hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > NÜZUL SIRASINA GÖRE TEBYîNÜ'L -KUR'AN İŞTE KUR'AN ve VİDEOLARI Hakkı Yılmaz > İniş Sırası ile Sureler > 101.Haşr Suresi

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 8. August 2010, 11:50 PM   #1
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart Haşr Suresi

101 (59). Haşr Suresi
MEDENÎ, 24 ÂYET

GİRİŞ

Adını ikinci âyetteki الحشر[el-haşr/toplanma] sözcüğünden alan bu sûrenin, Medîne'de 101. sırada indiği kabul edilir. Sûreye, içerisinde Medîne'deki Nadîroğulları'nın [bunlar, Rasûlullah ile yaptıkları ahdi bozan, sonra da Rasûlullah'a suikast düzenleyen Yahûdilerdir] sürgün edilmesi konu edildiği için “Nadîroğulları sûresi” de denilir.

Sûrede, Nadîroğulları savaşı, bu savaş sonrasında ganimetlerin dağıtılması ve bu dağıtım sırasında çıkan olaylar ve münâfıklar ile Yahûdilerin işbirliği yapmaları, sonra da Allah'ın Kendisini tanıtması yer alır.

Sûrede değinilen konular, necmlerin değişik zamanlara ait olduğunu göstermektedir.

Târihi olayları konu ettiğinden sûrenin iyi anlaşılması için söz konusu târihi olaylar hakkında ön bilgiye sahip olunması gerekir. Bu nedenle merhum Mevdûdî'nin ansiklopedik düzeyde özetlediği yazıyı sunuyoruz:

TARİHSEL ARKA-PLÂN

Bu sûrenin muhtevasını daha iyi kavrayabilmek için, Medîne ve Hicaz Yahûdilerinin târihine bir göz atılması gerekir. Çünkü bu bilinmeden, Hz. Peygamber'in (s.a) Yahûdilere muamelesinin sebeplerini anlamak çok güç olur.

Arabistan'daki Yahûdiler ile ilgili olarak yazılmış güvenilir bir târih çalışması bulunmadığı gibi, târihleri hakkında bilgi sahibi olabileceğimiz kendi yazdıkları bir belge veya eser de yoktur. Arabistan dışındaki Yahûdi târihçi ve müellifler de onlar hakkında bir şey yazmamışlardır. Yazmayışlarının nedeni olarak da, onların genel Yahûdi toplumundan koptuklarını, diğer Yahûdilerle bir alâkaları kalmadığını göstermektedirler. Bu bakımdan Arabistan dışındaki Yahûdiler, onları kendilerinden saymazlar, zira Hicazlı Yahûdiler İbrani kültüründen koptukları gibi, kültür ve hatta lisanları dahi Araplaşarak asimile olmuş ve İbranice'yi bile unutmuşlardı. 1. miladî asra kadar Hicaz'daki hiçbir târihî eser ve belgede, birkaç Yahûdi ismi dışında, onlara ait hiçbir iz yoktur. Dolayısıyla Hicaz Yahûdileri ile ilgili birçok bilgi, Araplar arasında yaygınlaşmış şifahî kaynaklara dayanır. Bu bilgilerin kaynağı da bizzat o dönemin ve o bölgenin Yahûdileridir. Arabistan'daki Yahûdilerin iddialarına göre, kendileri, Hz. Mûsâ'nın (s.a) son dönemlerinde Hicaz'a gelmiş ve orada yerleşmişlerdir. Bunu şöyle özetleyebiliriz: Hz. Mûsâ, Yesrib [Medîne] bölgesindeki Amalika kabilesine karşı bir ordu gönderip, onlara bu kabileden kimseyi hayatta bırakmamalarını emreder. Bu bölgeye gelen İsrâîl ordusu, Hz. Mûsâ'nın emrini ifa eder, ama çok yakışıklı bir delikanlı olan Amalika kralının oğlunu öldürmeyip yanlarına alarak Filistin'e getirirler. Ancak onlar daha Filistin'e gelmeden Hz. Mûsâ vefat ettiğinden, o'nun yerine geçenler, “Amalika kabilesinden hiç kimseyi hayatta bırakmamanızı size bir peygamber emretmişti. Oysa siz bu genci hayatta bırakmakla o'nun buyruğuna karşı gelmiş oldunuz” diye bu orduyu suçlayarak toplumdan tecrit ederler. Onlar da bunun üzerine Yesrib'e [Medîne'ye] geri dönerek, oraya yerleşirler (Kitâbu'l-Ağanî, c. 19, s. 94). Böylece Yahûdiler Arabistan'a 12 asır önce yerleştiklerini iddia etmiş oluyorlardı. Ancak bu iddiayı destekleyici hiçbir târihi delil bulunamamaktadır. Muhtemelen Yahûdiler eski ve yüce bir nesilden geldiklerine Arapları inandırabilmek için böyle bir hikaye uydurmuşlardır.

Yahûdilerin bir başka rivâyetine göre, M.Ö. 587'de Buhtu'n-Nasr'ın Beyt-i Mukaddes'i yakıp yıktığı ve Yahûdileri dağıttığı bir dönemde birçok kabile Hicaz'a gelip Vâdi'l-Kura, Teyma ve Yesrib bölgelerine yerleşmişlerdir.

Ancak bu iddianın da târihî bir mesnedi yoktur. Bu da muhtemelen yine Yahûdilerin, yüce ve kadim bir nesil olduklarını kanıtlayabilmek için uydurdukları hikayelerden biridir.

M.S. 70'te Rûmların, Filistin'de Yahûdileri katlettikleri ve M.S. 132'de bir kısmını Filistin'den sürdükleri, sâbit olan târihî gerçeklerdendir. Bu dönemde Filistin'den kaçan birçok Yahûdi kabilesi, gelip Hicaz'a sığınmıştır. Çünkü, Güney Filistin, Arabistan'a yakındır. Böylece onlar Arabistan'a gelip, yeşillik bir bölgeye yerleşmişler, daha sonra da hileyle ve bilhassa tefecilik olan mesleklerini icra ederek yavaş yavaş buraları ellerine geçirmişlerdir. Eyle, Makne, Tebuk, Teyma, Vâdi'l-Kura, Fedek ve Hayber hep onların eline geçmişti. Bu kabileler Benû Kurayza, Benû Nadîr, Benû Kaynuka ve Benû Bahdal idi.

Medîne'ye yerleşen kabileler içinde en meşhurları Benû Nadîr ile Benû Kurayza'dır. Çünkü kâhinlik ve dinî liderlik bu kabilelerdeydi ve en soylu kabileler olarak kabul görüyorlardı. Yahûdiler Medîne'ye geldiklerinde, orada bulunan bazı Arap kabileleri üzerinde tahakküm kurarak, Medîne'nin hâkimi olmuşlardı. Bundan yaklaşık 3 asır sonra M.S. 450 ve 451'de büyük Yemen seli (bu vak’a Sebe sûresi'nde zikredilmiştir) dolayısıyla Sebe kavimlerinden bazı kabileler Yemen'den kaçıp Arapların bölgesine göç etmek zorunda kalmışlardı. Bu kabileler içinde Gassanlılar Şam'a, Lahmîler Irak'a, Benû Huzâa Cidde ve Mekke arasında bir bölgeye, Evs ve Hazrec Medîne'ye gelerek yerleşmişlerdi. Ancak Medîne'ye Yahûdiler hâkim olduğundan, başlangıçta Evs ve Hazrec'e toprak vermemişler ve bu iki Arap kabilesi de çöle yerleşmek zorunda kalmıştı. Sonunda Evs ve Hazrec'in ileri gelenlerinden bir şahıs, Şam'a yerleşmiş akraba kabile olan Gassanlılardan yardım istemiş ve Şam'dan büyük bir ordu gelerek Medîne'deki Yahûdi gücünü kırmıştır. Bunun üzerine de Evs ve Hazrec kabileleri Medîne'de tamamen hâkimiyeti ele geçirmişler, iki büyük Yahûdi kabilesi Benû Nadîr ve Benû Kurayza, şehri terk etmiş ve üçüncü kabile Benû Kaynuka da bu iki Yahûdi kabilesiyle iyi geçinemediğinden şehir içinde kalmıştır. Ancak Benû Kaynuka, şehir içinde kalabilmek için Hazrec kabilesinin; buna karşı Benû Nadîr ile Benû Kurayza da şehrin çevresinde kalabilmek için Evs kabilesinin himayesi altına girmişlerdir.

Hz. Peygamber'in (s.a) Medîne'ye hicretinden önce ve hemen sonrasında Arabistan'da ve bilhassa Medîne'de Yahûdilerin durumu şöyleydi: Yahûdilerin dil, giyim, kültür, örf ve adetleri tamamıyla Araplaşmıştı. Öyle ki çoğunun adı bile Arapça'ydı. Hatta Hicaz'a yerleşmiş 12 Yahûdi kabilesinden Benû Zavra'nın dışında hiçbir kabilenin adı İbranice değildi. İçlerinde birkaç âlim dışında kimse İbranice bilmezdi. Câhiliye döneminin Yahûdi şairlerinin şiirleri ile Arap şairlerinin şiirleri dil, düşünce ve konu bakımından hiç farklı bir nitelik taşımazdı. Yahûdiler ile Araplar aralarında kız alıp veriyorlardı. Aslında, onlarla Araplar arasında –dinleri dışında– bir fark olduğu söylenemezdi. Ama buna rağmen Arapların içinde tümüyle asimile olmamışlar ve inatla Yahûdilik şuurunu devam ettirmişlerdi. Zâhiren Araplaşmalarına gelince, Arabistan'da kalabilmek için başka çareleri yoktu.

Bu zâhirî Araplaşma nedeniyle yanılan bazı müsteşrikler, onların aslen Yahûdi olmadıklarını ve Yahûdiliği kabul etmiş Araplar olduklarını veya en azından çoğunluğu Yahûdi Arapların teşkil ettiğini sanmışlardır. Fakat Yahûdilerin Arabistan'da kendi dinlerini yaymaya çalıştıklarını veya onların âlimlerinin, Hristiyan papazları gibi Araplara Yahûdilik propagandası yaptıklarını gösteren hiçbir târihî delil yoktur. Aksine Yahûdilerde millî gurur ve tekebbür olduğunu açıkça müşahede edebiliyoruz. Bu yönden Araplara “Centile” [Ümmî], yani vahşî ve câhil diyorlardı. Onlar ümmîlerin Yahûdiler gibi insanî hakklara sahip olduklarına inanmıyor, ümmîlerin mallarının meşru veya gayr-i meşru yolla elde edilebileceğini, onların malını almanın Yahûdilere helâl olduğunu sanıyorlardı. Arapların ileri gelen bir kaçı dışında, diğer Arapların Yahûdiliğe girip, kendileriyle eşit olacaklarına ihtimal dahi vermezlerdi. Birkaç kişinin Yahûdiliğe girdiğini gösteren özel vak’alar dışında herhangi bir Arap kabilesinin ya da Arap büyüğünün Yahûdiliğe katıldığına dair hiçbir târihî delil yoktur. Üstelik Yahûdilerde, dinlerini tebliğ etme gibi bir merak yoktu, onlar sadece ticaretlerini düşünüyorlardı. Dolayısıyla Arabistan'da Yahûdilik bir din olarak yayılmamıştı ve birkaç kabilenin millî gurur aracı olmaktan öte bir anlam taşımıyordu. Ancak yine de Yahûdi bilginler muskacılık, sihir, müneccimlik gibi meslekleri bir kazanç aracı olarak kullanmış ve Araplar arasında kendilerine bilgin ve kâhin şeklinde bir yer edinmişlerdi.

Arap kabilelerinin karşısında ekonomik bakımdan Yahûdiler daha güçlüydüler. Çünkü onlar, Filistin ve Şam gibi gelişmiş bölgelerden geldiklerinden, Arapların bilmediği bir çok mesleklere sahiptiler. Ayrıca onların Arabistan dışındaki dünya ile de ilişkileri bulunduğundan, Medîne'den ve Arabistan'ın kuzey bölgesinden buğday ithal edip hurma ihracaatı yapıyorlardı. Tavukçuluk ve balıkçılık ellerinde olduğu gibi, kumaş da dokuyorlardı.

Yer yer meyhaneler açmışlardı ve Şam'dan şarap getirip buralarda satıyorlardı. Benû Kaynuka, genelde meslekleri olan kuyumculuk, demircilik ve madenî eşya imalatı ile uğraşıyorlardı. Bununla pek yüksek kârlar elde ediyorlarsa da asıl gelir kaynakları tefecilikti. Öyle ki tüm Arabistan'da muazzam bir tefecilik şebekesi kurmuşlardı ve böylelikle Arapları tuzaklarına düşürüyorlardı. Özellikle kendilerinden borç alarak, şan ve şöhretlerini artırma hastalığına yakalanan Arap kabile reisleri Yahûdilerin tuzağına düşmüştü. Bunlar yüksek faizlerle Yahûdilerden borç alıyorlar ve Yahûdiler de buna kat kat faizi ekleyerek onları kendilerine bağımlı kılıyorlardı. İşte bu yüzden Araplar, ekonomik bakımdan müthiş bir malî kriz yaşıyor ve dolayısıyla Yahûdilere büyük kin ve nefret besliyorlardı. Yahûdiler ticarî ve malî çıkarları gereğince, Araplardan hiçbir kabileyi, başka bir kabileye karşı desteklemezlerdi. Ayrıca Arapların kendi aralarında savaşmaları onların işine geliyordu. Çünkü onlar, Arapların bir araya gelmeleri hâlinde, tefecilik yoluyla kazandıkları bunca verimli araziyi, bağ ve bahçeyi kendilerine bırakmayacaklarını biliyorlardı. Bunun yanısıra her Yahûdi kabilesi, kendilerine saldırmasından korktukları başka bir kabileye karşı, güçlü bir Arap kabilesinin himayesine girmişti. Dolayısıyla zaman zaman bir Arap kabilesine karşı savaşan müttefikine yardım uğruna, karşı kabilenin müttefiki olan bir başka Yahûdi kabilesi ile de savaşmak zorunda kalıyorlardı. Medîne'de Benû Kurayza ve Benû Nadîr kabileleri Evs kabilesiyle, Benû Kaynuka da Hazrec kabilesiyle müttefikti. Hicretten bir süre önce, Evs ve Hazrec kabileleri arasında, Buas mevkiinde çok şiddetli bir savaş vukû buldu ve müttefik kabileler birlikte savaştılar. İşte bu şartlar içerisinde İslâm Medîne'ye ulaştı ve Hz. Peygamber (s.a) (s.a) hicret ederek, orada İslâm devletini kurdu. Hz. Peygamber (s.a) devleti kurduktan sonra ilk iş olarak, Evs, Hazrec [Ensâr] ve Muhâcirleri bir araya getirerek orada bir toplum oluşturmuştur. İkinci iş olarak, bu Müslüman toplum ile Yahûdiler arasında açık bir anlaşma yapmıştır. Bu anlaşmanın şartları gereğince, hiç kimsenin bir başkasının hakkını yemeyeceği ve dış düşmana karşı Medîne'nin birlikte savunulacağı karara bağlanmıştır. Bu anlaşmaya göre, Yahûdiler ile Müslümanların birbirlerine karşı sorumlulukları şu şekilde belirlenmiştir:

• Yahûdiler kendi savaş masraflarını kendileri karşılayacaklardır. Taraflar, bir saldırı olması hâlinde, birbirlerine yardım etmeye zorunludurlar. Birbirlerine iyi niyetli davranacaklar, hakk ve iyilik için yardımlaşılacak, kötülük ve günah için değil. Birbirlerine zulmetmeyeceklerdir.

• Mazlumlar korunacaklardır. Şâyet savaş uzarsa, yapılan masrafa taraflar ortak olacaklardır. Bu antlaşmayı yapanlara Medîne'de fitne ve fesat çıkarmak yasaktır. Fesat çıkma ihtimali olan bir anlaşmazlıkta kararı, Allah'ın Kitabı'na göre Muhammed verecektir. (...) Kureyş ve müttefiklerine hiç kimse destek çıkmayacaktır. Medîne'ye dışarıdan bir saldırı olması hâlinde müttefikler birbirlerine yardım edeceklerdir. (...) Taraflar kendi bölgelerinin savunmasından kendileri sorumludurlar. (İbn Hişâm, c. 2, s. 147-150)

Bu kesin ve açık bir anlaşmaydı ve Yahûdiler bu antlaşmayı kabul etmişlerdi. Fakat çok geçmeden, Hz. Muhammed'e (s.a), İslâm'a ve Müslümanlara karşı düşmanca bir tavır takınıp, zamanla düşmanlıklarını artırdılar. Bu tavırları üç nedene dayanmaktaydı:

A) Yahûdiler, Hz. Peygamber'i (s.a) herhangi bir kabile reisi gibi görmek istiyorlar ve bunun siyasî bir antlaşma olduğu fikrinden hareketle, her iki tarafın da bu antlaşmayı kendi dünyevî çıkarları için yaptığını sanıyorlardı. Ancak Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'a, peygamberlere, kitaplara, âhirete (onların peygamber ve kitapları da dahil) iman etmeye, tevhide ve Allah'ın hükümlerine itaate, ilâhî sınırların içinde kalmaya, tıpkı kendi peygamberlerinin çağırdığı gibi davet ettiğini görünce, bu onlara çok ağır geldi ve bu evrensel hareketin başarılı olması hâlinde, dinî ve millî gururlarının kırılacağından korktular.

B) Evs, Hazrec [Ensâr] ve Muhâcirler arasında bir kardeşliğin tesis olunduğunu ve civardaki Arap kabilelerinden İslâm'ı kabul edenlerin de bu kardeşliğe katılmak sûretiyle bir toplum vücuda getirmeye başladıklarını görünce, asırlardır Arap kabileleri arasında nifak çıkararak menfaat sağladıklarını, fakat şimdi bu dinin Arapları bir araya toplayarak bir güç hâline getirdiğinden, artık eski oyunlarını sürdüremeyeceklerini anladılar.

C) Hz. Muhammed'in (s.a) getirdiği dinî, ahlâkî ve sosyal kanunlar, tefecilik yoluyla kazandıklarını gayr-i meşru kazanç olarak ilan ediyordu. Bu yüzden Yahûdiler, Hz. Muhammed'in (s.a) Araplar üzerinde bir hâkimiyet sağlaması hâlinde, bunun kendilerinin sonu demek olacağını düşünmeye başladılar. Tüm bu nedenler dolayısıyla Hz. Peygamber'e (s.a) karşı çıkmak, artık Yahûdiler için millî bir dava görünümü kazanmıştı. Öyle ki o'nun yenilmesi için her türlü yola baş vurmaktan kaçınmıyorlardı. Hz. Muhammed (s.a) hakkında birçok yalan, iftira ve kuşkular ortaya atarak, bunları çevreye yayıyorlar ve böylece şüpheye düşüp bu dini terk etmeleri için İslâm'a girenleri yanıltmaya çalışıyorlardı. Hatta kendileri de önce İslâm'a giriyor, sonra da dönüyorlardı, ki böylece “Demek ki bu işte bir bit yeniği var. Yoksa bunlar Müslüman olduktan sonra dönmezlerdi” diye düşünerek halkta Hz. Peygamber (s.a) ile ilgili olarak yanlış kanaatler uyanmasını istiyorlardı. Fitne çıkartabilmek için münâfıklarla işbirliği yapıyorlardı ve İslâm düşmanı kişi ve kabilelerle irtibat hâlindeydiler. Müslümanlar arasında fesat çıkarabilmek için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlardı. Bu hususta özellikle Evs ve Hazrec kabilesini hedef almışlardı, zira onlarla uzun bir süre müttefik olmuşlardı. Aralarında yeniden savaş çıkıp İslâm'ın kendilerine bağışladığı kardeşliğin parçalanması için bilhassa Buas savaşı'na tekrar tekrar değiniyorlardı. Ayrıca Müslümanları ekonomik bakımdan perişan edebilmek için adeta çırpınıyorlardı. Öyle ki, alış-veriş yaptıkları biri, İslâm'ı kabul ederse, ona zarar verebilmek için her türlü yola baş vuruyorlardı. Bir Müslümandan alacakları varsa, bunu hemen tahsil etmeye çalışıyor ve böylelikle o Müslümanı zor duruma düşürüyorlardı. Yok eğer borçları varsa, ödememek için borçlarını inkâr ediyorlar ve “Biz senden borç aldığımızda sen başka dindeydin, şimdi ise dinini değiştirdiğinden bizden alacağını istemeye hakkın yoktur” diyorlardı. Bu konudaki bir çok örneği Âl-i İmrân/75'in açıklama notunda, Taberî, Nisabûrî, Taberanî ve Âlûsî'den naklen zikretmiştik.

Yahûdiler, antlaşmaya karşı bu açık açık düşmanca tavırlarını Bedir savaşı'ndan önce takınmışlardı. Bedir savaşı'nda Hz. Peygamber (s.a) ve Müslümanlar Kureyşlileri mağlup edince, bu sefer düşmanlıkları daha da artmıştı. Çünkü onlar Müslümanların Kureyşliler karşısında yenileceklerini ve böylece yok olacaklarını sanıyorlardı. Bu yüzden de İslâm'ın Bedir'deki galibiyet haberi gelmeden önce Medîne'de çevreye asılsız bir haber fısıldayarak Hz. Peygamber'in (s.a) öldürüldüğünü, Müslümanların yenildiğini ve Kureyş ordusunun Ebû Cehl komutasında Medîne'ye doğru ilerlediğini yaydılar. Ancak olayların beklentilerinin aksine gelişmesi, onları müthiş derecede öfkelendirmişti. Benû Nadîr'in reisi Ka‘b b. Eşref bunun üzerine, “Allah'a yemin ederim ki, Muhammed Kureyş'in ileri gelenlerini öldürmüşse eğer, yerin altı bizim için yerin üstünden daha iyidir” demiş ve daha sonra Mekke'ye gidip öldürülen Kureyşli liderlerin ardından kışkırtıcı şiirler okuyarak intikam almaları için Mekkelileri tahrik etmeye çalışmıştı. Medîne'ye döndükten sonra da öfkesini bastırmak amacıyla Müslüman kız ve kadınlar hakkında aşk şiirleri okumaya başlamıştı. En sonunda onun bu fesat ve ahlâksızlığından bıkan Hz. Peygamber (s.a) hicrî 3. yılın Rebiu'l-Evvel ayında Muhammed b. Mesleme el-Ensârî'yi gönderip onu öldürtmüştür. (İbn Sa‘d, İbn Hişâm, Taberî)

Bedir savaşı'ndan sonra antlaşmayı ilk ihlal eden Yahûdi kabilesi Benû Kaynuka, Medîne içinde bir mahallede yaşıyordu. Kuyumculuk, demircilik ve madenî eşya imalatı ile uğraşıyorlardı. Bu bakımdan Medîneliler, onlarla sürekli alış-veriş yaparlardı. Benî Kaynuka Yahûdileri cesaretlerine çok güvenirlerdi. Demircilik yaptıklarından, onlarda yetişen her çocuk silahlıydı. İçlerinde savaşabilecek durumda en az 700 silahlı muharip bulunuyordu. Bunun yanısıra onlar Hazrec'in eski müttefiki olmalarına da güveniyorlardı. Nitekim Hazrec kabilesinin reisi Abdullah ibn Ubey onları destekliyordu.

Benû Kaynuka Yahûdileri Bedir savaşı'ndan sonra, çarşıya gelen Müslümanlara eziyet etmeye başlayacak kadar kudurmuşlardı. Hatta bir gün çarşıda Müslüman bir kadını soymuşlardı. Bunun üzerine büyük bir fırtına koptu ve çıkan hâdisede bir Müslüman ile Bir Yahûdi öldürüldü. İş bu noktaya gelince, Hz. Peygamber (s.a) bizzat, Yahûdilerin mahallesine gitti ve onları toplayarak yola gelmeleri için onlara nasihat etti. Fakat buna rağmen onlar, “Ey Muhammed! Sen bizi o öldürdüğün savaş bilmeyen Kureyş mi sanıyorsun. Bizimle savaşmaya yeltenirsen, cesaretin ne olduğunu görürsün!” şeklinde bir karşılık verdiler. Bu sözler aradaki antlaşmayı bozmak ve açıkça bir savaş ilanı demekti. En sonunda Hz. Peygamber (s.a) hicrî 2. yılın Şevval (başka bir rivâyete göre Zi'l-Kâde) ayında onların mahallesini abluka altına aldı ve 15 gün süren abluka sonunda teslim oldular. Müslümanlarla savaşan tüm Yahûdi savaşçıları esir alındılar. Abdullah ibn Ubey'in onların affı için şiddetle ısrar etmesi üzerine, Hz. Peygamber (s.a) onun isteğini kabul etmiş ve tüm mal, silah ve sanayi aletlerini bırakarak Medîne'yi terk etmeleri şartıyla Benû Kaynuka'yı serbest bırakmıştı. (İbn Sa‘d, İbn Hişâm ve Taberî)

Benî Kaynuka'nın Medîne'den çıkarılması ve Ka‘b b. Eşref'in öldürülmesi gibi iki sert tepkiden sonra, bunlar Yahûdileri öyle korkuttu ki hiçbir kötü davranışta bulunmaya cesaret edemediler. Hicrî 3. yılın Şevval ayında Bedir'in intikamını almak amacıyla Kureyşliler Medîne'ye saldırmak için büyük bir hazırlık yaptılar ve Medîne'ye doğru yola koyuldular. Kureyş'in 3.000 askerine karşı Hz. Peygamber'in (s.a) 1.000 asker çıkarabildiğini ve bunlardan 300 münâfığın geri döndüğünü gören Yahûdiler, Müslümanlara yardım etmeyerek antlaşmaya ilk defa açıktan karşı çıktılar. Oysa yapılan antlaşma gereğince Medîne'yi Müslümanlarla birlikte savunmak zorundaydılar. Üstelik Müslümanların Uhud savaşı'nda büyük bir zarara uğradıklarını görünce Yahûdilerin cesaretleri iyiden iyiye artmıştı. Öyle ki Benû Nadîr, Hz. Peygamber'e (s.a), suikast tertiplemiş, fakat hain plânları başarısız kalmıştı. Bu vak’a şöyle olmuştur: Bir-i Maune gazvesi'nden sonra (hicrî 4. yılın Safer ayı) Amr b. Umeyye ed-Damrî, intikamını almak isterken yanlışlıkla Hz. Peygamber (s.a) ile müttefik olan Benû Âmir'den iki kişiyi öldürür. Amr b. Umeyye ed-Damrî, onları kendi düşmanları zannedip öldürdüğünden dolayı maktullerin fidyesini vermek Müslümanlara vâcip olmuştu. Benû Âmir ile Benû Nadîr'in de müttefik olması nedeniyle Hz. Peygamber, yanına birkaç kişi alarak, fidyeye iştirak etmelerini sağlamak amacıyla Benû Nadîr'in mahallesine gider. Hz. Peygamber (s.a) oraya varınca, Yahûdiler o'nu meşgul etmek için lafa tutarlar ve bu sırada Hz. Peygamber'in (s.a) önünde oturduğu duvarın damına çıkardıkları bir adamı büyük bir taşı Hz. Peygamber'in (s.a) üzerine atması için görevlendirirler. Ancak o adam daha harekete geçmeden önce Allah, Peygamberi'ni haberdar eder ve Hz. Peygamber (s.a) de hemen oradan ayrılarak Medîne'ye döner.

Artık bundan sonra onlara hüsn-i niyetle davranmanın bir anlamı kalmamıştı. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a) hemen bir ültimatom göndererek, “Yapmak istediklerinizi öğrendim. Dolayısıyla on gün içinde Medîne'yi terk edin. Bundan sonra sizlerden orada kim ele geçerse öldürülecektir” diye Yahûdilere kararını bildirmiştir. Abdullah ibn Ubey'in kendilerine, “2.000 kişiyle ben size yardım ederim. Benû Kurayza ve Benû Gatafan da yardıma gelecekler. Hiç taviz vermeyin ve yerinizi terk etmeyin” şeklinde bir haber göndermesi üzerine, Hz. Peygamber'e (s.a), ne yaparsa yapsın Medîne'yi terk etmeyecekleri cevabını verdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber de hicrî 4. yılın Rebiu'l-Evvel ayında onları kuşatma altına alır ve birkaç günlük (bazılarına göre 6 gün, bazılarına göre 15 gün) muhasaradan sonra, silahları dışında develerine yükleyebildiklerini yanlarına almak şartıyla Medîne'yi terk etmeye razı oldular. Böylece aralarında İslâm'ı seçip kalan iki kişi dışında, bu ikinci Yahûdi kabilesi de Medîne'yi terk etmiş, Şam ve Hayber'e doğru gitmişlerdir.

İşte Haşr sûresi'nde, bu olay hakkında mütalaalar yapılmıştır.[1]

RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA

MEAL:

1. Göklerde ve yeryüzünde olan şeyler, Allah'ı tesbih ettiler. Ve O, azîz'dir hakîm'dir.

2. O [Allah], Ehl-i Kitaptan inkâr eden kimseleri, toplanmanın ilki için yurtlarından çıkarandır. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da, şüphesiz kalelerinin, kendilerini Allah'tan koruyacağına kesinkes inanıyorlardı da Allah'ın azabı, onlara hesaba katmadıkları yerden geliverdi. Ve O [Allah], onların yüreklerine, evlerini, kendi elleriyle ve mü’minlerin elleriyle harap edileceği korkusunu düşürdü. Ey basiret sahipleri! Artık ibret alın!

3. Ve eğer Allah, onların hakkında sürgünü yazmamış olsaydı, kesinlikle, onları dünyada azaplandırırdı. Âhirette de onlar için ateş'in azabı vardır.

4. İşte bu [dünyada sürgün, âhirette ateş cezası], onların Allah'a ve Rasûlü'ne muhalefet etmeleri nedeniyledir. Ve kim Allah'a muhalefet ederse, bilsin ki, şüphesiz Allah, azabı/kovuşturması pek çetin olandır.

5. Hurma ağaçlarından herhangi bir şey kesmeniz veya onları kökleri üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyle ve O'nun, fâsıkları rezil-rüsvay etmesi içindir.

6. Ve Allah'ın, onlardan Elçisi'ne verdiği fey'ler [savaşmadan zahmetsizce elde edilen gelirler]; siz onun üzerine at oynatmadınız, deve de sürmediniz. Fakat Allah elçilerini, dilediği kimselerin üzerine musallat eder. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.

7-8. Allah'ın, o kent halkından, Rasûlü'ne verdiği fey'ler, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşmasın diye Allah'a, Elçi'ye yakınlık sahiplerine; göç eden fakirlere –ki onlar, Allah'ın lütuf ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'a ve Elçisi'ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir–, yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah'a da takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, kovuşturması/azabı çok çetin olandır.

9. Onlardan önce o yurda ve imana yerleşen kimseler de, kendilerine göç edenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, onları kendilerine tercih ederler. Kim de nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar, başarıya erenlerin ta kendileridir.

10. Ve onlardan [Peygamber dönemindeki inananlardan] sonra gelen kimseler, “Rabbimiz, bizi ve iman ile bizi öne geçmiş kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde iman etmiş kimseler için kin kılma! Rabbimiz! Şüphesiz Sen raûf'sun, rahîm'sin!” derler.

11. Kitap Ehlinden inkâr eden kardeşlerine, “Andolsun, eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, kesinlikle biz de sizinle beraber çıkarız, sizin aleyhinizde kimseye ebediyen itaat etmeyiz. Eğer sizinle savaşılırsa, kesinlikle size yardım ederiz” demekte olan münâfıklaşan kimseleri görmedin mi? Ve Allah şâhitlik eder ki, şüphesiz onlar kesinlikle yalancılardır.

12. Andolsun eğer onlar çıkarılırsalar, onlarla beraber çıkmazlar. Yine andolsun eğer onlarla savaşılırsa onlara yardım etmezler; andolsun eğer yardım etseler bile kesinlikle arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra da kendilerine yardım olunmaz.

13. Kesinlikle siz, onların kalplerinde korku yönünden, Allah'tan daha çetinsiniz. Bu [onların, Allah'tan çok sizden korkmaları], şüphesiz bunların iyi anlamayan bir toplum olmasındandır.

14-16. Onlar, toplu olarak sizinle savaşamazlar, ancak, müstahkem şehirlerde yahut duvarların ardından savaşırlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri, kendilerinden az önce, işlerinin günahını tatmış olan, âhirette de kendileri için acı bir azap bulunan kimselerin durumu gibi pek çetindir. Sen onları toplu sanırsın, oysa onların kalpleri, tıpkı, hani, insana “küfret” deyip, de o küfredince [inkâra sapınca] de, “Kesinlikle ben senden uzağım; şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım” diyen şeytânın örneğinde olduğu gibi darmadağınıktır. Böyledir, çünkü onlar aklını kullanmayan bir topluluktur.

17. Nihâyet ikisinin de âkıbeti, ikisinin de, içinde sürekli kalanlar olarak ateş'in içinde olmaktır. Ve işte bu, zâlimlerin cezasıdır.

18-19. Ey inanmış olan kişiler! Allah'a takvâlı davranın; her kişi yarına ne hazırladığına bir baksın. Ve Allah'a takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, işlediklerinize haberdardır. Ve Allah'ı umursamayan kimseler gibi olmayın: Böylece Allah, onlara kendilerini umursatmaz. İşte onlar, yoldan çıkmış kimselerin ta kendileridir.

20. Ateş'in ashâbı ve cennetin ashâbı eşit olmaz. Cennet ashâbı kurtulanların ta kendileridir.

21. Eğer Biz, bu Kur’ân'ı bir dağa indirseydik, Allah'ın haşyetinden onu huşû yapar [saygı duyar, baş eğmiş], parça, parça olmuş görürdün. Ve Biz bu misalleri tefekkür ederler diye insanlara veriyoruz.

22. O, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, rahmân'dır, rahîm'dir.

23. O, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. O, melik, kuddûs, selâm, mü’min, müheymin, azîz, cebbâr, mütekkebbir'dir. Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.

24. O, hâlık, bâri, musavvir Allah'tır. En güzel isimler O'nun içindir. Göklerde ve yeryüzünde olanlar O'nun için tesbih ederler. Ve O, azîz'dir hakîm'dir.

TAHLİL:

1. Göklerde ve yeryüzünde olan şeyler, Allah'ı tesbih ettiler. Ve O, azîz'dir hakîm'dir.

Sûre, evrendeki her varlığın Allah'ı tesbih ettiğini, Allah'ın yenilmez ve en iyi yasa koyan olduğunu bildiren bir âyetle başlamaktadır. Bu âyet, aslında insanlara akıllarını başlarına almaları, aksi hâlde Allah'ı yenemeyecekleri, bunu evrendeki her varlığa bakarak anlayabilecekleri gerçeğini ihtar etmektedir.

Birçok kez ifade ettiğimiz gibi tesbih, “Allah'ı, Kendisine yakışmayan niteliklerden uzak tutmak, yüceltmek, O'nun her türlü kemal sıfatlarla donanmış olduğunu kavramak ve bunu dışa yansıtmak” demektir, ki bu en geniş çerçevede İsrâ sûresi'nde yer almıştı:

Yedi gök, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, Allah'ı tesbih ederler. O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz, onların tesbihlerini iyi kavramıyorsunuz. Şüphesiz ki O, halîmdir, çok bağışlayandır. (İsrâ/44)

Aynı mesaj, Haşr sûresi'nden başka birçok sûrenin [Hadîd, Saff, Cum‘a ve Teğâbün] başında da yer almıştır.

2. O [Allah], Ehl-i Kitaptan inkâr eden kimseleri, toplanmanın ilki için yurtlarından çıkarandır. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da, şüphesiz kalelerinin, kendilerini Allah'tan koruyacağına kesinkes inanıyorlardı da Allah'ın azabı, onlara hesaba katmadıkları yerden geliverdi. Ve O [Allah], onların yüreklerine, evlerini, kendi elleriyle ve mü’minlerin elleriyle harap edileceği korkusunu düşürdü. Ey basiret sahipleri! Artık ibret alın!

3. Ve eğer Allah, onların hakkında sürgünü yazmamış olsaydı, kesinlikle, onları dünyada azaplandırırdı. Âhirette de onlar için ateş'in azabı vardır.

4. İşte bu [dünyada sürgün, âhirette ateş cezası], onların Allah'a ve Rasûlü'ne muhalefet etmeleri nedeniyledir. Ve kim Allah'a muhalefet ederse, bilsin ki, şüphesiz Allah, azabı/kovuşturması pek çetin olandır.

5. Hurma ağaçlarından herhangi bir şey kesmeniz veya onları kökleri üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyle ve O'nun, fâsıkları rezil-rüsvay etmesi içindir.

Bu âyetlerde târihî olaylara değinilmekte, yaşanan olayların Allah'ın izni/ bilgisi çerçevesinde gerçekleştiği ve bundan ibret alınması gerektiği bildirilmektedir. Bu târihî olayın detayı sûrenin girişinde sunulmuştu. Burada o hâdiselerin özüne değinilmektedir. Şöyle ki:

Çok zengin ve varlıklı olan Nadîroğulları, anlaşmaya ihanet edip, Mekke müşriklerinin destek ve birtakım vaatlerine kanarak Rasûlullah'ı ortadan kaldırma plânları yapıyorlardı. Bu plân ortaya çıkınca Rasûlullah, Medîne'yi on gün içinde terk etmeleri için onlara ültimatom gönderdi. Ültimatomda menkul mallarını alıp arazi ve bostanlarına vekil tayin etmelerini bildirdi. Münâfıkların elebaşısı olan Abdullah b. Ubey, onlara Medîne'den çıkmamaları ve kendilerine yardım edeceği yönünde telkinlerde bulundu. Buna kanan Nadîroğulları, Medîne'den çıkma emrine karşı gelerek savaş hazırlığına giriştiler. Rasûlullah da onları kuşattı. Münâfıklar onlara verdikleri sözü tutmadılar ve Yahûdiler daha ağır koşullarda Medîne'yi terk etmek zorunda kaldılar. Nadîroğulları'nı büyük bir korku sarmıştı. Silahlarını, ekinlerini, bostanlarını bırakıp sadece menkul mallarını götürebildiler. Ayak diretmeleri ve inatları sebebiyle, ilkine göre daha ağır koşullar altında Medîne'den sürüldüler.

Âyette dikkat çeken nokta, sürgün olayını, Allah'ın Kendisine izafe etmesidir. Bu inceliğin anlaşılması için Enfâl/17-18 âyetlerine ve onlarla ilgili şu pasaja göz atılması gerekir:

Artık, onları siz öldürmediniz, lâkin onları Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı. Ve mü’minleri bundan güzel bir belâ ile belâlandırmak [güzelce sınamak] içindi. Şüphesiz Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir. İşte! Şüphesiz Allah, kâfirlerin tuzağını zayıflatandır. (Enfâl/17-18)

Bu âyetlerde, savaşın anlamı anlatılmaktadır: Savaşta insan kâtil olmaz.

Kaynaklarda bu âyetin iniş sebebine ilişkin şu bilgiler verilmiştir:

Rivâyete göre Rasûlullah'ın (s.a) ashâbı, Bedir'den geri döndüklerinde her biri kendisinin yaptıklarını söz konusu etmeye başlayarak, “Ben şu kadar kişi öldürdüm, şunu yaptım, bunu yaptım” demeye koyuldu. İşte onların bu ifadelerinden karşılıklı övünme ve benzeri hâller ortaya çıktı. Bunun üzerine, öldürenin de, her şeyi takdir edenin de Yüce Allah olduğunu, kulun ise, bu işe yalnızca kesbi ve kastı ile katıldığını bildirmek için bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bu âyet-i kerîme, aynı zamanda, “Kulların fiilleri kullar tarafından yaratılmaktadır” diyenlerin görüşlerini de reddetmektedir.[2]

Mücâhid şöyle demektedir: “Bedir günü'nde ashâb ihtilâf ederek, biri “Ben öldürdüm!”; diğeri, “Hayır, ben öldürdüm!” deyince, Allah bu âyeti inzâl buyurdu. Yani, “bu büyük bozgun ve kırma işi, bu hasar, sizin tarafınızdan olmadı. Bu, ancak Allah'ın yardımıyla gerçekleşti” demektir. Rivâyet olunduğuna göre, Kureyş ordusu gözükünce, Allah'ın Rasûlü, “İşte, Kureyş! Bütün kibri ve fahriyle, Senin Rasûlü'nü yalanlamaya geliyorlar. Allahım! Senden, bana vaat ettiğini istiyorum!” dedi. Bunun üzerine Cebrâîl gelerek, “Bir avuç toprak al ve onu onlara at!” dedi. İki ordu karşı karşıya gelince, Hz. Peygamber (s.a), Hz. Ali'ye, “Bana, bu vâdinin çakıl taşlarından bir avuç ver!” dedi. (Taşı aldığında) Hz. Peygamber bunu Kureyşlilerin yüzüne atarak, “Yüzleriniz, suratlarınız değişsin, bozulsun!” dedi. Böylece, bütün müşrikler gözleriyle meşgul oldular, akabinde de bozguna uğradılar.[3]

Süddî der ki: Allah Rasûlü (s.a) Bedir günü Hz. Ali'ye (r.a), “Yerden bana çakıl ver” buyurdu. Hz. Ali, üzerinde toprak olan çakılları o'na verdi de Hz. Peygamber bunu müşriklerin yüzlerine attı. Gözlerine bu topraktan bir parça girmedik hiç bir müşrik kalmadı. Sonra mü’minler peşlerine düştüler, onları ya öldürdüler ya da esir ettiler. Allah Teâlâ, Siz öldürmediniz onları, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı âyetini indirdi.

Ebû Ma‘şer Medenî'nin Muhammed ibn Kays ve Muhammed ibn Ka‘b el-Kurâzî'den rivâyetine göre; onlar şöyle demişlerdir: “Kavim birbirlerine yaklaştığında, Allah Rasûlü (s.a) bir avuç toprak alıp bunu kavmin [müşriklerin] yüzlerine attı ve, ‘Yüzleri çirkinleşsin’ buyurdu. Onların hepsinin gözlerine girdi ve Allah Rasûlü'nün (s.a) ashâbı ilerleyip onların kimini öldürdü, kimini de esir etti. Onların hezimete uğramaları, Allah Rasûlü'nün (s.a) onlara bu şekilde toprak atması sebebiyle olmuştur. Allah Teâlâ da, Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı âyetini indirdi.”

Abdurrahmân ibn Zeyd ibn Eslem, Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı âyeti hakkında der ki: Bu, Bedir günü'dür. Allah Rasûlü (s.a) üç avuç (toprak, çakıl taşı) aldı ve bir avucunu müşriklerin sağ cenahına, bir avucunu sol cenahına, bir avucunu da ortalarına attı ve, “Yüzleri çirkinleşsin” buyurdu da hezimete uğradılar. Her ne kadar bu, Huneyn günü'nde vâki olmuşsa bile Urve ibn Zübeyr, Mücâhid, İkrime, Katâde ve imamlardan bir çoğundan rivâyete göre bu, Hz. Peygamber'in (s.a) Bedir günü (müşriklerin yüzlerine toprak) atması hakkında nâzil olmuştur.[4]
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 8. August 2010, 11:50 PM   #2
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Âyetteki, Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı ifadesiyle ilgili klasik eserlerde birtakım yakıştırmalar mevcuttur:

1) Müfessirlerin ekserisinin görüşüne göre, bu âyet-i kerîme Bedir günü nâzil olmuştur. Bununla kastedilen şudur: Hz. Peygamber (s.a) bir avuç toprak aldı ve onu müşriklerin yüzüne doğru serperek, “Yüzleriniz, suratlarınız değişsin, bozulsun” dedi. Bu toprak, istisnâsız olarak her bir müşriğin gözüne ve burnuna dolmuştu. Dolayısıyla bu, müşriklerin bozulmasına sebep oldu. İşte âyet-i kerîme, bu hususta nâzil olmuştur.

2) Bu âyet-i kerîme Hayber günü nâzil olmuştur. Hz. Peygamber (s.a), Hayber kalesi'nin kapısının önünde, eline yayı alıp bir ok attı. Hz. Peygamber'in bu oku, hedefini buldu ve atı üzerinde duran (kâfir) İbn Ebi'l-Hakîk'i öldürdü. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.

3) Bu âyet, Uhud günü, Ubey b. Halef'in öldürülmesi hakkında nâzil olmuştur. Çünkü Ubey, Hz. Peygamber'e (s.a) çürümüş bir kemik getirerek, “Ey Muhammed! Şu çürüyüp un-ufak olmuş kemiği kim diriltebilir?” demişti. Hz. Peygamber (s.a) de, “Allah diriltir! Nitekim seni de öldürecek, sonra seni yeniden diriltip cehennemine sokacaktır!” buyurdu. Ubey b. Halef, Bedir günü esir alındı. Fidye verip kurtulunca, Hz. Peygamber'e (s.a) “Bir atım var. Onu, bir gün onun üzerinde seni öldürebilmek için her gün biraz mısır ile besleyeceğim” dedi. Hz. Peygamber (s.a) de, “Hayır, inşallah ben seni öldüreceğim” dedi. Uhud günü, Ubey, işte o atı üzerinde koşuşturuyordu. Derken Hz. Peygamber'e (s.a) yakın bir yere geldi. Bazı Müslümanlar, onu öldürmek için önüne dikiliverdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), “Geri durun” dedi ve ona doğru kargısını atarak onun bir kaburgasını kırdı. Onu müşrikler atına yükleyip götürürlerken yolda öldü. İşte bu âyet bu hususta nâzil olmuştur.[5]

Aslında, Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı ifadesi, bir deyimdir. Nitekim Araplar, “Allah senin için atsın” ifadesini kullanırlar ve bununla “Allah sana yardımcı olsun, sana zafer versin, senin lehine olacak işleri yapsın” anlamını kastederler. Buradaki ifade de, “sana yardım eden, sana zafer veren Allah'tır” demektir.[6]
Bu âyet, Bedir'de zafer kazanan Rasûlullah ve mü’minlere bir ihtardır. Müslümanlar, bu zaferle şımarmamalıdırlar. Savaşı, birçok olağanüstü yardımlar yaratarak Allah kazanmıştır. Mü’minler, elde edilen başarıyı kendilerine mal etmemeli; onun Allah'ın lütfu olduğunu bilmelidirler.

Allah, Artık, onları siz öldürmediniz, lâkin onları Allah öldürdü buyurmak sûretiyle, öldürmeyi de Kendisine izafe ederek Müslüman askerlerin “kâtil” olarak isimlendirilemeyeceğine işaret etmiştir. Zira, kamu otoritesinin emir ve izniyle yapılan meşru savaşlarda adam öldürmek, öldüreni suçlu-katil yapmaz.[7]

5. âyetteki, bu kuşatma esnasında Nadîroğulları'nın bahçelerindeki hurma ağaçlarının kesilmesi, insanlar arasında öteden beri tartışma konusu edilmiştir. Bu konu hakkında şu görüşler ileri sürülmüştür:

Eğer, kesilme ile ilgili olarak, “Niçin özellikle hurma ağacı zikredilmiştir?” denilirse, biz deriz ki: Eğer onların, orta halli-normal hurma ağaçları var idiyse, Müslümanlar iyi cins ve bernî [has] hurma ağaçlarını kendilerine bırakmak için böyle yapmışlardır. Eğer kesilenler, son derece değerli cins hurma ağacı idiyse, bu, Yahûdileri daha çok kızdırmak ve üzmek için olmuştur.

Rivâyet olunduğuna göre, iki Müslümandan birisi o ağaçlardan iyi cins hurma ağaçlarını, diğeri ise orta hâlli hurma ağaçlarını kesiyordu. Hz. Peygamber (s.a) onlara bunun sebebini sorunca, birisi, “O iyi cins hurma ağacını Allah'ın Rasûlü'ne bıraktım” dedi. Öteki de, “İyi cins hurma ağaçlarını, o kâfir Yahûdileri iyice öfkelendirmek için kesiyorum” dedi.[8]

Bu buyruğun iniş sebebine gelince; Nadîroğulları Uhud günü Kureyş'in yardımı ile antlaşmayı bozmaları üzerine Peygamber (s.a), Nadîroğulları'nın el-Buveyre diye bilinen hisarlarının önünde konakladı. Onların hurma ağaçlarının kesilip yakılmasını emretti.

Bunun sebebi ya bu yolla onları zayıflatmaktı, yahut da bu hurma ağaçlarını kesmek sûretiyle yerin genişlemesini sağlamaktı. Bu Yahûdilere ağır geldi. O bakımdan Kitab Ehli ve Yahûdi olan Nadîrliler şöyle dedi: “Ey Muhammed! Sen ıslahı isteyen bir peygamber olduğunu ileri sürmüyor musun? Peki, hurma ağaçlarını kesip ağaçları yakmak ıslahın bir gereği midir? Allah'ın sana indirdiği buyruklar arasında yeryüzünde fesat çıkarmanın mübah olduğunu mu görüyorsun yoksa?”

Bu Peygamber'e (s.a) ağır geldi, mü’minler de içten içe bundan rahatsız oldular. Hatta aralarında anlaşmazlıklar çıktı. Kimileri, “Allah'ın bize ganimet olarak verdiği şeyleri kesmeyin” derken, kimileri de, “Onları bu yolla daha da öfkelendirelim diye kesin” dedi.

Bunun üzerine âyet-i kerîme, ağacın kesilmesini yasaklayanları doğrulamak ve kesenlerin de günah kazanmadıklarını belirtmek üzere indi ve böylece ağacın kesilmesinin de, kesilmemesinin de Allah'ın izni ile olduğunu haber verdi.[9]

Bize göre ise ağaçların kesiliş nedeni, âyetten de açıkça anlaşıldığına göre mü’minlerin ganimet peşinde olmayıp, sulh ve sükun peşinde olduklarını göstermek, işin ciddiyetini bildirmektir. Mü’minler Allah rızasının dışında bir şey peşinde olsalardı, ilk koruyacakları ve sahiplenecekleri ganimet o hurma ağaçları olacaktı. Bu manzarayı gören Nadîroğulları meseleyi anlamış, daha fazla belâ çıkarmadan Medîne'den çıkıp gitmişlerdir.

Âyette sürgün toplantısı, “toplantının ilki” diye nitelenmiştir. Bu ifade birkaç şekilde anlaşılabilir:

• Birinci toplanma bu sürgün toplanması; ikincisi de âhiretteki hesap için toplanmadır.

• Sürgün için toplanma birinci toplanma; daha sonra halife Ömer döneminde bulundukları Hayber'den de Necid ve Ezriât'e sürgün edilmeleri de ikinci toplanma olabilir. Buma göre Kur’ân, gelecekten haber vermiş ve bu haber aynıyla gerçekleşmiştir. Bu da Allah'ın bir mucizesidir.

6. Ve Allah'ın, onlardan Elçisi'ne verdiği fey'ler [savaşmadan zahmetsizce elde edilen gelirler]; siz onun üzerine at oynatmadınız, deve de sürmediniz. Fakat Allah elçilerini, dilediği kimselerin üzerine musallat eder. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.

7-8. Allah'ın, o kent halkından, Rasûlü'ne verdiği fey'ler, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşmasın diye Allah'a, Elçi'ye yakınlık sahiplerine; göç eden fakirlere –ki onlar, Allah'ın lütuf ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'a ve Elçisi'ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir–, yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah'a da takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, kovuşturması/azabı çok çetin olandır.

9. Onlardan önce o yurda ve imana yerleşen kimseler de, kendilerine göç edenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, onları kendilerine tercih ederler. Kim de nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar, başarıya erenlerin ta kendileridir.

10. Ve onlardan [Peygamber dönemindeki inananlardan] sonra gelen kimseler, “Rabbimiz, bizi ve iman ile bizi öne geçmiş kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde iman etmiş kimseler için kin kılma! Rabbimiz! Şüphesiz Sen raûf'sun, rahîm'sin!” derler.

Bu âyetlerde, yurtlarından çıkarılan düşmanların bıraktığı malların ne olacağı konusu açıklığa kavuşturulmaktadır. Âyetlerin söz akışından ve âyetlerin sebeb-i nüzûlüne dair olan nakillerden anlaşıldığına göre bu husus Müslümanlar arasında sorun olmuştur. Zira ilk defa bir düşman yurdu Müslümanların eline geçmişti ve bu şartlarda hangi hükümlerin uygulanacağı henüz bildirilmemişti. O nedenle de bu âyetler inmiş ve şu hüküm verilmiştir: Fey'ler [savaşmadan zahmetsizce elde edilen gelirler], içinizden yalnız zenginler arasında dolaşmasın diye Allah'a, Elçi'ye yakınlık sahiplerine; göç eden fakirlere, yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir.

Şunu da belirtelim ki: Fey ile enfâl [ganimetler] faklı şeylerdir. Zira enfâl'in bir bölümü gaziler arasında taksim ediliyordu:

Yine, biliniz ki, eğer siz Allah'a iman etmiş, hakk ile bâtılın ayrıldığı o gün; iki ordunun karşı karşıya geldiği o gün [Bedir günü], kulumuza indirdiğimiz âyetlere iman etmiş iseniz, biliniz ki, herhangi bir şeyden ganimetleştirdiklerimiz; artık onun beşte-biri, Allah, Elçi, yakınlığı olanlar, yetimler, miskinler ve yolda kalmışlar içindir. Ve Allah, her şeye güç yetirendir. (Enfâl/41)

Bu konuyla ilgili detay için Enfâl sûresi'ne bakılabilir.[10]

Bu âyetlerde dikkat çeken bir nokta da şudur: Feylerin, kamu maliyesine ait olmasına gerekçe olarak, toplumda zenginlerin güç oluşturmaması, kartellerin ve tröstlerin yaratılmaması gösterilmiştir.

İşte bu gerekçe ile kuşatmaya katılan savaşçılara, Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah'a da takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, kovuşturması/azabı çok çetin olandır denilerek, bu uygulamanın insanlık için yararlı olduğu bildirilmiştir.

Bazıları, fey ile ilgili âyeti paragraftan ayrı ele alarak Peygamber'e teşri yetkisi vermişlerdir, ki bu dinin yozlaştırılması demektir. Hâlbuki âyet fey'in taksimatına yönelik olup, “Rasûlullah fey konusunda ne yaparsa ona saygılı olun, verdiğini alın, vermediğini istemeyin” denektir.

Kamu gelirlerinin nasıl ve kimlere harcanacağı da Tevbe sûresi'nde açıklanmıştır:

Kesinlikle, Allah tarafından bir fariza [taksim/zorunlu görev] olarak; sadakalar [kamunun gelirleri] ancak, fakirler, miskinler [yoksullar, işsizler], o iş üzerine çalışan görevliler [kamu görevlileri], müellefe-i kulûb [kalpleri İslâm'a ısındırılacaklar], boyunduruktakiler [özgürlüğü olmayan köleler], ağır borç altındakiler, Allah yolundakiler [askerler, öğrenci ve öğretmenler], yolda kalmışlar içindir. Allah her şeyi en iyi bilendir ve en iyi yasa koyandır. (Tevbe/60)

Bu paragrafta Muhâcirler, göç eden fakirlere –ki onlar, Allah'ın lütuf ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'a ve Elçisi'ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir– diye; Ensâr da, Onlardan önce o yurda ve imana yerleşen kimseler de, kendilerine göç edenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, onları kendilerine tercih ederler. Kim de nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar, başarıya erenlerin ta kendileridir diye övülmüştür. Ardından da, onlardan sonra geleceklerin, Rabbimiz, bizi ve iman ile bizi öne geçmiş kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde iman etmiş kimseler için kin kılma! Rabbimiz! Şüphesiz Sen raûf'sun, rahîm'sin! demesi istenmiştir.

O günün yiğitleri Tevbe sûresi'nde de övülmektedir:

Muhâcir ve Ensâr'dan ilk önce öne geçenler ve iyileştirme-güzelleştirme ile onları izleyen kimseler; Allah onlardan razı oldu, onlar da O'ndan razı oldular. Ve O [Allah], onlara, içlerinde temelli kalıcılar olarak altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu, büyük bir kurtuluştur. (Tevbe/100)

11. Kitap Ehlinden inkâr eden kardeşlerine, “Andolsun, eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, kesinlikle biz de sizinle beraber çıkarız sizin aleyhinizde kimseye ebediyen itaat etmeyiz. Eğer sizinle savaşılırsa, kesinlikle size yardım ederiz” demekte olan münâfıklaşan kimseleri görmedin mi? Ve Allah şâhitlik eder ki şüphesiz onlar kesinlikle yalancılardır.

12. Andolsun eğer onlar, çıkarılırsalar, onlarla beraber çıkmazlar. Yine andolsun eğer onlarla savaşılırsa onlara yardım etmezler; andolsun eğer yardım etseler bile kesinlikle arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra da kendilerine yardım olunmaz.

13. Kesinlikle siz, onların kalplerinde korku yönünden, Allah'tan daha çetinsiniz. Bu [onların, Allah'tan çok sizden korkmaları], şüphesiz bunların iyi anlamayan bir toplum olmasındandır.

14-16. Onlar, toplu olarak sizinle savaşamazlar, ancak, müstahkem şehirlerde yahut duvarların ardından savaşırlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri, kendilerinden az önce, işlerinin günahını tatmış olan, âhirette de kendileri için acı bir azap bulunan kimselerin durumu gibi pek çetindir. Sen onları toplu sanırsın, oysa onların kalpleri, tıpkı, hani, insana “küfret” deyip, de o küfredince [inkâra sapınca] de, “Kesinlikle ben senden uzağım; şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım” diyen şeytânın örneğinde olduğu gibi darmadağınıktır. Böyledir, çünkü onlar aklını kullanmayan bir topluluktur.

17. Nihâyet ikisinin de âkıbeti, ikisinin de, içinde sürekli kalanlar olarak ateş'in içinde olmaktır. Ve işte bu, zâlimlerin cezasıdır.

Bu âyet grubunda Yahûdi Nadîroğulları'na destek sözü verip de onları yalnız bırakan münâfıkların karakteristik özellikleri nakledilmekte, sonra da Bedir'e ait bir olay hatırlatılmaktadır. Münâfıklar din kardeşlerine, Andolsun, eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, kesinlikle biz de sizinle beraber çıkarız, sizin aleyhinizde kimseye ebediyen itaat etmeyiz. Eğer sizinle savaşılırsa, kesinlikle size yardım ederiz diye yalan söylemişlerdir. Eğer onlar, çıkarılırsalar, onlarla beraber çıkmazlar. Eğer onlarla savaşılırsa onlara yardım etmezler; yardım etseler bile kesinlikle arkalarını dönüp kaçarlar. Çünkü onlar, kavrayışlarının zayıflığı sebebiyle Allah'tan çok mü’minleri güçlü görürler. Onlar, toplu olarak Müslümanlarla savaşamazlar, ancak, müstahkem şehirlerde yahut duvarların ardından savaşırlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri, kendilerinden az önce, işlerinin günahını tatmış olan, âhirette de kendileri için acı bir azap bulunan kimselerin durumu gibi pek çetindir. Onlar birlik içinde gözükse de, aklını kullanmayan bir toplum olduklarından, onların kalpleri, tıpkı, insana “küfret” deyip, de o küfredince de, “Kesinlikle ben senden uzağım; şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım” diyen şeytânın örneğinde olduğu gibi darmadağınıktır. Nihâyet ikisinin de âkıbeti, ateş'te sürekli kalmaktır. İşte bu, zâlimlerin cezasıdır.

Paragraftaki, İnsana “küfret” deyip, de o küfredince [inkâra sapınca] de, “Kesinlikle ben senden uzağım; şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım” diyen şeytân örneği hakkında da birtakım gülünç senaryolar üretilmiştir. Gerçeği açıklamadan önce kaynaklarda zikredilen söylentileri dikkatlere sunuyoruz:

Peygamber'den (s.a) rivâyet edildiğine göre şeytânın kendisine, “Küfret!” dediği insan, dua etmek üzere yanına saralı bir kadın bırakılan bir râhip idi. Şeytânın teşvikiyle o kadın ile ilişki kurdu, kadın da hamile kaldı. Daha sonra rezil olmak korkusu ile o kadını öldürdü. Şeytân kadının yakınlarına onun bulunduğu yeri gösterdi. Manastırına gelerek râhipten manastırdan inmesini istediler. Şeytân ona, kendisine secde edecek olursa, onu onların ellerinden kurtaracağı vaadinde bulundu. Râhip ona secde edince de ondan uzak olduğunu belirterek rahibi kadının yakınlarıyla başbaşa bıraktı. Bunu Kadı İsmâîl ile Ali b. el-Medinî, Süfyân b. Uyeyne'den rivâyet etmişlerdir. Süfyân, Amr b. Dinar'dan, o Urve b. Âmir'den, o Ubeyd b. Rifâa ez-Zürakî'den, o da Peygamber'den (s.a) rivâyet etmiştir. Bu râhibe dair haberi İbn Abbâs ve Vehb b. Münebbih uzunca zikretmişlerdir. Her ikisinin lafızları arasında farklılık vardır.

İbn Abbâs yüce Allah'ın, ..şeytânın... durumu gibidir buyruğu hakkında dedi ki: Fetret döneminde Bersîsa diye anılan manastırında 70 yıl boyunca ibâdet etmiş ve bu zaman zarfında bir göz açıp kırpacak kadar bir süre dahi Allah'a isyan etmemiş bir râhip vardı. Bu râhip İblisi gerçekten bitkin düşürmüştü. İblis şeytânların azgınlarını toplayarak dedi ki: “Aranızda, benim yerime Bersîsa'nın hakkından gelecek bir kimse yok mu?” Peygamberlerle uğraşmakla görevli olan Ebyad adındaki şeytân –ki vahiy veriyormuş gibi vesvese vermek maksadıyla Peygamber (s.a) efendimize Cebrâîl sûretinde görünen budur, bunun üzerine Cebrâîl gelmiş, ikisinin arasına girdikten sonra eliyle Ebyad'ı itmiş ve Hind'in en uzak yerine düşmüştür, İşte yüce Allah'ın, Büyük bir güç sahibidir, Arş'ın sahibinin nezdinde yüksek bir mevkii vardır (Tekvîr/20) buyruğu bunu anlatmaktadır– dedi ki: “Senin adına onun hakkından ben gelirim.” Bunun üzerine Ebyad râhiplerin kılığına büründü. Başının ortasını da traş etti ve Bersîsa'nın manastırına gitti. Ona seslendi, fakat râhip ona cevap vermedi. Çünkü ancak on günde bir namazından başka bir yere dönerdi ve on günde bir orucunu açardı. Kesintisiz olarak on, yirmi hatta daha fazla süre oruç tutardı. Ebyad, Bersîsa'nın kendisine cevap vermediğini görünce, o da manastırın dip taraflarında ibâdete yöneldi. Bersîsa namazını bitirdikten sonra Ebyad'ın râhiplere yakışır çok güzel bir şekilde namaz kılmakta olduğunu gördü. Bundan dolayı ona cevap vermediğine pişman oldu. “Ne istiyorsun?” deyince, Ebyad; “Seninle birlikte olmayı, senin edebinle edeplenip senin amelini örnek almayı ve birlikte ibâdet etmeyi istiyorum” dedi. Râhip, “Seninle uğraşacak vaktim yok” deyip yine namazına döndü. Ebyad da namaza koyuldu. Bersîsa, Ebyad'ın çok gayretle ibâdet ettiğini görünce, ona, “İhtiyacın ne?” diye sordu. Ebyad, “İzin ver de yanına çıkayım” dedi. Ona izin verdi ve Ebyad bir sene onunla birlikte kaldı. Kırk günde sadece bir gün oruç yiyordu. Namazından başka bir yere kırk günde bir dönüyordu, Bazan seksen gün kadar sürdüğü de oluyordu. Bersîsa onun bu gayretini görünce, kendisinin yaptığını küçümsemeye başladı. Sonra Ebyad ona şöyle dedi: “Benim Allah'ın kendileri vasıtasıyla hastayı, müptelayı ve deliyi şifaya kavuşturduğu birtakım dualarım vardır” deyip, bu duaları ona öğretti. Ebyad, İblisin yanına varınca, “Allah'a yemin ederim, o adamı helâk ettim” dedi. Sonra bir adama musallat olup, boğazını sıkmaya koyuldu. Daha sonra onun akrabalarına –insan sûretinde görünerek– dedi ki: “Sizin bu adamınız delirmiş, onu tedavi edeyim mi?” Onlar, “Evet” dediler. Bu sefer, “Onu etkileyen kadın cinne gücüm yetmiyor, fakat siz bunu alın Bersîsa'ya götürün, o Allah'ın ism-i a‘zamını bilir. Allah'tan bu adı anılarak bir şeyler istenirse verir, o adı anılarak O'na dua edilirse duayı kabul eder” dedi. O adamı alıp Bersîsa'ya götürdüler, o da bu duaları okudu, şeytân onu bırakıp gitti.

İBN ABBÂS'IN RİVÂYETİ

Ebyad insanlara bu işleri yapıp duruyor, sonra onlara Bersîsa'ya gitmelerini söylüyor, giden hastalar da iyileşiyorlardı. Üç erkek kardeşi olan kralların kızlarından birisine gitti. Babaları bir kraldı. Bu kral ölmüş, kardeşini yerine tayin etmişti. Bu kızın amcası İsrâîloğulları arasında bir hükümdardı. Ebyad bu kıza işkence etmeye ve boğazını sıkıştırmaya koyuldu. Daha sonra yakınlarına kızı tedavi etmek isteyen bir doktor sûretinde gelip, “Onun bu şeytânı çok azgındır, ona güç yetirilemez. Fakat siz bu kızı alıp Bersîsa'ya götürün, onun yanında bırakın. Şeytânı geleceği vakit onun için dua edecek ve iyileşecek” dedi. Yakınları, “Bersîsa bizim bu isteğimizi kabul etmeyecektir” dediler. Şeytân onlara şöyle dedi: “Onun manastırının yanında siz de bir manastır inşa edin, sonra kızı oraya bırakıp ‘Bu kız senin yanında bir emanettir, mükâfatını Allah'tan bekleyerek onu tedavi et’ deyin.” Bersîsa'dan kızı yanında tutmasını istediler, kabul etmeyince bir manastır inşa ederek kızı oraya bıraktılar. Bersîsa namazını bırakıp da kızı ve kızın güzelliğini görünce çok etkilendi. Şeytân kıza geldi ve boğazını sıkıştırmaya koyuldu. Namazını bırakıp, kıza dua etti, şeytân onu bırakıp gitti. Daha sonra yine namazına yöneldi. Şeytân tekrar kıza geldi ve boğazını sıkıştırmaya başladı. Bu arada Bersîsa görecek şekilde üstünün başının açılmasını da sağlıyordu. Sonra şeytân ona gelerek, “Ne oluyor sana?” dedi, “Sen onunla yat, onun benzerini bulamazsın, sonra da tevbe edersin.” Şeytân bu telkinlerini sürdürüp durdu. Sonunda râhip Bersîsa kız ile birlikte oldu, kız da hamile kaldı ve hamileliği görülmeye başladı. Bu sefer şeytân ona şöyle dedi: “Yazıklar olsun sana, sen rezil oldun. Onu öldür de öyle tevbe et ve rezil olma! Şâyet sana gelip kızlarının nerede olduğunu soracak olurlarsa, ‘Onun şeytânı geldi, onu alıp götürdü’ dersin.” Bunun üzerine Bersîsa kızı öldürdü ve geceleyin onu gömdü. Şeytân elbisesinin bir ucunu yakalayarak toprağın dışında kalmasını sağladı. Bersîsa namazına geri döndü. Daha sonra şeytân kızın kardeşlerinin rüyasına girip, “Bersîsa kız kardeşinize şunları şunları yaptı ve onu öldürdükten sonra şu şu tepede gömdü” dedi. Kardeşleri böyle bir şeyin olamayacağını kabul etmekle birlikte Bersîsa'ya, “Kız kardeşimize ne yaptın?” dediler. O, “Şeytânı onu alıp gitti” dedi. Onlar da râhibi tasdik ettiler ve çekip gittiler. Daha sonra yine şeytân rüyalarına girerek, “Kız kardeşiniz şöyle şöyle bir yerde gömülüdür. Onun elbisesinin bir ucu da toprağın dışındadır” dedi. Denilen yere gidip kız kardeşlerini buldular. Râhibin manastırını yıktılar, onu oradan indirip boğazına ip dolayarak krala götürdüler. Kralın önünde yaptıklarını itiraf etti, kral da öldürülmesini emretti. Asılacağı vakit şeytân, “Beni tanıyor musun?” dedi. O, “Allah'a yemin ederim ki hayır” deyince, “Sana o duaları öğreten arkadaşın benim” dedi, “İsrâîloğulları arasında en çok ibâdet eden kişi sen iken Allah'tan korkmadın mı, utanmadın mı? Hem kendini rezil edecek şekilde bu yaptığın işler sana yetmedi mi? Bu yaptıklarını da ikrar ettin ve senin gibi insanları da rezil ettin. Şâyet sen bu hâlinle ölecek olursan, senden sonra senin benzerlerinden hiçbir kimse asla iflah olmayacaktır.” Bersîsa, “Peki ne yapayım?” deyince, şeytân, “Bir tek hususta bana itaat et, ben de seni onlardan kurtarayım, onların seni görmemelerini sağlayayım” dedi. “İtaat etmemi istediğin husus nedir?” deyince, şeytân, “Bana sadece bir defa secde edeceksin” dedi. Bersîsa, “Peki” deyip, ona secde etti. Şeytân, “Ey Bersîsa!” dedi, “İşte senden istediğim buydu ve nihâyet sen Rabbine kâfir oldun, O'nu inkâr ettin. Ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabbi Allah'tan korkarım” dedi.[11]

VEHB B. MÜNEBBİH'İN BU HUSUSTAKİ RİVÂYETİ

Vehb b. Münebbih de dedi ki: İsrâîloğulları arasında âbid birisi vardı. Çağının en çok ibâdet edenlerindendi. Onun döneminde bir kız kardeşleri bulunan üç kardeş vardı. Bu kız kardeşleri bakire olup ondan başka da kız kardeşleri yoktu. Her üçünün de savaşa gitmeleri gerekti. Kız kardeşlerine kimin göz-kulak olacağını bilemedikleri gibi, güvenip de kimin yanına bırakacaklarını, kime emanet edeceklerini de bilemediler. Nihâyet kız kardeşlerini İsrâîloğulları'ndan o âbid kişinin yanına bırakmak üzere görüş birliğine vardılar. Ona içten içe güven duyuyorlardı. O âbide gidip kız kardeşlerini yanında bırakmak istediklerini söylediler, bunu kabul etmesini istediler. Âbid bunu kabul etmeyerek, onlardan ve kız kardeşlerinden Allah'a sığındı. Onlar isteklerini kabul edinceye kadar ona ısrar edip durdular. Nihâyet şöyle dedi: “Onu benim manastırımın karşısındaki bir eve yerleştirin.” Onlar da öyle yapıp gittiler. Kız bir süre o âbidin komşusu olarak kaldı. Âbid kız için manastırın kapısına yemek bırakıyor, sonra kapısını kilitleyip manastırına çıkıyordu. Arkasından da kıza, evinden çıkıp kendisi için bıraktığı yemeği almasını söylüyordu. Şeytân yumuşak bir şekilde onu hayır işlemeye teşvik edip durdu. Kızın gündüz evinden çıkmasının büyük bir iş olduğunu ona telkin ediyor ve birilerinin onu görüp de ona bağlanma ihtimalini hatırlatarak onu korkutuyordu. Bu şekilde bir süre devam etti. Daha sonra İblis ona gelerek hayır ve mükâfat şevkini arttırmaya çalıştı ve ona şöyle dedi: “Bu kıza verdiğin yemeği kendin götürüp onun evine bırakacak olursan, elbette ki bu senin alacağın ecir ve mükâfatı daha bir arttıracaktır.” Bu telkinlerini sürdürüp durdu. Nihâyet âbid, yemeği kızın evine kadar bırakmaya başladı. Bu şekilde de bir süre devam etti. Sonra yine İblis ona geldi, onu hayra teşvik etti ve hayır işleme arzusunu harekete geçirerek dedi ki: “Sen onunla konuşsan, onunla sohbet etsen de o da senin sohbetinle sıkıntısını giderse. Çünkü o yalnızlıktan çok sıkılmış bulunuyor.” İblis bu husustaki telkinlerini sürdürüp durdu. Nihâyet manastırının üst tarafından ona bakıp bir süre onunla konuşmaya başladı. Bundan sonra iblis yine ona gelerek dedi ki: “Bu kızın yanına insen de manastırının kapısında oturup onunla konuşsan, o da kendi evinin kapısında oturup seninle konuşsa, bu onun yalnızlığını giderme hususunda daha iyi olur.” Bu husustaki telkinlerini sürdürdü, nihâyet âbidin manastırından inmesini, manastırının kapısında oturup o kızla konuşmasını, kızın da evinden çıkmasını sağladı. Bu şekilde bir süre konuşmaya devam ettiler. Daha sonra İblis ona gelerek, yaptığı bu davranışı dolayısıyla hayır ve mükâfât alacağı arzusunu uyandırdı, teşviklerde bulunup dedi ki: “Manastırının kapısından çıkıp da, evinin kapısına yakın bir yerde otursan, bu onun için daha bir teselli edici olur.” Bunu da yaptırıncaya kadar bu telkinlerini sürdürdü. Nihâyet bir süre de böylece devam etti. Arkasından yine İblis gelerek onu hayır işlemeye ve kıza karşı yaptığı bu tutumu dolayısıyla elde ettiği güzel sevapları telkine koyuldu ve ona şöyle dedi: “Evinin kapısına yaklaşıp sen onunla –o da evinden çıkmaksızın– konuşsan dedi. Âbid bunu da yaptı. Manastırından iniyor, kızın evinin kapısında oturup onunla konuşuyordu. Bu şekilde bir süre devam ettikten sonra yine İblis ona gelerek şöyle dedi: “Onunla birlikte eve girsen, onunla konuşsan, Böylece de kimseye yüzünü göstermesine imkân tanımasan senin için daha güzel olur.” Bu telkinlerini de sürdürdü ve nihâyet eve de girdi. Bütün gün boyunca kızla konuşmaya başladı, akşam oldu mu manastırına çıkıp gidiyordu. Bundan sonra yine İblis ona geldi. Kızı ona güzel gösterip durdu, nihâyet âbid eliyle baldırına vurdu, onu öptü. İblis kızı gözünde güzel göstermeye ve davranışını ona hoş göstermeye devam edip durdu. Sonunda kız ile birlikte oldu ve kız hamile kaldı, ondan bir çocuğu doğdu. İblis ona gelerek, “Peki ya bu kızın kardeşleri gelip senden bir çocuğunun olduğunu görürlerse, sen ne yapacaksın? Senin rezil olmayacağından yahut da onların seni rezil etmeyeceklerinden emin değilim. Git, onun oğlunu tut, kes ve göm. Şüphesiz ki kız kardeşlerinin kendisine yaptığını öğrenecekler korkusuyla senin bu yaptığını gizleyecektir” dedi. Âbid bunu da yaptı. Bu sefer ona şöyle dedi: “Sen onun oğlunu öldürmüşken, ona yaptıklarını kardeşlerinden gizleyeceğini mi zannediyorsun? İyisi mi onun da boğazını kes ve oğluyla beraber onu da göm.” İblis bu telkinlerini sürdürüp durdu. Nihâyet o kızın da boğazını kesti ve oğluyla birlikte onu da çukura gömdü. Üzerine çok büyük bir kaya örttü ve dümdüz bir şekilde de toprakla kapattı. Manastırına çıkıp orada yine kendisini ibâdete verdi. Bu hâliyle Allah'ın dilediği kadar bir süre kaldı. Nihâyet kızın kardeşleri savaştan geri döndü. Adamın yanına gelerek, kız kardeşlerini sordular. Vefat haberini onlara bildirdi ve kıza Allah'tan rahmetler diledi, ağlayıp, “O çok iyi bir kızdı. İşte bu da onun kabri, onu görün,” dedi. Kardeşleri kabrine giderek, kabri başında ağladılar. Allah'tan ona rahmetler dilediler. Günlerce kabri başında durduktan sonra, yakınlarına geri döndüler. Geceleyin yataklarına çekilip uyuduklarında şeytân rüyalarında onlara bir yolcu sûretinde göründü. En büyüklerine kız kardeşlerinin durumunu sordu. O da ona; âbidin sözlerini, kız kardeşlerinin ölmüş olduğunu ve âbidin ona rahmetler okuduğunu, kız kardeşlerinin mezarını kendilerine nasıl gösterdiğini bildirdi. Şeytân bunların yalan olduğunu söyleyerek, “Âbid kız kardeşiniz ile ilgili size doğruyu söylemedi. O kız kardeşinizi gebe bıraktı, ondan bir oğlu oldu. Boğazını kesti, daha sonra da sizden korkarak kız kardeşinizin de boğazını kesti. Ondan sonra kız kardeşinizi girişin sağındaki kapının arkasına kazdığı bir çukura gömdü. Haydi gidip eve girin, girişin sağındaki tarafı bakın. Şüphesiz kız kardeşinizi ve oğlunu size söylediğim şekilde orada göreceksiniz.” Sonra da ortancasının rüyasına girdi, ona da aynı şeyleri söyledi. Sonra küçüklerine gitti, ona da aynı şeyleri söyledi.

Kardeşler gördükleri rüya sebebiyle hayret içerisinde uyandılar. Birbirlerine, “Ben şaşılacak bir rüya gördüm” deyip, neler gördüklerini söylediler. En büyükleri, “Bu karmakarışık, doğruyla ilgisi olmayan bir rüyadır. Bunu bırakın da işimize bakalım” dedi. En küçükleri, “Ben o yere gidip oraya bakmadan işime gitmeyeceğim” dedi. Nihâyet hep birlikte gittiler. Kız kardeşlerinin kaldığı eve girdiler, kapıyı açtılar. Rüyalarında kendilerine belirtilen yeri tesbit ettiler. Kız kardeşleri ile oğlunun, kendilerine söylendiği şekilde boğazlarının kesilmiş olduğunu gördüler. Âbide durumu sordular, o da İblisin etkisi ile onlara yaptığı bu işin doğru olduğunu söyledi. Kardeşler bunun üzerine o âbidi hükümdarlarına davet ettiler. Âbid manastırından indirilip asılmak üzere getirildi. Onu asacakları ağaca getirdiklerinde, şeytân ona gelip şöyle dedi: “O kadın hakkında seni fitneye düşürüp sonunda seni o kadını gebe bırakacak noktaya getiren, onun ve oğlunun boğazını kesmeni telkin edenin ben olduğumu biliyorsun. Bugün bana itaat edecek ve seni yaratan Allah'ı inkâr edecek olursan, seni içinde bulunduğun bu hâlden kurtarırım.” Nihâyet âbid Allah'ı inkâr edip, kâfir oldu. Kâfir olunca da şeytân onu ve ona musallat olanları başbaşa bıraktı, onlar da onu astılar. İşte şu, Onların dununu şeytânın insana, “Küfret” dediği zamanki durumu gibidir. Küfredince, “Muhakkak ki ben senden uzağım. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım... Zulmedenlerin cezası budur âyeti onun hakkında nâzil olmuştur.[12]

Şimdi de işin gerçeğini görelim: Burada zikredilen şeytân, Enfâl/48'de zikredilen şeytândır. O nedenle Enfâl/48'i ve onunla ilgili açıklamalarımızı burada da sunuyoruz:

Hani o, münâfıklar ve kalplerinde hastalık bulunan kimseler, “Şu adamları dinleri aldattı” dedikleri sırada, şeytân, onlara amellerini çekici göstermiş ve onlara, “Bugün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin yardımcınızım” demişti. Sonra da, ne zaman ki, iki topluluk birbirini görür oldu, o, iki topuğu üstünde geri döndü ve, “Şüphesiz ben sizden uzağım. Şüphesiz ben, sizin görmediğinizi görmekteyim, şüphesiz ben, Allah'tan korkmaktayım” dedi. Ve Allah, sonuçlandırması/cezalandırması pek şiddetli olandır. Ve her kim Allah'a tevekkül ederse bilsin ki, şüphesiz Allah, azîz'dir, hakîm'dir. (Enfâl/48-49)

Mekke ve Medîne'de aynı anda gerçekleşen iki sahnenin yer aldığı bu âyetlerde de Allah'ın, Elçisi'ne yaptığı yardıma işaret edilmektedir:

MEKKE'DEKİ SAHNE

Şeytân, müşriklere amellerini çekici gösterip, “Bugün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin yardımcınızım” diyerek onları savaşa kışkırtıp moral veriyor.

MEDÎNE'DEKİ SAHNE

Münâfıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar, “Şu adamları dinleri aldattı” diyerek mü’minleri savaştan caydırmaya, onların morallerini bozmaya çalışıyorlar.

SONUÇ

Sonra da, iki ordu karşılaşınca şeytân, Müslümanların muzaffer olacağını anlıyor ve, “Şüphesiz ben sizden uzağım, ben sizin görmediğinizi görüyorum, ben Allah'tan korkuyorum” diyerek Mekke'ye dönüyor.

Bu âyette zikri geçen şeytân hakkında şu görüşler ileri sürülmüştür:

Rivâyete göre şeytân o gün onlara, Bekr b. Kinâneoğulları'ndan Surâka b. Mâlik b. Cu‘şum sûretinde görünmüştü. Kureyşliler, Bekroğulları'nın arka taraflarından gelip kendilerine saldıracağından korkuyorlardı; çünkü, Bekroğulları'ndan birini öldürmüşlerdi. Şeytân onlara görününce, “Bugün insanlardan sizi yenebilecek yoktur” dedi. ed-Dahhâk der ki: “Bedir günü İblis onlara, sancağı ve askerleriyle geldi. Kalplerine asla yenilmeyecekleri ve atalarının dini üzere çarpıştıkları telkinlerini verdi.”

İbn Abbâs'tan da şöyle dediği nakledilmektedir: Yüce Allah, Peygamberi Muhammed'e (s.a) ve mü’minlere yardımcı olarak 1.000 melek göndermişti. Cebrâîl (a.s) 500 melekle bir kanatta, Mîkâîl de 500 melekle öbür kanatta idi. İblis de Mudlicoğulları'ndan birtakım kimseler sûretinde, beraberinde sancak bulunduğu hâlde şeytânlardan bir ordu ile geldi. Şeytân, Surâka b. Mâlik b. Cu‘şum sûretinde idi. Müşriklere, “Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur” demişti.[13]
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 8. August 2010, 11:51 PM   #3
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

İBLİS'İN İNSAN KILIĞINA GİRMESİ

Şeytân insan kılığına girer ve vesvese [telkin] verir. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: Müşrikler Bedir'e gitmeye niyet ettiklerinde, Bekr b. Kinâneoğulları kabilesinden endişe ettiler. Çünkü kendileri, onlardan birini öldürmüşlerdi. Dolayısıyla, bu kabilenin kendilerini arkadan vurmasından korktular. Bundan dolayı İblis, Bekr b. Kinâneoğulları'ndan Surâka b. Mâlik b. Cu‘şum kılığına girdi. Surâka, şeytânlardan oluşan ordunun en ileri gelenlerinden olup, sancak onun elinde idi. O şöyle dedi:

— Bugün insanlardan size galebe edecek yoktur. Ben de muhakkak ki sizin yardımcınızım. Kinâneoğulları'ndan size kötülük gelmeyeceğine dair size eman veriyorum.

İblis, meleklerin indiğini görünce, ökçeleri üzere gerisin geri kaçmaya başladı. Rivâyete göre o anda, Hâris b. Hişâm'ın elini tutuyordu. Gerisin geri dönüp kaçmaya başlayınca Hâris dedi ki:

— Bizi bu hâlde yapayalnız mı bırakıyorsun?

İblis de şöyle karşılık verdi:

— Ben, sizin göremeyeceğinizi görüyorum.

Sonra İblis Hâris'in göğsünden itip ondan ayrıldı; kâfirler de bozguna uğradılar.[14]

Buradaki şeytân, ne halk kültüründeki şeytândır, ne de Surâka'nın kılığına girmiştir. Bilakis burada şeytân ile, “Surâka” kastedilmiştir.

Târih ve siyer kitaplarından Bedir savaşı'nın ayrıntıları incelendiğinde adı geçen kişinin, âyette belirtildiği gibi önce müşriklere cesaret ve destek verdiği, sonra da onları yüzüstü bıraktığı görülür.

Bazı müfessirler, ilgili âyette geçen şeytân sözcüğü ile, “Surâka”nın kastedildiğini, ancak Bedir savaşı'ndaki Surâka'nın gerçek Surâka olmayıp Surâka kılığına girmiş şeytân olduğunu, dolayısıyla da Kur’ân'ın aslında Surâka kılığına girmiş olan “şeytân”a işaret ettiğini iddia etmişler; Surâka'nın savaşa gitmediği, hatta savaştan haberi bile olmadığı yolunda kendisinin yaptığı bir açıklamayı da iddialarına delil olarak göstermişlerdir. Ancak, iddiaları ve iddialarına gösterdikleri delil inandırıcı olmaktan uzaktır. Çünkü askerî bir otorite olan Surâka'nın, birkaç bin nüfuslu Mekke'de yaşadığı hâlde çalınan davul-zurnaları ve kadınlarca okunan tahrik edici şiirleri duymaması ve savaştan bihaber olması mantık dışıdır.

Kur’ân'ın, şeytânî özellikleri olan insanları, “şeytân” olarak isimlendirdiğine dair bir diğer örnek de Bakara sûresi'nde bulunmaktadır:

Bunlar iman etmiş olanlarla yüzyüze geldiklerinde, “İman ettik” derler. Şeytânlarıyla başbaşa kaldıklarındaysa, “Hiç kuşkunuz olmasın, biz sizinleyiz. Gerçek olan şu ki, biz alay edip duran kişileriz” derler. (Bakara/14)

Bakara-14'te zikredilen şeytânlar da, “münâfıkların [ikiyüzlülerin] akıl hocaları olan insanlar”dır.

Yine, Âl-i İmrân/175'te geçen şeytân kelimesiyle de, Nuaym b. Mes‘ûd adlı bir müşriğin kastedildiği klâsik eserlerde belirtilmektedir.

Daha evvel de ifade etmiştik ki Kur’ân'a göre şeytân;

• Harâm yemeyi, hakksız kazanç elde etmeyi öneren/emreden,

• Kötülük, hayâsızlık ve Allah'a karşı bilinmeyen şeyler söylemeyi telkin eden,

• Fakirlikle korkutan,

• Kuruntulara düşüren,

• Allah'ın yarattıklarını değiştirmeyi emreden,

• Kandırmak için yaldızlı sözler fısıldayan,

• Vesvese verip kışkırtan, zihin bulandıran,

• Amelleriyle insanları şımartan,

• İnsanları azdıran,

• İçki-uyuşturucu ve kumarla insanların arasına düşmanlık ve kin sokmak isteyen,

• Allah'ı anmaktan ve O'na kulluk etmekten geri bırakmak isteyen kişiler ve güçlerdir.

Buna göre şeytân, yanı başımızda yaşayan, gördüğümüz, bildiğimiz birileri olabileceği gibi, göremediğimiz ama içimizde hissettiğimiz bir şey de olabilir. Zaten Allah da şeytânın, insanlar ve görünmez güçlerden [enerjiden] olduğunu bildirmektedir.

49. âyette Medîneli münâfıkların ve kalplerinde hastalık bulunan kimselerin, savaşa çıkan mü’minler için, Şu adamları dinleri aldattı dedikleri bildirilmektedir. Buradaki münâfıklar, Evs ve Hazrec kabilelerine mensup bazı kimseler; kalplerinde hastalık bulunanlar ise Müslüman olmalarına rağmen imanları kökleşmemiş ve hicret etmemiş olan bir grup Kureyşlidir. Bunların bir kısmı, küçücük bir Müslüman birliğinin büyük ve güçlü Kureyş ordusu ile savaşmaya hazırlandıklarını gördüklerinde birbirlerine, “Dinlerine aşırı bağlılık bu insanları aptallaştırdı. Bunlar büyük bir felaketle karşılaşacaklar. Peygamberleri tarafından körleştirildikleri için göz göre göre ölüme gittiklerinin farkında değiller”; diğer bir kısmı da, “Bu Müslümanlar, ölümden sonra diriltilmeyi ve şehit olup cennetle ödüllendirilmeyi umarak ölümlerine koşuyorlar” diyorlardı. Surâka'nın fark ettiği gerçek de işte bu idi. Bu inançla savaşan orduyla baş edilemezdi. En iyisi kaçmaktı.

Âyetteki, Ve her kim Allah'a tevekkül ederse bilsin ki, şüphesiz Allah, azîz'dir, hakîm'dir ifadesiyle, “işini Allah'a havale eden, O'na güvenip dayanan kimsenin koruyucusu ve yardımcısının Allah olduğu ve O'nun mağlup edilemeyeceği, en iyi ilkeleri O'nun koyduğu, O'na tevekkül edenin hüsrana uğramayacağı” mesajı verilmiştir.[15]

18-19. Ey inanmış olan kişiler! Allah'a takvâlı davranın; her kişi yarına ne hazırladığına bir baksın. Ve Allah'a takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, işlediklerinize haberdardır. Ve Allah'ı umursamayan kimseler gibi olmayın: Böylece Allah, onlara kendilerini umursatmaz. İşte onlar, yoldan çıkmış kimselerin ta kendileridir.

20. Ateş'in ashâbı ve cennetin ashâbı eşit olmaz. Cennet ashâbı kurtulanların ta kendileridir.

Burada iman-küfür ve bunların yansımaları hakkında bilgiler verilmekte, ardından da mü’minlere, Ey inanmış olan kişiler! Allah'a takvâlı davranın; her kişi yarına ne hazırladığına bir baksın. Ve Allah'a takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, işlediklerinize haberdardır. Ve Allah'ı umursamayan kimseler gibi olmayın: Böylece Allah, onlara kendilerini umursatmaz. İşte onlar, yoldan çıkmış kimselerin ta kendileridir. Ateş'in ashâbı ve cennetin ashâbı eşit olmaz. Cennet ashâbı kurtulanların ta kendileridir buyurularak uyarılar yapılmıştır.

Mü’min ile kâfirin dünya ve âhirette eşit olmayacağı birçok yerde vurgulanmıştır:

Peki, mü’min olan kimse, fâsık olan kimse gibi midir? Bunlar, aynı olmazlar. (Secde/18)

Yoksa, iman eden ve de sâlihâtı işleyenleri Biz, o yeryüzündeki bozguncular gibi mi kılarız? Yoksa o takvâ sahiplerini azgın günahkârlar gibi mi kılarız? (Sâd/28)

Yoksa kötülükleri işleyen o kimseler, kendilerini, hayatlarında ve ölümlerinde, iman eden ve sâlihâtı işleyen kimseler gibi kılacağımızı mı zannettiler? Ne kötü hüküm veriyorlar! (Câsiye/21)

Ve kör ile gören eşit olmaz. İman etmiş ve sâlihâtı işlemiş olanlar ve kötülük yapanlar da eşit değildir. Ne kadar da az düşünüyorsunuz! (Mü’min/58)

21. Eğer Biz, bu Kur’ân'ı bir dağa indirseydik, Allah'ın haşyetinden onu huşû yapar [saygı duyar, baş eğmiş], parça, parça olmuş görürdün. Ve Biz bu misalleri tefekkür ederler diye insanlara veriyoruz.

Bu âyette dikkatler Kur’ân'a ve Kur’ân'ın büyüklüğüne çevrilmiştir: Eğer Biz, bu Kur’ân'ı bir dağa indirseydik, Allah'ın haşyetinden onu huşû yapar [saygı duyar, baş eğmiş], parça, parça olmuş görürdün.

Denilmek istenen şudur: Dağın aklı olsa, o büyüklük ve sertliğine rağmen Kur’ân'ın büyüklüğü karşısında teslim olurdu; Allah'ın haşyetinden huşû yapardı [saygı duyar, baş eğerdi], parça parça olurdu.

Burada kâfirlerin kalplerinin katılığına ve karakterlerinin sertlik ve kabalığına işaret edilmiştir. Benzeri bir örnek de İsrâîloğulları hakkında verilmişti:

Sonra da kalpleriniz katılaştı; işte onlar, taş gibidir, hatta daha katıdır. Ve şüphesiz taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır da ondan su çıkar, öyleleri vardır ki Allah'ın haşyetinden düşerler. Allah yaptıklarınızdan habersiz [gâfil] değildir. (Bakara/74)

22. O, kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, rahmân'dır rahîm'dir.

23. O, kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. O, melik, kuddûs, selâm, mü’min, müheymin, azîz, cebbâr, mütekkebbir'dir. Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.

24. O, hâlık, bâri, musavvir Allah'tır. En güzel isimler O'nun içindir. Göklerde ve yeryüzünde olanlar O'nun için tesbih ederler. Ve O, azîz'dir hakîm'dir.

Bu âyetler, Kur’ân'ın kaynağının yüceliğini göstermektedir. Kur’ân işte böyle bir Allah tarafından indirilmiştir. Onun nitelikleri şunlardır:

• O, Kendisinden başka ilâh olmayandır.

• Görülmeyeni ve görüleni bilendir.

• Rahmân'dır [yarattığı bütün canlılara nimet verendir].

• Rahîm'dir [acıyıcıdır].

• Melik'tir [her şeyin hâkimi, bütün kâinatın hükümdarıdır].

•Kuddûs'dur [her türlü kötülük ve eksiklikten uzak, temiz, kutsal, yüce ve saygın olandır].

• Selâm'dır [bütün ayıplardan arınmıştır, selâm sahibidir‚ yani her çeşit ayıptan selâmettedir‚ her türlü âfetten beridir].
• Mü’min'dir [güven verendir].

• Müheymin'dir [gözetici ve koruyucu olandır, doğrulayıcı ve güvenilirdir].

• Azîz'dir [üstündür, kuvvetlidir, güçlüdür, şereflidir, mağlûp edilmesi mümkün olmayandır, gâlip olandır].

• Cebbâr'dır [dilediğini zorla yaptırandır, ulaşılmaz olandır, azametlidir, ihtiyaçları giderendir, işleri düzeltendir, derman verendir].

• Mütekebbir'dir [büyüklük ve ululukta tek olandır, her şeyde ve her hâdisede büyüklüğünü gösterendir].
• Sübhân'dır [her türlü noksanlıklardan uzaktır].

• Hâlık'tır [yaratıcıdır].
• Bârî'dir [yaratandır, kusursuzca var edendir].

• Musavvir'dir [tasvir edendir, her şeye şekil ve sûret verendir].

Bu âyetlerde, başka âyetlerde tek tek zikredilen Allah'ın isimlerinin bir çoğu, toplu olarak yer almıştır.

Allah'ın isimlerinden bazıları da Bakara ile İhlâs sûresi'nde de topluca yer almıştır:

Allah, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayandır, hayy'dır, kayyûm'dur. Kendisini uyuklama ve uyku yakalamaz. Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca O'nun içindir. Kendisinin izni olmadan yanında şefaat edecek olan kimmiş? O, onların önlerinde ve arkalarında olan şeyleri bilir. Onlar ise, O'nun dilediğinden başka ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar. O'nun kürsüsü, gökleri ve yeryüzünü kucaklamıştır. Onların ikisinin de korunması O'na zor gelmez. Ve O, alî'dir, azîm'dir. (Bakara/255)

De ki: “O, bir tek olan Allah'tır, Samed olan Allah'tır, doğurmamış ve doğurulmamıştır. Ve hiçbir şey O'na; sadece O'na denk olmamıştır.” (İhlâs/1-4)

Allah doğrusunu en iyi bilendir.





[1] Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur’ân.

[2] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'ân.

[3] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[4] İbn Kesîr.

[5] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[6] Kurtubî, Ebû Ubeyde, Mecâzu'l-Kur'ân'dan naklen.

[7] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 9, s. 605-608.

[8] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[9] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[10] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 9, s. 589.

[11] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[12] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[13] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'ân.

[14] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[15] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 9, s. 630-634.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
haşr, suresi


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 12:58 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam