hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > NÜZUL SIRASINA GÖRE TEBYîNÜ'L -KUR'AN İŞTE KUR'AN ve VİDEOLARI Hakkı Yılmaz > İniş Sırası ile Sureler > 54. Hicr Suresi

 
 
Seçenekler Stil
Alt 7. February 2009, 09:55 PM   #1
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart Tahlil

1 – اElif [1], لlam [30], ر ra [200]. Bunlar, Kitap’ın ve apaçık / açıklayıcı bir Kur`an`ın ayetleridir.

Sure, Yunus ve Yusuf surelerinde olduğu gibi “ اE, لL, ر R” harfleriyle başlamış ve hemen arkasından yine vahye dikkat çekilmiştir. Yunus suresinin tahlili yapılırken aynı harflere değinilmiş, geçmiş dönemlerde bu harfler hakkında yapılan bazı yakıştırmalara misaller verilmişti:
- “Rabb benim, Ben Rabbim”,
- “Ben Allah`ım, görürüm”,
- “Ben Allah`ım, Rahman`ım”.
Razi ve Kurtubi gibi zatlar bu harfleri Allah’ın “ الرّحمنer-Rahman” isminde bulunan harflerin dağıtılmış şekli olarak görmüşler, bazıları da onların Ebced Tablosunda sırasıyla 1, 30 ve 200 sayılarını temsil ettiğini ileri sürmüşlerdir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bizim kanaatimiz, bu ve diğer “Mukatta’ Harfler”in Kur’an’ın fiziki yapısına ait bir şifre veya dikkat çekme edatı olabilecekleri yönündedir.
1. Ayetteki “ تلكtilke [bunlar]” zamiriyle Hicr suresinin ayetlerine işaret edilmiştir. Ancak bu yapılırken Hicr suresi ayetlerinin hem Kur’an’ın hem de “Kitap”ın ayetleri olduğunun ifade edilmesi dikkat çekicidir. Çünkü “Kur’an” ile “Kitap” çoğu zaman aynı anlamda kullanılan sözcüklerdir. Böyle olmakla beraber, bu ayette “Kitap” sözcüğünün “ الel” takısı getirilerek “el-Kitap” şeklinde kullanılması, sözcükle Kur’an’dan başka bir şeyin kastedildiğini göstermektedir. Bizim kanaatimize göre, “el-Kitap” sözcüğü ile Kur’an’dan önceki kitaplar, özellikle de Tevrat kastedilmiştir. Nitekim incelendiğinde bu suredeki konuların tahrife uğramış bir şekilde Kitab-ı Mukaddes’te de yer aldığı görülmektedir. “el-Kitap” sözcüğünün Kur’an’dan önce indirilmiş diğer ilahî kitapları da ifade ediyor olması, Hicr suresinde ortaya konulan ilkelerin Kur’an’dan önceki kitaplarda da aynen var olduğu anlamına gelmektedir.
2 - Zaman zaman şu inkâr etmiş olan kişiler, ‘Keşke müslüman olsaydık!’ temennisinde bulunacaklar.
3 - [12] - Böylece Biz onu [Kur’an’ı], günahkârların [suçluların] kalplerine sokarız.

Görüldüğü gibi, resmî sıralamada 12. olarak yer alan fakat bulunduğu yerde teknik bakımdan birçok sorun ortaya çıkaran ve anlaşılamayan ayeti, biz, 2. ayetten sonra sıralamaya almış bulunuyoruz. Niçin böyle yaptığımızı, daha önce aynı konunun vurgulandığı Şuara/200-209’uncu ayetlerini tahlil ederken açıklamıştık. Konunun öneminden dolayı kısaca hatırlatmayı yararlı görüyoruz:

Böylece onu günahkârların kalplerine soktuk. Onlar acıklı azabı görünceye kadar ona iman etmezler.
İşte bu onlara, kendileri farkında olmadan, ansızın geliverecektir.
Sonra da onlar; “Biz mühlet verilenlerden miyiz?” diyeceklerdir.
Onlar Bizim azabımızı çarçabuklaştırmak mı istiyorlar?
Gördün mü, onlara senelerce kazanç sağlatsak, sonra kendilerine vaat edilen gelip çatıverse, o kazandıkları şeylerin kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır.
Ve Biz sadece kendileri için uyarıcılar olan kenti helâk ettik.
Öğüt! Ve Biz, zulmedenler değiliz. (Şuara/200–209)

Görüldüğü gibi, yukarıdaki ayet grubunda, kâfirlerin Kur’an karşısındaki akılsız ve inatçı tutumları ile akıbetleri bildirilmektedir. Bu şüpheci akılsızlar her ne kadar tehdit edildikleri azabın hemen getirilmesini isteyerek inanmaz görünseler de, kafalarının içinde daima bir “acaba?” taşımaktadırlar. Yani, görünüşte inanmaz bir tavır sergileseler de, içlerinden “Ya doğruysa, ya varsa?” diye şüpheye düşmekte ve huzursuz olmaktadırlar:
Bu nedenle, Şuara/200’deki “Böylece onu günahkârların kalplerine soktuk” ifadesini şu şekilde takdir etmek mümkündür: “Biz Kur’an’ı kendi dillerinde indirmek suretiyle gayet iyi anlaşılır kılmakla onların kalplerine öyle bir soktuk ki...”
Şuara/200 ile Hıcr/12 arasındaki tek fark, ayetlerdeki fiilin birinde mazi, diğerinde muzari olmasıdır. Buradan hareket edildiğinde, iki ayet grubu arasındaki tematik benzerlik daha da ön plana çıkmaktadır. Bu da resmî sıralamadaki 12. ayeti niçin 2. ayetin peşine aldığımızı izah eden bir durumdur:

Elif, lam, ra. Bunlar, Kitap’ın ve apaçık / açıklayıcı bir Kur’an’ın ayetleridir. Zaman zaman şu inkâr etmiş olan kişiler, “Keşke Müslüman olsaydık!” temennisinde bulunacaklar. Böylece biz onu [Kur’an’ı], günahkârların [suçluların] kalplerine sokarız. (Hicr/1, 2, 12)

Bu ayetlerde, o günün zorlu kâfirlerinin gün gelip pişman olacakları bildirilmektedir. Bu pişmanlıkları ölüm anındaki ve ahiretteki pişmanlıkları değil, dünyadaki pişmanlıklarıdır. Çünkü her ne kadar inanmamış olsalar bile, Allah’ın afak ve enfüsteki ayetlere dikkat çekerek bu mucizeleri Kur’an ile âdeta tüm gözlere sokması karşısında zaman zaman “Keşke ben de müslüman olsaymışım!" diye temennide bulunmaktadırlar.
Gerçekten de Kur’an’ın etkin mesajının ciğerlerine işlemesi sonucu sürekli tedirgin olan Mekkeli müşriklerin birçoğu, hicretten önce veya sonra pişman olmuşlardır.
İnkarcıların dünyada duyacakları bu pişmanlıktan başka, ölüm anındaki ve ahiretteki pişmanlıkları da birçok ayette konu edilmiştir:

İnsanları, azabın geleceği gün ile uyar. Ki o gün, zalimler; “Ey Rabbimiz! Bizi yakın bir zamana kadar ertele de senin davetine uyalım ve elçilere tâbi olalım.” derler. -Daha önce sizin için zeval olmadığına dair yemin etmemiş miydiniz?- (İbrahim/44)

Kâfirlerin pişman olacaklarını bildiren bu ayetler, sıkıntı içinde yüzen müminler için de kâfirlerin baskılarından kurtulacakları ve küfre karşı galip gelecekleri anlamına gelmesi sebebiyle bir müjde niteliğindedir.

3 - Bırak onları yesinler, yararlansınlar ve emel [boş umut] onları oyalasın. Ama onlar yakında bileceklerdir.

Bu ayette inkârcılara mutlaka cezalandırılacakları yönünde şiddetli bir mesaj verilmektedir. Bu tarz mesajlar Kur’an’ın birçok yerinde görülmektedir:

Ve O’nun yolundan saptırmak için Allah’a eşler kıldılar [oluşturdular]. De ki: “Yararlanınız, çünkü varacağınız yer ateştir.” (İbrahim/30)

Çoğaltma yarışı sizi eğlendirip oyaladı.
Kabirleri ziyaret edişinize dek.
Hayır… Hayır… Yakında bileceksiniz.
Sonra [bir müddet sonra], hayır… Hayır… Yakında bileceksiniz.
Hayır… Hayır… Eğer ki ılmelyakin [kesin bilgi] ile bilirseniz cahimi [çılgınca yanan ateşi] mutlaka görürsünüz.
Sonra [bir müddet sonra] onu aynelyakin [gözle görmüşçesine gerçek olarak] mutlaka göreceksiniz.
Sonra o gün siz nimetten mutlaka sorulacaksınız. (Tekasür/1-8)

Ayette geçen “ املemel” sözcüğü, dinî terminolojimizde genellikle “tûl-i emel” olarak ifade edilir. Tûl-i emel, kişinin dünyaya tutkunluğu, ahireti unutması, kendisini bekleyen akıbeti umursamaması, böylece “açgözlülük, tamah, bitmez tükenmez hırs ve arzulara kapılması, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya aşırı bağlanması” olarak tarif edilir. Yani bu huy, Allah’ın kınadığı, müminlerde olmaması gereken bir huydur.


4 – Ve Biz hiçbir memleketi bilinen bir kitabı olmaksızın helak etmedik.
5 - Hiçbir ümmet, ecelinin önüne geçemez ve geciktiremezler.

Kâfirlerin, kendilerine herhangi bir azabın gelmemesini ileri sürerek peygamberimizin gerçek bir elçi olmadığı yolundaki iddiaları bu ayetlerle reddedilmiş olmaktadır. 3. ayette geçen “yakında bilecekler” tehdidindeki “yakında” ifadesinin de açılımı mahiyetinde olan bu ayetler şu şekilde takdir edilebilir: “Biz hiçbir topluluğu küfür işler işlemez hemen cezalandırmayız. Her topluluğa daveti duyup anlamaları ve hâllerini düzeltmeleri için bir süre veririz. O süre bitinceye kadar onların günahlarına ve kötü hareketlerine müsamaha gösterir, onlara dilediklerini yapma özgürlüğü verir, bekleriz. Onları hemen cezalandırmamamızın, alaylarına ve küfürlerine müsamaha göstermemizin sebebi işte budur.”
Görüldüğü gibi, bu ayetlerde, her memleketin bilinen bir yazgısı olduğu açıklanmış ve o memlekette yaşayan toplumun bu yazgıyı değiştiremeyeceği bildirilmiştir. Hiçbir toplum kendisi için belirlenmiş ecelin önüne geçemez. İnsanlar ve diğer canlılar için var olan ecel, toplumlar için de söz konusudur.
Allah’ın toplumlara koyduğu bu sosyolojik yasa, başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

Ve senden azabı çarçabuk istiyorlar. Eğer belirlenmiş / adı konmuş bir ecel olmasaydı, azap onlara elbette gelmişti. Ve o, hiç farkında olmadıkları bir sırada kendilerine ansızın elbette gelecektir. (Ankebut/53)

Ve her ümmet [toplum] için bir ecel [süre] vardır. O nedenle ecelleri geldiğinde, ne bir an erteleyebilirler, ne de öne alabilirler. (A’râf/34)

Ve eğer Allah, kazanmakta oldukları şeyler dolayısıyla insanları sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, onun sırtında [yeryüzünde] hiçbir “dabbeh”i [canlıyı] bırakmazdı. Velâkin onları adı konmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman da artık şüphesiz Allah kendi kullarını en iyi görendir. (Fatır/45)

Bu konu ile ilgili olarak ayrıca şu ayetlere de bakılabilir: Âl-i Imran/145, A’râf/135, 185, Yunus/11, 49, Hud/104, Hicr/5, İbrahim/10, Nahl/61, Müminun/43.

Yukarıdaki ayetlerden anlaşılacağı üzere, toplumlar da tıpkı insanlar gibi belirlenmiş bir ömrü yaşamaktadırlar. Hiçbiri ne bu ömrün önüne geçebilmekte, ne de bu ömürden geri kalabilmektedirler. Başka bir ifade ile, her toplum, her uygarlık, aynı kanuna tâbi olarak canlı bir organizma gibi doğup büyümekte, yaşlanmakta ve neticede ölmektedir. O hâlde bir toplum, ne kadar egemen ve yükselmiş olursa olsun, süresini doldurduğunda mutlaka yok olup gidecektir. Toplumların yok olup gitmeleri değişik sebeplerle olabilir. Kimisi ahlaki çöküntü sebebiyle, kimisi egemenliklerini yitirerek, kimisi de jeolojik, iklimsel veya biyolojik felaketlerle yok olabilir. Sonuçta mutlaka yok olup gitmek tüm toplumların önlenemez yazgısıdır.
Ecel denen bu mutlak son, gerek insanlar ve toplumlar, gerekse diğer varlıklar için Allah tarafından belirlenmiş bir olgudur. Ecelin Allah tarafından belirlendiği ve her ecelin bir gerekçesi olduğu Kur’an’da açıkça bildirilmiştir:

O, sizi bir balçıktan yaratmış olandır. Sonra “ecel”i gerçekleştirmiştir. Ve adı belirlenmiş ecel onun katındadır. Sonra siz hâlâ kuşkulanıp duruyorsunuz. (En’âm/2)

… لكلّ اجل كتاب Her ecel için bir yazı/kitap vardır. (Ra’d/38)

مسمّى اجل ECEL-İ MÜSEMMA

“Ecel [süre]” sözcüğü Kur’an’da pek çok ayette [Bakara/282, En’âm/2, 60, Hud/3, Ra’d/2, İbrahim/10, Nahl/61, Ta Ha/129, Hacc/3, 33, Ankebut/53, Rum/8, Lokman/29, Fatır/13, 45, Zümer/5, 42, Mümin/67, Şûra/14, Ahkaf/3, Nuh/4] “ecel-i müsemma [adı konulmuş, belirlenmiş süre]” tamlaması içinde geçmektedir. Bu tamlama ile “senesi, ayı, günü ve saatiyle sürenin son anı” kastedilmiş ve ecelin hiçbir şekilde değiştirilemeyeceği vurgulanmıştır.
Ecel ve ecelin değişmeyeceği hakkında A’raf suresinin sonunda bulunan “Ecel” başlıklı yazımızda (Tebyînü’l-Kur’an; c.3, s:168-183) detaylı açıklama yapıldığından, konunun oradan okunmasını öneriyoruz.

4 ve 5. ayetlerde verilen mesaj, İbrahim suresinde daha detaylı verilmiştir:

Sakın zalimlerin yaptıklarından Allah`ın gafil [duyarsız] olduğunu sanma! Ancak O, onları gözlerin dışa fırlayacağı bir gün için erteliyor.
Başlarını dikerek koşacaklar, bakışları kendilerine dönmez ve onların gönülleri bomboştur. (İbrahim/42, 43)

4. ayette geçen “ كتاب معلومKitab-ı ma’lum” ifadesini iki türlü anlamak mümkündür:
* Bu ifade “ecel-i müsemma [adı konulmuş, belirlenmiş süre]” olarak anlaşılabilir. Çünkü her toplumun bir eceli olduğu konusu, yukarıda da açıkladığımız gibi, pek çok ayette dile getirilmiştir:

Ve her ümmet [toplum] için bir ecel [süre] vardır. Onun için ecelleri geldiğinde, ne bir an erteleyebilirler, ne de öne alabilirler. (A’raf/34)

* Söz konusu ifade “gönderilmiş, bilinen kitap” olarak da anlaşılabilir. Bu takdirde, ayetten, helak edilen her kavmin mutlaka kendilerine gönderilmiş bir kitabının olduğu, Rabbimizin elçi göndermeden kimseye azap etmediği sonucu çıkar. Bu husus da yine pek çok ayette dile getirilmiştir:

İşte bu; Rabbinin, halkı gafil iken ülkeleri zulüm ile helak edici olmayışıdır. (Enam/131)

Kim doğru yolu bulursa sırf kendi iyiliği için doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık. (İsra/15)

Ve Biz sadece kendileri için uyarıcılar olan kenti helak ettik. (Şuara/208)

Elçilerden sonra insanların Allah`a karşı bir delilleri olmasın diye müjdeciler ve uyarıcılar olarak elçiler gönderdik. Ve Allah Aziz’dir Ve Hakiym’dir. (Nisa/165)

Ve [inkâr edenler] “Rabbinden bize bir ayet [mucize] getirse ya!” dediler. Onlara ilk sahifelerde olan apaçık deliller gelmedi mi? Ve eğer Biz, onları bundan önce bir azap ile helak etseydik, muhakkak “Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber gönderseydin de, alçak ve rezil olmadan önce Senin ayetlerine uysaydık.” diyeceklerdi. (Ta Ha/133, 134)

6, 7 – Ve onlar: “Ey kendisine Zikr indirilen kişi! Şüphesiz sen cinlenmiş / deli birisin. Eğer doğrulardan isen, bize melekler ile gelmeliydin” dediler.
8 - Biz o melekleri ancak hakk ile indiririz. O vakit de onlar mühlet verilenlerden olmazlar.

Bu ayetlerde, kâfirlerin her zamanki sabit fikirleri olan “mucize göstermeyen bir beşerin elçi olamayacağı” iddiaları ile onlara özgü melek anlayışları dile getirilmektedir.
Mekke ileri gelenlerinin peygamberimize “mecnun [cinlenmiş]” demiş olmalarından iki farklı anlam çıkarmak mümkündür:
1- Müşrikler, “mecnun” sözcüğüyle, peygamberimizin içine cinn girdiğini ve onun cinnin desteğiyle güzel sözler söyleyen biri olduğunu kastetmiş olabilirler. Çünkü Araplar, şairlerin şiirlerini genellikle cinnlerin desteğiyle söylediklerine inanırlar ve her meşhur şairin bir özel cinni olduğunu zannederlerdi.
2- Müşrikler bu sözcükle peygamberimizin içine cinn girdiğini, bu nedenle de normalliğinin bozulmuş, deli, delirmiş biri olduğunu kastetmiş olabilirler.
Biz de sözcüğün bu ayette yaygın olarak kullanılan bu ikinci anlamı ifade ettiği kanaatindeyiz. Zira Mekkeli müşrikler, alaycı bir tavırla dile getirdikleri “elçi-melek” taleplerinde samimi değildirler ve “zikr”in peygamberimize verildiğine inanmadıkları için “mecnun” sözcüğünü hakaret amacı ile söylemiş olmalıdırlar. Bir bakıma şöyle demek istemişlerdir: “Zikrin kendine geldiğini iddia eden kişi! Sen delinin birisin.”
Elçilere “mecnun [deli]” demek müşriklerin ortak üslubu olup daha ön*ceki peygamberlere de aynı şekilde hakaret edilmiştir:

Onlardan önce Nûh`un kavmi de yalanlamıştı. Öyle ki kulumuzu yalanladılar ve “O, cinlenmiştir / delidir.” dediler. Ve o alıkonulmuştu. (Kamer/9)

O [Firavun]; “Size gönderilen bu elçiniz kesinlikle mecnundur” dedi. (Şuara/27)

Firavun ise ordusuyla birlikte yüz çevirmiş ve “Bu bir sihirbazdır, ya da bir delidir” demişti. (Zariyat/39)

Şüphesiz onlar, kendilerine “Allah`tan başka ilâh diye bir şey yoktur” denildiği zaman büyüklük taslıyorlar ve “Şüphesiz biz, mecnun bir şair için ilâhlarımızı bırakır mıyız?” diyorlar. (Saffat/35, 36)

Sonra ondan yüz çevirdiler ve “Öğretilmiş bir deli / cinlenik!” dediler. (Duhan/14)

Bize kavuşmayı ummayanlar da “Bizim üzerimize melekler indirilmeliydi.” ya da “Rabbimizi görmeli değil miydik?” dediler. Ant olsun ki, onlar kendi içlerinde büyüklüklerine inandılar ve büyük bir azgınlık yapmak suretiyle azgınlık ettiler [azgınlaştıkça azgınlaştılar].
Melekleri görecekleri gün; işte o gün, günahkârlara hiçbir müjde [sevinç haberi] yoktur. Ve onlar “Yasak edilmiştir, yasak!” derler. (Furkan/21, 22)

O küfredenler o zikri / Kur`an`ı işittikleri zaman az daha seni gözleriyle gerçekten kaydıracaklardı / devireceklerdi ve "O şüphesiz bir delidir" diyorlardı. (Kalem/51)

İşte böyle, onlardan öncekilere herhangi bir peygamber gelince, onun hakkında da mutlaka onlar; “Bir sihirbazdır!” veya “Bir mecnundur!” dediler. (Zariyat/52)

Hadi sen öğüt ver! Artık sen Rabbinin nimeti sayesinde sen kâhin ve mecnun biri değilsin. (Tur/29)

Sen Rabbinin nimeti sayesinde, mecnun / cinlenmiş / deli değilsin. (Kalem/2)

Arkadaşınızı cin çarpmış değildir. (Tekvîr/22)

Müşriklerin bu ayetlerde bildirilen itirazları, onların eskiden beri devam edegelen geleneksel anlayışlarına ve tepki tarzlarına uygundur. Önceki toplumlar da kendi peygamberlerinden melekleri ve mucizelerini göstermelerini istemişlerdir. Hatta Semud kavmi peygamberin kendisinin melek olması gerektiğini ileri sürmüş, İsrailoğulları da Musa peygamberden Allah’ı kendilerine göstermesini talep etmiştir.

Onlar dediler ki: “Sen, kesinlikle büyülenmişlerdensin! Sen de ancak bizim gibi bir beşersin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir ayet getir.” (Şuara/153, 154)

“Bizden bir tek insana mı, ona mı uyacağız? O takdirde biz kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz” dediler. (Kamer/24)

Onun üzerine altın bilezikler atılmalı veya kendisiyle beraber sımsıkı saflar halinde melekler gelmeli değil miydi?" (Zühruf/53)

Oysa müşriklerin bu isteklerinin gerçekleşmesi, yani meleklerin bedene bürünüp insanlara gözükmesi, “işin bitmesi” anlamına gelmektedir:

Onlar sadece Allah’ın, buluttan gölgeler içinde gelmesini, meleklerin gelmesini ve işin bitirilivermesini mi bekliyorlar? Hâlbuki bütün işler yalnızca Allah`a döndürülür. (Bakara/210)

Ve onlar; “Bu peygambere bir melek indirilseydi ya!” dediler. Eğer Biz bir melek indirmiş olsaydık, iş, mutlaka bitirilmiş olurdu. Sonra da kendilerine göz bile açtırılmazdı. (En’âm/8)

Bize kavuşmayı ummayanlar da “Bizim üzerimize melekler indirilmeliydi” ya da “Rabbimizi görmeli değil miydik?” dediler. Ant olsun ki, onlar kendi içlerinde büyüklüklerine inandılar ve büyük bir azgınlık yapmak suretiyle azgınlık ettiler [azgınlaştıkça azgınlaştılar].
Melekleri görecekleri gün; işte o gün, günahkârlara hiçbir müjde [sevinç haberi] yoktur. Ve onlar “Yasak edilmiştir, yasak!” derler. (Furkan/21, 22)

Gerçekleşecek olan!
“Gerçekleşecek olan” nedir?
“Gerçekleşecek olan” nedir sana ne bildirdi?
Semud ve Ad, Kariah’ı [felaket kapısını şiddetli çalanı, şok edeni] yalanlamıştı.
Sonra, Semud’a gelince; onlar korkunç bir sesle helak edildiler.
Ad’a gelince, onlar gürültülü ve azgın bir fırtına ile helak edilivediler.
[Allah] O fırtınayı üzerlerine yedi gece sekiz gündüz musallat etmişti. Öyle ki, o kavmi içi boş hurma kütükleri gibi oracıkta yere serilmiş hâlde görürsün.
Bak şimdi görebilir misin onlara ait herhangi bir kalıntı?
Firavun, ondan öncekiler ve altı üstüne getirilenler o hata ile geldiler.
Onlar Rabblerinin elçisine karşı geldiler de O [Rabbleri] onları pek şiddetli bir yakalayışla yakalayıverdi.
Şüphesiz Biz; onu size bir ibret yapalım ve belleyici kulaklar bellesin diye sular kabarınca sizi akanda [gemide] Biz taşıdık.
Sur`a bir tek üfleme üflendiği, arz ve dağlar yerlerinden kaldırılıp bir çarpışla birbirine çarpılarak darmadağın olduğu zaman, işte o gün “o olacak” olmuştur.
Ve gök yarılmıştır, artık o, o gün dayanaksızdır.
Melekler onun [semanın] çevresindedirler. O gün Rabbinin Arşını bunların fevkinde sekiz taşır.
O gün siz arz olunursunuz, sizden hiçbir gizli, gizli kalmayacak. (Hakkah/1-18)

Ruh ve melekler saf saf dikildikleri gün. Rahman`ın izin verdikleri dışında hiç kimse konuşamaz. Ve o [izin verilen] doğruyu söyledi.
İşte bu hakk gündür. Artık dileyen Rabbine bir sığınak edinir. (Nebe`/38- 39)

Artık o zorlu bir haykırıştan ibarettir. Bir de bakmışsın ki onlar karşıda duruverirler. Ve “Eyvah bizlere! İşte bu, Din günü’dür” derler. (Saffat/19, 20)

“MELEKLERİN HAKK İLE İNMESİ”

Bu ifadenin doğru anlaşılabilmesi için buradaki “melek” sözcüğünün hangi anlamda kullanıldığının tespit edilmesi gerekir. Eğer “haberci” anlamında kullanıldığı kabul edilirse, meleklerin risalet/mesaj getirmek için indiklerini; “güç” anlamında kullanıldığı kabul edildiğinde ise meleklerin deprem, fırtına gibi yıkıcı felaketler getirmek için indiklerini anlamak gerekir.
Ayetin sonundaki “o vakit ...” ifadesi, buradaki “melek” sözcüğünün “güç” anlamına geldiğini göstermektedir. Zira melekler “haberci” olsalardı, inişleri ile mühlet ortadan kaldırılmaz, tam tersine, topluma mühlet tanınarak sorumluluk meleklerin getirdiği haber ile başlatılırdı.

9 - Hiç kuşkusuz Biz, o Zikr’i Biz indirdik Biz. Ve mutlaka Biz onun için koruyucularız.

Bu ayette, vurgu üstüne vurgu yapılarak Zikr’i bizzat Allah’ın indirdiği ve onu kesinlikle koruduğu, koruyacağı bildirilmektedir. Hemen belirtmek gerekir ki, bu koruma vaadi hem vahiy anını hem de sonraki zamanları kapsamaktadır.
Daha önce Büruc suresinin tahlilinde yaptığımız “Kur’an’ın korunmuşluğu” konusundaki açıklamalarımızı, yararlı olacağına inanarak burada da tekrarlıyoruz:

KUR’AN’IN KORUNMUŞLUĞU

Kur’an’ın Allah tarafından korunduğu ve korunacağı konusu, üzerinde çok tartışılan bir husustur. Özellikle İslâm dininin mensubu olmayan araştırmacılar, bugünkü Tevrat ve İncil’in orijinalliğinin korunamadığının bu din mensuplarınca bile kabul edilmesinden olsa gerek, Kur’an’ın da tahrife uğradığını ispat için gayret göstermektedirler.
Bilindiği kadarıyla bu yöndeki araştırmaların en sonuncusu İngiltere’de Prof. Mingana adında bir ilim adamı tarafından yapılmıştır. Bu şahıs, Dr. Agnes Levis adında birinin III. Halife Osman dönemine veya biraz daha eski bir döneme ait olan bir mushafın birkaç sayfasını bulduğunu ve kopyalarını da kendisine verdiğini iddia ederek mevcut Mushaf ile bu kopyalar arasında farklar olduğunu ileri sürmüştür. Ancak yapılan tetkikler sonucunda, yanlışlığın mevcut mushafta değil, araştırmacıya verilen kopyalarda olduğu anlaşılmıştır.
İslâm ve Kur’an’ın önde gelen hasımlarından olan ve Kur’an üzerinde araştırmaları bulunan İngiliz müsteşrik [oryantalist, doğubilimci] Sir William Muir, yaptığı uzun araştırmaların sonunda bilim adamı sıfatının verdiği sorumlulukla “Metninin bütün servetini on iki asır muhafaza eden bir başka kitap yoktur” demek zorunda kalmıştır.
Ülkemizde de bazıları tarafından kıraat ve fonetik işaretleri ya da seslendirme farklılıkları öne sürülerek tahrif iddialarında bulunulmuşsa da, bu tip farklılıkların cümlenin anlamını etkilemeyen unsurlardan olması sebebiyle bu iddialar itibar görmemiştir.
Ancak; aklını işletebilen her Müslüman’ın Kur’an’ın Allah tarafından nasıl korunduğuna mantıklı bir cevap araması doğaldır, hatta bir görevdir. Çünkü Kur’an, onu tahrife yeltenen tevhit düşmanlarının Tevrat ve İncil’e yaptıkları saldırılara benzer bir saldırıya [Hacc/52, 53, En’âm/112, 113, 121] karşı sigortalanmış olarak çelik kasaların içinde muhafaza edilmemektedir. Bundan dolayıdır ki, Kur’an’ın orijinalliğini muhafaza ettiği bizzat Müslümanlarca mantıklı bir şekilde ispat edilmelidir. Böylece -Müddessir/31’de işaret edildiği üzere- “iman etmiş olanların imanı artsın, kendilerine kitap verilmiş olanlar ile iman sahipleri kuşkuya düşmesin.”
“Benim imanım tamdır, imanımı güçlendirmek için böyle bir şeye ihtiyacım yok” diyenlere, kalbini [imanını] güçlendirmek için Allah’tan ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini isteyen İbrahim peygamberi hatırlatmakta yarar vardır (Bakara/260).
Bizim görüşümüze göre, Kur’an aşağıdaki nedenler dolayısıyla tahrife uğramamıştır.
* Kur’an lâfız, nazım ve içeriği itibariyle bir mucizedir. Bu sebeple herhangi bir eksiltme, arttırma veya değiştirme olsa, deyim yerindeyse hemen sırıtıvermektedir.
* Rabbimiz sayesinde Müslümanlar, erken dönemde harekete geçerek Kur’an’ın kitaplaşmasını gerçekleştirmişlerdir. Böylece çok eski dönemlerdeki el yazması nüshalar ile bugünkü baskıların aynı olduğu görülebilmektedir.
* İlk günden itibaren pek çok insan büyük bir zevkle, aşkla, hazla Kur’an’ı ezberine almak istemiş ve Kur’an’ın lafızlarındaki armonik özellik nedeniyle de bunu kolayca başarmıştır. Böylece tarihin her döneminde Kur’an’ı ezberinde tutan on binlerce hafız mevcut olmuş, bundan dolayı da Kur’an’ın tahrif edilme veya nüshalarının kaybolma riski hiç doğmamıştır.
* Kur’an’ın inmeye başlamasıyla birlikte, Kur’an’ın eğitim ve öğretimi de başlamıştır. Diğer dinlerde dinî eğitimin ruhanîlerin tekelinde olmasına karşılık ruhban sınıfının olmadığı İslâm’da, eğitim ve öğretim, köylü-kentli herkese yönelik olmuştur. Kur’an bir zümrenin veya bir kurumun tekelinde olmadığı gibi, ilk yıllarda bile hiçbir zaman birkaç nüshadan ibaret kalmamıştır. Çok sayıdaki nüshasıyla her Müslüman’ın evine, iş yerine, kütüphanelere, camilere, mescitlere, kitap evlerine girmiş, herkes tarafından okunmuş ve öğrenilmiştir. Böylece yaygın bir öğretim sağlanmış, kötü niyetli kişilerin kişisel boyuttaki tahrif çabaları sonuçsuz kalmıştır.
* Kur’an’ın inmeye başladığı Milâdî 610 yılı, diğer dinlerin ortaya çıkış zamanlarına göre insanlık tarihinin aydınlık bir dönemidir. Bu dönemde birçok eski medeniyet zirve noktasındadır ve olaylar artık kayda geçirilmeye başlanmıştır. Nitekim Musa ve İsa peygamberlerin varlığını ve yaşamını bazı tarihçiler kabul etmezken, peygamberimizin yaşadığı konusunda, hayatı ve kişiliği hakkında hiçbir tereddüt yoktur. Dolayısıyla peygamberimizin tek mucizesi olan Kur’an da, tereddüde yer vermeyen kayıtlarla günümüze gelmiştir.
* İslâmiyet, Musa ve İsa peygamberler zamanındaki gibi yönetilen, değişime uğratılan, mağdur, mazlum, zavallı, garip azınlıklar arasında değil, zengin, hâkim, özgür kentlerde doğmuş ve büyümüş, yöneten, değişime uğratan, güçlü toplumların dini olmuştur. İslâmiyet’in bu özelliği dolayısıyla da Kur’an’ın tahrife uğramış olması mantıklı değildir.
Yukarıda sıralanan maddeler, değişik bakış açıları ile herkes tarafından arttırılabilir ya da azaltılabilir. Ancak Kur’an’ın matematiksel yapısı üzerinde yapılan araştırmalar bu konudaki tüm tartışmaları bitirecek niteliktedir. Henüz tüm detayı ile ortaya çıkarılamamış olsa da, Kur’an’ın şu ana kadar tespit edilen matematiksel özellikleri bile onun hem Allah’tan başkası tarafından yazılmış olamayacağını, hem de yapılacak herhangi bir ilâve ya da eksiltmenin hemen belli olacağını ispatlamaktadır. Kısaca “19 Mucizesi” denilen bu konuyla ilgili olarak daha detaylı bilgi Müddessir suresinin tahlilinde verilmiştir.

“BİZ ONUN İÇİN KORUYUCULARIZ” İFADESİNDEKİ ZAMİRİN KUR`AN`A RACİ OLMASI

Kur’an üzerine çalışma yapanların birçoğu, “Ve mutlaka Biz onun için koruyucularız” ifadesinde geçen “ ه hu [o]” zamiri ile Kur’an’ın değil, peygamberimizin kastedildiğini ileri sürmüşlerdir. Bu takdirde, Allah’ın mutlaka koruyacağı şey Kur’an değil, elçi olmaktadır. Buna göre, ayetteki ifadenin anlamı da “Biz, onun Bizim hakkımızda yalan uydurmasına müsaade etmeyiz” veya “ona bir tuzak hazırlanmasına yahut öldürülmesine karşı onu koruruz” anlamına gelmektedir. Aslında bu anlam da “zikr”in korunmasından başka bir şey değildir. Çünkü buradaki “zikr”, 6. ayette geçen “Ey kendisine Zikr indirilen kişi!” ifadesindeki, elçiye indirilen “zikr”dir. O da elbette ki Kur’an’dır. Dolayısıyla peygamberin korunması, ona indirilen “zikr”in, yani Kur’an’ın korunması demektir. Böyle olmasına rağmen ayetteki ifadeden “elçinin korunacağı” anlamını çıkarmak, hem teknik hem de genel anlamda mümkün değildir.
Bir isim cümlesi olan bu ayet, tüm zamanları, yani hem Kur’an’ın iniş anını hem de sonraki zamanları kapsamaktadır. Zira vahyin düşmanı çoktur. Hatta sonraki ayetlerden öğreneceğimiz gibi, Rabbimiz, “Zikr”i, vahyi, bizzat elçiden, onun İblisinden de korumuştur.

Eğer o [elçi; Muhammed] bazı sözleri Bizim sözlerimiz olarak ortaya sürseydi, kesinlikle ondan sağ elini koparırdık [tüm gücünü alırdık].
Sonra ondan can damarını mutlaka keserdik.
Sizin hiç biriniz ona siper de olamazdınız. (Hakkah/44-47)

Bu koruma, geçmiş tüm peygamberlere yapılan vahiyler için de söz konusu olup Yüce Allah vahyini tasallutlardan koruyarak kendi sözlerinin arasına kul sözü sokturmamıştır:

Biz senden önce hiçbir elçi ve hiçbir peygamber göndermedik ki o bir şey arzuladığı zaman, şeytan onun arzusuna bir şeyler atmış olmasın. Bunun üzerine Allah şeytanın attığı şeyleri giderir. Sonra da Allah, ayetlerini tahkim eder [güçlendirir]. Ve Allah Alim`dir [her şeyi en iyi bilendir], Hakim’dir [yasalar koyan, güçlendirendir]. (Hacc/52)


ALLAH VE “BİZ” ZAMİRİ

Yüce Rabbimiz birçok ayette kendisiyle ilgili olarak “İnna, Nahnü/Biz” zamirini kullanmaktadır.
“Biz, Bizi, Bize, Bizim, Bizden” gibi ifadelerin Allah için kullanıldığı her ayette, Allah’ın sıfatlarının tecellisine yönelik vasıtalı tasarrufların ifade edildiği görülmektedir. Bunu yüzlerce örnekle açıklamak mümkündür. Ancak burada herkesçe bilinen birkaç örnek vermekle yetiniyoruz:

“Şüphesiz Biz sana kevseri verdik.” (Kevser/1)
“Biz, senin için, senin göğsünü açmadık mı?” (İnşirah/1)
“Muhakkak ki Biz onu kadir gecesinde indirdik.” (Kadr/1)

Kur’an’da Allah için kullanılan zamirlerin şu şablona uyduğu açıkça görülmektedir:
1- Allah’ın zatına ve üluhiyetine ait ifadelerde “Ene, İnni/Ben [Birinci Tekil Şahıs] ifadesi kullanılmaktadır.
2- Yine Allah’ın zatına ve uluhiyetine ilişkin olmak üzere, bazı ayetlerde Rabbimiz “Sen, Seni, Sana, Senin” gibi “İkinci Tekil Şahıs” zamirleriyle; diğer bazı ayetlerde ise “O, O’nu, O’na, O’nun” gibi “Üçüncü Tekil Şahıs” zamirleriyle ifade edilmektedir. İster ikinci tekil şahıs, isterse üçüncü tekil şahıs olsun, her iki gurup zamir de “teklik” ifade eder. Allah’ın zatının ve uluhiyetinin söz konusu edildiği hiçbir yerde “Siz” veya “Onlar” gibi çoğul ifadeler kullanılmaz.
Fatiha’da da “Yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Senden yardım isteriz” şekliyle ifade buyrulmuştur.
3- Azametinin, güç ve kudretinin vurgulandığı ayetlerde ise Yüce Allah kendinden “Biz” diye bahsetmektedir.
Bütün dillerde, otorite sahipleri, kendi güç ve kudretlerini anlatırken “Biz” ifadesine başvurmuş, fermanlarında veya söylevlerinde “Biz” ifadesini kullanmışlardır. Bu, Kur’an inmeden de böyle idi, şimdi de böyle devam edip gitmektedir.
Kısaca, Rabbimizin “Biz” ifadesi, Kendisinin azamet ve kibriyasını [büyüklüğünü, ululuğunu] vurgulamak içindir. Meseleye vakıf olan ilim sahipleri Rabbimizin “Biz” ifadelerini “Biz Azimüşşan” olarak ifade etmek suretiyle isabetli bir anlayış ortaya koymuşlardır.

10 - Ve ant olsun ki, Biz, senden önce geçmiş topluluklara da elçiler gönderdik.
11 - Ve onlara herhangi bir elçi gelmeye görsün, mutlaka onunla alay ederlerdi.
12 - Böylece Biz onu [Kur’an’ı], günahkârların [suçluların] kalplerine sokarız.
13 - Onlar ona [indirilen kitaba] inanmazlar, oysaki evvelkilerin sünneti geçmiştir.
14, 15 - Ve Biz onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak da onlar oradan yukarı yükselseler bile, mutlaka, “Gözlerimiz döndürüldü / bulandırıldı. Aslında biz büyülenmiş bir topluluğuz” diyeceklerdir.

Bu ayetlerde, geçmişteki inkârcılarla bağ kurularak Mekkeli müşriklerin de geçmişteki o eski inkarcılar gibi elçilerine karşı muannit ve alaycı davrandıkları bildirilmektedir. Zevk ve sefayı tercih eden, taat ve ibadeti seçtikleri takdirde leziz ve hoş buldukları şeylerden geri kalacaklarını düşünen, bulundukları sosyal statüyü ilah hâline getirmiş olan bu inançsızlar, peygamberleriyle hep alay etmişlerdir. Hele hele kendilerinden mal, mülk, makam ve mevkice aşağı olan birisine itaat edecek olmak, onları iyice çileden çıkarmış olmalıdır. Çünkü kendileri üst sınıftandırlar ve alt sınıftan bir peygambere itaat edecek olurlarsa, mevcut statü farkının ortadan kalkacağını ve ellerinde bulundurdukları siyasi erki başkasına kaptırma durumunda kalacaklarını düşünmüşlerdir. İşte bu sebeplerle, toplumların ileri gelenleri, peygamberliğin kendilerinden aşağıda bulunan sosyal tabakadan birisine verilmesini hiç hazmedememişlerdir.

Onlar [Şuayb’in kavmi] dediler ki: “Ey Şuayb! Biz senin söylediklerinin çoğunu iyice anlamıyoruz. Seni içimizde çok zayıf olarak görüyoruz. Eğer senin grubun [akrabaların, taraftarların] olmasaydı mutlaka seni recm ederdik [taşa tutar öldürürdük]. Ve senin bize karşı hiçbir üstün gücün [galip gelecek durumun] yoktur.” (Hud/91)

12. ayet, yukarıda da belirttiğimiz gibi, gerek teknik gerekse ayetin doğru anlaşılması bakımlarından, bize göre surenin 2. ayetinden sonra gelmektedir ve orada okunmalıdır. Buradaki “onu” zamirinin 11. ayette geçen “alay” olduğu veya “Kur’an’ın günahkârların kalplerini yakacağı” şeklindeki kabullerle 12. ayeti mevcut sıralamadaki yerinde anlaşılır kılabilmek için yapılan bir takım açıklamalar tatminkar değildir:

"Biz böylece onu" sapıklığı, küfrü, alay ve şirki -el-Hasen, Katade ve diğerlerine göre- kavminin "günahkârlarının "kalplerine sokarız." Yani, önceki ümmetler arasında geçenlerin kalplerine bunları soktuğumuz gibi, kavminin müşrik olanlarının kalbine de böylece onu sokarız, tâ ki onlardan öncekiler kendilerine gönderilen peygamberlere iman etmedikleri gibi, bunlar da sana iman etmesinler.
Kadî, İkrime`nin "Bundan maksat" "işte böylece kasvet ve katılığı o mücrimlerin kalplerine sokarız" şeklinde olduğunu söylediğini rivayet etmiş, daha sonra da Kadî sözüne devamla "O kasvet, küfrüne devam ve inat etmesi sebebiyle ancak kâfir kimse tarafından meydana getirilmiştir” demiştir. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)

Müfessir ve mütercimlerin çoğunluğu, 12. ayetteki "onu kalplerine soktuk" cümlesindeki "onu" zamirinin 11. ayette geçen "alay" olduğu görüşündedirler. Onlara göre 13. ayetteki "Ona inanmazlar" ifadesindeki zamir ise 9. ayette geçen "zikr"dir. O zaman 12 ve 13. ayetler şöyle anlaşılır: "Biz o alayı onların kalplerine sokarız ve böylece bu zikre inanmazlar". Gramer bakımından bu görüşte bir yanlışlık olmamasına rağmen, bizim tefsirimiz gramatik bakımdan da daha uygun olacaktır. Buna göre 12. ayetin anlamı şöyledir: "Zikr inananların kalplerine girince onlara huzur verir. Fakat aynı şey günahkarların kalbine girince sanki kızgın bir çubuk olur ve onların kalplerini ve zihinlerini yakar." (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

16 – Ant olsun Biz, gökte birtakım burçlar kıldık ve bakanlar için onu süsledik.
17 - Ve göğü taşlanan bütün şeytanlardan koruduk.
18 - Ancak kulak hırsızlığı eden şeytan hariç... Onu apaçık bir alev sütunu takip eder.

“KULAK HIRSIZLIĞI YAPAN ŞEYTANLAR”

Kur’an’da iyi değerlendirilmesi gereken konulardan biri de “şeytanların kulak hırsızlığı yapmaları” konusudur.
Bu konu Kur’an’da Hicr suresinin 16–18. ayetleri ile Saffat suresinin 6–10. ayetlerinde yer almaktadır. Numaraları verilen bu ayetler, eski tefsircilere göre müteşabih sayıldığı için iyi anlaşılamamış ve bu konuda mantıksız, akıl dışı, hatta din dışı açıklamalar ve inançlar ortaya çıkmıştır. Mevcut meal ve tefsirlerin hemen hemen hepsi de konuyu aşağı yukarı aynı anlam doğrultusunda açıklamışlardır. Ancak günümüz teknolojisi bu ayetlerdeki bazı ifadeleri müteşabih sayılmaktan çıkarmış ve bugüne kadar bu müteşabih ifadeleri açıklamak için uydurulmuş hikâyelere ters düşmesin diye bazı dilbilgisi kurallarını ihmal etmeye veya bilerek yanlış kullanmaya artık gerek kalmamıştır.
Ayette geçen “شهاب Şihap” sözcüğü, bildiğimiz odun ve ot alevidir (Lisanü’l-Arab; c:5, s:213,214) Sözcük Hıcr suresinde “شهلب مبين şihab-ı mübin [açık, parlak alev]” şeklinde, Saffat suresinde ise “شهلب ثاقب şihab-ı sakıp [delici alev]” şeklinde kullanılmıştır. Her iki kullanış şekli birlikte değerlendirildiğinde, ayetlerde sözü edilen alevin “delici ve parlak” olduğu anlaşılmaktadır.
Bu delici, parlak alev; bize göre, bu ifadelerin geçtiği ayetlerdeki “فأتبعه feetbeahü [kendisini izler, kendisinin arkasından gelir]” fiilinin de ipucu olmasıyla bir uzay roketinin arkasındaki alevdir.
Eski müfessirler ayetlerdeki bu ifadeleri “yıldız kayması”, “meteor düşmesi” olarak açıklamışlar ve yıldızlar ile meteorların, ne olduğunu anlayamadıkları şeytanların arkasından bir top mermisi gibi fırlatıldığına inanmışlardır. Ancak bu bombardımanın sonucuyla ilgili olarak şeytanların bu parlak, delici alevlerden kurtulup kurtulamadıklarına, ölüp ölmediklerine dair bir yorum yapamamışlardır.
“Kulak hırsızlığı”nın ne olduğuna gelince: Hıcr suresinin 18. ayetindeki “استرق isteraka” fiili, genellikle “kulak hırsızlığı yapan” diye çevrilmiştir. Bu fiil Kur’an’da sadece bu ayette geçer. Fiilin üç harfli hali olan “سرق seraka”nın anlamı “çaldı, hırsızlık etti” demektir. Konumuz olan beş harfli kalıptan anlamı ise “kulak kabarttı, kulak misafiri oldu, kaş altından baktı, çaktırmadan gözüyle izledi” demektir (Lisanü’l-Arab c:4. s:565). Yani “إستراق istirak” hem kulak hem de gözle sinsice bir şeyler öğrenmek demektir.
Bu fiil, konumuz olan ayette “من استرق السّمع men isteraka’s-sem’a [sem’a kulak kabartan]” cümlesi içinde yer almıştır. Burada “سمع sem’” sözcüğü tümleç yapılmış olduğundan, “استرق isteraka” fiili, (kulak kabartılarak ne kadar öğrenilebilirse) “dinleme yoluyla az bir bilgi edinen, az bir şey öğrenen” demektir.
Diğer taraftan cümlede geçen “sem’a” sözcüğü vahyi yani Kur’an’ı işaret etmektedir.
Konumuz olan pasajlardaki ayetler [Hıcr/18 ve Saffat/10], “illa” istisna edatıyla başlamaktadır. Böyle olunca istisna edatından sonraki bölüm, daha evvelki yargıdan dışlanmış olmaktadır. Ayetleri birlikte değerlendirirsek, anlam da “semayı… şeytandan koruduk; ancak vahye kulak veren [mele-i a’lâdan bir parça alan] ve kendisini şihabın takip ettiği kişilerden korumadık” demek olur.
Üzülerek belirtmek gerekir ki, mevcut meal ve tefsirlerde bu inceliğe dikkat edilmemiştir. Ayetlerdeki “illâ” edatı yokmuş gibi davranılmış ve “من men” ism-i mevsulü şart edatı kabul edilerek cümleye şart cümlesi anlamı verilmiştir: “Kim kulak hırsızlığı yaparsa alev topu onu yakalayıverir.”
Oysa 18. ayetin 17. ayetin devamı olması münasebetiyle iki ayeti tek bir cümle hâlinde ifade edersek cümle şöyle şekillenir:
“Ve onu, az da olsa vahye kulak veren ve kendisini açık bir alevin takip ettiklerinin haricindeki tüm Şeytan-ı Racim’lerden koruduk.”
Yani sema “azıcık da olsa vahye kulak veren ve kendini açık alev takip edenlerin dışındaki tüm Şeytan-ı Racim’lere” kapalıdır. Az da olsa vahye kulak kabartanlara açıktır, onlara serbesttir, onlardan korunmamıştır.
Konu ile ilgili görüşümüzü Cin Suresi’nin 8-10. ayetlerinin tahlilini yaparken (Tebyînü’l-Kur’an; c: 3, S: 215-228) detaylı olarak arz ettiğimiz için burada sadece bu kısa hatırlatmayla yetiniyor, konunun detayının ilgili bölümden okunmasını öneriyoruz.

19 - Yeryüzünü de yaydık ve oraya sabit kazıklar [dağlar] yerleştirdik. Ve orada [yeryüzünde] ölçülmüş her şeyden bitkiler bitirdik.
20 – Ve orada [yeryüzünde] sizin için ve sizin rızklandırmadığınız kimseler için geçim yollarını kıldık. / Ve orada [yeryüzünde] sizin için bir takım geçim yolları ve sizin rızklandırmadığınız kimseler kıldık.
21 – Ve her şeyin hazineleri yalnız Bizim yanımızdadır. Ve Biz, onu ancak belli bir ölçü ile indiririz.

Sema ile ilgili açıklamalardan sonra bu ayetlerde de yeryüzüne ve insanlar için önemine dikkat çekilmiştir.
19. ayetteki “yeryüzünü de yaydık” ifadesi, Naziat/30’da “Bundan sonra da yeryüzünü serip döşedi”; Zariyat/48’de ise “Yeryüzünü de Biz döşedik. İşte, ne güzel döşeyenleriz!” şeklinde geçmektedir. Bu ifadelerden yeryüzünün tepsi gibi düz olduğu anlamını çıkaranlar ve böyle olduğuna inanmakta direnenler vardır. Hâlbuki ayette konu edilen husus yeryüzünün düzlüğü değil, yaşamaya elverişli bir yaygınlıkta oluşudur. Yeryüzü, üzerinde yaşayan canlılara nispetle o kadar büyük bir küredir ki, üzerinde bulunan her şey için yaygın, düz bir görünüm arz etmektedir.
Yine aynı ayette bahsi geçen yeryüzüne yerleştirilmiş sabit kazıklar ise dağlardır. Nitekim Nebe’/7’de Rabbimiz “Biz yeryüzünü bir beşik, dağları da birer direk yapmadık mı!” buyurarak dağları direk [kazık] olarak nitelemiştir. Dağların yeryüzüne kazık gibi yerleştirilmesi, yeryüzünün sarsılmaması içindir:

O [Allah], gökleri dayanak olmadan yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Yeryüzünde de, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve oralarda her dabbehden [canlıdan] türetip yayıverdi. Ve Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her kerim çiftten bitki bitirdik. (Lokman/10)

Sarsıntıya uğratır diye yeryüzünün içinde sabit sağlam dağlar bıraktık. Irmaklar ve yollar da. Umulur ki doğru yolu bulursunuz. (Nahl/15)

Yeryüzünün içinde, onlar sarsılmasın diye sabit dağlar kıldık, rahat gidebilsinler diye dağların aralarında yol olarak geniş boşluklar kıldık. Belki doğru yolu bulurlar. (Enbiya/31)

Dağların kazıklara benzetilmesi konusu, “Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize” adlı kitaptan yapılan bir alıntıyla Mürselat Suresi’nin tahlilinde yer almaktadır. (Tebyînü’l-Kur’an; c: 2, s: 50, 51) Konu ile ilgili detayın oradan okunmasını öneriyoruz.

ÖLÇÜLMÜŞ HER ŞEYDEN BİTKİLER BİTİRİLMESİ

19. ayetteki “ فيهاfîha [orada]” zamirini, teknik olarak hem "yeryüzü”ne hem de “sabit dağlar”a göndermek mümkün ise de, biz "yeryüzü"ne raci olmasını daha doğru bulmaktayız. Çünkü yeryüzü, yararlanılan her türlü bitki çeşidinin bitmesi bakımından, ayette geçen “ انبتناenbetna [bitkiler bitirdik]” ifadesine, “dağlar”a göre daha uygun düşmektedir.
Ayetteki “ölçülmüş” sıfatı, yeryüzündeki tüm bitkilerin bir “ölçü”, “denge” esasına göre yaratıldığını ve bu “ölçü”, “denge” esasının yaratılışta bir temel yasa olarak konduğunu ifade etmektedir.

Allah, “her dişinin neyi taşıdığını, rahimler neyi eksiltir ve neyi artırır” bilir. Ve her şey O’nun katında bir ölçü iledir. (Ra’d/8)

Şüphesiz ki, Biz her şeyi; evet onu [her şeyi] bir kader [ölçü, ayar] ile yarattık. (Kamer/49)

Ve eğer Allah rızkı kullarına bol bol verseydi, kesinlikle yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Velakin O [Allah] dilediğini belli bir ölçüye göre indiriyor. Şüphesiz ki O, kullarından en çok haberi olandır, onları en iyi görendir, görür. (Şûra/27)

Burada konu edilen “ölçü”, “denge” esasından, her bitkinin yeryüzünün tamamını kaplamadan, uygun yerlerde bitirilmesi ve belli bir dereceye kadar büyümesi anlaşılmaktadır. Çünkü eğer her bitkinin serbestçe büyümesine izin verilse, büyüme gücünün büyüklüğü sebebiyle tek bir çeşit bitkinin bile yeryüzünün tamamını kaplaması mümkündür. Fakat hikmet sahibi ve her şeye gücü yeten Yaratıcı, büyümeye ve çoğalmaya bir ölçü, bir denge koyarak her tür bitkinin dengeli çoğalmasını düzenlemiştir. Ayrıca bitkilerin belirli boy ve kalınlıkta büyüyor olması da yine her bitkinin yapı, yükseklik, genişlik ve şekil bakımından bizzat yaratıcı tarafından belirlendiğinin bir ispatıdır.

19. ayetteki “ فيهاfîha [orada]” zamirin "sabit dağlara" gönderilmesi durumunda, “ölçülmüş” şeylerin bitkiler değil de madenler olması söz konusu olur; ki, altın, gümüş, bakır, kurşun, kalay gibi madenler hep bir ölçü ile kullanılan şeylerdir. Canlı veya cansız, tüm varlıklar kimyasal, fiziksel, biyolojik olarak belirli ölçülere sahiptir. Her biri belirli bir formülle meydana getirilmiş ve her birinin evrendeki fonksiyonu yine belirli ölçülerle ayarlanmıştır. Bu da, evrendeki hiçbir şeyin tesadüfî olmadığı, hepsinin akıllı bir tasarım sonucu oluşturulduğu anlamına gelir. (“Ölçü” konusu ile ilgili olarak “Seyyid Kutub’un Kamer Suresi’nin sonunda verdiğimiz Kamer/49 ile ilgili açıklamalarının (Tebyinü’l-Kur’an; c: 2, s: 272-283) tekrar okunmasını öneriyoruz.)
20. ayette Rabbimiz, yeryüzünü insan için bizzat istifade ettiği veya ticaretini yapmak suretiyle yararlandığı tükenmez bir nimet sofrası kıldığını vurgulamaktadır. Bu husus daha önce Abese suresinde de belirtilmişti:

Hadi, bakıversin insan kendi yiyeceğine!
Biz suyu döktükçe döktük.
Sonra toprağı yardıkça yardık.
Böylece, yeryüzünde daneler / hububat bitirdik.
Ve üzümler, yoncalar
ve zeytinler, hurmalar
ve gür çimenli, sık ağaçlı bahçeler
ve meyve, otlak,
size ve hayvanlarınıza geçimlik olarak. (Abese/24-32)

20. ayetin sonundaki “sizin rızklandırmadığınız kimseler” ifadesi ile bitki ya da hayvan türünden, insanların bakıp beslemediği ama yine de varlıklarını sürdüren bütün canlılar kastedilmektedir. Söz konusu ifade, en geniş anlamıyla “insan dâhil, yaşayan tüm varlıkların yalnız ve yalnız Allah tarafından rızklandırıldığı” anlamına gelmektedir. Nitekim Yüce Allah, bütün canlıların rızkının kendisine âit olduğunu çok açık bir ifade ile bildirmiştir:

Ve yeryüzünde hiçbir dabbeh / canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. O [Allah], onun yerleşik yerini de geçici bulunduğu yeri de bilir. Hepsi apaçık bir kitaptadır. (Hud/6)

22 – Ve Biz rüzgârları aşılayıcılar olarak gönderdik de gökten bir su indirip sizi onunla suladık. Onu [suyu] hazinelerde tutanlar [biriktirenler] da siz değilsiniz.
23 – Ve yalnızca Biz, elbette diriltiriz ve Biz öldürürüz! Ve Biz vâris olacaklarız.
24 – Ve ant olsun ki, Biz, sizlerden öne geçmek isteyenleri bilmişizdir ve ant olsun ki Biz geri kalmak isteyenleri de bilmişizdir.
25 – Ve şüphesiz senin Rabbin, onları toplayacak olanın ta kendisidir. Şüphesiz O, Hakîm’dir, en iyi bilendir.

Yüce Allah’ın sonsuz kudretinin gözler önüne serilmeye devam edildiği bu ayetlerde, rüzgârların aşılayıcı olduğuna ve yağmurun yağmasını O’nun sağladığına dikkat çekildikten sonra, sadece Allah’ın öldürüp dirilttiği, O’nun herkesin içindekileri bildiği, sonunda da herkesi haşrederek sorgulayacak olanın O olduğu bildirilmiştir.
22. ayette geçen “rüzgârların aşılayıcılar olması” ifadesi, rüzgârların hem kendi işlevini yerine getirerek yağmur yağması için bulutları aşıladığı, hem de çiçek tozlarını taşıyarak bitkileri döllediği anlamına gelmektedir. Bilimsel araştırmalar rüzgarın bu işlevi hakkında şu bilgileri vermektedir:

AŞILAYICI RÜZGARLAR

“Rüzgarları aşılayıcılar olarak gönderdik …” (Hicr/22)

Gerek Dünya`mızın içindeki fiziksel oluşumlar üzerine yapılan araştırmalar, gerekse bitkiler üzerine yapılan araştırmalar, bize rüzgarların aşılayıcı özelliğinin önemini gösterdi. Rüzgarlar bitkilerin üremesinde bitki tozlarını taşıyarak rol oynamaktadır. Aynı zamanda rüzgarlar, yağmur yağabilmesi için yağmur bulutlarını da aşılamaktadır. Böylece rüzgarlar aşılayıcı fonksiyonlarıyla Dünya`daki yaşam için olmazsa olmazlar listesindedir. Diğer olmazsa olmazlar gibi, rüzgarların olmaması da hem bizim hem de Dünya`daki tüm canlılığın olmaması anlamına gelmektedir.
Denizlerin ve diğer suların üzerinde köpüklenme nedeniyle "Aerosol" adlı hava kabarcıkları oluşmaktadır. Bunlar rüzgarların karadan sürüklediği tozlarla karışarak Atmosfer`in üst katmanlarına doğru havalanır. Rüzgarların yükselttiği bu parçacıklar su buharı ile birleşir, su buharı bu parçacıkların etrafında yoğunlaşır. Bu parçacıklar olmasa, yüzde yüz su buharı, bulutu oluşturamaz. Bulutların oluşması, rüzgarların bu şekilde havada serbest şekilde bulunan su buharını, taşıdıkları parçacıklarla aşılamaları ile olmaktadır. Rüzgarlar bu görevlerini yerine getirmeseydi, yağmur yağdıran bulutlar oluşmayacaktı. Dolayısıyla yağmur olmayacak, yağmur olmayınca da yaşam mümkün olmayacaktı. Rüzgarın görevi burada bitmez. Atmosfer`de tonlarca ağırlığa sahip bulutların sürüklenmesi, hava ile sürtünen bulutlarda negatif ve pozitif elektrik yükleriyle aşılamanın olması da bulutlar sayesindedir. Rüzgarlar olmasaydı bulutlar oluşmazdı; fakat oluştuklarını kabul etsek bile, o zaman da bulutlar buharlaştıkları okyanusların, denizlerin üstüne yağacaklar ve yeryüzündeki bitkilerin, hayvanların, dolayısıyla insanın var olması mümkün olmayacaktı. Rüzgarlar bulutların oluşumundan, yağmurların boşalmasından, yağmurun karalara da yağmasına kadar birçok ayrı fonksiyonu yerine getirmektedir. Rüzgarların bu fonksiyonlarının her biri yaşamın devamı için kesinlikle gereklidir. Yaratıcımız her şeyi olduğu gibi bunu da mükemmel bir şekilde planlamıştır.

RÜZGARLARIN HARİKA SİSTEMİ

Yaşamımız için olmazsa olmaz şart olan rüzgarlara Kuran`da dikkat çekilmiş, rüzgarların aşılayıcı özelliği vurgulanmıştır. Rüzgarların yaratılışındaki incelikleri incelediğimizde Dünya`mızdaki mükemmel yaratılışların bir örneğine daha tanık olmaktayız. Dünya`nın dönüşünden Dünya`mızdaki yer şekillerine, alçak ve yüksek basınç alanlarına kadar birçok etken rüzgarların oluşumunda etkilidir. Eğer Dünya`mızın 23,5 derecelik eğikliği olmasaydı, güney ve kuzey kutuplarındaki soğuma ve Güneş`in etkisi her gün için farklı olmazdı. Ekvatorla kutuplar arasındaki ısı farkı azaltılarak rüzgarların ılımlı esmesi sağlanmıştır. Eğer böyle olmasaydı, yer şekilleri böyle ayarlanmasaydı kutuplardan ekvatora, ekvatordan kutuplara doğru esen rüzgarlar yaşamı mahvedecek fırtınalara sebep olabilirdi.
Ayrıca kutuplarda ve ekvatorda Atmosfer`in kalınlığının farklı oluşundan dolayı havanın üst kısmında ayrı, alt kısmında ayrı akımlar oluşmaktadır. Böylece rüzgarların çeşitli yönlerden esmesi sağlanır. Dünya`nın tüm yerleşim bölgelerine çeşitli rüzgarların gelebilmesi için dağlardan, ovalardan, yaylalardan öyle motifler işlenmiştir ki her yerleşim bölgesi çevresinde sıcak ve soğuk cephe sistemleri dönüşümlü olarak doğar. Görüldüğü gibi rüzgarlardan yağmura, dağlardan ovalara, Dünya`nın dönüşünden ısı ayarlamalarına kadar her şey birbiriyle bağlantılıdır. Bu oluşumlardan birini yaratan kim ise, hepsini yaratan da O`dur. Bu oluşumlardan her biri diğerleriyle bağlantılı olduğu için, bunun aksini düşünmek imkansızdır. Dünya`mızdaki oluşumlardaki bu birlik Yaratıcının birliğini ortaya koymaktadır. Bu oluşumlardaki incelikler, mükemmellikler, detaylar ise onun kudretinin, sanatının, bilgisinin, gücünün sınırsızlığını anlamak isteyenlere anlatmaktadır.
Sıcaktan bunaldığımızda bir rüzgar esince duyduğumuz hoş hislerin yanında, bu rüzgarların Yaratıcısının yarattığı incelikleri de hatırlayalım. Rüzgar hem matematiktir, hem sanattır, hem kudrettir, hem ilimdir. Bu oluşumlar yaşadığımız Evren`deki tüm oluşumların nasıl mükemmel şekilde planlandıklarını, aralarından hiçbirinin başıboş olmadığını, dolayısıyla tüm bu oluşumlarla alakalı olan ve bu oluşumların birer parçası olan bizim de başıboş olmadığımızı haykırmaktadır. Rüzgar ister meltem, ister poyraz, ister lodos olsun; her şekliyle Yaratıcımızın planladığı, fiziksel kurallara bağladığı, yaşamımızı onsuz imkansız kıldığı bir tabiat olayıdır.
“... Rüzgarların yönlendirilmesinde de aklını kullanan bir toplum için deliller vardır.” (Casiye/5)
(Kuran Araştırmaları Grubu; “Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize”)

23. ayette Rabbimiz, diriltmek [hayat vermek, var etmek, varlık alanına getirmek] işinin, ortağı olmaksızın sadece kendisine ait olduğunu bildirmiştir. Bu iş sadece bir “can verme” işi olmayıp Rabbimizin insanlara olan başka lütuflarını da içermektedir:

O, beni yaratandır. Ve bana doğru yolu O gösterir. Ve O, beni yediren, içirenin ta kendisidir. Hastalandığım zaman O bana şifa verir. Ve O, beni öldürecek, sonra beni diriltecektir. Ve O, din günü, hatamı bağışlayacağını umduğumdur. (Şuara/78-82)

Hiç kuşkusuz, öldüren de O`dur, dirilten de… (Necm/44)

23. ayette geçen “vâris” sözcüğü, “mala, mülke son sahip olan” demektir. Dolayısıyla ayetteki “Ve Biz vâris olanlarız” ifadesi, “Bizden başka hiçbir kimse kalmayacaktır. Kişilerin bugün sahip oldukları mal-mülk, asıl sahibinin, yani Bizim olacaktır. Çünkü kulların herhangi bir şey üzerindeki sahiplik iddiaları ölüm ile sona erecektir” anlamına gelmektedir. Bu konu değişik ifadelerle birçok ayette vurgulanmıştır:

Şüphesiz Biz yeryüzüne ve onun üzerindeki kimselere vâris olacağız. Ve onlar yalnızca Bize döndürüleceklerdir. (Meryem/40)

O gün [buluşma günü], onlar, meydana çıkarlar. Kendilerinden hiçbir şey Allah`a karşı gizli kalmaz. -"Bugün mülk kimindir?", “Sadece tek ve kahhar olan Allah`ındır!”- (Mümin/16)

Ve Allah`ın, kendilerine fazlından verdiği nimetlere karşı cimrilik edenler, bunun, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Bilakis o, kendileri için şerdir. Cimrilik ettikleri şey, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası yalnızca Allah`a aittir. Ve Allah yaptıklarınıza bilgi sahibidir. (Âl-i Imran/180)

Göklerin ve yerin mirası Allah`ın olmasına rağmen neden siz Allah yolunda harcamıyorsunuz? Sizden, fetihten önce harcayan ve savaşan kimse eşit olmaz. Onlar derece bakımından, sonradan infak eden ve savaşan kimselerden daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine de “En güzel”i vaat etmiştir. Ve Allah yaptıklarınızdan haberdardır. (Hadid/10)

Onun üzerindeki her kişi fanidir.
Göklerdeki ve yerdeki her şey fanidir; sadece o celal ve ikram sahibi Allah’ın yüzü baki kalır. (Rahman/26, 27)

O, Evvel’dir [ilktir], Ahır’dir [sondur], Zahir’dir [açıktadır], Batın’dır “gizlidir” ve O, her şeyi en iyi bilendir. (Hadid/3)

24. ayette geçen “öne geçmek isteyenler” ifadesi ile “Yüce Allah’a kulluk etmekte ileri gitmek isteyenler”e, bu konuda “yarış yapanlar”a; “geri kalmak isteyenler” ifadesi ile de “kulluktan kaçanlar”a işaret edilmektedir.
“Öne geçmek” ifadesi bir yarışı çağrıştırmaktadır. Zaten Rabbimiz de Kur’an’da bizleri birçok işte ortak hareket etmeye, güzel davranışlarda birbirimizle yarış etmeye davet etmiştir. Dünya hayatında salihatı işlemekte birbirleriyle yarışıp öne geçenler, ahiret hayatında da cennete girişte ve nimetlere erişmede yine önde yer alacaklardır.
“Yarış yapanlar” ile ilgili geniş açıklama Vakıa suresinde (Tebyinü’l-Kur’an; c: 3, s: 653) yapıldığından, konu hakkında bu kadarla yetiniyor ve detayın oradan okunmasını öneriyoruz.

Sonuç olarak; 16. ayetten itibaren varlığını, tekliğini, gücünü anlatan Rabbimiz, bunu dile getirirken insanlara göklerin yaratılışı, yeryüzünün teşekkülü, dağların işlevi, her çeşit bitki ile donatılan dünyada insanların ve bütün varlıkların beslenmesi, rüzgârların bitkileri ve bulutları aşılayarak bitkilerin üremesine ve yağmurun yağmasına vesile oluşu gibi tabiat olaylarının yönetilmesi konularında ispatlı dersler vermiş ve en sona sadece kendisinin kalacağını ihtar etmiştir.

26, 27 - Ve ant olsun ki Biz, insanı [görünen, bilinen varlıkları] çınlayan kilden, işlenebilen çamurdan [hâlden hâle giren bir maddeden] yarattık. Ve cannı daha önce, en ince delikten bile geçebilen yakıcı bir esintinin ateşinden [engel tanımayan enerjiden] yaratmıştık.

Bu ayetlerde Rabbimiz insanın yapısına dikkat çekmekte, onun elle tutulup gözle görülen yapısını nasıl evreler hâlinde yarattığını bildirmektedir. Bu evrelere göre, insanın maddi yapısını pişmiş çamurdan -eski tabirle su, hava ve topraktan-, elle tutulamayan gözle görülemeyen yapısını da ateşten [enerjiden] yaratmıştır.
Rabbimizin burada verdiği mesaj, “canlı” olan insanın cansız maddeden yaratıldığıdır; bu da ilk yaratılışı ifade eder. Ayetin orijinalindeki “ صلصال من حمإ مسنون salsalin min hamein mesnun” ifadesini “sperm” olarak ele almak, yani Yüce Allah’ın “toprak”, “çamur” ifadelerini sıvı sperm olarak tevil etmek bize göre uygun değildir. Şüphesiz, insanın spermden yaratıldığını ifade eden birçok ayet mevcuttur:

O, ayarlanmış meniden bir nutfe değil miydi? (Kıyamet/37)

O, insanı bir nutfeden yarattı. Bir de bakarsın ki o, apaçık bir düşmandır. (Nahl/4)

Doğrusu Biz insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu imtihan edeceğiz bu nedenle onu işitici, görücü yaptık. Kuşkusuz Biz ona yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör. (İnsan/2, 3)

Sonra onun soyunu bir özden [“sülale”den], basbayağı bir sudan yapmıştır. (Secde/8)

Ancak bu ayetler insanın ilk yaratılışını değil, ilk yaratılıştan sonraki üreme aşamalarını ifade etmektedir. Nitekim bu husus başka ayetlerde çok açık ifadelerle belirtilmiştir:

Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten şüphede iseniz, -[bilin ki] ne olduğunuzu size açıklamak için- şüphesiz Biz sizi topraktan, sonra nutfeden sonra bir alakdan sonra yapısı belli belirsiz bir et parçasından yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkartırız, sonra sizi, olgunluk çağına erişmeniz için bırakırız. Bununla beraber kiminiz öldürülür, kiminiz de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, ömrünün en fena zamanına ulaştırılır. Bir de yeryüzünü görürsün ki kupkurudur; fakat biz onun üzerine su indirdiğimiz zaman, harekete geçer, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir. (Hacc/5)

Ve ant olsun ki, Biz insanı seçilmiş bir çamurdan yarattık.
Sonra onu çok dayanıklı bir karargâhta bir nutfe yaptık.
Sonra o nutfeyi bir embriyon olarak yarattık. Sonra o embriyoyu bir et parçası olarak yarattık. Sonra o bir parçasını kemikler olarak yarattık. Nihayet o kemiklere de bir et giydirdik. Sonra onu bir başka yaratılışta yeniden kurduk. İşte, yaratıcıların en güzeli Allah ne cömerttir.
Sonra şüphesiz sizler, bunların ardından mutlaka öleceksiniz. (Müminun/12-15)

Orijinal ifadede geçen sözcüklerin anlamları şunlardır:

- “ صلصالSalsal” sözcüğü “seramik gibi, ses çıkaran, pişirilmeden kurutulmuş çamur” anlamına gelir. (Lisanü’l-Arab; c.5, s. 382)
- “ حمإHame” sözcüğü “mayalanmış denebilecek kadar çürümüş, siyah, kokuşmuş balçık" demektir.
- “ مسنونMesnun” sözcüğü ise “yağlı hâle gelmiş çürümüş balçık” ve “bir şekle sokulmuş, suretlenmiş balçık” olmak üzere iki anlama gelmektedir.
Bu bilgiler ışığı altında, orijinal metne göre insan, -görünen bilinen varlıkların tümünü temsil ettiği için insan- ilk önce suret [görünüş] olarak çürümüş topraktan yaratılmıştır. Bu aşama yaratılmanın başlangıç aşamasıdır:

Ki O, yarattığı her şeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayandır.
Sonra onun soyunu bir özden [sülale`den], basbayağı bir sudan yapmıştır. (Secde/7, 8)
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
 

Bookmarks

Etiketler
tahlil


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 05:14 AM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam