “Ben onun üzerine [bu tebliğime karşı] sizden yakınlıkta sevgiden başka hiçbir ücret istemiyorum.”- Ve her kim bir iyilik/ güzellik yaparsa biz onun için onda iyiliği/ güzelliği artırırız. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcıdır, karşılığını verendir.
24 – Ya da onlar, “Allah’a karşı yalan uydurdu” mu diyorlar? İşte eğer Allah dilerse senin de kalbini mühürler; batılı yok eder ve sözleriyle hakkı gerçekleştirir. Şüphesiz ki O, göğüslerde bulunan şeyleri çok iyi bilendir.
25 – Ve O, kullarının tövbesini kabul eder, kötülüklerden affeder ve sizin işlemekte olduğunuz şeyleri bilir.
26 – Ve O, iman etmiş ve salihatı işleyenlere icabet eder ve onlara lütfundan daha fazlasını verir. Kâfirler ise; şiddetli bir azap onlar içindir.
27 – Ve eğer Allah rızkı kullarına yaysaydı/döşeseydi [bol bol verseydi], kesinlikle yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Velâkin O [Allah] dilediğini belli bir ölçüye göre indiriyor. Şüphesiz ki O, kullarına en çok haberi olandır, en iyi görendir.
28 – Ve O, insanlar ümitlerini kestikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini yayandır. Ve O, Hamîd’dir [övülmeye lâyık olandır], Veli’dir.
29- Ve göklerin, yeryüzünün yaratılması ve o ikisinde [göklerde ve yerde] her dâbbehden/canlıdan türetip yayması, O’nun ayetlerindendir. Ve O, dilediği zaman onların hepsini toplamaya gücü yetendir.
30 – Ve size musibetten isabet eden şeyler, işte kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir. O da çoğunu affediyor.
31- Ve siz yeryüzünde aciz bırakıcılar değilsiniz. Ve sizin, Allah’ın astlarından, bir Yakınınız yoktur, yardımcınız da yoktur.
32 -35- Denizde dağlar gibi akıp gidenler de O'nun ayetlerindendir. Eğer O dilerse rüzgârı durdurur da giden gemiler denizin sırtında duruverirler. Şüphesiz bunda tüm çok sabreden ve çok şükreden kimseler için nice ayetler vardır. Yahut O [Allah], onların kazandıkları şeyler sebebiyle onları [gemileri] helâk eder. Birçoğunu da bağışlar. Ve ayetlerimiz hakkında mücadele edenler kendileri için kaçacak bir yer olmadığını bilirler.
36 -39- işte, verilen herhangi bir şey basit hayatın kazanımıdır. Sadece dünya hayatının geçici bir menfaatidir. Allah katında bulunanlar ise; iman etmiş ve sadece Rablerine tevekkül eden kimseler, günahın büyüklerinden ve hayâsızlıktan kaçınan ve öfkelendikleri zaman bağışlayan kimseler, Rablerinin çağrısına cevap veren, salâtı ikame eden, işleri de kendi aralarında Şura [görüşme, danışma] olan, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak eden kimseler ve kendilerine bağy [bir zulüm ve saldırı] isabet ettiği zaman birbirleriyle yardımlaşan/ intikam alan kimseler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır.
40- Ve bir kötülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür. Ama kim affeder ve düzeltirse artık onun ücreti Allah’a aittir. Şüphesiz ki O, zalimleri sevmez.
41 – Kim de zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa, işte onların aleyhine bir yol yoktur.
42 - Yol ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık eden kimseler aleyhinedir. İşte onlar, kendileri için acı bir azap olanlardır.
43 - Her kim de sabreder ve kusuru bağışlarsa, şüphesiz işte bu, kesinlikle işlerin azmindendir.
44 – Ve Allah her kimi saptırırsa artık bundan sonra onun için hiçbir Veliy yoktur. Ve sen, azabı gördüklerinde zalimlerin: “Geri dönüş yerine bir yol var mıdır?” dediklerini görürsün.
45 – Ve sen, onları zilletten dolayı başları öne eğilmiş, göz ucuyla gizli gizli etrafa bakarlarken ona [ateşe] sunulduklarını göreceksin. İman etmiş kimseler de: “Şüphesiz zarara uğrayanlar, kendilerini ve ehillerini [ailelerini, yakınlarını] kıyamet günü zarara uğratmış olan kimselerdir” dediler. Gözünüzü açın! Şüphesiz zalimler devamlı bir azap içerisindedirler.
46 – Onlar için Allah’ın astlarından kendilerine yardım edecek hiçbir Veliyy yoktur. Allah kimi de saptırırsa, artık onun için herhangi bir yol yoktur.
47 – Allah’tan, kendileri için dönüş yeri olmayan geri çevrilemeyecek gün gelmeden önce, Rabbinize icabet ediniz. O gün, sizin için sığınacak bir yer yoktur, sizin için inkâr da/ tanınmamak da yoktur.
48 – Buna rağmen eğer onlar yüz çevirirlerse bilsinler ki, Biz seni onların üzerine bir bekçi olarak göndermedik. Sana düşen sadece tebliğdir. Ve Biz, şüphesiz insana tarafımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevindi; eğer elleriyle yaptıkları yüzünden kendilerine bir kötülük isabet ederse de, o zaman görürsün ki şüphesiz o insan çok nankördür.
49, 50 - Göklerin ve yeryüzünün hükümranlığı yalnız Allah'ındır. O, dilediğini yaratır, dilediğine kız çocuk bahşeder, dilediğine de erkek çocuk bahşeder.
Yahut Allah onları erkek ve kız olmak üzere eşleştirir. Dilediğini de kısır kılar. Şüphesiz O, en iyi bilendir, çok güçlü olandır.
51- Ve bir beşer için, bir vahiy ile veya perde arkasından yahut bir elçi gönderip de izniyle dilediğini vahyetmesi dışında Allah’ın kendisiyle konuşması olmaz. Şüphesiz O, Aliyy’dir Hakîm’dir.
52, 53- İşte böylece Biz sana da kendi emrimizden/ kendi işimizden olan ruhu vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir nur/ışık yaptık. Hiç kuşkusuz sen de dosdoğru bir yola; göklerde ve yerde bulunanlar kendisi için olan O Allah’ın yoluna kılavuzluk etmektesin. Gözünüzü açın bütün işler yalnız Allah'a döner.
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
hiiic (9. June 2010)
Alt 25. April 2009, 10:22 PM   #2
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

TAHLİL

1-2 – حHâ [8], مmîm[40], عAyn[70], س sîn[60], قKaf[100].

Surenin 1 ve 2. ayetleri “Mukatta’ [Kesik] Harfler”den oluşmuştur. Daha evvel açıkladığımız gibi, kesik harflerin neyi ifade ettiği henüz kesin olarak tespit edilmiş değildir. Kur’an’ın indiği dönemde bugünkü rakam sistemi mevcut değildi. Sayılar EBCED harfleri ile yazılıp gösterilmekteydi. Bu nedenle, surelerin başlarında olan kesik harflerden her birinin farklı bir sayıyı sembolize etme ihtimali bulunmaktadır.
1 ve 2. ayetteki harflerin sayı değerleri yukarıda verildiği gibidir.
İbn Abbas söz konusu iki ayeti "Hâ, Mîm, Sin, Kâf" diye "Ayn'sız olarak okumuştur. Taberî'nin nakline göre Abdullah b. Mesud'un Mushaf'ında da böyledir. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
Bu harfler ile ilgili olarak:
* “ حHa” Nebi’nin ümmetinin etrafında toplanacağı havzıdır.
* “م Mim” uçsuz bucaksız mülkü,
* “ع Ayn” onun izzeti,
* “س Sin” onun görülen aydınlığı,
* “ قKaf” da onun Makam-ı Mahmud’da ayakta durması, Mutlak Melik ve Mabud’un huzurun*da şan ve şerefiyle yakınlığıdır” gibi şeyler söylenmişse de, bu açıklamalar ciddiyetten ve dayanaktan yoksundur.
“Bu harfler gelecekte tahakkuk edecek bir takım olayların şifresidir” şeklindeki açıklamalar da bu mahiyettedir. Gerek Taberi gerekse Kurtubi gibi Kur’an bilginleri de bu tür görüşleri reddetmişlerdir.

3 – Azîz, Hakîm Allah, sana ve senden öncekilere işte böyle vahyeder.

Bu ayette Rabbimiz, elçisi Muhammed’e ve daha evvelki elçilere yaptığı vahye gönderme yaparak “İşte Allah böyle vahyeder” demektedir. Buradaki işaret geçmişe yapılmış olmalıdır. Çünkü geçmişte de “ha, mim, ayn, sin, kaf” kesik harfleri vardır. Bu durumda ayetten: “Rabbin sana ve senden önceki elçilere “ حha, مmim….” gibi vahyeder” anlamı ortaya çıkar. Bu anlamı daha da ilerletirsek, Resulullah’a hitap edilerek kendisinin ve dolaylı olarak kâfirlerin söz konusu endişelerine şöyle karşılık verilmiş olur:
“Aziz ve Hakim olan Allah, daha önceki peygamberlere nasıl vahyetmişse, sana da öylece vahyeder. Nasıl ki sana bu Kur’an’ı indirmişse aynı şekilde senden önceki peygamberlere de kitapları ve sahifeleri indirmiştir.”
Kur’an’da var olan ayetlerin aynısının daha evvelki vahiylerde de olduğunu; bir başka ifadeyle, ilk kitaplarda olan ilâhî ilke ve mesajların son kitap Kur’an’da da verildiğini daha evvel A’la ve Necm surelerinde somut olarak görmüştük. Hatırlanacağı üzere, bundan evvelki Fussılet suresinde şu ayet yer almıştı:

Senin için senden önceki elçilere söylenenden başka bir şey söylenmiyor. Şüphesiz senin Rabbin kesinlikle mağfiret sahibidir ve acı veren bir azabın sahibidir.

“Vahy” ile ilgili detay ise daha evvel Necm suresinde verilmişti (Tebyinü’l Kur’an; c. 1, s.404)

4 - Göklerde ve yerde olan şeyler sadece O'nundur. O, çok yücedir, çok büyüktür.
5 - Gökler üstlerinden neredeyse çatlayacaklar. Melekler ise Rablerini hamd ile tesbih ediyorlar ve yeryüzünde bulunan kimseler için mağfiret diliyorlar. Gözünüzü açın! Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.

Geçmiş peygamberlere vahyedildiği gibi Resulullah’a da vahyedildiği ve bunda şaşılacak, itiraz edilecek, reddedilecek bir şey olmadığı açıklandıktan sonra, bu ayetlerin ilkinde de Rabbimiz Kendisini “Göklerde ve yerde olan şeyler sadece O'nundur. O, çok yücedir, çok büyüktür” ifadeleriyle tanıtmaktadır.
Rabbimiz Kendisi hakkında benzer ifadeleri başka ayetlerde de kullanmıştır:

(Allah) gaybı da, açıkta olanı da bilendir; pek büyüktür, yücedir. (Ra’d/9)

O’nun nezdinde şefaat, sadece O’nun izin verdiği kimseye fayda verir. Nihayet kalplerinden dehşet giderildiği zaman: "Rabbiniz ne dedi?" derler. Onlar: “Hakkı” derler. Ve O, çok yücedir, çok büyüktür. (Sebe’/23)

Göklerin ve yerin egemenliğinin yalnız Allah’a ait olduğunu ve sizin için Allah’ın astlarından bir Yakın Kişi ve bir yardımcı olmadığını bilmedin mi? (Bakara/107)

Allah, kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayandır, Hayy’dir, Kayyum’dur. Kendisini uyuklama ve uyku yakalamaz. Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca O’nun içindir. Kendisinin izni olmadan yanında şefaat edecek olan kimmiş? O, onların önlerinde ve arkalarında olan şeyleri bilir. Onlar ise, O'nun dilediğinden başka ilminden hiç bir şeyi kavrayamazlar. O'nun kürsüsü, gökleri ve yeryüzünü kucaklamıştır. Onların ikisini de korunması O'na zor gelmez. Ve O, Aliyy’dir, Azîm’dir. (Bakara/255)

Ayette geçen “göklerin çatlayacağı” ifadesi iki şekilde anlaşılabilir.

a- Haşyetten çatlama: Bu anlama göre, göklerin ve yerin Allah’ın heybetinden çatlayacağı, bu ikisinin daima Allah’a haşyet duyduğu, Allah’ın indirdiği meleklerin insanlar kendilerini kurtarsın diye ilgi gösterdikleri ifade edildikten sonra; “Hal böyleyken, siz şirk koşarak pisliklerde yüzüyorsunuz. Korkak davranmayın, hemen tevhide dönün! Allah’ın Gafur ve Rahîm oluşundan istifade edin!” denilmektedir.
b- İnsanların Allah’a akılsızca şirk koşmalarından dolayı ürpermek:

Ve onlar: “Allah, çocuk edindi” dediler. – O, arınıktır- Aksine göklerde ve yeryüzünde ne varsa yalnızca O’nundur. Hepsi O’nun için boyun bükenlerdir. (Bakara/116)

Dediler ki: “Allah, çocuk edindi.” O, bundan münezzehtir. O, Ğaniyy’dir [zengindir; hiçbir şeye muhtaç değildir]. Göklerde ve yerde olan şeyler O'nundur. Buna dair yanınızda hiçbir delil yoktur. Allah'a karşı bilmeyeceğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz? (Yunus/68)

Ve "Allah çocuk edindi" diyenleri uyarsın diye [kuluna Kitab’ı indirdi]. (Kehf/4)

Rabbiniz, size oğulları tahsis etti de kendisi meleklerden dişiler mi edindi? Şüphesiz ki siz çok büyük bir söz söylüyorsunuz. (İsra/40)

Onlar “Rahman çocuk edindi” dediler. Hâşâ, bundan münezzehtir O. Onlar lütuflandırılmış kullardır. Onlar O’nun sözünün önüne geçemezler; onlar yalnız O’nun emriyle iş yaparlar. O, onların önündekini de arkalarındakini de bilir. O’nun hoşnutluk verdiklerinden başkasına da şefaat/yardım etmezler. Ve onlar O’nun haşyetinden titrerler. (Enbiya/26-28)

Ve onlar, “Rahman, çocuk edindi” dediler. Ant olsun ki, siz çok çirkin bir şey söylediniz. Az kalsın bundan; Rahman’a çocuk isnat ettiler diye gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp dağılacaktı. Hâlbuki Rahman için çocuk edinmek yaraşmaz. Göklerde ve yerde bulunan tüm herkes Rahman’a, yalnızca kul olarak gelecektir. (Meryem/88-93)

Arşı taşıyan bir de onun [arşın] dış kenarından olan kimseler, Rablerinin hamdiyle tesbih ederler ve O'na inanırlar. İman etmiş kimseler için bağışlanma dilerler: “Rabbimiz! Sen rahmet ve bilgice her şeyi kuşattın. Onun için tövbe eden ve senin yoluna uyan kimseleri bağışla ve onları Cahim’in [cehennemin] azabından koru! Rabbimiz! Onları ve onların atalarından, zevcelerinden ve zürriyetlerinden Salih olan kimseleri kendilerine vaad ettiğin Adn cennetlerine girdir. Şüphesiz Sen Azîz ve Hakîm’in ta kendisisin. Onları kötülüklerden de koru. Ve Sen her kimi kötülüklerden korursan, artık o gün elbette ona rahmet etmişsindir. İşte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir.” (Mümin/7-9)

5. ayette konu edilen “melekler”, Kur’an ayetleri olup hepsi insanın uyarılması için indirilmiştir. Kur’an ayetleri okunduğu zaman insanın aklını başına getirir, Allah’ı iyice tanıtır, yanlış inanış ve davranışlardan döndürür ve Allah’ın bağışlamasına vesile olurlar.

6 – Ve O’nun astlarından veliler edinen kimseler; Allah onların üzerinde Hafiz’dır [yaptıklarını kayda almaktadır]. Ve sen onların üzerinde bir vekil değilsin.
7 – İşte böylece Biz kentlerin anasını ve onun kıyısındaki kişileri uyarasın ve kendisinde hiç şüphe olmayan Toplanma Günü ile uyarasın diye sana Arapça bir Kur'ân vahyettik. Bir grup cennettedir, bir grup da cehennemdedir.
8 – Ve eğer Allah dileseydi kesinlikle onları bir tek ümmet kılardı. Fakat O, dileyeni rahmetinin içine girdirir. Zalimler de, kendileri için bir veli ve bir yardımcı olmayanlardır.

Bu ayetlerde Rabbimiz, kullarını uyarırken, onlara mesaj verirken Elçi’nin konumu üzerinde durarak onun şirk koşanlara, yani gökleri çatlatacak kadar ağır suç işleyenlere karşı bir sorumluluğunun olmadığını açıklamaktadır. Elçisinin onlara karşı Hafiz [bekçi] ve Vekil [onları çekip çeviren; yöneten] biri olmadığını; onun elçilik görevinin Anakent olmak üzere çevreyi “Toplanma Günü [Kıyamet, Hesap Günü]” için uyarmak olduğunu; bu amaçla da ona Arapça olarak bir kitap vahyettiğini, insanların ise cennetlik ve cehennemlik olmak üzere iki guruba ayrılacağını; yani kiminin inanacağını, kiminin de inanmayacağını bildirmektedir.
Grubun son ayetinde ise Rabbimizin dilemesi halinde tüm insanların tek bir ümmet olacağı; ancak O’nun bunu dilemediği, insanları kendi tercihlerinde özgür bıraktığı vurgulanmaktadır.
Bir yandan Peygamber’in görevinin müjdelemek ve korkutmak olduğu bildirilirken, diğer yandan da müşriklerin takındığı inkârcı tutuma karşı ona teselli verilmektedir.
7. ayet ilk anda Kur’an’ın Mekke ve etrafındakilere has bir davet olduğunu çağrıştırmaktadır. Oysa konuyla ilgili daha önceki örneklerde de belirtildiği gibi, Kur’an’ın daveti evrenseldir. Ayetteki ibare, Peygamber'in Mekkeliler ve etrafındaki halklarla ilişki kurmasına yönelik özel bir duruma hamledilmelidir.

ÜMMÜ’L-KURÂ

Peygamberin doğup büyüdüğü, göreve başlayıp görevini sürdürdüğü kent, ayette “Ümmü’l-Kura [Kentlerin Anası, Anakent] olarak nitelenmiştir. “Şehirlerin anası” demek olan “Ümmü'l-Kurâ”, Mekke'nin bir ismidir. Resulullah’ın el-Ümmi [anakentli; Mekkeli] olması da bundan dolayıdır.
İbrahim peygamberden bu yana müminlerin temel ibadetlerinden biri olan hacc da bu kentte yapılmaktadır. Mekke, başka beldelerde bulunmayan ticaret, ulaşım, bilişim, sanat, edebiyat ve daha birçok sosyal ve ekonomik faaliyetin o dönemdeki merkeziydi. İnsanlar hacc sebebiyle o kente geliyor, bu vesileyle birçok insan orada buluşuyordu. Bu durum çocukların anasının etrafında toplanmasına benzemektedir. Bu sebepten dolayı Mekke “şehirlerin anası” diye isimlendirilmişti.

Ayette ahiret “toplanma günü” olarak nitelenmiştir. Çünkü Kur’an’a baktığımızda, Vakıa/7’de açıkladığımız üzere, hurilerle birleştirme, insanların üç grupta toplanması, her amel edenin amelleriyle buluşması gibi olayların o gün olacağı, kısacası insanların o gün bir araya toplanacağı anlaşılmaktadır.
Toplanma günü için sizi toplayacağı gün [zaman]; -İşte o gün, karşılıklı aldatma günüdür- Kim Allah'a inanır ve salihi işlerse O [Allah], onun kötülüklerini örter ve onu, içinde ebedi kalıcılar olarak altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte bu, büyük kurtuluştur. (Teğabün/9)

Şüphesiz ahiret azabından korkan kimseler için bunda muhakkak ki, bir ayet [ibret] vardır. O, insanların kendisi için toplandığı bir gündür ve mutlaka görülecek bir gündür.
Ve Biz onu sadece belli bir süreye kadar erteliyoruz.
O gün geldiğinde O’nun [Allah’ın] izni olmadan hiç kimse konuşmaz. İşte o gün onlardan [insanlardan] bir kısmı bedbaht ve [bir kısmı da] mutludur. (Hûd/103-105)

Allah, elçileri toplayacağı gün şöyle diyecek: “Size verilen cevap nedir ?” Onlar da: “Bizim hiç bir bilgimiz yoktur; şüphesiz ki gaypları bilen Sensin, Sen.” (Maide/109)

“ حشرHaşr” söcüğü, “toplanma, bir araya getirilme” anlamında birçok ayette yer almıştır: En’am/22, Yunus/28, Neml/83, Meryem/68, 69, İsra/97, Furkan/17 ve Sebe’/40.

9- 12- Yoksa O’nun astlarından, bir takım evliyâ [Yakın Kimseler] mi kabulleniyorlar? İşte Allah, Velî’nin [Yakın olanın] ta kendisidir. Ve O, ölüleri diriltir ve O, her şeye gücü yetendir. İşte O, göklerin ve yerin yoktan yaratıcısıdır/parçalayıcısıdır. O sizin için kendinizden eşler ve en’amdan [sığır, koyun, keçi, deveden] çiftler yaratmıştır. O, sizi bunun [bu düzenin] içerisinde üretip çoğaltıyor. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. Ve O, en iyi işitendir, en iyi görendir. Göklerin ve yeryüzünün kilitleri yalnızca O'nundur. O, dilediği kimse için rızkı genişletir ve ayarlar. Şüphesiz ki O, her şeyi en iyi bilendir.

Not: 10. ayetin hem teknik yönden hem de anlam olarak buraya ait olmadığı kanaatindeyiz. Bize göre bu ayet 15. ayetin devamıdır. Bu nedenle 10. ayeti orada tertip ederek tahlil ettik.
Bu ayet grubunda da yine Rabbimiz kendini tanıtmaktadır. Önceki ayetlerde dikkat çekecek bazı açıklamalar yapılmış, sonra da insanlara “Yoksa O’nun astlarından, bir takım evliyâ [Yakın Kimseler] mi kabulleniyorlar?” şeklinde bir soru yöneltilmiştir. Bu soru “İstifham-ı inkari” türünde bir sorudur. Bu tür sorular cevap almak için değil, muhatabı ilzam etmek ve vurgu yapmak için sorulmaktadır. Bu nedenle ayetteki sorunun anlamı “Onlar Allah’ın astlarından bir takım evliyâ [Yakın Kimseler] kabul ediyorlar” demektir. Bu tarz bir soruyla müşrikler kınanmakta, tutumlarının hayret edilecek bir davranış olduğu ortaya konmaktadır.
Pasajın devamında ise Rabbimiz bir takım sıfatlarıyla ve tasarruflarıyla Kendisini tanıtmaktadır. Böylece Rabbimize ortak koşulan sözde tanrıların bu sıfat ve tasarruflardan hiçbirine sahip olmadığı, dolayısıyla da bunların ilâh, veli [yol gösteren, koruyan, yardım eden biri] olarak kabul edilmelerinin tümden yanlış olduğu vurgulanmış olmaktadır.

Ayetteki “göklerin ve yeryüzünün anahtarları” ifadesiyle yağmurlar ve yerden bitkilerin bitirilmesi kastedilmiştir.

Hâlâ, şüphesiz Allah’ın, rızkı dilediğine yaydığını ve ölçülendirdiğini bilmediler mi? Şüphesiz bunda iman edecek bir kavim için kesinlikle nice ayetler vardır. (Zümer/52)

13 – O [Allah], dinden Nuh'a tavsiye ettiği şeyi, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimiz şeyi şeriat kıldı: “Dini ayakta tutun [yerleştirin] ve onda ayrılığa düşmeyin.” Senin kendilerini davet ettiğin şey, müşriklere ağır geldi. Allah dilediğini kendine seçer ve kalpten yöneleni de ona kılavuzlar.
14 – Ve onlar, ancak kendilerine bilgi geldikten sonra, aralarındaki taşkınlık yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbin tarafından, “adı konmuş bir süreye kadar” sözü geçmemiş olsaydı aralarında kesinlikle gerçekleştirilirdi. Ve şüphesiz kendilerinden sonra Kitap’a vâris kılınan kişiler ondan [Kur'ân’dan] kesinlikle kararsızlığa götüren bir kuşku içindedirler.

Bu iki ayette surenin 3. ayeti detaylandırılmıştır. Rabbimiz, Mekkelileri ikna etmek için Muhammed (as)’in elçiliğinin yeni bir bidat olmadığı mesajını vermektedir. Bunun için de din olarak geçmişte ve bugün neyi ortaya koyduğuna işaret ederek peygam*berlere gelen dinin kaynağının da, içerdiği prensiplerin de bir olduğunu açıklamaktadır. Bu açıklama, Arapların peygam*berimizden önce de elçiler gönderildiğini bildiklerini göstermektedir. Ayette dört peygamberin isimlerinin zikredilmesi dikkat çekicidir. Görülen o ki, zikredilen bu elçiler Kur'an dinleyicileri tarafından daha çok bilinen isimlerdir.

Bilakis onlar: “Bunlar karmakarışık düşlerdir; yok yok, onu kendisi uydurdu; yok yok o bir şairdir. Hadi öyleyse öncekilerin gönderildiği gibi bize bir mucize getirsin” dediler. (Enbiya/5)

İşte onlara tarafımızdan o hakk gelince de, “Musa'ya verilen şeyler [mucizeler] gibi ona da verilmeli değil miydi?” dediler. Daha evvel Musa’ya verileni inkâr etmemişler miydi? “Birbirine sırt veren [destekleyen] iki sihir” dediler. Ve “Şüphesiz biz hepsini inkâr edeceğiz” dediler. (Kasas/48)

Ve bu [Kur'ân], “Kitap, sadece bizden önceki iki topluluğa [yahudi ve hıristiyanlara] indirildi; Biz ise, onların okumasından habersizdik [o kitapları okuyamıyor ve dillerini anlayamıyorduk” veya “Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk” demeyesiniz diye Bizim indirdiğimiz bereketli bir kitaptır. O nedenle, rahmet olunmanız için ona uyun ve takvalı davranın. İşte size de Rabbinizden açık delil, kılavuz ve rahmet gelmiştir. Öyleyse Allah’ın ayetlerini yalanlayıp, onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri sebebiyle azabın kötüsüyle cezalandıracağız. (En’am/155- 157)

Ayetteki “Dini ayakta tutun [yerleştirin] ve onda ayrılığa düşmeyin” ifadesi, “Allah’a, elçilerine, kitaplarına, ahiret gününe inanın! Çok tanrılar edinerek ayrılığa düşmeyin!” demektir. Ayetteki “Dini ayakta tutun” emri, “Dinin hâkim olmadığı yerlere dini yerleştirin, eğer din yerleşik ise onu ayakta tutun!” demektir.

Sonra insanlar kendi aralarındaki işlerini parça parça böldüler. Her grup, kendinde bulunan ile sevinip böbürlendi. (Mü’minun/53)

Sana da kendisinden öncekilerini doğrulayan ve onları kollayıp koruyan olarak hakk ile Kitap’ı [Kur'ân’ı] indirdik. Öyleyse onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen haktan saparak onların arzu ve heveslerine uyma. Ve Biz, sizden hepiniz için bir şeriat ve yol kıldık. Ve eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi belalandırmak [denemek] için [böyle yapmadı]. Öyleyse iyiliklere yarışın. Hepinizin dönüşü yalnızca Allah’adır. Sonra O, kendisi hakkında ihtilâfa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir. (Maide/48)

O [Yusuf]: “Size yiyecek olarak verilecek bir yemek gelmeden önce onun tevilini size bildiririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir. Şüphesiz ben Allah’a inanmayan bir kavmin -ki onlar ahreti inkâr edenlerin ta kendileridir- milletini terk ettim. Ve atalarım İbrahim, İshak ve Yakub'un milletine uydum. Bizim, Allah’a hiçbir şeyi ortak tutmamız olmaz. Bu, Allah’ın bize ve insanlara bir lütfudur. Velâkin insanların çoğu şükretmiyorlar. Ey benim zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı birçok rabler mi daha hayırlı, yoksa her şeye hâkim ve galip olan bir tek Allah mı? Sizin, O’nun astlarından o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Ona [bunlara tapmanız konusuna] Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm ancak Allah’a aittir: O, size, kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar. Ey benim zindan arkadaşlarım! Biriniz efendisine yine şarap sunacak. Diğeri de asılacak da kuşlar onu başından yiyecekler. İşte hakkında fetva istediğiniz iş gerçekleşti” dedi. (Yusuf/37-41)

Ve Biz senden önce hiçbir elçi göndermedik ki, ona: “Gerçek şu ki Benden başka ilâh diye bir şey yoktur. Onun için bana ibadet edin.” diye vahyetmiş olmayalım. (Enbiya/25)

Ve hani Biz, peygamberlerden; –Senden de- Nuh’tan, İbrahim’den, Musa’dan ve Meryem oğlu İsa'dan misaklarını [kesin sözlerini] almıştık. Ve Biz, onlardan ağır bir misak [kesin bir söz] aldık. (Ahzab/7)


14. ayette konu edilen kişiler Kureyşliler ve o yöredeki Kitap Ehli’dir. “... ancak kendilerine bilgi geldikten sonra” ifadesinde yer alan “ilim”, Kur’an ve Allah’ın Muhammed (as)’i elçi göndermesidir. Çünkü onlar kendilerine bir peygamber gönderilmesini temenni ediyorlar ve bekliyorlardı.

Ve onlar var güçleriyle Allah’a yemin etmişlerdi ki, kendilerine uyarıcı bir peygamber gelirse, mutlaka ümmetlerin her birinden daha doğru yolda olacaklardı. Buna rağmen ne zaman ki kendilerine bir uyarıcı geldi, bu, yeryüzünde bir kibirlenme ve kötülük düzeni yönünden onların sadece nefretlerini artırdı. Hâlbuki kötü düzen ancak kendi ehlini çepeçevre kuşatır. O hâlde öncekilerin kanunundan başka ne gözetiyorlar? Onun için sen Allah’ın sünnetinde asla bir değişme bulamazsın. Sen Allah’ın sünnetinde asla bir başkalaşma da bulamazsın. (Fatır/42, 43)

Onlara Allah katından kendileri ile birlikte olanı tasdik eden bir kitap gelince, -Ki bunlar daha önceleri inanmayanlara karşı zafer kazanmak isemişlerdi de o tanıdıkları kendilerine gelmişti- onu inkâr ettiler. Artık Allah'ın laneti kâfirler üzerinedir. (Bakara/89)

Ve o, Kitap verilen kişiler, ancak kendilerine apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler. (Beyine/4)

Kureyş müşrikleri Resulullah için “Ne diye özellikle ona peygamberlik verildi?” diyerek karşı çıktılar. Ehli Kitap’tan bir kısmı ise Muhammed (as) peygamber olarak gönderilince onu kıskandılar.

Rabbimiz Hakk karşıtlarının ihtilâfa düşme gerekçelerini “aralarındaki taşkınlık yüzünden ayrılığa düştüler” diyerek açıklamıştır. Bundan anlaşıldığına göre, onların ayrılığa düşme*leri, açıklama ve getirilen delillerdeki bir eksiklikten kaynaklanmıyordu. Bu*na sebep, azgınlıkları, kıskançlıkları, zulümleri ve dünya ile uğraşma*ları idi.

Allah, melekler ve hakkaniyeti ayakta tutan bilgi sahipleri, şüphesiz Allah’tan başka ilah diye bir şeyin olmadığına tanıklık etti. O, Azîz, Halîm’den başka ilah diye bir şey yoktur. (Al-i Imran/19)

Ayette “Eğer Rabbin tarafından ‘adı konmuş bir süreye kadar’ sözü geçmemiş olsaydı, aralarında kesinlikle gerçekleştirilirdi” ifadesi, Rabbimizin daha evvel Kamer suresinde yer alan bir ilkesine göndermedir:

Aslında onlara vaat edilen, o saattir. O saat cidden daha feci ve daha acıdır. (Kamer/46)

15, 10 - İşte bunun için sen davet et ve sana emredildiği gibi dosdoğru ol. Onların hevalarına uyma ve de ki: "Ben Allah'ın kitaptan indirdiğine inandım ve ben aranızda adaleti gerçekleştirmemle emrolundum. Allah, bizim Rabbimizdir sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız yalnızca bize, sizin yaptıklarınız da yalnızca size aittir. Sizinle bizim aramızda hiçbir delile yer yoktur. Allah, bizim aramızı toplayacaktır. Dönüş de yalnız O'nadır. Ve hakkında ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey; artık onun hükmü Allah'a aittir. İşte bu, benim Rabbim Allah’tır. Ben yalnız O'na tevekkül ettim ve ben yalnız O'na yöneliyorum” de.

Din anlayışı ile ilgili gerekli ve yeterli açıklamalar yapıldıktan sonra, bu ayet grubunda da Rabbimiz kendi Elçi’sini muhatap alarak ona inkârcılara hangi temel mesajları vermesi gerektiğini öğretmektedir. Ayetlerin anlamı gayet açık ve nettir. “Allah bizim Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız yalnızca bize, sizin yaptıklarınız da yalnızca size aittir” ifadesi, iman ve teslimiyetin özgür iradeyle gerçekleştirilmesi gereken temel bir tercih olduğunu gösterdiği kadar, herkesin hesap gününde kendi ameliyle baş başa kalacağını da ifade etmektedir. Binaenaleyh, herkes dünyada kendi yararına olacak işlerle uğraşmalıdır. Çünkü Allah, Kıyamet günü herkesi bir araya getirecek ve herkese yaptığına göre karşılık verecektir. “Dönüş de yalnız O'nadır” ifadesi, bu tercihin sonuçlarıyla mutlaka yüzleştirileceğimiz mesajını vermektedir.

15. ayetteki “... ve sana emredildiği gibi dosdoğru ol!” ifadesi Hud suresinde de yer almıştır. Bu ifade, Peygamber de dâhil olmak üzere, herkese göre bir doğru olması yolunu kapatmıştır. “Sana emredildiği gibi” ifadesiyle de dosdoğru yolun Allah’ın çizdiği yol olduğu vurgulanmıştır.
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
hiiic (9. June 2010)
Alt 25. April 2009, 10:22 PM   #3
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Bu ayetlerde ifade edilenler Kur’an’n başka ayetlerinde tek tek yer almıştır:

Rabbinin yoluna hikmetle [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerle] ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayette olanları da en iyi bilendir. (Nahl/125)

Onlar dediler ki: “Ey Nuh! Bizimle mücadele ettin de [didişip durdun da] mücadelemizi çoğalttın. Haydi, artık doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin şu azabı bize getir!” (Hud/32)

Kendilerinden zulmedenler hariç, Kitap ehli ile ancak en güzel bir yolla mücadele edin ve: “Biz, bize indirilene ve size indirilene inandık. Bizim ilahımız ve sizin ilahınız birdir. Biz sadece ona teslim olmuş kimseleriz” deyiniz. (Ankebut/46)

Ve işte bunlar, kavmine karşı İbrahim’e verdiğimiz kanıtımızdır. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz senin Rabbin Hakîm’dir ve Alîm’dir. (En’am/83)

De ki: “Bana Rabbimden apaçık deliller geldiği zaman, şüphesiz ben, o, sizin Allah'ı bırakıp taptıklarınıza ibadet etmekten kesinlikle men edildim ve ben âlemlerin Rabbine teslim olmamla emrolundum.” (Mu'min/66)

Ve eğer seni yalanladılarsa hemen de ki: “Benim amelim bana, sizin ameliniz de size aittir. Benim yaptıklarımdan siz uzaksınız, ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım.” (Yûnus/41)

De ki: “Rabbimiz aramızı bir araya getirecek, sonra da hak hükmü ile aramızı ayıracaktır. Ve O, Fettah’tır, Alîmdir. (Sebe’/26)

10. ayette konu edilen “Ve hakkında ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey; artık onun hükmü Allah'a aittir” ifadesiyle, din konusunda düşülen ihtilafların ve karşılaşılan müşküllerin Allah ve elçisi ile çözüleceği mesajı verilmektedir.

Ey iman etmiş kimseler! Allah'a itaat edin, Elçi’ye ve sizden olan emir sahibine itaat edin. Sonra eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve ahiret gününe inanan kimseler iseniz, onu Allah ve Elçi’ye havale edin. Bu, daha iyidir ve ilk iş olma bakımından daha güzeldir. (Nisa/59)

Ve Biz, sana Kitab’ı [Kur'ân’ı] sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyler onlar için açığa koyasın diye ve iman edecek bir topluma bir kılavuz, bir rahmet olarak indirdik. (Nahl/64)

İnsanlar tek bir ümmet idi. Sonra Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi ve ihtilaf ettikler konularda insanlar arasında hükmetsinler diye onların beraberinde hak ile kitap indirdi. Ve sırf o kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, kendi izniyle, iman edenlere, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka, kılavuz oldu. Ve Allah, dilediği kimseyi/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar. (Bakara/213)

Ve Allah ve elçisi bir işte hüküm verdiklerinde, hiç bir mü’min erkek ve mümin kadın için kendi işlerinde [kendi isteklerine göre] serbestlik yoktur. Ve kim Allah’a ve elçisine isyan ederse o, açık bir sapıklıkla sapmıştır. (Ahzab/36)

Rabbinizden size indirilene uyun ve O'nun astlarından, velilere [yol gösteren, yardım eden ve koruyan yakınlara] uymayın. Ne kadar az öğüt alıyorsunuz/hatırlıyorsunuz! (A’raf/3)

16 – Ve kendisine icabet edildikten sonra Allah hakkında tartışanlar; onların kanıtları Rabbleri katında iptal edilmiştir. Ve onların üzerinde bir gazap vardır, çetin azap da onlar içindir.

Bu ayette, ilahî çağrının herkesçe kabul görmesine rağmen Allah’ın varlığının mahiyeti ve insan aklının kavrayış sınırlarını aşan sıfatları hakkındasaçma sapan deliller getiren densizler kınanmakta; bu bahaneci, çıkarcı güruhun ortaya koyduğu sözde delillerin geçersiz olduğu açıklanarak bu güruhun Allah’ın öfke ve azabıyla karşılaşacağı bildirilmektedir.
Allah hakkında tartışanlar Yahudiler ve Hıristiyanlardır. Getirdikleri delil ise “Bizim peygamberimiz sizinkinden, kitabımız da sizin kitabınızdan öncedir” şeklindeki yaklaşımlarıdır. Bu iki güruh, özellikle de Yahudiler, Ehlikitap olmaları ve peygamberlerin soyundan gelmeleri dolayısıy*la kendilerinin üstün oldukları kanaatini taşıyorlardı. İnkârcılar ise inananlara “Bizim dinimiz sizin dininizden daha hayırlıdır. Bizim peygamberimiz sizinkinden öncedir ve biz sizlerden daha hayırlıyız, Allah'a daha layığız” diyorlardı.

Ve ayetlerimiz kendilerine apaçık okunduğu zaman, o inkâr etmiş olan kişiler, iman etmiş olan kişilere “Bu iki zümreden [mümin ve kâfirlerden] hangisi makam mevki bakımından daha iyi, düşüp kalktığı kimseler [örgütler] bakımından daha güzeldir?” dediler. (Meryem/73)

Ve Yahudiler; “Uzeyr Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar da; “Mesih Allah’ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup, güya bununla, daha önce yaşayan inkârcıların sözlerini taklit ediyorlar. (Tevbe/30)

Şüphesiz Allah iman eden ve salihatı işleyenleri, altından ırmaklar akan cennetlere girdirecek. Onlar orada altından bilezikler ve inciler ile süslenirler. Oradaki elbiseleri de ipektir. (Hacc/23)

İnsanlardan bazıları da Allah hakkında bilgiden başka şeyle; kılavuz olmadan, aydınlatıcı bir kitap olmadan tartışırlar.
Onun belini eğip bükmesi Allah yolundan saptırmak içindir. Bu dünyada ona bir rüsvalık vardır. Ve Biz Kıyamet gününde ona Yakıcı’nın azabını tattıracağız. (Hacc/8, 9)

17- Allah, bu kitabı ve teraziyi/ölçüyü hakla indiren Zat’tır. Ve sana ne bildirir ki, belki de o Saat [kıyamet] çok yakındır!
18 – O’na inanmayan kimseler onun [kıyametin] çabuk gelmesini istiyorlar. İnananlar ise ondan korkuyla titrerler ve onun gerçek olduğunu bilirler. İyi bilin ki, saat [kıyamet] hakkında tartışanlar kesinlikle uzak [geri dönüşü olmayan] bir sapıklık içindedirler.

Bu ayetlerde konu yine kitap ve ahirete getirilmiş, mazlumun hakkının alınarak adaletin sağlanması, müşriklerin, zalimlerin dünyada yaptıklarının yanlarına kar kalmaması için Rabbimizin Kitap’ı ve Mîzan’ı [Adalet Terazisi’ni] indirdiği bildirilmiştir.
“O’na inanmayan kimseler onun [kıyametin] çabuk gelmesini istiyorlar. İnananlar ise ondan korkuyla titrerler ve onun gerçek olduğunu bilirler” ifadesini şöyle anlamak mümkündür: “Müminler, kıyamet koptuğu zaman tevbe etmenin imkânsız olduğunu bildikleri için hesap endişesiyle tir tir titrerler ve korkarlar. Öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlere gelince; onlar için böyle bir korku söz konusu değildir.” Müminlerin korkması, itaat yolunda gayretlerini ortaya koy*makla birlikte, yaptıkları iyi işleri küçük görmelerinden ötürüdür.

Ve, şu, verdiklerini kalpleri ürpererek veren kişiler; şüphesiz onlar, Rablerine dönücüdürler. (Mü'minun/60)

Ayette konu edilen “Kitap”, Kur’an ve diğer peygamberlere in*dirilmiş bütün kitaplardır. “Mizan” da “Adalet”tir. "Adalet”e “Mizan [Terazi]” denmesinin nedeni, terazinin hakların hak sahipleri arasında adaletle paylaştırılma, bölüştürülme simgesi olmasından dolayıdır.

Ant olsun ki Biz, elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların hakkaniyeti ayakta tutmaları ve Allah'ın dinine ve elçilerine görmeden yardım edenleri belirlemesi için beraberlerinde kitabı ve ölçüyü indirdik. Biz, demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Şüphesiz Allah Kaviyy’dir [çok kuvvetlidir], Azîz’dir [mutlak üstündür]. (Hadid/25)

Ve semayı; onu yükseltti ve terazide /ölçüde taşkınlık etmeyin diye teraziyi/ ölçüyü koydu. Tartıyı adaletle yapın, teraziyi yanlış tutmayın. (Rahman/7-9)

17. ayette Saat’in [Kıyamet’in] yakın olduğu vurgulanmaktadır. “Ve sana ne bildirir ki, belki de o Saat [kıyamet] çok yakındır!” ifadesi insanları ahirete hazırlık yapmaya teşvik ettiği gibi, dünyaya tutkuyla bağlanmama bilinci de kazandırmaktadır. İnkârcıların kıyameti hafife alarak çabucak gelmesini istemeleri, inananların ise onun ağırlığını hissederek çekinip titremeleri, iki farklı hayat algısına sahip olmalarından dolayıdır. Yanlış hayat algısına sahip olan inkârcılar, “İyi bilin ki, saat [kıyamet] hakkında tartışanlar kesinlikle uzak [geri dönüşü olmayan] bir sapıklık içindedirler” ifadesiyle açıkça tehdit edilmektedirler. Çünkü düşünseler, bu kadar varlığı ve sistemi yaratan Allah’ın ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu hemen kabul ederler.

Ve O, yaratmayı başlatan, sonra onu çevirip yeniden yapandır. Ve bu O'na çok kolaydır. Ve göklerde ve yerde en yüce örnek O'nundur. O çok güçlüdür, hikmet sahibidir. (Rum/2l7)

O, ayarlanmış meniden bir nutfe değil miydi?
Sonra bir alak [embriyon] idi de sonra onu yaratmış sonra da düzene koymuştur; ki, ondan da iki eşi; erkek ve dişiyi var etmiştir.
Peki, bu [bütün bunları yapan] ölüleri diriltmeye kadir [güç yetiren] değil midir? (Kıyamet/37-40)

19 - Allah kullarına çok lütufkârdır. Dilediğini/dileyeni rızıklandırır. Ve O, Kaviyy’dir, Azîz’dir.
20- Her kim ahiret ekinini isterse, Biz onun ekininde, onun için arttırırız. Ve her kim dünya tarlasını isterse ona da ondan veririz. Ve onun için ahirette hiçbir nasip yoktur.

Önceki pasajda kıyametin gerçekliği, adaletin sağlanacağı beyan edildikten sonra, bu ayetlerde de Rabbimiz kullarına rahmet, lütuf kapılarını açarak herkesi hayır biriktirmeye davet etmiştir.

“ لطيفLATÎF”

Latîf sözcüğü kısaca “lütufkar” şeklinde de ifade edilebilir. Ancak sözcüğü içinde bulunduğu pasajdaki bağlamıyla ele alırsak, çok daha geniş bir anlam içeriğine sahip olduğu görülür. Bu anlamlardan belli başlıları şunlardır:
* “Azı kabul eden, buna karşılık pek çok ihsan ve lütüflarda bulunan”
* “Kalbi kırık olanın kalbini onaran, zor şeyle*ri kolaylaştıran”
* “Adaletinden başka bir şeyinden korkulmayan, lütfundan başkasına da ümit bağlanılmayan”
* “Kuluna gayre*tinden fazla nimet ihsan eden”
* “Kulunu ancak takatine göre itaat ile mükellef kılan”
* “Yapılan hizmete yardımcı olan ve övgüyü çokça yapan”
* “Kendisine isyan edenleri cezalandırmak*ta acele etmeyen, kendisine bağlanan umutları boşa çıkarmayan”
* “Dilekte bulunan kimseyi geri çevirmeyen, kendisinden ümit eden*leri de teselli eden”
* “Yanılan kimseleri affeden”
* “Kendisine acımayan kimselere dahi merhamet eden”

Ve eğer Allah’ın nimetlerini sayacak olsanız, onları sayamazsınız. Şüphesiz ki Allah Gafur’dur, Rahîm’dir. (Nahl/18)

Ve yeryüzünde hiçbir dabbeh/ canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. O [Allah], onun yerleşik yerini de geçici bulunduğu yeri de bilir. Hepsi apaçık bir kitaptadır. (Hud/6)

Allah’ın, göklerde ve yeryüzünde de ne varsa hepsini sizin için boyun eğdirdiğini görmediniz mi? Ve O [Allah], gizli ve açık olarak nimetlerini üzerinize yaymıştır. İnsanlardan kimi de var ki, bilgisiz, kılavuzsuz ve aydınlatıcı bir kitapsız Allah hakkında mücadele ediyor [tartışıyor]. (Lokman/20)

Ve Allah uğrunda gerektiği gibi cihat edin. O, sizi o seçti ve dinde; babanız İbrahim'in milletinde sizin için bir zorluk kılmadı. O, daha önce ve işte bunda [Kur’an’da], elçinin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, sizi “Müslümanlar” olarak isimledi. Öyleyse, salâtı ikame edin, zekâtı verin ve Allah’a sarılın. O, sizin Mevla’nızdır [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır]. O, ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcıdır! (Hac/78)

Allah, sizden hafifletmek istiyor. Şüphesiz insan zayıf yaratılmıştır. (Nisa/28)

Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit hayatta [dünya hayatında] onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. (Zuhruf/32)

Biz senden evvel de sadece, kesinlikle yemek yiyen, çarşılarda yürüyen elçilerden gönderdik. Ve Biz sizin bir kısmınızı bir kısmınız için fitne kıldık. -Sabrediyor musunuz!- Ve senin Rabbin çok iyi görendir. (Furkan/20)

20. ayetteki “Her kim ahiret ekinini isterse” ifadesindeki “ekin”, amel ve kazançtır. Burada verilen mesaj şudur: “Bizim kendisine verdiğimiz rızkı kullanarak ahireti için yatırım yapanlara, bu yaptığı işin mükâfatını kat kat vereceğiz.”
Bu karşılık, bi*re on, bire yedi yüz, hatta daha da fazla olmak üzere verilecektir.

Kim iyilik getirirse, artık ona onun [getirdiğinin] on misli vardır. Kim de kötülük getirirse, artık o, sadece onun misliyle cezalandırılır ve onlar haksızlığa uğratılmazlar. (En’am/160)

Mallarını Allah yolunda harcayan kimselerin örneği, yedi başak bitiren ve her başağında yüz adet tane bulunan tane örneği gibidir. Allah dilediğine katlar. Ve Allah Vâsi’’dir, Alîm’dir. (Bakara/261)

20. ayetin ikinci cümlesi olan “Ve her kim dünya tarlasını isterse, ona da ondan veririz. Ve onun için ahirette hiçbir nasip yoktur” ifadesiyle de, haram-helal demeden sadece dünya için çalışanların da bu çalışmalarının karşılığını alacakları; ancak böyle yapanların ahirette mahrumiyetle karşı karşıya kalacakları bildirilmektedir.

Her kim aceleciyi [çarçabuk geçen dünyayı] isterse, istediğimiz kimseye, dilediğimiz şeyi çabuklaştırırız. Sonra onun için cehennemi kılarız [hazırlarız]; kınanmış ve kovulmuş olarak oraya girer.
Kim de ahireti isterse ve mümin olarak ona [ahirete] yaraşır bir çaba ile onun [ahiret] için çalışırsa, işte öylelerinin çalışmalarının karşılığı verilir. (İsra/18-19)

Elif, Lâm, Râ. Bu, Bizim sana, insanları Rablerinin izni ile karanlıklardan aydınlığa; Aziz’in, Hamiyd’in; Göklerde olan şeyler, yeryüzünde olan şeyler Kendisinin olan Allah’ın yoluna çıkarman için indirdiğimiz bir kitaptır. Şiddetli bir azaptan dolayı vay, dünya hayatını ahirete tercih eden, Allah'ın yolundan çeviren ve onun eğriliğini isteyen şu kâfirlerin haline! İşte bunlar, çok uzak bir sapıklık içindedirler. (İbrahim/1- 3)

Sonra da ibadetlerinizi bitirdiğinizde yine Allah’ı anın, tıpkı babalarınızı andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla anın! İnsanlardan bazısı, “Ey Rabbimiz bize dünyada ver!” diyen kimselerdir. Onun için de ahirette bir nasip yoktur.
Yine onlardan: “Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik ve ahirette de bir güzellik ver ve bizi ateşin azabından koru!” diyenler vardır. (Bakara/200, 201)

Kim imanından sonra Allah'a (karşı) inkâra sapıp da, -kalbi imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç- inkâra göğüs açarsa, işte onların üstünde Allah'tan bir gazap vardır ve onlar içindir büyük azap.
Bu, onların dünya hayatını ahirete göre daha sevimli bulmalarından ve şüphesiz Allah'ın da inkâr eden bir topluluğu hidayete erdirmemesi nedeniyledir. (Nahl/106, 107)

Ve herkes sadece Allah’ın izniyle vakitlendirilmiş bir yazgı olarak ölür. Ve kim dünya karşılığını dilerse, kendisine ondan veririz. Kim de ahiret karşılığını isterse ona da ondan veririz. Ve Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız. (Al-i Imran/145)

Hiç şüphesiz şu, Allah’ın kitabını okuyan, namazı ikame eden ve kendilerini rızklandırdığımız şeylerden gizli ve açık olarak veren kimseler, O [Allah], mükâfatlarını kendilerine tastamam versin ve lütfundan kendilerine artırsın diye, kesinlikle batma ihtimali olmayan bir ticareti umarlar. Hiç şüphesiz O, çok bağışlayıcı ve karşılık vericidir. (Fatır/29, 30)

21 - Yoksa onların, Allah’ın dinde izin vermediği şeyi kendileri için meşru kılmış ortaklar mı vardır? Eğer “Fasl sözü” olmasaydı, aralarında kesinlikle gerçekleşmişti [işleri bitirilmişti]. Ve şüphesiz zalimler; kendileri için acı bir azap olanlardır.
22 – O, kendilerine vaki olduğunda kazandıkları şeylerden dolayı o zalimlerin ürktüklerini görürsün. İman etmiş, salihatı işlemiş kimseler de cennetlerin bahçelerindedirler. Rablerinin yanında onlar için istedikleri şeyler vardır. İşte bu, büyük lütfun ta kendisidir.

Rabbimiz konuyu yalanlayıcıların, müşriklerin tavırlarının kaynağına getirip onlar hakkında “Yoksa onların, Allah’ın dinde izin vermediği şeyi kendileri için meşru kılmış ortaklar mı vardır?” buyurmuştur. Bu soru da bir “İstifham-ı İnkârî”dir. Bu sanatsal ifadenin mesajı, “Kesinlikle onların Allah’ın dinde izin vermediği şeyleri kendilerine meşru kılan ortakları vardır” demektir. 13. ayette Allah’ın Nuh’tan beri şeriat koyduğu, 17. ayette de Allah’ın kitap ve mizan indirdiği bildirilmişti. Anlaşılan o ki, müşrikler, buna inanmadıklarından veya akıllarınca Allah’ın astlarından birilerinin koyduğu ilkeleri din olarak benimsediklerinden dolayı burada tehdit edilmişlerdir. Bu tehdit, dayandıkları anlayışın geçersiz olduğu ve işe yaramazlığı beyan edildikten sonra, “Eğer ‘Fasl sözü’ olmasaydı, aralarında kesinlikle gerçekleşmişti [işleri bitirilmişti]. Ve şüphesiz zalimler; kendileri için acı bir azap olanlardır” sözleriyle yapılmıştır.

Aslında onlara vaat edilen, o saattir. O saat cidden daha feci ve daha acıdır. (Kamer/46)

22. ayette, zalimlerin akıbetleri, yanlış yolda olmalarından dolayı tir tir titreyecekleri bildirildikten sonra, bu kez de karşıtlık metodu ile salihatı işleyen müminlerin nail olacağı nimetlere değinilmektedir. Böylece müminler motive edilirken, kâfirler de tevhide davet edilmektedir.
Ayette konu edilen “ortaklar”, insanların yalvardıkları, dua ettikleri, adak adadıkları sözde ilahlar değildir. Çünkü onların ortaya koydukları herhangi bir şeriat yoktur. Burada konu edilen ortaklar, insanların Allah ile beraber hüküm koymada ortak kabul ettiği kimseler ve kurumlardır. İnsanlar onların ortaya koyduğu teorilere, akidelere sorgusuz sualsiz bağlanır, onların oluşturdukları yasalara teslim olur ve kayıtsız şartsız itaat ederse, o zaman bu kişi ve korumlar şeriatta Allah’a ortak tutulmuş sayılır. Böyle toplumlarda Allah’ın koyduğu ilkeler göz ardı edilir, onun yerine bu kişi ve kurumların sistemleri geçirilir. Böylece kişisel ve toplumsal hayatın düzenlemesinde, alış verişte, mahkemelerde, siyasette, yönetimde onların kararları [şeriatları] esas alınır.

23 - İşte bu, Allah iman eden, salihatı işleyen kullarına müjdelediği şeydir. - De ki: “Ben onun üzerine [bu tebliğime karşı] sizden yakınlıkta sevgiden başka hiçbir ücret istemiyorum.”- Ve her kim bir iyilik/ güzellik yaparsa biz onun için onda iyiliği/güzelliği artırırız. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcıdır, karşılığını verendir.

Bir önceki ayette “büyük lütuf” olarak nitelenen şeylerin bu ayette “iman eden, salihatı işleyen kullarına müjdelediği şey” olduğu açıklanmış ve herkes iman etmeye, salihatı işlemeye davet edilmiştir. Ayetin sonunda Peygamber’e söylettirilen “Ben onun üzerine [bu tebliğime karşı] sizden yakınlıkta sevgiden başka hiçbir ücret istemiyorum” şeklindeki ifade, üzerinde özellikle durulması gereken anlamlar içermektedir.
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 25. April 2009, 10:23 PM   #4
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

MEVEDDETEN Fİ’L-KURBÂ [YAKINLIKTA SEVGİ]

23. ayette yer alan “meveddeten fi’l-kurbâ” ifadesi, bir takım tefsirciler ve bazı çevrelerce farklı yorumlanarak hem fıtri gerçeklere hem de İslam ilkelerine aykırı bir anlayışın zemini haline getirilmiştir.
Aşağıdaki örnekler, söz konusu ibarenin hangi eksenlerde anlamlandırıldığını göstermektedir:

* “Ben sizden sadece akrabalık bağım dolayısıyla bana sevgi beslemenizi ve böylelikle beni korumanızı is*tiyorum” demektir.. Sanki onlara şöyle demiş gibidir: Eğer peygamber olduğum için bana uymuyor iseniz, hiç olmaz*sa akrabalığım dolayısıyla bana uyunuz. Benimle aranızdaki kopardığınız akrabalık bağını yeniden tesis ediniz.
* “Ben sizden yakın akrabalarımı ve Ehl-i Beyt'imi sevmenizden başka herhangi bir ücret istemiyorum.”
* “Ben sizden size getirdiklerimin karşılığında [Allah için] birbirinizi sevmenizden ve O'na itaat ile yakınlaşmanızdan başka bir ücret istemiyorum.”
* “Ben sizden Al*lah'a sevgi beslemenizden ve itaat etmek suretiyle O'na yakınlaşmanızdan başka bir şey istemiyorum.”
Konumuz olan 23. ayet ile ilgili bir başka iddia da, Allah’ın, yaptığına karşılık Resulullah’a ücret istettiği, tebliğden karşılık beklettirdiği ve daha sonra da bu karardan caydığıdır. İbret için naklediyoruz:

Bazıları da “Ayet-i Kerime nesholmuştur” demişlerdir. Çünkü bu ayet Mekke'de inmiştir. Müşrikler Rasûlullah (sav)'a eziyet ediyorlardı. Bu*nun üzerine bu ayet inmiş ve Yüce Allah onlara Peygamber (sav)i sevmelerini, onun akrabalık bağını gözetmelerini emretmiştir. Mekke'den Me*dine'ye hicret edip Ensar onu barındırıp ona yardım edince, Yüce Allah da onu“Ben sizden bunun için herhangi bir ücret de istemiyorum. Benim mükâfatım ancak âlemlerin Rabbine aittir (Şuara/109, 127, 145, 164, 180)” diyen diğer peygamber kardeşlerine katmayı murad edince, üzerine: “De ki: Ben sizden buna karşılık -akrabalıkta sevgiden başka- ücret istemem” buy*ruğunu indirdi. Böylelikle bu buyruk, hem bu ayet-i kerime ile hem de Yü*ce Allah'ın “De ki: Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum ve ben ken*diliğimden bir şeyler uyduranlardan da değilim (Sad/86)”; “Yoksa sen onlardan ücret mi istersin? Rabbinin verdiği rızk daha hayırlıdır (Mu'minun/23/72)” ve “Yoksa sen onlardan ücret mi istiyorsun da bu neden*le onlar borçtan dolayı ağır bir yük altına mı girmişler? (Tur/40)” buy*rukları ile nesholdu. Bu açıklamayı ed-Dahhak ile el-Huseyn b. el-Fadl yap*mışlardır. Ayrıca Cuveybir bunu ed-Dahhak ve İbn Abbas'tan da rivayet et*miştir. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

Ayetin Nüzul Sebebi:


Bu âyetin ne sebeple indiği hususunda (tefsir alimleri) farklı görüşlere sa*hiptirler. İbn Abbas dedi ki: Peygamber (sav) Medine'ye geldiğinde öyle bir*takım olaylarla karşı karşıya geliyor ve öyle birtakım hakları yerine getirmek durumunda oluyordu ki; elinde bulunanlar bunları yerine getirmeye yetmi*yordu. Bunun üzerine Ensar: “Şüphesiz Allah bu zat sayesinde si*zi hidayete iletmiştir. Ayrıca o sizin kardeşinizin oğludur. O elindeki imkânların el vermediği birtakım olaylarla ve yerine getirmek durumunda olduğu haklarla karşı karşıya kalmaktadır. Haydi, onun için bir mal toplayalım!” de*diler ve bunu yaptılar. Sonra da bu topladıkları malı götürüp ona verdiler, bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
el-Hasen de şöyle demiştir: Bu âyet-i kerime, Ensar ile Muhacir karşılıklı olarak öğünmeye koyulunca nazil olmuştur. Ensar: “Biz şunları yaptık” diye öğündü, muhacirler de Rasûlullah (sav)'a olan yakınlıkları ile öğündüler. Miksem'in İbn Abbas'tan rivayetine göre, o şöyle demiştir: “Rasûlullah (sav) bir*takım sözler kulağına gelince, bir hutbe irat etti ve Ensar’a şunları söyledi: “Sizler önceden zelil olup benim sayemde Allah sizi aziz kılmadı mı? Sizler önceden sapık olup benimle Allah sizi hidayete eriştirmedi mi? Sizler önce*den korku içerisinde iken benimle Allah sizi emniyete kavuşturmadı mı? Ni*çin bana cevap vermiyorsunuz?” Onlar, “Sana ne diye cevap verelim?” diye sor*dular. Şöyle buyurdu: “Diyebilirsiniz ki: Senin kavmin seni kovunca biz se*ni barındırmadık mı? Senin kavmin seni yalanlayınca biz seni tasdik etmedik mi?" Böylece onlara pek çok şey sayıp döktü. Bunun üzerine (Ensar) dizleri üzerlerine çöküp “Canlarımız ve mallarımız senindir” dediler: Bu sefer: "De ki: Ben sizden buna karşılık -akrabalıkta sevgiden başka- ücret iste*mem" buyruğu nazil oldu. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

Peygamberlerin tebliğlerine karşılık hiçbir ücret istemedikleri, almadıkları birçok ayette açıkça bildirilmiştir:

Bir zamanlar kardeşleri Nuh onlara demişti ki: “Siz takvalı olmaz mısınız? Şüphesiz ki ben, sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık, Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Artık, Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin!” (Şuara/109)

De ki: “Ben, buna karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Sadece ve sadece Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen kimseler istiyorum.” (Furkan/57)

De ki: “Benim sizden istediğim ücret; işte o sizin içindir [sizin Allah’a yaklaşmanızdır]. Benim ecrim ancak Allah'a aittir. Ve O, her şeye şahittir.” (Sebe'/ 47)

De ki: “Ben ona [Kur’ân'a] karşı sizden bir ücret istemiyorum. Ben yükümlülük getirenlerden [kendiliğinden bir şeyler uyduranlardan, külfet getirenlerden, başa iş çıkaranlardan] de değilim. (Sad/86)

“Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun verdiği elçilik görevini iletmemiş [yerine getirmemiş] olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Allah kesinlikle, küfre batmış topluluğa doğru yolu göstermez.” (Maide/67)

Yukarıdaki ayetlerden de açıkça anlaşıldığı gibi, vahyin tebliğine karşılık ücret talebinde bulunmak caiz değildir. Nuh peygamberden Resulullah’a kadar hiçbir elçi, görevinin karşılığında ücret istememiş ve almamıştır:
Yusuf/104, Şuara/109, 127, 145, 164, 180, Sebe/47, Ya Sin/ 21, Sad/86, Yunus/72, Hud/29, 51, Şûra/23, Kalem/46, Tur/40 ayetlerinden de görmekteyiz ki, Rabbimiz hiçbir peygamberine yaptığı görev karşılığında herhangi bir ücret istetmemiştir. Dolayısıyla, peygamberimizin de kimseden herhangi bir ücret istemesi mümkün değildir. Buna, akrabalarının gözetilmesini, sevilmesini istemek de dâhildir. Zira netice itibariyle böyle bir istek de bir çıkardır, menfaat sağlamaktır.
Böyle olmasına rağmen, Şûra/23’teki “yakınlarda sevgi istiyorum” ifadesi, peygamberimizin yakınlarına, ehlibeytine sevgi duyulmasını istediği yolundaki asılsız rivayetlerin etkisiyle “yakınlarımı, ehlibeytimi sevmenizi istiyorum” şeklinde yorumlanmıştır. Hâlbuki ayette iyelik belirten herhangi bir zamir veya işaret yoktur. Bu ifade, “Allah’a giden yolu istemeniz, Allah’a yakınlık için sevgi oluşturmanız” anlamındadır. Aksi durum, yani peygamberimizin yakınları için bir talepte bulunması hâli ise mümkün değildir, zira böyle bir istek elçilik ilkelerine aykırı düşmektedir. Zaten ayetlerin siyak ve sibakı da hitabın hep kâfirlere olduğunu göstermektedir. Muhatap kâfirler olduğuna göre, onlardan bir karşılık, bir mükâfat beklemek de anlamsızdır. Çünkü kâfirler peygamberi kabul etmemekte ve onunla kıran kırana mücadele etmektedirler. Böylesi bir çekişmenin olduğu ortamda taraflardan birinin karşı taraftan kendi yakınlarının sevilmesini istemesi ise son derece mantıksızdır.
Elçilerin yaptıkları görev karşılığında herhangi bir ücret istememeleri, elçiliklerinin gerçek bir kanıtıdır. Zira elçiler görevlerini sadece hiçbir çıkar gözetmeden yapmakla kalmamakta, bunun da ötesinde, rahat hayatlarını bırakarak bütün işlerini terk etmekte; adlarının deliye, yalancıya, sihirbaza çıkmasına göğüs germekte; inanmayan yakınlarıyla ilişkilerinin kopmasını göze almakta ve üstüne üstlük bir sürü işkenceye de katlanmak zorunda kalmaktadırlar. Gerçek elçi olmayan birinin geçici çıkarları uğruna bütün bunları göze alması mümkün değildir. Tam aksine, gerçek elçi olmadığı hâlde bu yolla hükümdar ve önder olmak için hareket eden bir kişi, toplumun hoşuna gitmek için onların geleneklerini, önyargılarını kabullenir ve bunlardan yararlanma yoluna gider. Oysa Kur’an’dan öğrendiğimize göre, peygamberimiz sadece bu tür önyargıları kökünden baltalamakla kalmıyor, aynı zamanda kabilesinin Arabistan putperestleri üzerinde etki ve egemenlik kurmalarını sağlayan ana unsuru da yerle bir ediyordu.

24 – Ya da onlar, “Allah’a karşı yalan uydurdu” mu diyorlar. İşte eğer Allah dilerse senin de kalbini mühürler; batılı yok eder ve sözleriyle hakkı gerçekleştirir. Şüphesiz ki O, göğüslerde bulunan şeyleri çok iyi bilendir.

Bu ayette de yine müşriklerin “Kur’an’ı Muhammed’in kendisi uydurdu” şeklindeki ithamlarına cevap verilmiştir. Böyle olmadığı, Peygamber’in böyle bir şey yapmaya teşebbüs etmesi halinde Allah’ın onun kalbini de mühürleyeceği, o zaman onun da müşriklerden bir farkının kalmayacağı; Peygamber’in Allah adına kendisinden ortaya hiçbir şey atamayacağı, Allah’ın buna kesinlikle izin vermeyeceği sert ifadeler ile bildirilmiştir.

Eğer o [elçi; Muhammed] bazı sözleri Bizim sözlerimiz olarak ortaya sürseydi,
Kesinlikle ondan sağ elini koparırdık [tüm gücünü alırdık].
Sonra ondan can damarını mutlaka keserdik.
Sizin hiç biriniz ona siper de olamazdınız.” (Hakka/44-47)



25 – Ve O, kullarının tövbesini kabul eder, kötülüklerden affeder ve sizin işlemekte olduğunuz şeyleri bilir.
26 – Ve O, iman etmiş ve salihatı işleyenlere icabet eder ve onlara lütfundan daha fazlasını verir. Kâfirler ise; şiddetli bir azap onlar içindir.

Bu ayetlerde Rabbimiz Kendisini tövbeleri kabul eden, kullarının kötülüklerini affeden, iman edip salihatı işleyenlere icabet eden, onları yaptıklarının kat kat fazlasıyla ödüllendiren olduğunu bildirerek kullarını umutlandırmakta ve teşvik etmektedir. Buna rağmen nankörlük edenleri ise kendilerine ulaşacak şiddetli bir ceza ile uyarmaktadır.

Kim bir kötülük işler yahut nefsine zulmeder, sonra da Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah'ı çok bağışlayıcı ve çok merhametli bulur. (Nisa/110)

Ve kullarım, sana Benden sordukları zaman; biliniz ki şüphesiz Ben çok yakınımdır. Bana dua edince, duacının duasına cevap veririm. O halde reşit olmaları için onlar da Bana karşılık versinler ve bana inansınlar. (Bakara/186)

27 – Ve eğer Allah rızkı kullarına yaysaydı/döşeseydi [bol bol verseydi], kesinlikle yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Velâkin O [Allah] dilediğini belli bir ölçüye göre indiriyor. Şüphesiz ki O, kullarına en çok haberi olandır, en iyi görendir.
28 – Ve O, insanlar ümitlerini kestikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini yayandır. Ve O, Hamîd’dir [övülmeye layık olandır], Veli’dir.

Bu ayetler, 26. ayetteki “Ve O, iman edip salihatı işleyenlere icabet eder ve onlara lütfundan daha fazlasını verir” açıklaması bağlamında zihinlerde oluşan “Peki ama müminler niçin sıkıntı içindeler?” tarzındaki soruya cevap niteliği taşımaktadır.

Ayetin Nüzul Sebebi:


Bu ayetin nüzulü ile ilgili olarak şöyle denilmiştir: Ayet, Suffe ehlinden bir takım kimselerin geniş rızk sahibi olmayı temenni etmeleri üzerine inmiş*tir. Habbab b. Eret dedi ki: “Ayet bizim hakkımızda indi. Biz Nadiroğulları, Kureyza ve Kaynuka oğullarının mallarına baktık, o mallara sahip olma*yı temenni ettik. Bunun üzerine bu ayet indi. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

“Bu buyruk, Mekke ehline sonunda ümit kesinceye kadar yedi yıl süre ile yağmur yağmaması, sonra da Yüce Allah'ın yağmuru yağdır*ması üzerine inmiştir. (Mukatil)

Yüce Allah şayet müminlere çok şeyler vermiş olsaydı, onlar yine ondan daha fazlasını isteyecek*lerdi. Belki de zenginleşmeleri yüzünden azacaklardı, taşkınlık yapacaklardı. İnsanoğlu, karakteri gereği, bir zenginlik ve iktidar elde ettiğinde büyüklenir, büyüklük taslar. Ama bir sıkıntı, bir bela ve istenmeyen bir durumun içine düştüğünde yıkılır, mahzunlaşır, Allah’ı hatırlar.

Hayır, hayır! Dönüş Rabbine olmasına rağmen insan, kendi*ni yeterli gördüğünde [zengin olduğuna inandığında], kesinlikle azar [tuğyan eder]. (Alak/6-8)

Çoğaltma yarışı sizi eğlendirip oyaladı. (Tekasür/1)

Ve Biz insanlara bir rahmet tattırdığımız zaman onunla şımarırlar. Ellerinin önceden yaptığı şeyler sebebiyle kendilerine bir kötülük isabet ederse, hemen onlar umutsuzluğa düşerler. (Rum/36)

Ve Allah rızk konusunda kiminizi kiminize fazlalıklı kılmıştır. Kendilerine fazlalık verilenler, kendi rızklarını sağ ellerinin malik olduklarına, hepsi onda eşit olmak üzere vermezler. O halde bunlar Allah’ın nimetini bilerek inkâr mı ediyorlar? (Nahl/71)

Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit hayatta [dünya hayatında] onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. (Zuhruf/32)

29- Ve göklerin, yeryüzünün yaratılması ve o ikisinde [göklerde ve yerde] her dâbbehden/canlıdan türetip yayması, O’nun ayetlerindendir. Ve O, dilediği zaman onların hepsini toplamaya gücü yetendir.

Bu ayet de Rabbimizin Kendisini tanıttığı ayetlerdendir. Gökleri ve yeryüzüyle tüm evreni yaratması, en küçüğünden en büyüğüne kadar yeryüzünü sayısız canlılarla donatması, işlerliğe koyduğu fiziksel, biyolojik yasalarla evrende mükemmel işleyen mucizevî sistemler kurması, Yüce Allah’ın varlığının, ilminin, kudretinin delillerindendir. Ayet, Rabbimizin yarattığı tüm varlıkları kontrolü altında tuttuğu, onları hiçbir zaman kendi hallerine bırakmadığı mesajını vererek sona ermektedir.
Ayetteki “dabbeh [canlılar]” ifadesi hem şekilleri, renkleri, dilleri, tabiatları, cins ve nevileri farklı olan insan, fil, balina gibi büyük canlıları, hem de bakteri ve virüs gibi mikro canlıları kapsamaktadır.


Ve O, kendilerine binesiniz, hem de ziynet olsun diye atları, katırları ve eşekleri yarattı. Ve şimdi bilmediğiniz şeyleri yarattı. (Nahl/8)

Ayetteki “o ikisinde [göklerde ve yerde] her dâbbehden/canlıdan türetip yayması”ifadesi, kanaatimizce hayatın sadece dünyada değil, diğer gezegenlerde de olduğuna işaret etmektedir.

30 – Ve size musibetten isabet eden şeyler, işte kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir. O da çoğunu affediyor.
31- Ve siz yeryüzünde aciz bırakıcılar değilsiniz. Ve sizin, Allah’ın astlarından bir Yakınınız yoktur, yardımcınız da yoktur.

Bu ayetlerde, insanın lehinde veya aleyhinde tecelli eden tüm olayların onun bizzat kendi fiillerinin birer sonucu olduğu; bunlardan bir kısmının Rabbimiz tarafından bertaraf edildiği, affedildiği vurgulanmaktadır.
Daha sonra kimsenin Allah’a karşı duramayacağı, Allah’tan başka gerçek veli’nin [yardım eden, yol, gösteren, aydınlatan ve koruyan bir yakının] olmadığı bir kez daha hatırlatılmaktadır.
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 25. April 2009, 10:23 PM   #5
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

MUSİBET” SÖZCÜĞÜYLE KASTEDİLEN NEDİR?


Ayette geçen “musibet” sözcüğünü dünya ve ahiretteki musibetlerin tümü olarak anlamak mümkündür. Ağrılar, acılar, hastalıklar, kıtlıklar, boğulmalar, yıldırım çarpması, kısaca hoşa gitmeyen her şey dünyadaki musibetlerdendir. Bu musibetlerin insana amellerinin tam karşılığı olarak verilmiş cezalar olduğu düşünülmemelidir. Bunlar uyarı amaçlı olarak tattırılmış nahoş durumlardır.
Ayetteki “kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzünden” ifadesi, her musibetin işlenen kötü bir davranışa karşılık tattırılmış bir ceza olduğu şeklinde değerlendirilebileceği gibi, insan edimlerinin fiziksel, biyolojik ve toplumsal yasaları harekete geçirdiği; insana acı veren olayların arkasında da yine bu yasaları harekete geçiren insan edimlerinin olduğu şeklinde de değerlendirilebilir. Çünkü Rabbimiz bizi fiziksel, biyolojik ve toplumsal yasalarla çevrelediği bir dünyada yaşatmaktadır. Bu yasalar, kendilerini harekete geçiren insan edimlerine anında veya belirli bir süre içinde cevap verecek şekilde düzenlenmiştir. Mesela hastalık denen musibet, ille de kula verilmiş bir ceza olarak değil, kulun biyolojik yasaları harekete geçiren kusurlu yaşam tarzının bir sonucu olarak da değerlendirilebilir. Böyle değerlendirildiği takdirde, Rabbimizin insanları musibetlerle sınaması, insanların Rabbimiz tarafından bu musibet türlerini üreten fiziksel, biyolojik ve toplumsal yasalarla çevrelenmiş olduğu anlamına gelir. Çünkü insana acı veren musibet nitelikli olay ve olgular Allah’ın yaratışındaki kusurlar değildir. Allah dileseydi bütün bu acı veren musibetlerin gerçekleşmeyeceği bir evrensel düzen de kurabilirdi. Bu nedenle, “Allah’ın sınaması” olgusunu, O’nun insanı musibetlerle denemeye elverişli bir dünyada yaşatması olarak da anlayabiliriz. Dolayısıyla, insan bir iş yapar, bu işin karşılığında da evrensel etki-tepki yasası yürürlüğe girer. Buna şöyle bir örnek verilebilir: Bir toplum, kendi içindeki yoksulları koruyup gözetmezse, buna tepki olarak toplumsal yasalar tetiklenir, insanlar arasında kıskançlık, gerginlik, huzursuzluk başlar. Fuhuş, hırsızlık, derbederlik gibi olaylar yaygınlaşarak toplumu tehdit eden bir musibete dönüşür. Böylece bir toplum, kendi elleriyle işlediği bir kusurun karşılığını bir ölçüde tatmış olur.

Dönmeleri için; insanların elleriyle kazandıkları yüzünden, yaptıklarının bir kısmını onlara tattırmak için karada ve denizde fesat/kargaşa çıktı. (Rum/41)

Esas musibet ise amele bire bir denk olacak olan ahiret musibetleridir:

Eğer sabrederseniz ve takvalı davranırsanız, evet [sizi Rabbiniz destekler]. Ve eğer onlar, ansızın üzerinize gelseler, Rabbiniz size işaretlenmiş/ eğiten/gönderilmiş beş bin melekle yardım eder. (Al-i Imran/25)

O [Bu iş], Sizin kuruntularınızla ve Ehlikitab’ın kuruntularıyla değildir. Kim kötülük yapan onunla cezalandırılır. Ve o kendisi için Allah’ın astlarından bir Yakın Kimse ve bir yardımcı bulamaz. (Nisa/123)

Ve iman edenler, zürriyetleri de iman ile kendilerine tâbi olanlar; işte Biz, onların zürriyetlerini de kendilerine kattık. Kendilerinin amellerinden bir şey eksiltmedik. Herkes kendi kazandığıyla rehindir. (Tur/21)

Sonra da Yahudileşen kimselerden olan zulüm, onların birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları halde faiz almaları ve insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle kendilerine helâl kılınmış temiz şeyleri haram kıldık. Ve onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık. (Nisa/160, 161)

Denizde dağlar gibi akıp gidenler de O'nun ayetlerindendir. Eğer O dilerse rüzgârı durdurur da giden gemiler denizin sırtında duruverirler. Şüphesiz bunda tüm çok sabreden ve çok şükreden kimseler için nice ayetler vardır. Yahut O [Allah], onların kazandıkları şeyler sebebiyle onları [gemileri] helâk eder. Birçoğunu da bağışlar. Ve ayetlerimiz hakkında mücadele edenler kendileri için kaçacak bir yer olmadığını bilirler. (Şura/32- 35)

Ayetteki “O da çoğunu affediyor” ifadesinden anlıyoruz ki, Rabbimiz insanların birçok kusurunu da rahmeti gereği dikkate almamakta, yürürlüğe koymamaktadır.

Ve eğer Allah, kazanmakta oldukları şeyler dolayısıyla insanları sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, onun sırtında [yeryüzünde] hiç bir dabbehi [canlıyı] bırakmazdı. Velâkin onları, adı konmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman da artık şüphesiz Allah kendi kullarını en iyi görendir. (Fatır/45)

Şüphesiz Biz, emaneti [güvenliği, düzeni, dengeyi] göklere, yere ve dağlara yaydık da, onlar, onu taşımaya yanaşmadılar, ondan [güvenliğin, düzenin, dengenin alıp götürülmesinden] korktular. Ve onu insan taşıdı. Şüphesiz o [insan], çok zalim ve çok cahildir. (Ahzab/72)

32 -35- Denizde dağlar gibi akıp gidenler de O'nun ayetlerindendir. Eğer O dilerse rüzgârı durdurur da giden gemiler denizin sırtında duruverirler. Şüphesiz bunda tüm çok sabreden ve çok şükreden kimseler için nice ayetler vardır. Yahut O [Allah], onların kazandıkları şeyler sebebiyle onları [gemileri] helâk eder. Birçoğunu da bağışlar. Ve ayetlerimiz hakkında mücadele edenler kendileri için kaçacak bir yer olmadığını bilirler.

Bu ayet gurubunda Rabbimiz evrenin işleyişine koyduğu bazı ölçü ve yasalara dikkat çekmektedir. Suya kaldırma kuvveti, rüzgâra da itme kuvveti veren Allah’tır. İstese bu yasasını bozuverir ve insanlığı bu fiziksel nimetlerinden mahrum bırakarak cezalandırabilir.
30. ayette olduğu gibi, Rabbimiz bu pasajda da “Birçoğunu da bağışlar” buyurarak suçların bir kısmını bağışladığını bildirmiştir. Ayetin son cümlesinde “Ve ayetlerimiz hakkında mücadele edenler kendileri için kaçacak bir yer olmadığını bilirler” denilmiştir. Bununla, Allah’a karşı mücadele edenlerin çıkış yollarının olmadığı, olmayacağı bildirilerek biran evvel akıllarını başlarına almaları mesajı verilmektedir.

Şu, âyetlerimizi yalanlayan ve onlara karşı büyüklenenlere, işte onlara göğün kapıları açılmayacak ve deve [veya halat] iğne deliğinden geçmedikçe onlar cennete girmeyeceklerdir. Biz suçluları işte böyle cezalandırırız. (A’raf/40)

36 -39 - İşte, verilen herhangi bir şey basit hayatın kazanımıdır. Sadece dünya hayatının geçici bir menfaatidir. Allah katında bulunanlar ise; iman etmiş ve sadece Rablerine tevekkül eden kimseler, günahın büyüklerinden ve hayâsızlıktan kaçınan ve öfkelendikleri zaman bağışlayan kimseler, Rablerinin çağrısına cevap veren, salâtı ikame eden, işleri de kendi aralarında Şura [görüşme, danışma] olan, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak eden kimseler ve kendilerine bağy [bir zulüm ve saldırı] isabet ettiği zaman birbirleriyle yardımlaşan/ intikam alan kimseler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır.

Bu ayet gurubunda Rabbimiz, lütfuna mazhar olan müminlerin özelliklerini sayarak kendi katındaki nimetlerin müminler için dünya nimetlerinden, tüm kazanımlarından daha hayırlı ve kalıcı olduğunu bildirmektedir.
Rabbimizin övgüsüne mazhar olan müminler şu özellikleri taşıyanlardır:
* İman etmiş ve sadece Rablerine tevekkül eden kimseler
* Günahın büyüklerinden ve hayâsızlıktan kaçınan ve öfkelendikleri zaman bağışlayan kimseler
* Rablerinin çağrısına cevap veren kimseler,
* Salâtı ikame eden kimseler,
* İşleri de kendi aralarında Şura [görüşme, danışma] olan kimseler,
* Rızıklandırıldıkları şeylerden infak eden kimseler
* Kendilerine bağy [bir zulüm ve saldırı] isabet ettiği zaman birbirleriyle yardımlaşan/ intikam alan kimseler.

Bu ayet gurubunda, dünyadaki zenginlik ve bolluğun, makam ve mevkiin ancak geçip giden basit hayatın bir geçimliği olduğu; dolayısıyla onunla övünmemek, ona bel bağlamamak gerektiği mesajı verilmektedir. Bu ayet gurubunun inişiyle ilgili olarak klasik kaynaklarda bazı kişilerin adları verilmişse de, Rabbimizin beyanı genel olup tüm zamanlardaki insanlara yöneliktir.

BÜYÜK GÜNAHLAR [GÜNAH-I KEBÂİR]

Büyük günahların neler olduğu, bazı rivayetlere dayanılarak yapılan içtihatlar doğrultusunda aşağıdaki gibi belirlenmiştir:
* Haksız yere adam öldürmek
* Zina etmek
* İffetli bir bayana kötülük isnat etmek
* Savaşta, hücum anında cepheden kaçmak
* Sihirbazlık yapmak
* Yetim malını yemek
* Müslüman ana-babaya asi olmak
* Faiz yemek
* Hırsızlık yapmak
* Alkolik olmak, aklı işe yaramaz hale getirmek
* Emredileni yapmamak, yasakları yapmakla aileye karşı istikameti terk etmek
* Küçük sayılmasına rağmen ısrarla, devamlı yapılan her türlü küçük günah
* Şirk

Sıralamanın sonunda yer alan “şirk” bir günah değil, kâfirliğin ta kendisidir. Günah, imanlı insanların yaptıkları kusurlu davranışlara denir. Bu nedenle “şirk”in günahlar arasında sayılması yanlıştır.
Bize göre “büyük günah”, Rabbimizin Kur'an'da, önüne “büyük” sıfatı eklediği suçlardır. Bu suçlar tespitlerimize göre şunlardır:

* Haram Ay'da savaşmak:

Sana Kutsal Ay'dan, bu ayda savaşmaktan soruyorlar. De ki: “Onda [o ayda] savaşmak büyüktür [büyük günahtır], …” (Bakara/217)

Haram aylar, Hacc yapılan ve Arap geleneğine göre savaşın yasak olduğu aylardır. Bu ayeti “işaret”, “delâlet” ve “iktiza” anlamlarını dikkate alarak günümüze uyarlarsak “büyük günah”ın uluslararası eğitimin, öğretimin, bilim alış verişinin ve ticaretin yollarını güvensiz hâle getirmek ve engellemek olduğu söylenebilir.

* Yetim malı yemek:

Ve yetimlerinize mallarını verin. Temizi pise değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Bunu yapmak kesinlikle büyük bir suçtur. (Nisa/2)

Bu ayetin günümüz şartlarındaki direktiflerinden birisi de “Kamu mallarının talan edilmemesi ve kamu geliri olan verginin kaçırılmaması”dır. Çünkü bugün yetimin velisi ve hamisi kamudur.

* Rızk endişesiyle çocukların öldürülmesi:

Ve yoksulluk kaygısıyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları ve sizi biz rızıklandırırız [besleriz]. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır. (İsra/31)

Bu ayet, bugüne kadar Arapların kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleri ve erkek çocuklarını putlara kurban etmeleri şeklinde açıklanmıştır. Hâlbuki ne kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi, ne de erkek çocuklarının putlara kurban edilmesi ayetin vurguladığı yoksulluk kaygısı ile yapılmış eylemlerdir. Bu ayetin “yoksulluk kaygısı” vurgusu göz önüne alındığında, günümüz için işaret ettiği “büyük günah”, bize göre yoksulluk bahanesiyle geç dönemde yaptırılan kürtajlar ve yine yoksulluk bahanesiyle erkek veya kız çocukların eğitim ve öğretimden mahrum bırakılmaları suretiyle geleceklerinin karartılmasıdır.

* Kişinin yapmayacağı şeyi “yapacağım” demesi:

Ey inananlar! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında gazap bakımından büyüdü [büyük bir suç, günah olarak belirlendi]. (Saff/2 - 3)

Bu ayetteki direktifler, her ne kadar ayetlerin iniş sebebi olarak gösterilen Uhud savaşında cepheden kaçanları muhatap alır gözükse de, tüm yalan taahhütte bulunanları, yapmayacağı halde “yapacağım” diyerek kendilerine inanan ve güvenen insanları kandıranları, sözlerini yerine getirmeyerek insanları hayal kırıklığına uğratanları muhatap almaktadır. Bu tipler, hatırlanacağı üzere Nass suresinde “Neffasati fi’l-ukad [sözleşmelerine tükürenler]” olarak nitelenmişti.

MÜMİNLERİN TAŞIDIĞI DİĞER ÖZELLİKLER

Rabbimiz, razı olacağı kul tipini Kur’an’da şöyle tanımlamaktadır:

Ve Rahman’ın kulları öyle kimselerdir ki onlar, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahil kimseler kendilerine lâf attığı zaman “Selâm!” derler.
Onlar [Rahman’ın kulları], Rabblerine secdeler ve kıyamlar ederek gecelerler.
Ve onlar [Rahman’ın kulları]; “Rabbimiz! Cehennem azabını bizden sav! Doğrusu onun azabı daimî bir helâktir. Orası cidden ne kötü bir karargâh, ne kötü bir ikametgâhtır!” derler.
Ve o kimseler [Rahman’ın kulları], harcadıklarında israf etmezler, sıkılık da etmezler ve bu ikisi arasında bir denge olmuştur.
Ve işte o kişiler [Rahman’ın kulları], Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah’ın haram kıldığı canı öldürmezler. -Ancak Hakk ile öldürürler.- Zina da etmezler. -Ve kim bunları yaparsa, günahla karşılaşır. Kıyamet günü azabı kat kat olur ve orada, alçaltılarak sürekli olarak kalır. Ancak tövbe eden, iman eden ve salihi işleyenler müstesna. İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Ve her kim tövbe eder ve salihi işlerse, kesinlikle o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.-
Ve o kimseler [Rahman’ın kulları], yalan yere tanıklık etmezler, boş bir şeye rastladıkları zaman saygınca geçerler.
Ve o kimseler [Rahman’ın kulları], kendilerine Rabblerinin ayetleri hatırlatıldığında ise, onlar üzerine sağırca ve körce yıkılmazlar [davranmazlar].
Ve o kişiler [Rahman’ın kulları], “Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve nesillerimizden göz aydınlığı olacaklar ihsan et. Ve bizi muttakilere önder kıl!” derler.
İşte onlar [Rahman’ın kulları], sabretmelerine karşılık ğurfede [cennetin en yüksek makamlarında], orada ebedî kalacaklar olarak mükâfatlandırılacaklar, orada hürmet ve selâmla karşılanacaklardır -orası ne güzel bir karargâh ve ne güzel bir ikametgâhtır!- (Furkan/63- 76)

Kızgınlık Halinde Bağışlamak:

Rabbinizden olan mağfiret ve eni göklerle yer kadar olan cennete [kavuşmak için] yarışın; o, muttakiler için hazırlanmıştır.
Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar [daki hakların]dan bağışlama ile [vaz] geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever. (Al-i İmran/133, 134)


Salâtın İkamesi:


Bu ifade bilindiği gibi “namazın dosdoğru kılınması” olarak çevrilegelmiştir. Bizim çalışmalarımızı izleyenler bilirler ki, buradaki salât “sosyal destek” demektir. “Salâtın ikamesi” de “sosyal destek kurumlarının kurulması ve sürekli ayakta tutulması” demektir. Namaz başka ayetlerle farz kılınmıştır.

Şura:

Rabbimiz ayetinde övdüğü müminleri “-İşleri de kendi aralarında Şura [görüşme, danışma] olan kimseler” olarak nitelemiş ve “Şura”nın önemine dikkat çekmiştir. Zira bir toplum kendi aralarında, karşı karşıya kaldıkları sorunlar ile ilgili istişare edecek olursa, mutlaka işlerinde en doğru karara ulaşırlar. Şura problemleri çözme konusunda insanların birbirleriyle kaynaşmalarının, en ince noktalara kadar akıl yürütmelerinin ve doğruyu bulmalarının en ileri derecedeki sebebidir. Bundan dolayıdır ki, Rabbimiz ayetin işaret anlamıyla toplumu ilgilendiren bütün işlerin toplumda danışma ile yürütülmesi gerektiği prensibini koymaktadır.


İşte sen (o zaman) sırf Allah'ın rahmetiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla, onlar için mağfiret dile. İşlerde onlara da danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et. Muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever. (Al-i Imran/59)

Dikkat edilirse bu ayet gurubunda “öfkelendikleri zaman bağışlayan kimseler, … kendilerine bağy [bir zulüm ve saldırı] isabet ettiği zaman birbirleriyle yardımlaşan/ intikam alan kimseler” ifadesi yer almaktadır. Görünürde bu ifadeler birbiriyle çelişmektedir.

Bu problemi iyi anlamak için önce af çeşitlerini ele almak gerekir:
a- Öyle olaylar vardır ki, suçluyu affetmek suçlunun suçunun yatışmasına ve suçundan vazgeçmesine vesile olur.
b- Öyle olaylar da vardır ki, suçlunun affı suçlunun suçunun artmasına; öfke ve kininin kuvvetlenmesine, ileride daha büyük sorun olmasına sebep olur.
39. ayette konu edilen afv ile suçlunun cezalandırılması seçenekleri, bu farklı iki afva göredir. Kötülüğü artıracak affa yer yoktur.

Eğer onları, kendilerine dokunmadan önce boşar ve mehri de kesmiş bulunursanız, o zaman borç, o kestiğiniz miktarın yarısıdır. Ancak kadınlar veya nikâh akdini elinde bulunduran kimse bağışlarsa başka... Ve bağışlamanız takvaya daha yakındır. Aranızdaki fazlalığı da unutmayın. Şüphesiz O [Allah], yaptıklarınızı en iyi görendir. (Bakara/237)

Ve o kimseler [Rahman’ın kulları], yalan yere tanıklık etmezler, boş bir şeye rastladıkları zaman saygınca geçerler. (Furkan/72)

Sen afvı/malın fazlasını al, ‘urf [örf, Kur’ân ayetleri öbeği] ile emret ve cahillerden de yüz çevir. (A’raf/199)

Ve Allah’a çağırıp/yakarıp salihi işleyen ve “Ben müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır? Ve güzellikle çirkinlik/iyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel şeyle sav. O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sımsıcak bir Yakın’dır. (Fussılet/33, 34)

Sen, kötülüğü en güzel bir tutumla sav, Biz onların yakıştırmakta oldukları şeylerin çok iyi biliriz. (Mü’minun/96)

Ey iman etmiş olan kimseler! Şüphesiz eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. O nedenle, onlardan sakının. Ve eğer affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoş görür ve bağışlarsanız, bilin ki, şüphesiz Allah çok bağışlayan çok merhamet edendir. (Tegabün/14)

Ve eğer ceza verecek olursanız da sizin cezalandırıldığınızın misli ile ceza verin. Ve eğer sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır. (Nahl/126)

Derken, Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Davud, da Calut’u öldürdü ve Allah, kendisine hükümdarlık ve hikmet [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] verdi. Ona dilediği şeylerden de öğretti. Eğer Allah’ın insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla savması olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı [bozulur giderdi]. Fakat Allah, âlemler üzerinde büyük bir lütuf sahibidir. (Bakara/251)

Kendilerine savaş açılan kimselere kendileri zulme uğramaları nedeniyle izin verildi. Ve şüphesiz ki Allah onları zafere ulaştırmaya gücü yetendir. (Hacc/39)

Bu konuda Yusuf peygamberden bir örnek de verilmiştir. O, kendisine kötülük yapan kardeşlerini affetmiştir:

O [Yusuf] dedi ki: “Siz cahiller iken Yusuf’a ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?"
Onlar [Yusuf’un kardeşleri]: “Yoksa sen, sahiden Yusuf musun?” dediler. O [Yusuf]: "Ben Yusuf'um, bu da kardeşim. Kesinlikle, Allah bizi nimetlendirdi. Şüphesiz kim takvalı davranır ve sabrederse, artık hiç şüphesiz Allah, iyi, güzel işler yapanların mükâfatını zayi etmez” dedi.
Onlar dediler ki: “Allah’a yemin olsun, Allah seni gerçekten bize üstün kıldı. Ve biz gerçekten hatalılar idik.”
O [Yusuf] dedi ki: “Bugün size bir ayıplama ve azarlama yoktur. Allah sizi mağfiretiyle bağışlasın. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir. Şu gömleğimi götürün de babamın yüzüne koyun, basîr [ayıplanan, dalga geçilen hastalıktan kurtulmuş] hâle gelir [derbederlikten kurtulur]. Ve bütün ailenizi bana getirin.” (Yusuf/89- 92)

Ayrıca İslam tarihine baktığımızda, bu ayetleri en iyi anlayan ve en iyi uygulayan Resulullah’ın birçok olayda bize örnek olduğunu görmekteyiz:
* Hudeybiye senesi Ten'îm dağından inerek canına kasteden seksen kişiyi affetmiş; onları cezalandırmaya gücü yettiği halde ve intikam alabilecekken onlara ihsanda bulunmuştu.
* Aynı şekilde Ğavras b. Hâris'i de affetmişti. Ğavrâs, Resulullah uyurken kılıcını kınından çıkararak Resulullah’ı öldürmek istemişti. Elinde kılıç, yalın halde iken Resulullah uykusundan uyanmış, ona engel olmuş, o da kılıcı elinden bırakmıştı. Resulullah kılıcı almış, ashabını çağırarak kendisinin ve bu adamın durumunu onlara bildirmiş, sonra da onu bağışlamıştı.
* Aynı şekilde kendisini zehirlemek isteyen Lebîd b. A’sam’ı da affetmiş, ona karşılık vermemiş, gücü yettiği halde onu cezalandırmamıştır.
* Yine Bedir, Uhud ve Hendek savaşında kendisine düşman olanlar Müslüman olunca onları da affetmiştir. Kimseye şahsi kin gütmemiştir.

Ayette övülen müminler, “sadece Rablerine tevekkül eden kimseler” olarak tanıtılmıştır. Tevekkül kısaca “kişinin, acizliğini ortaya koyarak ‘Vekil’ olan Allah’ı kendisine vekil tutması, yani inanç olarak varlığını ve varlığının devamını rızk, terbiye ve koruma bakımından Allah’a bırakması, her türlü sonucun kendisi için en iyisi olacağını kabullenmesi ve sonuca razı olması”; diğer bir ifadeyle de, kişinin azimden [her türlü hazırlığı yapıp kesin karar verdikten] sonra sonucu “Vekil”e [varlığı ayakta tutan, sürdüren, koruyan ve rızk veren Allah’a] bırakması” demektir. Tevekkül konusunun detayı daha evvel Furkan suresinin tahlilinde verilmiştir. (Tebyinü’l Kur’an; c. 3, s. 391)

40- Ve bir kötülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür. Ama kim affeder ve düzeltirse artık onun ücreti Allah’a aittir. Şüphesiz ki O, zalimleri sevmez.
41 – Kim de zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa, işte onların aleyhine bir yol yoktur.
42 - Yol ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık eden kimseler aleyhinedir. İşte onlar, kendileri için acı bir azap olanlardır.
43 - Her kim de sabreder ve kusuru bağışlarsa, şüphesiz işte bu, kesinlikle işlerin azmindendir.

Rabbimiz bu ayetlerde toplumsal ilkelere değinmiştir. 39. ayette müminler hakkında “kendilerine bağy [bir zulüm ve saldırı] isabet ettiği zaman birbirleriyle yardımlaşan/ intikam alan kimseler” buyrularak bazı suçluların affedilmesi değil cezalandırılmaları istenmişti. Bu pasajda da cezalandırmada uygulanacak temel ilkeler belirlenmiştir. Böylece Rabbimiz insanlığa yol göstermekte, toplumlar için yapılacak yasaların hangi ilkeler doğrultusunda yapılması gerektiğini öğretmektedir.
“Ve bir kötülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür” ifadesiyle, bir suça verilecek cezanın o suça denk olması ilkesi getirilmiştir. Çünkü noksan ceza verme de, fazla ceza verme de suçluya zulüm sayılır. Suça misli ile karşılık ise adalettir. Dikkat edilirse, ayette kötülüğe karşı verilen ceza da “kötülük” olarak nitelenmiştir. Çünkü her iki fiil de, yani hem suç hem de ona verilen ceza kötü bir durumdur. Zira ceza, isabet ettiği kimseyi her zaman üzer.

Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam kaleler içinde bulunsanız bile. Ve onlara bir iyilik erişirse “Bu, Allah’tandır” derler, bir kötülüğe uğrarlarsa, “Bu, sendendir.” derler. De ki: “Hepsi Allah'tandır.” Bunlara rağmen bu topluma ne oluyor ki, hepten söz anlamaz oluyorlar? (Nisa/78)
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 25. April 2009, 10:23 PM   #6
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Ey iman etmiş olan kişiler! Öldürmede/öldürülenlerde kısas size farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın... Ama her kim, onun [ölenin] kardeşi tarafından bir şey karşılığı bağışlanırsa, o zaman örfe uymalı, ona güzellikle ödemelidir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve bir rahmettir. Artık kim sınırları aşarsa artık acı veren azap onun içindir. (Bakara/178)
Eğer onları, kendilerine dokunmadan önce boşar ve mehri de kesmiş bulunursanız, o zaman borç, o kestiğiniz miktarın yarısıdır. Ancak kadınlar veya nikâh akdini elinde bulunduran kimse bağışlarsa başka. Ve bağışlamanız takvaya daha yakındır. Aranızdaki fazlalığı da unutmayın. Şüphesiz yaptıklarınızı en iyi görendir. (Bakara/237)

Ve sizden fazlalık ve genişlik sahibi kimseler akrabaya, miskinlere, Allah yolunda göç edenlere vermemekten geri dursunlar; bağışlasınlar, hoş görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah Gafur’dur, Rahîm’dir. (Nur/22)

Haram ay haram aya karşılıktır. Ve bütün haramlar kısastır [birbirine karşılıktır]. O halde kim size saldırdıysa, siz de ona yaptığı saldırının aynısıyla saldırın. Ve Allah’a takvalı davranın. Ve bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir. (Bakara/194)

Ve eğer ceza verecek olursanız da sizin cezalandırıldığınızın misli ile ceza verin. Ve eğer sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır. (Nahl/126)

Ve Biz onda [Tevrat’ta] onlara, Zata zat, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş yazdık. Yaralara kısas vardır. Bununla beraber kim kısas hakkını bağışlarsa, bu kendisi için keffaret olur. Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir. (Mâide/45)

Ve Allah’a çağırıp/yakarıp salihi işleyen ve “Ben müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır? Ve güzellikle çirkinlik/iyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel şeyle sav. O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sımsıcak bir Yakın’dır.
Buna [olgun davranışa] ancak sabredenler kavuşturulur, buna ancak büyük bir pay sahibi olan kavuşturulur. (Fussılet/33-35)

Ve o kişiler, Allah’ın birleştirilmesini istediği şeyi birleştirirler. Rablerine haşyet duyarlar ve hesabın kötülüğünden korkarlar.
Ve o kişiler Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmişler, salatı ikame etmişler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık infak etmişlerdir. Ve onlar çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldırırlar. İşte bu yurdun akıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından salih olanlar oraya [adn cennetlerine] gireceklerdir. Melekler de her kapıdan yanlarına girerler: “Sabrettiğiniz şeylere karşılık size selam olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!” (Ra’d/22)

44 – Ve Allah her kimi saptırırsa artık bundan sonra onun için hiçbir Veliy yoktur. Ve sen, azabı gördüklerinde zalimlerin: “Geri dönüş yerine bir yol var mıdır?” dediklerini görürsün.
45 – Ve sen, onları zilletten dolayı başları öne eğilmiş, göz ucuyla gizli gizli etrafa bakarlarken ona [ateşe] sunulduklarını göreceksin. İman etmiş kimseler de: “Şüphesiz zarara uğrayanlar, kendilerini ve ehillerini [ailelerini, yakınlarını] kıyamet günü zarara uğratmış olan kimselerdir.” dediler. Gözünüzü açın! Şüphesiz zalimler devamlı bir azap içerisindedirler.
46 – Onlar için Allah’ın astlarından kendilerine yardım edecek hiçbir Veliyy yoktur. Allah kimi de saptırırsa, artık onun için herhangi bir yol yoktur.

Bu ayet gurubunda zalimlerin ahiretteki durumları sergilenmektedir. Doğruya çağrıldıkları halde sapkınlıklarında kalmayı tercih eden zalimler ahirette düştükleri aşağılık durumdan dolayı başları öne eğilmiş, göz ucuyla gizli gizli etrafa bakarlarken ateşe sunulacaklardır. İnsan, korkunç bir şeyle karşılaştığında ve eli kelepçelendiğinde korkudan, utançtan hemen gözlerini kapatır, fakat yine de kendini bakmaktan alamayarak göz ucuyla o şeyin kendisine ne kadar yakın olup olmadığına bakar. Sonra da yeniden korku ile gözlerini kapatır. İşte, cehenneme sevk edilen insanların o anki halleri de buna benzeyecektir. Aktarılan sahne çok ürkütücüdür. Bu sahnelerin şimdiden anlatılması kâfirleri uyarmak içindir.
44. ayetin başında ve 46. ayetin sonunda “Allah kimi saptırırsa ...” ifadesi yer almıştır. Bunun ne anlama geldiği, Tekvir suresinin sonunda “Meşiet” başlığı altında (Tebyinü’l Kur’an; c.1, s. 176) detaylı olarak açıklanmıştı. Doğru yoldan sapan aslında insanın kendisidir. Allah ise onun sapmasına izin vermiştir ve onun fiilini yaratmıştır. Aksi durum onun özgürlüğüne müdahale olurdu.

Ey iman etmiş kimseler! Kendisinde hiçbir alış verişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan infak edin. Ve kâfirler, zalimlerin ta kendileridir. (Bakara/254)

… Bu, Allah’ın mucizelerindendir. Allah’ın kılavuzluk ettiği doğruyu bulmuştur. Allah kimi şaşırttıysa da, sen ona yol gösteren bir Yakın Kimseyi asla bulamazsın.” (Kehf/17)

Ve onların, ateşin üzerinde durduruldukları zaman: “Ah, ne olurdu dünyaya döndürülseydik, Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık ve müminlerden olsaydık!” deyiverdiklerini bir görsen!
Aksine, işin aslı daha önce gizleyip durdukları açığa çıktı. Geri çevrilselerdi yine menedildikleri şeye mutlaka dönmüşlerdi. Evet onlar gerçekten yalancıdırlar. (En’am/27, 28)

Suçluları, Rablerinin huzurunda başları öne eğilmiş olarak: “Ey Rabbimiz! Gördük ve dinledik, şimdi bizi geri çevir de salih bir amel işleyelim, biz artık kesin bir şekilde inanıyoruz” derlerken bir görsen! (Secde/12)

47 – Allah’tan, kendileri için dönüş yeri olmayan geri çevrilemeyecek gün gelmeden önce, Rabbinize icabet ediniz. O gün, sizin için sığınacak bir yer yoktur, sizin için inkâr da/ tanınmamak da yoktur.

Zalimlerin ahiretteki halleri nakledildikten sonra, bu ayette de ilahî rahmet gereği tüm insanlar Rabbimizin davetine icabet etmeye çağrılmış, insanlara O’ndan başka sığınacak kapı olmadığı, yaptıklarını inkâr ederek ya da tanınmayacağı umuduna kapılarak hesaptan kurtulmanın söz konusu olmadığı mesajı verilmiştir.

İşte, göz şimşek gibi çaktığı, Ay tutulduğu ve Güneş ve Ay bir araya getirildiği zaman, işte o gün insan, “Kaçış nereye / Kaçacak yer neresi?” der. Hayır… Hayır… Sığınak diye bir şey yoktur. O gün varıp durmak sadece Rabbinedir / O gün varılıp durulacak yer, sadece Rabbinin huzurudur. (Kıyâmet/10-12)

48 – Buna rağmen eğer onlar yüz çevirirlerse bilsinler ki, Biz seni onların üzerine bir bekçi olarak göndermedik. Sana düşen sadece tebliğdir. Ve Biz, şüphesiz insana tarafımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevindi; eğer elleriyle yaptıkları yüzünden kendilerine bir kötülük isabet ederse de, o zaman görürsün ki şüphesiz o insan çok nankördür.

Bu ayette Resulullah teselli edilip asli görevi bir kez daha hatırlatıldıktan sonra insanın psikolojik yapısına değinilmiştir:
Ayetteki “ حفيظhafîz [bekçi]” sözcüğü, “amellerini gözetleyip bundan dolayı onları hesaba çekecek biri; iman etmedikleri sürece onlardan ayrılmayacak, üzerlerinde bir görev*li; onları iman etmeye zorlayan muhafız” demektir.

Şüphesiz Biz bu kitabı sana, insanlar için hak ile indirdik. O halde kim doğru yolu bulduysa artık kendi lehinedir. Kim de saptıysa artık o, sırf kendi aleyhine olarak sapar. Ve sen onların üzerine vekil değilsin. (Zümer/41)

Elçinin görevi sadece tebliğdir:

“Ey Rasül! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun verdiği elçilik görevini iletmemiş [yerine getirmemiş] olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Allah kesinlikle, küfre batmış topluluğa doğru yolu göstermez.” (Maide/67)

Ve Biz, elçileri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Küfretmiş olan kişiler de hakkı, batılla iptal etmek [ortadan kaldırmak] için mücadele ediyorlar. Ve onlar, ayetlerimizi ve korkutuldukları şeyleri alaya aldılar. (Kehf/56)

48. ayetin sonundaki “Ve Biz, şüphesiz insana tarafımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevindi; eğer elleriyle yaptıkları yüzünden kendilerine bir kötülük isabet ederse de, o zaman görürsün ki şüphesiz o insan çok nankördür” ifadesi, daha evvel pek çok ayette de yapıldığı gibi, insanın genel psikolojik yapısını anlatan bir ifadedir.

49, 50 - Göklerin ve yeryüzünün hükümranlığı yalnız Allah'ındır. O, dilediğini yaratır, dilediğine kız çocuk bahşeder, dilediğine de erkek çocuk bahşeder.
Yahut Allah onları erkek ve kız olmak üzere eşleştirir. Dilediğini de kısır kılar. Şüphesiz O, en iyi bilendir, çok güçlü olandır.

Evrende mutlak hâkimiyetin Rabbimizde olduğunu vurgulayarak başlayan bu ayetler bağımsız bir necmdir.
Rabbimizin yaratma konusundaki mutlak hâkimiyeti, dilediğini dilediği gibi yaratması şeklinde tecelli etmektedir. Yaratılış kanununda insanların en fazla ilgisini çeken hususlardan biri, neslin devamını sağlayan çocuk sahibi olma, çocukların cinsiyetleri ve çocuk sahibi olamama gibi durumlardır. Rabbimizin bu husustaki uygulaması, O’nun tüm insanları kapsayan genel bir yasasıdır [sünnetullah]. Bu yasanın işleyişine peygamberler de dâhildir. Çünkü onlar da bu yasaya göre muamele görürler; kimisinin erkek çocukları, kimisinin de kızları olur, kimisi de diğer insanlar gibi kısır kalırlar. Nitekim peygamberler tarihine bakıldığında, Lut peygamberin sadece kızlarının olduğu; İbrahim peygamberin oğullarının olduğu; Resulullah’ın ise Kasım, Tâhir, Abdullah ve İbrahim adlarında dört oğlunun, Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma adlarında da dört kızının olduğu; Yahya peygamberin ise hiç çocuğunun olmadığı görülür. İsa peygamberin evlenip evlenmediği, çocuğunun olup olmadığı ise bilinmemektedir.

Ve onlar Onlar, Allah’a kızlar isnad ediyorlar. – O [Allah], bundan münezzehtir. – Kendileri için de iştahlandıkları şey [oğlan çocukları] vardır.
Ve onlardan biri kadın ile [kız doğum haberi ile] müjdelendiği zaman içi öfkeyle dolarak yüzü kapkara kesilir.
Kendisine verilen müjdenin kötülüğü, dolayısıyla kavminden gizlenir; zillet ve horluğa rağmen onu [kızı] yanında mı tutsun yoksa toprağa mı gömsün! Dikkat edin onların verdikleri hüküm [töreleri] ne kötüdür! (Nahl/57-59)

Yoksa O, yarattıklarından kızlar edindi de oğulları size mi seçti?
Onlardan biri, Rahman’a örnek vurduğu ile müjdelendiği zaman yüzü simsiyah kesilir. Ve o yutkunan biridir.
Ve yoksa onlar, mücevherler içerisinde yetiştirilip de mücadelede apaçık olmayanı mı? (Zuhruf/16-18)

51- Ve bir beşer için, bir vahiy ile veya perde arkasından yahut bir elçi gönderip de izniyle dilediğini vahyetmesi dışında Allah’ın kendisiyle konuşması olmaz. Şüphesiz O, Aliyy’dir Hakîm’dir.

Bu ve bundan sonraki ayetler de bağımsız birer necmdir.
Bu ayette Rabbimizin beşer ile nasıl temas kurduğu bildirilmektedir. Allah bir beşer ile doğrudan konuşmaz; ya kalbe ilka eder, ya perde arkasından ona hitap eder, ya da elçi gönderir de Allah’ın izniyle ona vahyeder.
Allah'ın herhangi bir insanla karşılıklı konuşması müm*kün değildir. Allah, insanlar ile ancak şu üç şekilde konuşur:
1- Vahy yoluyla: Vahiyden maksat, ilahî bilginin kalbe atılması, kazınmasıdır. Peygamberlere gelen vahiylerin ekserisi bu yolla olmuştur. Ayrıca Rabbimiz Musa'nın annesine de bu yolla vahyetmiştir:

Sonra oraya vardığında o bereketli toprak parçasındaki vadinin sağ tarafından, bir ağaçtan seslenildi: “Ey Musa! Hiç şüphesiz ki Ben, âlemlerin Rabbi Allah’ın ta kendisiyim! Ve asanı at! -Asayı yılan gibi deprenir görünce de dönüp arkasına bakmadan kaçtı.- Ey Musa! Beri gel, korkma. Kesinlikle sen emniyette olanlardansın. Elini koynuna sok, kusursuz bembeyaz çıkacaktır. Korkudan kanadını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin delildir. Şüphesiz ki onlar, yoldan çıkan bir kavim olmuşlardır.” (Kasas/30-32)

2- Allah'ın bir elçi göndererek o elçi aracılığı ile kuluna mesaj iletmesidir. Bu da Allah’ın Zekeriya peygamberi yollayarak Meryem’e mesajlarını iletmesi gibidir.

Sonra ehliyle kendisi arasına bir perde edinmişti de Biz ona ruhumuzu gönderdik, sonra o [ruhu getiren elçi], ona [Meryem’e] mükemmel bir beşeri örnek verdi.
O [Meryem]: “Ben senden Rahman’a sığınırım. Eğer sen takiyy [takva sahibi birisi / takiyy] isen...” dedi.
O [Elçi, Zekeriyya]: “Ben sadece, sana tertemiz bir delikanlı bağışlamam / bağışlamak için, Rabbinin elçisiyim” dedi. (Meryem/17- 19)

3- Perde arkasından vahyedilmesi: Bu tür mesaj iletmede elçi sesi duymakta fakat konuşan görülmemektedir. Peygamberimizin son sidre ağacına bir şeyler bürünerek perde oluştuktan sonra ilk vahyi alması ile Musa peygambere Tur’da bir ağaç ve ateşin perdelemesi ile perde arkasından vahyedilmesi buna örnektir.

Ona, onu müthiş kuvvetleri olan öğretti.
O, üstün akıl sahibi. Ki istiva etmiştir O.
Ve O, en yüksek ufukta idi.
Sonra yaklaştı ve hemen sarktı.
İki yay uzunluğu kadar, ya da daha yakın olmuştu.
Hemen de kuluna vahyettiğini vahyetti.
Gönlü, gördüğünü yalanlamadı.
Onun gördüğü şeyden kuşku mu duyuyorsunuz? [onun gördüğü şey hakkında onunla mücadele mi ediyorsunuz?]
Ant olsun onu, başka bir inişte daha gördü.
Son sidrenin yanında.
Ki onun yanında oturulan bahçe vardır.

O zaman sidreyi kaplayan kaplıyordu. (Necm/5-16)
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 25. April 2009, 10:24 PM   #7
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Konumuz olan 51. ayetin iniş sebebi hakkında “Esbab-ı Nüzul” kayıtlarında şu nakle yer verilmiştir:

Yahudiler Peygamber (sav)'e: “Musa Allah ile nasıl konu*şup O'na nasıl baktı ise, sen de eğer gerçek bir peygamber isen O'nunla böy*le konuşmalı ve O'na böyle bakmalısın. Bunu yapmadığın sürece biz sana iman etmeyeceğiz” dediler. Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Şüphesiz ki, Musa Yüce Allah'a bakmadı [O'nu görmedi].” Bunun üzerine Yüce Allah'ın “Allah bir insanla ancak (ya) vahiy yolu ile konuşur ...” buyruğu indi. Bu rivayeti en-Nekkaş, el-Vahidî ve es-Sa'lebî zikretmişlerdir. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)
52, 53- İşte böylece Biz sana da kendi emrimizden/ kendi işimizden olan ruhu vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir nur/ışık yaptık. Hiç kuşkusuz sen de dosdoğru bir yola; göklerde ve yerde bulunanlar kendisi için olan O Allah’ın yoluna kılavuzluk etmektesin. Gözünüzü açın bütün işler yalnız Allah'a döner.

Ayette yer alan “kendi emrimizden/ kendi işimizden olan ruhu vahyettik” ifadesi, vahiy gönderme işinin Rabbimize has bir iş olduğu, bunun kimse tarafından yapılmadığı ve yapılamayacağı, vahiy göndermede hiçbir varlığın aracı kullanılmadığı şeklinde açıklanabilir. Bu vurgu, vahyin [ruhun] konu edildiği tüm ayetlerde vardır.
Ayette dikkat çeken bir diğer nokta da vahyin “ruh” olarak nitelenmiş olmasıdır. “Ruh” sözcüğü Kur'an'da “İlâhî esinti, vahy/bilgi” anlamında kullanılmıştır. Vahyin bilgisizlikten dolayı ölü sayılan kalbe hayat verdiği, canın bedendeki işlevi ne ise vahyin de insanlık için aynı işlevi gördüğü, bu işlevi dolayısıyla bireyi ve toplumu kokuşmaktan koruduğu düşünülürse, “ruh” sözcüğünün sözlük, ansiklopedik ve dinî terim anlamlarıyla Kur'an'daki anlamı arasında bir paralellik var gibi gözükebilir. Ancak sözcüğün kullanıldığı ayetler incelendiğinde, bu paralelliğin “ruh”un ne olduğu konusunda değil, sadece insan üzerindeki etkileri konusunda olduğu anlaşılır.
Kur'an'da bahsedilen “ruh” [ilâhî esinti, vahiy] sadece bilerek ve isteyerek bu ruha sahip olan ve onu hayatına geçiren kişilere ve toplumlara anlamlı bir canlılık veren, onları kokuşmaktan koruyan bir şeydir. Fakat asla ölümün dışındaki canlılığı temsil eden ve her türlü rezilliği de kapsayan sihirli bir nefes değildir:

Ve sana ruhtan sorarlar. Deki: “Ruh Rabbimin emrindendir [işindendir] . Size ise az bilgiden başka, bir şey verilmemiştir.” (İsra/85)

O Refi'dir, dereceleri yükseltendir, Arş'ın sahibidir. Buluşma günü hakkında uyarmak için kendi emrinden/ kendi işinden olan ruhu kullarından dilediğine ilka eder[bırakır]. (Mümin/15)

“Ruh” konusu daha evvel Kadr suresinin tahlilinde “Ruh”, “Ruh Sözcüğünün Kur'an'daki Kullanımı”, “Ruh/Vahiy Niçin ve Kime İndirilir?” ve “Ruhun Üfürülmesi” başlıkları (Tebyinü’l-Kur’an; c:1, s: 482-492) altında genişçe ele alındığından, detayın oradan okunmasını öneriyoruz.

Ayette “Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir nur/ışık yaptık” buyrularak Kur’an’ın ışık ve kılavuz olma niteliğine de değinilmiştir. “Kullarımızdan dilediğimizi ...” ifadesi, Kur’an’dan herkesin yararlanamadığı mesajını vermektedir.

İşte bu kitap; kendisinde kuşku yoktur, gaybde iman eden, salâtı ikame eden, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak eden, sana indirilene ve senden önce indirilene iman eden muttakiler -ki bunlar, ahirete de kesinlikle inanırlar- için bir kılavuzdur. (Bakara/2-4)

Onlar ki, onlara iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılan, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılmış bulacakları o Ümmî Peygamber, o Elçi'ye uyarlar. O hâlde, o'na iman eden, o'na kuvvetle saygı gösteren, o'na yardımcı olan ve o'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. (A’raf/157)

Ey insanlar! Kesinlikle Rabbinizden size apaçık bir kanıt geldi. Ve Biz size apaçık/açıklayan bir nur [ışık] indirdik. (Nisa/174)

Ey kitap ehli! Kesinlikle Kitap’tan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açığa koyan, çoğundan da vazgeçen Bizim elçimiz size geldi. Kesinlikle size, Allah’tan bir ışık ve apaçık bir kitap geldi. (Maide/15)

Öyleyse, Allah'a, Elçisine ve Bizim indirdiğimiz nura [ışığa] inanın. Ve Allah yaptıklarınıza haberdardır. (Tegabün/8)

Elif, Lâm, Râ. Bu, Bizim sana, insanları Rablerinin izni ile karanlıklardan aydınlığa; Aziz’in, Hamîd’in yoluna çıkarman için indirdiğimiz bir kitaptır. (İbrahim/1)

Allah doğrusunu en iyi bilendir.





العصمة للّه وحده - el-Ismetü lillâhi vahdeh

[Kusursuzluk sadece Allah’a mahsustur]…
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
62şura, suresi


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 07:30 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam