hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > TASAVVUF > Tasavvuf Araştırmaları

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 5. December 2012, 02:50 PM   #1
gavs
Katılımcı Üye
 
gavs - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Nov 2012
Mesajlar: 52
Tesekkür: 5
15 Mesajina 23 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 22
gavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud of
Standart Tasavvuf büyüklerinin kendi eserlerindeki küfür şirk akideleri

TASAVVUF bÜyÜklerİnİn kendİ eserlerİnden KÜFÜR akİdelerİ !







1- BÜYÜKLERİNİN kendİ eserlerİnden KÜFÜR akİdelerİ !-İçindekiler
2- Yunus Emre ve Celalettin Rumi'nin (Mevlana) Sapıklıkları 1
3- Yunus Emre ve Celalettin Rumi'nin (Mevlana) Sapıklıkları 2
4- Celalettin Rumi'nin Moğollarla İlişkisi
5- İmam Rabbani'den Misaller
6- Tam İlmihal , Saadet-i Ebediye 1
7- Tam İlmihal , Saadet-i Ebediye 2
8- Vehhabiye Nasihat, H.Hilmi Işık Kitabından Sapıklıklar
9- Mektubat-ı Rabbani , Cilt 1-2 1
10- Mektubat-ı Rabbani , Cilt 1-2 2
11- Mektubat-ı Rabbani , Cilt 3-4
12- Aziz Mahmud Hüdayi ve Celvetiyye Tarikati
13- Bayezid-i Bestami
14- Marifetname - Erzurumlu İbrahim hakkı
15- Evliya Menkıbeleri (Nefahatul Uns) El-İbriz- Molla Cami
16- Miftahuk Kulub- 1 - Mehmed Nuri Şemsiddin Nakşibendi
17- Tasavvufi ve Tarikatlarla İlgili Fetvalar - Ömer Ziyauddin Dağıstani
18- Emir Sultan
19- Tasavvuf Sohbetleri - M. Nazım Kıbrısi -1
20- TASAVVUF Sohbetleri - M. Nazım Kıbrısi -2
21- Risale-i Nur - Said Nursi -1
22- Risale-i Nur - Said Nursi -2
23- Risale-i Nur - Said Nursi -3
24- Risale-i Nur - Said Nursi -4
25- Risale-i Nur - Said Nursi -5
26- Risale-i Nur - Said Nursi -6
27- Risale-i Nur - Said Nursi -7
28- Risale-i Nur - Said Nursi -8
29- Risale-i Nur - Said Nursi -9
30- D(H)iyanet İşleri Başkanlığı Yayınları - Risale-i Nur Teşhisi
31- Fethullah Gülen ve Kitaplarındaki Sapıklıklar -1
32- Fethullah Gülen ve Kitaplarındaki Sapıklıklar -2
33- Fethullah Gülen ve Kitaplarındaki Sapıklıklar -3
34- Fethullah Gülen ve Kitaplarındaki Sapıklıklar -4
35- Fethullah Gülen ve Kitaplarındaki Sapıklıklar -5
36- Fethullah Gülen ve Kitaplarındaki Sapıklıklar -6
37- Tarikatlarda On Esas - İsmail Hakkı Bursevî
38- Tasavvufa Giriş - M.Esad Coşan
39- Zulüm Karışmış Kitaplara 33 Misal -1
40- Zulüm Karışmış Kitaplara 33 Misal -2
41- Tasavvuf'un Aslı Hakikat Ve Marifethullah İncileri - Ömer Öngüt -1
42- Tasavvuf'un Aslı Hakikat Ve Marifethullah İncileri - Ömer Öngüt -2
43- Notlar - Ömer Öngüt - 1
44- Notlar - Ömer Öngüt - 2
45- Sohbetler - Seyyid Abdülhakim El Huseyni
46- Sohbetler 1 – Şeyh Muhammed Konyevi
47- Sohbetler 1 – Şeyh Muhammed Konyevi
48- Sohbetler 3 – Şeyh Muhammed Konyevi
49- Erenlerin Kalb Gözü
50- Tarih ve TASAVVUF Sohbetleri
51- TASAVVUF ve İslam - Abdurrahman El-Vekil -1
52- TASAVVUF ve İslam - Abdurrahman El-Vekil -2
53- TASAVVUF ve İslam - Abdurrahman El-Vekil -3
54- TASAVVUF ve İslam - Abdurrahman El-Vekil -4
55- TASAVVUF ve İslam - Abdurrahman El-Vekil -5
56- Tam Müzekkin Nüfus - Eşrefoğlu Rumi
57- Onların Alemi - Ahmed-el Rufai
58- İnsanın Yüceliği ve Guénoniyen Batınilik- Zubeyir Yetik -1
59- İnsanın Yüceliği ve Guénoniyen Batınilik- Zubeyir Yetik -2
60- Ruhu'l-Furkan Tefsiri - Mahmud Ustaosmanoğlu
61- Abdulkadir Geylani Hayatı, Eserleri, Görüşleri -1
62- Abdulkadir Geylani Hayatı, Eserleri, Görüşleri -2
63- Gavs'ul Azam Seyyid Abdulkadir Geylani ve Kadiri Tarikatı
64- Füyuzat- Rabbaniye - Abdulkadir Geylani -1
65- Füyuzat- Rabbaniye - Abdulkadir Geylani -2
66- 100 soruda TASAVVUF - Abdülbaki Gölpınarlı
67- Nefahat'ül Üns Min Hadarâti'l - Mevlana Abdurrahman Cami
68- Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar - Ord.Prof.Dr.Fuad Köprülü -1
69- Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar - Ord.Prof.Dr.Fuad Köprülü -2
70- Makâlât – Haydar Baş
71- Nerden Gelip, Nere Gidiyoruz - Mustafa Güllü -1
72- Nerden Gelip, Nere Gidiyoruz - Mustafa Güllü -2
73- Cennet Yolunun Rehberi - Şeyh Seyda Muhammed Konyevi -1
74- Cennet Yolunun Rehberi - Şeyh Seyda Muhammed Konyevi -2
75- Seyda - İntizar Erol
76- Seyyid Abdülhakim El Hüseyni ve Nakşibendi Tarikatı -Menzil Kitabevi -1
77- Seyyid Abdülhakim El Hüseyni ve Nakşibendi Tarikatı -Menzil Kitabevi -2
78- Seyda - Seyyid Şenel İlhan
79- Adab-ı Fethullah - Şeyh Fethullahi Verkanisi
80- İnsan-ı Kamil - Abdulkerim Ceyli -1
81- İnsan-ı Kamil - Abdulkerim Ceyli -2
82- Tasavvufi Hayat - Mehmet Ildırar -1
83- Tasavvufi Hayat - Mehmet Ildırar -2
84- Tasavvufi Hayat - Mehmet Ildırar -3
85- Envâru’l-Âşikîn -Ahmed Bican Yazıcıoğlu -1
86- Envâru’l-Âşikîn - Ahmed Bican Yazıcıoğlu -2
87- Envâru’l-Âşikîn - Ahmed Bican Yazıcıoğlu -3
88- Envâru’l-Âşikîn -Ahmed Bican Yazıcıoğlu -4
89- Envâru’l-Âşikîn - Ahmed Bican Yazıcıoğlu -5
90- Envâru’l-Âşikîn - Ahmed Bican Yazıcıoğlu -6
91- Muhyiddin-i Arabi : Futûhât El-Mekkiyye - Fusûsül Hikem 1
92- Muhyiddin-i Arabi -Fusûsül Hikem 2
93- Muhyiddin İbnu'l Arabi'de TASAVVUF Felsefesi -Ebu'l Ala El Afifi 3
94- Muhyiddin-i Arabi -Futûhât El-Mekkiyye - Prof.Dr.Nihat Keklik 4
95- Muhyiddini Arabi Hazretleri - M.Kemal Pilavoğlu 5
96- Muhyiddin-i Arabi -Özün Özü - İsmail Hakkı Bursevi 6
97- BÜYÜKLERİNİN kendİ eserlerİnden KÜFÜR akİdelerİ !- Kitap İndir
98-FEZAİLİ SADAKAT - Muhammed Zekeriyya Kandehlevi (Tebliğ (!) cemaati )




Tasavvufçu , aklını kullanmayan , sorgulamayan , şeyh demişsse bir bildiği vardır diyen, soru sormak isteyene "sende o kadar ilim varmı ki", ya da "sen ondan daha mı iyi biliyorsun" diye karşı çıkan, "gassalın önündeki meyyit ol" parolasıyla beynini küfür, şirk ve bidatlere karşı şeyhinin cebine koyan, gördüklerine duyduklarına karşı üç maymunu oynayan körü körüne itaat etmenin pratik tatbikçisidir.







Sapık isen dünya turunda olsanda zindandasın ;

Muvahhid isen zindanda olsanda saraydasın













TASAVVUF BÜYÜKLERİNİN KENDİ ESERLERİNDEN KÜFÜR AKİDELERİ !


Yunus Emre ve Mevlana Celaleddin şeriati aşağılama tavırları (S.71-72)

Şeriat alimleri (fakihleri)eskiler olarak niteleyip, eskinin modasının geçtiğini ve rağbet'in yeniye (kendilerine) olduğunu söyleyen Celâleddin Rûmî şeriatı ve onun yanı sıra tek hakikat kabul ettiği bâtını ifade eden sözleriyle konuyu ortaya koyar: Şeriat muma benzer, yol gösterir. Fakat mumu ele almakla yol aşılmış olmaz. Yola düzeldin mi o gidişin tarikattır, maksadına ulaştın mı o da hakikat. Bunun için "Hakikatlar meydana çıksaydı şeriatlar, yollar bâtıl olurdu" denmiştir. Nitekim bakır, altın olur, yahut da aslında altındır; artık onun için kimya bilgisine ne hacet var, kendisini kimyaya sürüştürmeye ne ihtiyaç var? Kimya bilgisi şeriattır, kimyaya sürtünmek de tarikat. Nitekim "Ulaşılacak şeye ulaştıktan sonra delil aramak da kötüdür, ulaşmadan delil bırakmak da kötü" demişlerdir. Hasılı şeriat hocadan yahut kitaptan kimya bilgisini öğrenmeye benzer. Tarikat, kimya eczasını kullanmak, bakırı kimyaya sürtmek, onunla karmaktır. Hakikatsa bakırın altın olmasıdır. Kimya bilenler, biz bu bilgiye sahibiz diye sevinirler. Hakikati bulanlar biz altın olduk, bilgiden de kurtulduk, işlemeden de, biz Tanrı hürleriyiz diye sevinirler.''(Mesnevi, 5/1)

Yunus Emre ise yazmış olduğu bir çok güzel şiirlerinin ya nı sıra, sayılan azda olsa şeriatı aşağılayan bir tavır ve düşünceyle de bazı şiirler yazmış (Mutasavvıflar, 312-313) batınî yönünü bu şiirlerinde açığa vurmuştur. Örneğin:
Hakiykat bir denizdir, şeriattır gemisi Çoklar gemiden çıkıp denize dalmadılar.
Aşk imandır bize, gönül cemaat Kıblemiz dost yüzü, daimdir salât Dost yüzün göricek şirk yağmalandı Anınçin kapı kaldı Şeriat.(Yunus Emre, 222, 224)


Celaleddin Rumî ve Yunus Emre gibi Bâtın Ehli kişilerde açığa çıkan Şeriata karşı menfî olan tavrın, şeriatın mensuplarına karşı da olmasını beklemek normal olacaktır. Bunlar Yunus Emre'nin yukarıdaki şiirinde de olduğu gibi İslâm'ın kavramlarının muhtevalarını değiştirip değişik bir inanç sergilemişlerdir. Ayrıntılarını Tasavvuf bölümüne bıraktığımız bu konuya, ismi geçen sûfîlerin şeriat temsilcilerini aşağılayan sözleriyle devam edecek olursak:
Aşk ile gelen erenler içer ağuyu nûş ider Topuğa çıkmayan sular, deniz ile savaş eder.(Yunus Emre, 376 )

Şiiriyle ve benzeriyle, fakihleri topuğa çıkmayan sulara kendilerini de denizlere benzetip konuyu kendi bakış açısıyla değerlendiren Yunus Emre'nin bu düşüncelerini daha değişik biçimlerde Celaleddin Rumî'de de bulabilmekteyiz. Fakihlere karşı tavır onda hakaret niteliği kazanır:


Eblehan ta'zim-i mescid mîkünend Der cefâ-i ehl-i dil cidd mikunend An mecazest, in hakikat, ey haran! Niş mescid cüz derjun-i serverân.
(Camiye hürmet eden aptallar, durmadan gönül ehlini incitiyorlar! Ey Eşekler, o mecaz, bu hakikattir! Büyüklerin ve gönül ehlinin derunundan başka mescid mi var?)
Mâ zi Kur'an bergüzidem magzrâ Post ra piş-i seghan endahtim
(Biz Kur'an'ın özünü, ruhunu, içini ve cevherini aldık. Postunu köpeklerin önüne attık.)(Uludağ, 141, 204)
Vahiyden Kültüre - Celaleddin Vatandaş, Pınar yayınları, İst-1991 - Yunus Emre ve Celaleddin şeriati aşağılama tavırları (S.71-72)


**************


Hallacı Mansur'un küfür ve şirk sözleri (S.160-161)



“Senin ruhum benim ruhuma şarabın saf su ile katışması gibi karışmıştır.
Sana herhangi birşey dokunduğunda bana da dokunur,
Ey ALLAH'ım, her durumda sen, benimsin.
Ben sevdiğim O'yum ve sevdiğim O benim,
Biz bir vücudda sakin iki ruhuz
Eğer sen beni görürsen O'nu görmüş olursun,,
Ve eğer sen O'nu görürsen ikimizi birliktegörmüş olursun.
O yücelikte "Ben, "Biz", veya "Sen" yoktur, " Ben", "Biz", "Sen" ve "O" hep biziz. ”



Vahiyden Kültüre - Celaleddin Vatandaş, Pınar yayınları, İst-1991 - Hallacı Mansur'un küfür ve şirk sözleri (S.160-161)



**************


Muhyiddin Arabi'nin küfür ve şirk sözleri (S.181-183)


"Varlıkta ancak ALLAH vardır", veya "Varlıkta ancak bir vardır: Suyun rengi kabının rengidir."diyen İbn Arabî, bu sözleriyle inancını ifade ederken Kur'an ayetlerini de hiç bir kural tanımaz tavırla yorumlamaktan çekinmez. O, Alî İmran suresinin 191. ayeti olan "Rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın, sen münezzehsin" gibi bir ayeti bile şöyle yorumlar:
"Kendisinden başka birşey yaratmamıştır, eğer Hakkın gayrı birşey yaratmışsa o bâtıldır. Belki onları senin isimlerin ve sıfatların ile ortaya koymuştur. Senden gayrı olanları tenzih ederiz.'

İbn Arabî Vahdet-i Vücud inancını ma'nzum ve nesir türü yazılarında ayrıntılı bir şekilde anlatıp, bu inancı sistemli bir inanç haline getirmeye çalışır. Konuya örnek olması açısından bir şiirinde şöyle der:
Ey varlığı yaratan nefsinde!
Sen bütün yaratıklarını cemediyorsun,
Yaratıyorsun, oluşu sona erenleri sende
Dar da sensin, geniş de.

İbn Arabi'nin öğretisinin ikinci özelliği dinlerin birliği inancı ile ilgilidir. Ona göre farklı dinlerin oluşu sadece isimlerin ve şekillerin farklılığındandır. Bundan, bütün dinlerin temelinin vahiy olduğu ancak sonradan ayrılıp değiştikleri gibi islâm'ın bir esası anlaşılmamılıdır. Çünkü O'nun dinlerin birliği ile kasdettiği Vahdet-i Vücud inancı ile ilgilidir: O'na göre Tanrı ve Kainat bir olduğuna göre(!) Firavun bile ALLAH'a ibadet etmiştir. Bu nedenle de o bile kamil bir mü'mindir. Zira taptığı şey de varlığın bir parçası (Bir'in bir unsuru) değil midir?! Bu nedenle puta tapan bir kişi bile aslında (haşa)ALLAH'a ibadet etmektedir. Zira o putta Bir'in bir parçasıdır.O bu düşüncelerini manzum ifadelerle de dile getirir:

Her biçimi kuşatır kalbim: Ceylanlar için otlak ve Hıristiyan rahipler için bir manastırdır o, Ve, putlara tapınak, hacıların kâbesi, Tevrat'ın levhaları ve Kur'an'ın sayfalarıdır aynı zamanda,
Ben aşk dinine uyarım hangi yolu tutarsa Aşk'ın develeri, işte budur benim dinim ve inancım .

Vahiyden Kültüre - Celaleddin Vatandaş, Pınar yayınları, İst-1991 - Muhyiddin Arabi'nin küfür ve şirk sözleri (S.181-183)



*****************

Yunus Emre ve Şebusteri'nin küfür ve şirk sözleri (S.188-189)



Bir örnek olarak Yunus Emre'nin şiirini hatırlayabiliriz:
Cümle yaradılmışa bir gözle bakmayan
Şer'in evliyasıysa, hakikatta asidir

O bu ve benzeri şiirleriyle inanç ayrımının, İman-küfür ayrımının anlamsızlığını ilan eder. Şebûsterî ise, aynı inanç ve düşünceyi daha açık ifadelerle değişik bir şekilde dile getirir:
Ey akıllı kişi! iyi düşün... Put, varlık bakımından bâtıl değildir ki,
Bil ki putu yaratan da Ulu Tanrı... İyinin yaptığı her şey iyidir.


Vahiyden Kültüre - Celaleddin Vatandaş, Pınar yayınları, İst-1991 - Yunus Emre ve Şebusteri'nin küfür ve şirk sözleri (S.188-189)




****************


Mevlana'nın ve diğer mutasavvıfların küfür ve şirk sözleri (S.192-198)



Kendi kitabını vahiy ürünü gibi olduğu iddiasıyla Kur'an'la özdeştirip, Kur'an'ın özellik ve sıfatlarını kitabı içinde kullanan Celâleddin Rûmî şunları yazar:

"Bu kitap, Mesnevi kitabıdır. Mesnevi, hakikata ulaşma ve yakîn sırlarını açma hususunda din asıllarının asıllarının asıllarıdır. Tanrı'nın en büyük fıkhı, Tanrı'nın en aydın yolu, Tanrı'nın en açık burhanıdır. Mesnevi, içinde kandil bulunan kandilliğe benzer, sabahlardan daha aydın bir surette parlar... Kalblere cennettir; pınarları var. dalları var, budakları var. O pınarlardan bir tanesine bu yol oğulları Selsebil derler. Makam ve keramet sahiplerince en hayırlı duraktır, en güzel dinlenme yeridir. Hayırlı ve iyi kişiler orada yerler, içerler... Hür kişiler ferahlanır, çalıp çağırırlar. Mesnevi Mısır'daki Nil'e benzer; Sabırlılara içilecek sudur, Firavun'un soyuna sopuna ve kafirlere hasret. Nitekim Tanrı 'da "Hak onunla çoğunun yolunu azıtır, çoğunun da yolunu doğrultur" demiştir.
Şüphe yok ki, Mesnevi gönüllere şifadır, hüzünleri giderir, Kur'an'ı apaçık bir hale koyar, rızıkların bolluğuna sebep olur, huyları güzelleştirir. Şanları yüce, özleri hayırlı katiplerin elleriyle yazılmıştır, temiz kişiden başkasının dokunmasına müsade etmezler. Mesnevi Alemlerin Rabb'inden inmedir; Bâtıl ne önünden gelebilir, ne ardından. Tanrı onu korur gözetir; Tanrı en iyi koruyandır, merhametlilerin en merhametlisidir. Mesnevî'nin bunlardan başka lakkardeşrı da var, o lâkkardeşn verende Tanrı'dır.


Celâleddin Rûmî'den konuyla ilgili şu örnekleri verebiliriz:
Biz cenge dönmüşüz mızrabı vuran sensin; inleyiş bizden değil; Sen inliyorsun,
Biz ney gibiyiz, bizdeki ses sendendir; biz dağ gibiyiz, bizdeki ses sendendir'.
Bir başka şiirinde ise daha açık ve net olarak düşüncesini dile getirir:
Varlık yokluk hep O'dur.
Sevinç ve kederi hasıl eden hep O'dur.
Alemde ne varsa O'nun dışında değildir.
Altı cihette de, altı cihetin dışında da tapılacak olan hep O'dur

Vahiyden Kültüre - Celaleddin Vatandaş, Pınar yayınları, İst-1991 - Mevlana'nın ve diğer mutasavvıfların küfür ve şirk sözleri (S.192-198)


Sultan Veled, Mevlana, Şems ve Kimya Hatun şirki (S.56-57)

Yine Sultan Veled'den nakledilmiş tir ki: Bir gün ileri gelen sofiler babam Hudavendigâr'dan: "Abu Yezid (Tanrı rahmet etsin), Ben Tanrı'mı daha sakalı bitmemiş bir genç şeklinde gördüm, buyuruyor. Bu nasıl olur?" diye sordular. Babam:
"Bunda iki hüküm vardır: ya Bayezit Tanrı'yı sakalı bitmemiş genç şeklinde görmüş, yahut Bayezid'in meylinden ötürü Tanrı onun gözüne bir genç çocuk suretinde gözükmüştür "dedi.

Yine buyurdular ki: Mevlânâ Şems-i Tebrizî'nin Kimya adında bir karısı vardı. Bir gün Şems hazretlerine kızıp Meram bağları tarafına gitti. Mevlânâ hazretleri medresenin kadınlarına işaretle: "Haydi gidin Kimya Hatuna buraya getirin; Mevlana, Şemseddin'in gönlü ona çok bağlıdır" buyurdu.
Bunun üzerine kadınlardan bir grup onu aramaya hazırlandıkları sırada Mevlânâ, Şems'in yanına girdi. Şems, şahane bir çadırda oturmuş, Kimya Hatunla konuşup oynaşıyor ve Kimya Hatun da giydiği elbiselerle orada oturuyordu.
Mevlânâ bunu görünce hayrette kaldı. Onu aramağa hazırlanan dostların karılan da henüz gitmemişlerdi. Mevlânâ dışarı çıktı. Bu karı kocanın oynaşmalarına mâni olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı. Sonra Şems "içeri gel" diye bağırdı. Mevlânâ içeri girdiği vakit, Şems'ten başkasını görmedi. Bunun sırrını sordu ve: "Kimya nereye gitti" dedi Mevlânâ.
Şems: "Yüce Tanrı beni o kadar sever ki istediğim şekilde yanıma gelir. Şu anda da Kimya şeklinde geldi" buyurdu, işte Bayezid'in hali de böyle idi. Tanrı ona daha sakalı bitmemiş bir genç şeklinde göründü.

Vahiyden Kültüre - Celaleddin Vatandaş, Pınar yayınları, İst-1991 - s.236,237 (Eflaki’den/2/67,70))

MENAKIB’ÜL ARİFİN II (Arifler’in Menkıbeleri)Ahmed Eflaki - Sultan Veled, Mevlana, Şems ve Kimya Hatun şirki (S.56-57)
Fi hi ma fih Mevlana M.E.B çev meliha İlker ambarcı oğlu İstanbul 1990
Mesnevi Mevlana M.E.B çev. Veled İzbudak , gözden geçiren Abdulbaki Gölpınarlı , İstanbul 1990



Yine dostların olgunlarından nakledilmiştir ki: bir gün kıskanç fakihler inkar ve inatları sebebiyle Mevlana’dan: “ şarap helal mıdır veya haram mı?” diye sordular.
Onların maksadı Şemseddin’in şerefine dokunmaktı. Mevlana kinaye yolu ile “İçse ne çıkar: Çünkü bir tulum şarabı denize dökseler deniz değişmez ve denizi bulandırmaz. Bu denizin suyu ile abdest almak ve onu içmek caizdir. fakat küçücük havuzu şüphesiz bir damla şarap pisletir. böylece tuzlu denize düşen herşey tuz hükmüne girer. Açık cevap şudur ki, eğer Mevlana Şemseddin şarap içiyorsa, herşey ona mübahtır. Çünkü o deniz gibidir. eğer bunu senin gibi bir kızkardeşi fahişe yaparsa, ona arpa ekmeği bile haramdır.” buyurdu.
MENAKIB’UL ARİFİN II (Arifler’in Menkıbeleri)Ahmed Eflaki - (cilt 2, sf. 72)




Mevlana, Şemsi Tebriz’in ve şeyh Hasisi’nin edepsizlikleri (S.59-60)

Yine Sultan Veled hazretlerinden nakledilmiştir ki: Bir gün Mevlânâ Şemseddin iyi ve namuslu kadınları övüyor ve onların iffet ve ismeti hakkında: "Bununla beraber bir kadına, Arşın üstünde bir yer verseler, onun nazarı birdenbire dünya üzerine düşse ve yeryüzünde intiaza gelmiş bir tenasül âleti görse deli gibi kendini ordan aşağı atar ve âletin üstüne düğer; çünkü kadınların mezhebinde ondan daha yüksek bir mertebe yoktur" buyurdu ve sonra şu hikâyeyi anlattı:
"Şam'da bulunan Şeyh Ali Hariri kademli, parlak kalbli, metanet sahibi bir kişiydi. Semâ esnasında, kime baksa derhal o, ona mürit olurdu. Giydiği hırka parça parça idi. (Bu yüzden) Semâ esnasında vücudunun her tarafı görünürdü. Halifenin oğlu da bunun menkıbelerini işittiği için, semâ'ım görmek istedi. Sema edenleri seyretmek için makam kapısından içeri girdiği vakit şeyhih nazarı ona ilişti. O derhal mürit oldu ve elbise giydi. Oğlunun şeyhe mürit olduğu haberi Mısır'da halifenin kulağına ulaştı. Son derecede canı sıkıldı. Şeyhi öldürmek istedi. Fakat şeyhin yüzünü görür görmez o da tam bir samimiyetle şeyhe teveccüh gösterdi. Halifenin karısı da onu görmek istedi. Şeyhi eve davet ettiler. Hatun ilerleyip şeyhin ayaklarına kapandı ve elini öpmek istedi. Şeyh tenasül âletini kaldırarak kadının eline verdi ve: "Senin istediğin o değil; budur" dedi ve semâ'a başladı. Bunun üzerine halifenin itikadı bir iken bin oldu.

MENAKIB’ÜL ARİFİN II (Arifler’in Menkıbeleri)Ahmed Eflaki - Mevlana Şemsi Tebriz’in ve şeyh Hasisi’nin edepsizlikleri (S.59-60)





Orjinali konyadaki mevlana müzesinde ; mevlananın kendi el yazması iledir :

Mevlâna ve Şems arasında geçtiği söylenen hadisede de görüldüğü gibi, Vahdet-i vücud, kadın kılığına giren Tanrı ile seviştiğini iddia etmektir. Ne gariptir ki; ALLAH'a söverek nara atan sarhoş bir sokak serserisini, öldürmeye-dövmeye kalkan sofî, Şems ile Mevlana arasında geçtiği söylenen şu hadiseyi kutsar veya sessiz kalır:

"Mevlana Şemsin yanına girdi. Şems şahane bir çadırda oturmuş Kimya Hatun ile oynaşıyordu. Mevlana dışarı çıktı. Bu karı koca oynaşmalarına mani olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı.
Sonra Şems (Mevlâna'ya) içeri gel diye seslendi. Mevlana içeri girdiğinde Şems'ten başkasını görmedi. Kimya nereye gitti? dedi.
Şems 'Yüce Tanrı beni o kadar severki, istediğim şekilde yanıma gelir. Şu anda da Kimya Hatun şeklinde geldi' buyurdu.

MENAKIB’ÜL ARİFİN I (Arifler’in Menkıbeleri)Ahmed Eflaki


Yine sultan veled buyurdu ki: bir gün babam medresede bilgiler saçıyordu. (bu arada) “halis mürid kendi şeyhinin herkesten üstün olduğuna inanan kimsedir. Mesela: bir adam beyazid (bistami)’nin müridlerinden birine “senin şeyhin mi büyük, yoksa ebu hanife mi?” diye sordu.
Mürid “benim şeyhim” diye cevap verdi. (Nihayet) o birer birer bütün sahabeyi saydı, fakat mürid yine şeyhinin hepsinden büyük olduğunu söyledi.
Sonra “Muhammed mi büyük, senin şeyhin mi?” dedi.
En sonunda “ALLAH mı büyük, yoksa senin şeyhin mi diye sordu?
Mürid “ben ALLAH’ı şeyhimle gördüm, şeyhimden başka bir şey tanımam, hep onu tanırım.” dedi.
Başka bir müridden de “ALLAH mı büyük yoksa senin şeyhin mi?” diye sordu. Bu mürid de “bu iki büyük arasında hiçbir fark yoktur” dedi.

Ariflerden biri de “bu iki büyükten daha büyük biri lazımdır ki o farkı ortaya koysun” demiştir. Nitekim buyurmuştur ki :
“ ALLAH görünmediği için peygamberler onun naibi olmuşlardır.
Hayır böyle de değil.
Bu naible, naibin naibliğinde bulunduğu kimseyi ayırmak çirkin şeydir.
burada ikilik yoktur.”
(MENAKIB’ÜL ARİFİN I (Arifler’in Menkıbeleri)Ahmed Eflaki cilt 1, sf. 324-325)




*************



Mevlana'nın, Hz. Ali Hakkındaki "Divan-ı Kebir" İsimli Kitabındaki Sözleri





" .. O açıklayıcı İmam, o Tanrı velisi, safa ehlinin vücut güneşidir. Yerde, gökte, mekanda, zamanda halka duran imamın zatı ile, iç ve dış temizliğiyle vasıflanmak vaciptir Çünkü küfürden, iki yüzlülükten kurtulmuştur. temizdir.
Onun konağı birlik alemidir. Dünyevi ve beşeri sıfatlardan dışarıdır. O insanın hakikati ve canı gibiydi. her şey fanidir, fakat can yaşar, ölmez.

Onun hareketi kendinden diri olan ezeli varlıktandır. Beka çevresinde döner dolaşır. yaratıkları yaratanın zatı gibi o bakidir.


Hakkın yüksek sıfatları Ali'nın vasfıdır. hakkın sıfatları zaten ondan ayrı değildir. O Tanrı'nın zatine yapışmış O olmuştur. Hani duyduğun "Lahutun o gizli hazinesi" yok mu; işte O, odur Çünkü , O, Haktan Hakka görünmüştür.


O hazinenin nakdi, tükenmez ilimdi. İşte o ilimden maksut, Yüce Ali'dir.Hakkın hikmetini ondan başka kimse bilmez. Zira O hakimdir, her şeyin bilginidir.
Cihan var oldukça, Ali var olur

Cihan var, olurken de Ali vardı
Cihanın temeli suret buluncaya kadar var olan Ali idi. Yer resmedilinceye, zaman husule gelinceye kadar, var olan Ali idi. Veli, vasiy olan Şah Ali, cömertliğin, keremin, bağışın sultanı idi.


Ali'den ötürü melekler Adem'e secde ettiler. Adem bir kıble idi, secde olunan Ali idi. Adem de, Şit de Eyyub da, İdris de, Yusuf da, Yunus da, Hud da, Musa da, İlyas da Salih Peygamberlerde, Davut da Ali idi.
Nefsin tamamından Ötürü cihan sofrası üzerinde elini bulaştırmayan kahraman aslan Ali idi. Kur'an'nın yer yer, ayetlerinde tanrı'nın ismini vasf ile öğdüğü Kur'an sırlarının kaşifi Ali idi.
Kapısının tokmağı kadir ve kıyamette Arşın semasından daha ileri geçen, o durmadan Hakka secde eden arif Ali idi. İslam yolunda iş düzelmedikçe; durup dinlenmeyen o şerefli, vekarlı Şah Ali idi. Hayber kalesinin kapısını bir hamlede koparıp açan, o kalalar fatihi Ali idi.


Afaka her bakışımda gördüm ki, yakın yüzünden her varlıkta var olan Ali idi. Bu küfür olmaz, küfür olan söz bu değildir. Cihan var oldukça li var olur, Cihan var olurkende Ali vardı.


Tebriz'in, Şems-ul Hakkı Cihanın gizli ve açık sırlarından her ne gösterdinse hepsi de Ali idi.

Şit, kendinde Ali'nin nurunu gördü ve yüksek alemi öğrendi.

Nuh, kendini yüksek menzile ulaştırıncaya kadar, istediğini hep ondan buldu. Gene ondandır ki kurtuluşa eren Nuh, dehirde gayret tufanını buldu da beladan kurtulmuş oldu.
Halil Peygamber, dostlukla onu andı da, ateş ona al lale oldu. Nemrudun ateşi, o Allahın dostuna hep gül, nesrin, lale oldu.
Gene o idi ki, keyfiyle kendi koyununu İsmail'e kurban etti.
Yusuf kuyuda O'nu andı da, o saltanat mülkünü süsleyen tahtı buldu. Yakup, onun önünde birçok inledi de Yusuf'un kokusunu alıp gözleri açıldı.


İmran'ın oğlu Musa, O'nun nurunu gördü de uzun geceler hayran kaldı. Kırk gece kendinden geçti; kavuşma ve görüşme zevkine daldı. Sonra dedi ki: "Yarabbi! Bana bu lutfundan bir alamet ver." Hakk O'na: "İşte sana nurlu eli verdim" dedi.
Gene Ali'nin vergisidir ki, Meryem'e arkadaş oldu da İsa vücuda geldi

Divan-ı Kebir'den secme şiirler, MEB yayınları no: 1148, 1. Cilt,s: 3-4-5, Kültür Bak. Yay., Ankara 1989 (2.baskı), istanbul)


*************





Kendilerini islâm'a nisbet eden kitlelerin nezdinde ALLAH dostu,veli(!) diye tanımlandıkları halde bu insanlar müslüman oluşlarının, gerçekte bir din tercihi olmadığını, çünkü aynı zamanda yahudi, hırıstiyan, mecusi v.s dinlerin de müntesibi olduklarını çok açık bir şekilde ifade ederler:

"...Celâleddin er-Rumî "Divan"ında şöyle diyor:

"Canım, ey nur, kaçma benden!
Kaçma benden ey parlayan görünüm,
Kaçma benden kaçma benden!
Şu sarığa bak, onu nasıl başıma koydum,
Hatta bileğime taktığım Zerdüşt'ün zünnarına bak!
Zünnarı taşırım, yemliği taşırım.
Belki nuru taşırım, kaçma benden!
Müslümanım ben, ama Hırıstiyanım, Brahmanistim, Zerdüştiyim.
Ey yüce Hakk, sana tevekkül ettim, kaçma benden.
Bir tek tapınağım; mescid, kilise veya puthanem yok benim.
Sonsuz nimetim yüce yüzündedir, kaçma benden kaçma benden!"
(Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.S.160 (Dr. Mustafa Galveş, et-Tasavvuf fi’l- Mizan, 100-101’den))

"Ne lazım gelir ey müslümanlar ki ben kendimi bilmiyorum?
Ne Hıristiyan, ne Yahudi, ne Ermeni, ne de Müslümanım"
(Ahmet Kisravi. Edebiyat Üzerine. s.78. Perçem Yay. 4.baskı. (Farsça))

"Dostsuzun göricek şirk yağmalandı"diyen Yunus Emre ise diğer bir çok şiirinde benzer konuyu ifade etmekten geri kalmaz. Şüphesiz konunun örneklerini daha değişik kişilere yaygınlaştırmak mümkündür. Çünkü, Kültür İslâmı gereği duygusal bir tavırla yüceltilen bir çok ünlü sûfîde sözkonusu inancın değişik ifadelerle açığa çıktığı görülmektedir. Örneğin Hacı Bayram, benzerlerinin Yunus Emre'de bolca bulunduğu bir şiirinde, Vahdet-i Vücud inancını dile getirir:

Bayram özünü bildi, Bileni anda buldu, Bulan ol kendi oldı, Sen seni bil sen seni

Sûfîlerin çoğunda anlamını bulan Hak ifadesi, bazıları tarafından ALLAH'ı ifade eden bir isim olarak algılanır. Gerçekte sûfîlerin kullanımıyla bu, Vahiy İslamı'nın ifadelerinde anlamını bulan Hak değildir. Çünkü onlar her ne kadar Hak ile ALLAH'ı kasdetmiş olsalar bile, inanıp anlattıkları ALLAH, Vahdet-i Vucud inancında anlamını bulan, tabiatla aynı olan bir Tanrı inancının ürünüdür. Bunun ise Alemlerin Rabbi mutlak ve Kadir olan ALLAH'la ilgisi yoktur.
Vahdet-i Vücud inancında anlamını bulan Tanrı inancının zirveye ulaştığı bir çok tanınmış sûfi vardır. İbn Arabî ve Celâleddin Rûmî bunlardan sadece ikisidir. Celâleddin Rûmî bu inanca yeni unsurlar ve anlamlar getirilmez. Onun yaptığı, seleflerinin ifade ve inançlarını toplayıp, sistemleştirip, bir bütünlük içerisinde ifade etmek olmuştu.
Sonraki sûfîlerin bir çoğu ise artık normal kabul edilen bir inanç unsuru haline gelmiş Vahdet-i Vücud inancını değişik bakış ve yorumlarla tekrarlamaktan öteye geçmezler. Bunların içerisinde Sûfî Efendi gibi çok ilginç anlayışlara da ulaşanlar olur. Belki de bunu anlayıştan ziyade, Vahdet-i Vücud inancının hiç bir yoruma açık kapı bırakmayacak kadar net bir ifede tarzı olarak düzeltmek gerekir. Örnek olması açısından Nazmı Efendi'nin Vahdet-i Vücud inancına değinecek olursak ,O ilk vahdet-i Vücudçulardan olarak nitelenebilecek Hallâc-ı Mansûr'u eleştirir ve onun sözünün yanlış, inancının sakat olduğunu belirtir.
Buraya kadar olan sözleri doğru görülmektedir, ilginçlik bunun sonrasındadır. Ona göre Hallâc-ı Mansûr yanlış yapmıştır, sakat inançlıdır çünkü, bütün kainat "Enel Hak" deyip dururken, o bunu sadece kendisini ifade edecek şe kilde anlayarak hata etmiştir Nazmî Efendi'nin bu yorumu ve inancı daha önceleri Şebusterî tarafından ifade edilir. Ancak Şebusterî, Hallâc-ı Mansûr'u, Nazmi Efendi gibi eleştirmez. Şunları söyler:
Enel hak, mutlak olarak sırları açığa vurmaktır, Hak'tan başka kim Enel Hak diyebilir? Alemin bütün zerreleri, Mansur gibi Enelhak demektedir, Sen ister onları sarhoş say, ister Mansur!
Kendini sen de hallaç yapar, varlık pamuğunu atarsan, Hallaç gibi bu sözü söylemeye başlarsın.
Haktan başka varlık yok... İster o haktır de, ister ben Hakk'ım de

Emir Abdralîaaîr isimli bir sûfî ise konuya daha değişik bir açıdan bakar, O Ebu Mansur el-Hallac'ın "Ene'l Hak" deyişini şöyle yorumlar:
"ALLAH beni hayal olan benden söküp aldı ve beni gerçek-benliğine yaklaştırdı... Sonra bana Hallac'ın sözü söylendi; aramızdaki fark şu idi; Hallac onu kendisi söyledi, oysa o benim için söylendi."(227)


2- Sûfiler arasında Vahdet-i Vücud inancının yanı sıra Hulul veya dinlerin birliğine inananlar da sıklıkla görülür. Özellikle dinlerin birligi konusunda ısrarla dururlar. Bununla ilgili olarak sûfi Ebû Said b. Ebu'l Hayr îsalenderiler ve gezgin dervişler adına şu şiiri ile dinlerin Bîrliği inancını ifade eder:

Yeryüzündeki her cami harab oluncaya kadar, Kutsal görevimiz yerine getirilmiş olmaz; Ve imanla küfür bir oluncaya kadar da, Gerçek Müslüman olunmaz

İbn Arabî'nin konuyla ilgili şiirini daha önce nakletmiştik. Aynı inancın Sebusteri'de açığa çıkış biçimi ise şöyledir:

Bil ki putu yaratan da ulu Tanrı... iyinin yaptığı her şey iyidir.
Müslüman, puta tapmak nedir, bilseydi dinin puta tapmaktan ibaret olduğunu anlardı.
Müşrik de putun hakikatini bilseydi hiç dininde yol azıtır, sapık olurmuydu?
O, putu ancak görünen bir suretten ibaret gördü de, o sebeple şeriatte kafir oldu.

3- Hint mistisizminden kaynaklanan tenasüh inancının tasavvufta oldukça yaygın bir ortam bulduğu görülmektedir.
Özellikle kerâmetleriyle tanınan sûfilerin sürekli şekil değiş tirişleri (çoğunlukla güvercin, yılan, ejderha vs oldukları inancı) tenasüh inancının biraz farklı yorumlanışı durumundadır. Bu inancın çoğunlukla mevzu hadisle İslamî bir temele oturtulmaya çalışıldığı görülür.
Önceki sûfîlerden Niyazı Mısri'de ifadesini bulan bu düşünce şöyledir:
O bir sûfînin bulut, yağmur, bitki, hayvan olmasının normal olduğunu belirtir ve bununla ilgili olarak şunu söyler:
"Ey kardeş! Peygamberimiz SallALLAHu aleyhi vesellem Efendimiz buyurmadımı ki; "Benim ümmetim ahirette on bölük olarak haşrolur.Kimi maymun, kimi domuz, kimi de başka surette.”

4- Bilginin kaynağı ve niteliği konusunda belirtildiği gibi, tasavvufta bilginin doğrudan ALLAH'tan alınabileceği inancı vardır.
Sufiler sistemlerini bu düşünce üzerine oturturlar. Keşf veya Marifet olarak isimlendirilen veya Beka olarak tanımlanan bilgiyi ALLAH'tan alma inancı veya durumu hemen hemen birçok sûfîde açıkça görülür. Mesela İbn Arabi ve Celâleddin Rumî bu mertebeye eriştiklerini ve ALLAH'tan doğrudan bilgi alabildiklerini ifade ederler. Hatta bundan dolayıdır ki, söyledikleri ve yazdıkları kendilerinden veya kendi iradelerinden değil, ALLAH'ın irade ve arzusundandır. Yani söz ve yazılan birer vahiy ürünü(gibi)dür.
Yunus Emre ise bu kadar iddialı değildir. O tevazu gösterir ve henüz marifeti elde edemediğini ancak o yolun yolcusu olduğunu ifade eder. Bunu ise hemen hemen bütün şiirlerinde açığa vurur. O, her ne kadar bir çok şiirinde başta namaz olmak üzere onların gerekliliğinden bahsederse de, bazı şiirlerinde ise hakikata ulaşmanın yolunun ibadetlerden geçmediğini, bu nedenle ibadetlerin ALLAH'ın rahmetine vesile olmasıyla elde edilen cennet'in önemsiz olduğunu vurgular. Halk arasında oldukça yaygın olan bu şiirinin bir bölümü şudur:

Cennet cennet dedikleri
birkaç köşkle birkaç hurî
İsteyene ver sen anı
bana seni gerek seni

Bu şiir Şeyhülislâm Ebu Suud Efendi'ye okunup ,şeriat açısından durumu sorulduğunda, Şeyhülislâm bunu küfr-i Sarih (açık küfür) olarak niteleyip, bunu inanarak söyleyip okuyanın katlinin vacip olduğu yolunda fetva vermekte tereddüt etme miştir,(234)'

Konuyu uzman derecesinde araştıranların ifadesine göre Yunus Emre'de şeriatı aşağılayan tavırları bulmak zor değildir. Ancak o bunu açıkça değil, bâtınî yorumlarla, ve şekil, muhteva itibarıyla güzel olan şiirlerinin arasına serpiştirdiği bazi şiirleriyle açığa vurur :
Dost yüzün görücek şirk yağmalandı
Anın çin kapıda kaldı şeriat
Hakikat bir denizdir, şeriattır kapısı
Çoklar gemiden çıkıp denize dalmadılar.


Vahiyden Kültüre - Celaleddin Vatandaş, Pınar yayınları, İst-1991 - Mevlana'nın ve diğer mutasavvıfların küfür ve şirk sözleri (S.192-198)










(Devamı)

Celaleddin Rumi, tasavvufi görüşlerini “Tanrısal Aşkı” kendisinde bulduğunu söylediği Şemsi Tebrizi’den almış.

“Celaleddin Rumi, aşkla, müzikle, raksla ve şiirle beslenip gelişen ve dinler üstü yolda kadına da büyük bir önem vermiş onu da hayata almaya çalışmış ve insanlığın, kadınla bir bütün olduğunu duymuştu. O herşeyden önce kadının kapanmasının, örtünmesinin aleyhindeydi. Mesnesvisin’de kadını yaratılmış değil, yaratan (!) bir kudret olarak öven, sert ve kaba ruhlu erkeklerin kadına zulmedebildiklerini söyleyen, asil insanların ince ruhlu olgun kişilerinse kadına bağlı olacaklarını, hatta onun reyine uyacaklarını ona hürmet edeceklerini bildiren Celaleddin Rumi “Fihi ma fih”inde, bir fasılda, kadını ekmeğe benzetmeklaleddin Rubi bu şeylerin kendisine gelen Vahiy olduğunu iddia ederek resmen Mesnevi’yi Kur’an’la yarıştırmaktadır.
Dilerseniz Mesnevi’nin girişi ile yavaş yavaş konuyu detaylantıralım:
“Bu kitap Mesnevi kitabıdır. Mesnevi hakikate ulaşma ve yakin sırlarını açma hususunda din asıllarının asıllarıdır. Tanrı’nın en büyük fıkhı (!) Tanrı’nın en aydın yolu! Tanrı’nın en açık burhanıdır... Kur’an’ı apaçık bir hale koyar, rızıkların bolluğuna sebeb olur, huyları güzelleştirir. Şanları yüce özleri hayırlı katiblerin elleriyle yazılmıştır. Temiz kişilerden başkalarının dokunmasına müsade etmezler. Mesnevi, Alemlerin Rabbinden inmedir! Batıl ne önünden gelebilir, ne ardından. Tanrı onu korur, gözetir!....”
(Mesnevi-Celaleddin Rumi MEB Yayınları c: 1 s: 11)

Bu paragrafta görüldüğü gibi Celaleddin Rumi, yazdığı kitabın Vahiy olduğunu iddia etmektedir! Tasavvufta bu çok görülmez. Zira tasavvuf ehli, velilerin tasavvufta vahiy aldıklarına inanırlar....

Kitabının bir başka yerinde Celaleddin Rumi şöyle diyor:

“Bu, ne yıldız bilgisidir, ne remil, ne de rüya. Tanrı, doğrusunu daha iyi bilir ya, Tanrı vahyidir! Sofiler, bunu halktan gizlemek için Gönül Vahyi demişlerdir!”....”
(Mesnevi-Celaleddin Rubi MEB Yayınları, c: 4 s: 151)

Görüldüğü gibi, Celaleddin Rumi’ye göre şeyhin, Pir’in, ermişin her ne isim verilirse verilsin tasavvufun ulu zatlarının söyledikleri ve yazdıkları şeyler aynıyla Vahiy’dir. Tıpkı kendisinin de itiraf ettiği Mesnevi kitabında olduğu gibi!...
Maalesef Celaleddin Rumi, kitabına Hindistan’dan sadece Kelile ve Dimne masallarını almamış, Erotik Hint kültürünün ürünü olan Kamasutra’dan da alıntılar yaparak bunları “Alemlerin Rabbin’den inmedir” diyerek sunmuştur.
Celaleddin Rumi, Kur’an’ın Lokman Suresinin 27. ayetini kendi kitabı için nasıl alet ediyor:

“....Ormanlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa yine Mesnevi’nin biteceğini umma...” (Mesnevi-Celaleddin Rumi c: 6 s: 178)

Oysa ALLAH (c.c) Lokman suresinde kendi kitabı Kur’an için şu açıklamayı yapmaktadır:
“Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, denizler de, arkasından yedi deniz daha kendisine yardım ederek (mürekkep) olsa yine ALLAH’ın kelimeleri tükenmez.” (Lokman: 31/27)

Celaleddin Rumi, Mesnevi’ye niçin bu özellikleri veriyor acaba? Bunu Vahdeti Vücud’dan dolayı yapıyor.... Tasavvuftaki bu temeya göre ilahlaşan insan haliyle yazdıklarına da Vahiy ve Sentetik Kur’an gözüyle bakıp, öyle değerlendirecektir...
Mesnevi’nin özellikleri nasıl Kur’an’dan alınarak ona adapta edilmiştir, aşağıda görünüz:

“Lafzı az, manası çok olan bu mazum Mesnevi...” (Mesnevi-Celaleddin Rumi c: 1 s: 12) diyerek girişi yapılan kitap, aynen Kur’an’ı Kerim için geçerli olan az lafızla çok mana verme özelliğini kendine hasretmektedir.
Mesnevi’nin Kur’an olduğuna Mevlevi takipçileri de inanmaktadırlar.
Mesnevi’nin Kur’an olduğu yolundaki anlayışa aşağıdaki menkıbe çok güzel örneklik teşkil etmektedir:

“....Bir gün Sultan Veled buyurdu ki:
“Dostlardan biri babama şikayette bulunduğu ve alimler Mesnevi’ye neden Kur’an diyorlar diye benimle bahse girişti. Ben de Kur’an’ın tefsiridir, dedim, deyince babam bir lahza susup sonra:
“A sersem, dedi niçin olmasın? A eşek, niçin olmasın? A orospu kardeşi niçin olmasın? Peygamberlerle velilerin harfi zarflarda Tanrı sırlarının nurlarından başka birşey yoktur ki. Tanrı sözü, onların temiz gönüllerinden biter, ırmağa benzeyen dillerinden akar. İster Süryani dilince olsun, ister Seb’al Mesani dilince, ister İbrani dilince olsun, ister Arapça!...” Bu kitabta buna benzer birçok hikayeler vardır ki Mesnevi’nin yazıldığı tarihten itibaren Tanri Vahyi (!) olarak tanındığını gösterir.” (Mesnevi-Celaleddin Rumi c: 4 s: 326)

Müslümanlara yıllardır örnek müslüman şahsiyetler olarak sunulan ve ALLAH dostu, ermiş olduklarına inanılan şahıslar işte bunlardır. Cinselliğe tandanslı kitapların sahipleri açıkca ilahlaşabildiklerini ve Vahiy alabildiklerini itiraf etmektedirler.
Şimdi “Alemleri Rabbinin vahiyleridir” diye insanlara empoze edilen Mesnevi’den bazı pasajlar aktarmak istiyoruz... Tasavvuf hayranlarına ithaf olunur...

“Bir kadın, oynaşıyla aptal kocasının gözü önünde sevişip buluşmak istiyordu. Kocasına: “A iyi talihli kişi, ağaca çıkıp meyva toplamak istiyorum” dedi. Ağaca çıkınca yukarıdan kocasına baktı, ağlamaya başladı. Dedi ki:
“A merdut ahlaksız. Üstündeki Luti kim? Karı gibi onun altına yatmışsın... Meğere sen bir ibneymişsin!” Kocası: “Senin başın döndü galiba... Çünkü burda benden başka kimse yok” dedi. Kadın: “O üstüne binen kalpaklı herif kim, söyle hele” diye birkaç kere daha sordu, söylendi.
Adam: “A kadın, ağaçtan in, başın döndü, adam akıllı bunadın sen...” dedi. Kadın ağaçtan indi, kocası ağaca çıktı. Kadın da oynaşını göğsüne çekti. Kocası bağırdı: “A orospu, maymun gibi üstüne çıkan o adam kim?” Kadın: “Burada benden başka kimse yok ki” dedi. “Kendine gel, senin başın döndü galiba, saçmalama.” Adam, bu sözü birkaç kere söylediyse de kadın, “Bu armut ağacından olacak! Ben de armut ağacının üstündeyken öyle şeyler gördüm be hey kaltaban! Aşağıya inde bak... benden başka kimse yok, bütün bu hayaller armut ağacından!"



KABAK HİKAYESİ

"..Bir halayık (hizmetçi), şehvetinin çokluğundan, hırsının fazlalığından bir eşeği kendisine alıştırmıştı. O eşek kendisine yakınlaşmayı adet edinmiş, insana yakın olmayı öğrenmişti. O hilebaz halayığın bir kabağı vardı. Eşek kendisine ölçülü yaklaşsın diye kabağı eşeğin aletine takardı. Yakınlaşma zamanında aletin yarısı girsin diye bu işi yapmaktaydı. Çünkü eşeğin aleti tamamiyle girse, rahmi de parçalanırdı, damarları da... Eşek, boyuna zayıflayıp durmaktaydı. Eşeğin sahibiolan kadın da neden bu eşek böyle zayıflıyor, neden böyle kıl gibi inceliyor deyip dururdu.
Fakat işin ne olduğunu anlamakta acizdi. Nalbantlara, illeti nedir, neden zayıflamakta diye gösterdiyse de, onda hiçbir illet görünmedi, kimse bunun iç yüzünü haber veremedi. Kadın, bu işin aslını adamakıllı araştırmaya başladı. Her an eşeğin haline, dikkat etmekte, neden böyle zayıfladığını bulmaya çalışmaktaydı. İnsanın, adamakıllı çalışmaya kul olması gerektir. Çünkü birşeyi iyice arayan, nihayet bulur. Eşeğin haline dikkat edip dururken bir de ne görsün? O nergisceğiz, eşeğin altına yatmıyor mu? Bunu kayıpın yarığından gördü, bu hale pek şaştı. Eşek, erkekler, kadınlar nasıl yakınlaşırsa aynen onun gibi halayığa yakınlaşmış, işini becermekteydi. Kadın hasede düştü. Dedi ki:
“Bu eşek, benim eşeğim, nasıl olur bu iş? Bu işin bana olması lazım, ben bu işte daha ehilim. Eşek işi öğrenmiş, alışmış. Adeta sofra yayılmış, mum da yanmış. Görmemezlikten gelip ahırın kapısını vurdu. “A kız, ne vakte dek ahırı süpürüp duracaksın?” dedi. Bu sözü, işi gizlemekiçin söylüyor, ben geldim kapıyı aç diyordu. Sustu, halayığa hiçbir şey söylemedi. Bu işe tamah ettiği için işi gizledi. Halayık, bütün fesat aletlerini gizleyip kapıyı açtı. Yüzünü ekşitip gözlerini yaşatarak dudaklarını oynatmaya başladı, güya oruçluyum demek istiyordu.
Eline sapı yıpranmış bir süpürge aldı, develerin yatması için ahırı süpürüyor göründü. Elinde süpürge kapıyı açınca kadın, dudak altından, seni usta seni, dedi. Yüzünü ekşittin, eline süpürgeyi aldın, iyi fakat yemeden, içmeden kesilmiş eşeğin hali ne? İşi yarıda kalmış, öfkeli, aleti oynayıp durmada, gözleri kapıda, seni beklemede. Bunu dudağı altından söyledi, halayıktan gizledi. Onu suçsuz gibi ululayıp dedi ki, tez çarşafını başına al. Filan eve git benden selam söyle. Şunu söyle, böyle yap, şöyle et. O işi görmezlikten gelen kadın, onu yola vurunca, zaten şehvetten sarhoş olmuştu, hemen kapıyı kapadı, oh dedi. Yalnız kaldım, ağıra bağıra şükredeyim. Artık erkeklerin kah tam, kah yarım yamalak yakınlaşmasından kurtuldum. Kadının keçileri, sanki bini bulmuştu, öyle neşelendi. Eşeğin şehvet ateşiyle kararsız bir hale drüştü.... Kadın, kapıyı kapadı, sevine sevine eşeği kendisine çekti, cezasını da tattı ya! Eşeği çeke çeke ahnırın ortasına getirdi.
O erkek eşeğin altına ayttı. O kahpe de muradına ermek üzere halayığın yattığını gördüğü sekiye yatmıştı. Eşek ayağını kaldırıp aletini daldırdı. Eşeğin aletinden kadının içine bir ateştir düştü. Alışmış eşek, kadına abandı, aletini ta hayalarına kadar sokar sokmaz kadın da geberdi. Eşeğin aletinin hazından ciğeri parçalandı, damarları koptu, birbirinden ayrıldı. Soluk bile alamadan derhal cen verdi. Seki bir yana düştü, o bir yana. Ahırın içi kanla doldu, kadın baş aşağı yıkıldı, öldü. Kötü bir ölüm, kadının canını aldı. Kötü ölüm, yüzlerce rezillikle gelip çattı bakardeşiğım. Sen hiç eşeğin aletinden şehit olmuş insan gördün mü?....” (Mesnevi-Celaleddin Rumi c: 5 s: 112-116)

Mesnevi erotizmi şu ibarelerle devam etmektedir:

“Bir oğlancı, evine bir oğlan götürdü. Onu başaşağı edip düzmeye koyuldu. Bu sırada o mel’un çocuğun belinde bir hançer gördü. Dedi ki: “Belindeki ne?” Oğlan: “Kötü düşünceli biri, hakkımda kötü bir düşünceye kapılırsa bununla karnını deşeceğim diye cevab verdi. Oğlancı, Tanrı’ya homdolsun dedi, iyi ki ben sana bir hile yapıp kötü bir düşünceye kapılmadım.” (Mesnevi-Celaleddin Rumi c: 5 s: 205)
Mesnevi’de, cinsel tacizden de bahsedilerek, neredeyse sapıklık literatüründeki tüm örnekler tet tek kitaba aktarılmaya çalışılmıştır. Şöyle ki:

“...Sözü kuvvetli, cerbezesi yerinde bir vaz’eden vardı. Minbere çıkmış va’z ediyordu. Kadın, erkek, herkes minberin dibine toplanmıştı. Cuha’da bir çarşap giyip yüzünü örttü, kadınlar arasına karıştı. Kimse onu tanımıyordu. Bir kadın, va’z edene gizlice sordu: “Kasıktaki kıllar, namazın bozulmasına sebeb olur mu?” Vaiz dedi ki: “Uzun olursa namaz mekruh olur. Ya hamam otuyla, ya ustura ile tıraş etmen lazım ki, namazın tamam olsun, kabul edilsin.” Kadın: “Ne kadar uzun olursa namazım kabul olmaz” dedi. Va’z eden dedi ki: “Bir arpa boyu uzun olursa traş etmek farzdır. Cuha hemen kızkardeş dedi, bak bakalım, benim kasığımın kılı o kadar olmuş mu? Tanrı rızası için elini uzat da bir yokla. Bakalım, mekruh olacak kadar uzamış mı? Yanındaki kadın, Cuha’nın şalvarına el atar atmaz eline aleti geldi. Derhal şiddetli bir nara attı. Hoca: “Sözüm gönlüne tesir etti” dedi. Cuha dedi ki:
“Hayır, gönlüne tesir etmedi, eline tesir etti. A akıllı adam, gönlüne tesir etseydi vah yahine...” (Mesnevi-Celaleddin Rumi c: 5 s: 272)

Celaleddin Rumi, Mesnevi’de erkeğin seks gücünü de şu hikayeyle dile getirir:

“O yiğitler de Musul’dan döndü, yola düştü. Yolda bir ormana, bir yeşilliğe geldi. Aşk ateşi, öyle bir parlamıştı ki, yerle göğü fark etmiyordu. Çadır içinde oay parçasına kasdetti. Akıl nerede, halifeden korkma nerede? Şehvet, bu ovada davul dövdü mü akıl dediğin ne oluyor ki a turp olu turp. Yüzlerce halife, o anda o erin ateşli gözüne bir sinekten aşağı görünür. O kadına tapan er, şalvarını çıkarıp cariyenin ayak ucuna oturdu. Aleti, dosdoğru gideceği yere giderken orduda bir gürültü, bir kızılca kıyamettir koptu. Er sıçradı, çırılçıplak, açık saçık, bir halde ateş gibi Zülfikar elinde dışarı çıktı. Bir de ne görsün, ormandan kara bir erkek aslan kendisini ordunun içine kapmış koyvermiş. Atlar ürküp köpürmüşler, her çadır ve ahır yeri yıkılmış, herkes birbirine girmiş. Erkek aslan, ormanın gizli bir yerinden fırlamış, havaya deniz dalgası gibi tam yirmi arşın sıçramıştı. Er, pek yiğitti, aldırış bile etmeden sarhoş bir erkek aslan gibi aslanın önünü kesti. Kılıcıyla bir vurdu, başını ikiye böldü. Derhal o ay yüzlü dilberin bulunduğu çadıra koştu. O hurinin yanına gelince aleti hala dimdikti. Öyle bir aslanla savaştı da erliği, yine sönmedi, hala ayaktaydı. O tatlı ve ay yüzlü güzel onun erliğine şaşıp kaldı. İstekle ona kendisini teslim etti. O anda o iki can birleştiler... Bir kaç gün murat alıp murat verdiler. Fakat sonra o büyük suçtan pişman oldu. Ey güneş yüzlü, bu işe dair halifeye birşey söyleme diye cariyeye yemin verdi. Halife cariyeyi görünce sarhoş oldu, onun tası da damdan düştü. Onu, övdüklerinin yüz misli güzel buldu. Hiç görme, işitmeye benzer mi? Halife buluşmayı diledi, bu maksatla cariyenin yanına gitti. Onu andı, aletini kaldırdı. O cana canlar katan, o sevgisini gittikçe artıran güzelle buluşmaya niyetlendi. Kadının ayakları arasına oturdu. Oturdu ama takdir, zevkinin yolunu bağladır. Farenin çatırtısı kulağına değdi. Aleti indi, uyudu, şehveti tamamıyle kaçtı... Cariye halifenin gevşekliğini görünce kahkahalarla gülmeye başladı... O erin, aslanı öldürüp geldiği halde hala aletinin inmediğini hatırladı. Kahkahası arttıkça arttı... Bir türlü gülmesi dinmiyordu. Nihayet halife alındı, huysuzlandı. Hemencecik kılıcını kınından sıyırdı. Habis dedi, neden gülüyorsun? Söyle... Cariye aciz kalınca ahvalini anlattı. O yüz Zal’a bedel olan Rüstem’in erliğini söyledi. Yoldaki gerdeği, o sırada vukua gelen halleri bir bir nakletti. Erin kılıcını çekip gidişini, aslanı öldürdükten sonra gelişini, aletinin hala gergedan boynuzu gibi ayakta olduğunu söyledi. Ondan sonra namuslu halifenin gevşekliğini ve farenin bir çıtıştısından aletinin söndüğünü görünce dayanamayıp güldüğünü bildirdi...” (Mesnevi-Celaleddin Rumi c: 5 s: 315)

Bu sapık kimseler, seks konusunda o derece ileri gitmişler ki Celaleddin Rumi’nin şeyhi olan Şemsi Tebrizi ile alakalı olarak şöyle bir kıssayı da anlatır dururlar:

“Günlerden bir gün Şemsi Tebrizi’nin cariyesi kaybolmuş. Bulunması için bütün müridlerine haber salınmış. Her ne kadar arandıysa da cariye bulunamamış. İşte bu hal üzereyken Celaleddin Rumi, şeyhinin yanına gelmiş. Bir de ne görsün... Şeyh cariyeyle alt üst olmuş bir vaziyette... Oradan hemen uzaklaşmak istemiş... Şemsi Tebrizi onun geldiğini anladığı için onu içeri girmesi için çağırmış. İçeri girdiğinde ise cariye ortada yok imiş... Bunun üzerine Şemsi Tebrizi, Celaleddin Rumi’ye şöyle demiş:
“Tanrı, sevdiği kullarına istedikleri gibi gelir. Bazen ben ona giderim, bazen ise o bana gelir...” (Menakibul Arifin-Ariflerin Menkibeleri)

Dünya tasavvuf büyüğü olarak adlandırılan Celaleddin Rumi’nin Mesnevi’si ve onlarla ilgili hikaye ve kıssaların yazıldığı kitkardeşrda onları düşünceleri, görüldüğü gibi açıkca meydandadır.
Sapık tasavvuf ehli, hiçbir kural tanımaksızın Mesnevi gibi kitkardeşrda yazılan zırvaları yazanları bir ilah, yazılanları da bir vahiy ve Kur’an diye nitelemekte, böylece küfrünü olanca hızıyla ortaya koymaktadır.
Celaleddin Rumi’ye tapılır derecesinde saygı duyulduğunu aşağıdaki hikayede vurgulamaktadır:
“Yine nakledilir ki, Celaleddin Rumi, çok vakitler hamama gider, tıraş olurdu. Dökülen kılları, dostlar uğur sayarak alırlardı. Meğer ki, büyük kimse hamamın hücresinde oturmuştu. Bu adam:
“Eğer o kıllardan bir miktar elime düşerse, Celaleddin Rumi’nin müridi olurum” diye içinden geçirdi. Celaleddin Rumi, o kıllardan bir miktar o azize verilmesini derhal emretti. Bu aziz, hemen o anda baş koyup mürid oldu, hizmetler yaptı ve Sema’lar tertip etti.” (Menakibul Arifin (Ariflerin Menkibeleri)-A. Eflaki-MEB Yay c: 1 s: 552)

Bir adamın kasık kıllarına bu ihtimam gösterilirse, kendisine gösterilecek saygıyı hiç düşündünüz mü?
Celaleddin Rumi, öleceği günü Düğün Günü, gecesine de ALLAH’ına (!) kavuştuğu için Gerdek Gecesi demesine rağmen böyle bir kimse acaba neden tapılırcasına ululanmaktadır ?
Bunun tek sebebi vardır... O da; tasavvufun felsefesi bunu gerektirdiği için..


DEVAM EDECEK
__________________
Enam sur. 116: Yeryüzündeki insanların çoğunluğunauyarsan, seni Allahyolundan saptırırlar. Sadece sanıya uyarlar onlar ve sadece saçmalarlar.
gavs isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
gavs Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
hakikat_yolcusu (12. December 2012)
Alt 5. December 2012, 04:48 PM   #2
gavs
Katılımcı Üye
 
gavs - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Nov 2012
Mesajlar: 52
Tesekkür: 5
15 Mesajina 23 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 22
gavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud of
Standart

İmam Rabbani'den Misaller


1. Şeyhülislam Ahmed Namık-i Cami ALLAH adına yalan söylüyor. (S.331)
Mevlânâ Abdürrahmân Câmî (k.s.) Nefehât kitabında diyor ki:
Şeyhülislâm Ahmed Nâmık-i Câmî buyurdu ki: "Evliyanın çektiği riyazetlerin, sıkıntıların hepsini yalnız başıma çektim ve daha çok da çektim. ALLAHü teâlâ, evliyaya verdiği hâllerin, ihsânların hepsini bana verdi. Her dörtyüz senede, Ahmed isminde bir kuluna böyle büyük ihsanlar yapar ve bunu herkes görür." Ahmed Câmî'den, Imâm-ı Rab bânî (k.s.) zamanına kadar dörtyüzotuzbes sene olup, bu zaman içinde evliya arasında bu büyüklükte, Ahmed isminde biri bulunmadı. Ahmed Câmî'nin haberi, büyük bir zan ile Imâm-ı Rabbânî'ye (k.s.) âid olmaktadır. Şeyhülislâm Ahmed Câmî'nin; "Benden sonra benim ismimde onyedi kişi gelir. Bunların sonuncusu bin târihinden sonra olup, en büyüğü ve en yükseği odur" sözü de, bu hususu kuvvetlendirmektedir.

2. İmam-ı Rabbani ALLAH adına yalan söylüyor. (S.336)

Birgün Imâm-ı Rabbani hazretleri murakabe halkasında bir kırıklık' ve amellerindeki kusurlan görme hâlinde iken: "Seni ye kıyamete kadar vâsitalı veya vasıtasız seni tevessül, vesîle edenleri, senin yolunda gidenleri ve sana muhabbet edenleri magfiret eyledim" nidâsını duydu. Ve "Bunu herkese söyle" diye kendilerine emrettiler. Nitekim Mebde' ve Me'ad risalelerinde bunu bildirmiştir.
İmam-ı Râbbânî hazretlerine; "Elbette o, müttekîlerdendir" ilhamı geldi. Bunun sebebi şu idi: Birgün vefat eden oğullarından birinin ruhuna sadaka olarak bir yemek verdi. Bu arada inkisarlarının (kırıklıklarının) kendisini istilâ etmesinden dolayı buyurdu ki: "Bu sadakamızı nasıl kabul ederler. ALLAHü teâlâ sadakayı kabul hakkında; "ALLAH ancak müt-tekîlerinkini kabul eder" buyuru-yor. Bunu derken, şöyle bir nidâ geldi: "Elbette o müttekilerdendir."
İmâm-ı Rabbânî hazretlerine: "Cenaze namazında bulunduğun herkes mağfiret olunmuştur" müjdesi ilham olundu.
Magfiret olunması için hangi mezarın başına gitse, kendisine o mezarda bulunanlardan azabın kaldırıldığı ilham edilirdi.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerine ilham olundu ve müjde verildi ki: "Senin söylediğin ve yazdığın ilimlerin hepsi bizdendir." Kendisine mahsûs olup, tereddüt ve şüphe ettiği ilimlerin doğrularını ve hakikatlerini de kendisine bildirdiler.

3. “ALLAH şöyle bildirdi.” diyerek ALLAH’a iftira ediyor. (S.336)
İmâm-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: "Ramazân-ı şerifin son on gününde idi. Teravih namazını kıldıktan sonra, kendimde bir gevşeklik hissedip yatağıma yatmak istedim. Yatarken, bu gevşekliğin çokluğundan evvelâ sağ tarafa döneceğimi unuttum. Hâlbuki bu sünnet idi. Sol tarafa dönüp yattım. Bir müddet sonra sünneti terk ettiğim hatırıma geldi. Bunu ilk defa terk ettiğimi düşündüm. O anda unutarak ve sehven olduğu bildirildi. Fakat, sünneti terketmek korkusu benden gitmedi. Hemen kalktım; sağ tarafa dönüp yattım. Bunu yaptık tan sonra ALLAHü teâlânın nihâyetsiz nur ve feyzleri zâhir oldu ve şöyle bildirildi: "Sen bu kadar sünnete riayet edince, ahirette hiçbir şekilde sana azâp etmem!"

4. “ALLAH Rasulu icazet yazmak için gelip yatağının üzerine oturuyor.” Yalanı (S.236-237)

Yine Ramazan-ı şerifin son on gününde buyurdu ki: "Bu gün son derece güzel bir hâl zahir oldu. Yatağımda uzanmış yatıyordum. Gözlerimi kapamıştım. Yatağımın üzerine bir başkasının gelip oturduğunu hissettim bir de ne göreyim evvelkilerin ve sonrakilerin seyyidi, efendisi Peygamberimizdir(s.a.v.).Buyurdu ki: " Senin için icazet yazmağa geldim.Hiç kimseye böyle bir icazet yazmadım." Gördüm ki , o icazetnamenin metninde bu dünyâya ait büyük lütuflar yazılı idi. Arkasında da öbür dünyaya ait, çok inayetler yazmışlardı." İmam-ı Rabbani hazretleri bu hususu "Mektubat" ının 3. cilt 106. mektubunda uzun bildirmektedir.

5. “Şeytanı İmam-ı Rabbani’nin sinesinden dışarı çıkardılar.” Yalanı (S.337)
Vesveler veren Hannası (Şeytan) İmam Rabbani'nin sînesinden dışarı çıkardılar. Kendisi bunu söyle anlatmıştır: "Duhâ (kuşluk) namazında idim. Aniden sinemden büyük bir belanın çıktığını gördüm. Ondan sonra, onun yuvasının da sinemden çıkarıldığını gösterdiler. Etrafında bulunan büyük zulmetten de bir eser kalmadı. Kalbimde büyük bir inşîrâh (ferahlık) buldum.Göğsümden çıkanın, Resûlullahın (s.a.v.) ondan ALLAHü teâlâya sığınmakla emir olunduğu Hannâs olduğunu bildirdiler. Ve yine bildirdiler ki, usûl-i dinde zahir olan düşünce ve tehlikelerin menşei bu Hannâsdır ki, göğüste yuvası vardır. Kalbi her zaman oradan iğneler.

[İslam Alimleri Ansiklopedisi c. 15, Türkiye Gazetesi, İhlas Gazetecilik, İstanbul]


İmam Rabbani ALLAH c.c. zahir ismiyle nasil alay ediyor:

Kamil ve herkesi kemale kavuşturan, vilayet derecelerine ulaşmış, nihayeti başlangıca yerleştirmiş olan yolda gidenlerin önderi, ALLAH-u Teala’nın beğendiği dinin kuvvetlendiricisi.. Şeyhimiz ve imamımız Şeyh Muhammed Baki Nakşibendi ve ahrari (K.S.) hazretlerine kölelerinin en aşağısı olan Ahmet’den en yüksek makama dilekçedir. Kıymetli emirlerinize uyarak bu mektubu yüzümün karasıyla yazıyorum. Dağınık , bozuk olan hallerimi titreyerek arzediyorum. Bu yolda ilerlerken, ALLAHü Teala’nın ism-i zahirleri o kadar çok tecelli etti ki, her şeyde ayrı ayrı göründü. Hatta nisa şeklinde, onların organları halinde ayrı ayrı zahir oldu. Bu taifeye o kadar bağlandım ki, nasıl bildireyim, kendimi tutamıyorum. Onların şeklindeki zuhur başka hiçbir şeyde yoktu. Alem-i emrdeki latifelerin halleri ve acaip güzellikler bu şekilde göründüğü kadar başka hiçbir şeyde görülmüyordu. Onların yanında eriyordum. Yanıp kül oluyordum. Bunun gibi her yiyecekte, her içecekte ve her cisimde ayrı ayrı tecelliler oldu.

[Mektubat, Ahmed Faruki Serhendi, Ter.H.Hilmi Işık]

(Not: Nisa ; Kadınlar demektir)







--------------------------------------------------------------------------------



--------------------------------------------------------------------------------








Tam İlmihal, Saadet-i Ebediye

1-Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım, iftirası. (S: 33)

Seyyid Abdülhakîm efendi buyurdu ki: (Her Peygamber, kendi zamanında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed "aleyhisselâm" ise, her zemânda, her memleketde, ya'nî dünyâ yaratıldığı günden, kıyamet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde değildir. Bu güç birşey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, Onu böyle yaratmışdır. Hiçbir insanın Onu medh edecek gücü yokdur. Hiçbir insanın, Onu tenkîd edecek iktidarı yokdur). ALLAHü teâlânın, (Sen olmasaydın, gökleri yaratmazdım!) buyurduğu, (Ma'rifetnâme) önsözünde ve (Mevâhib-i ledünniyye)nin 6. cı ve 13. cü ve (Envâr-ı Muhammediyye)nin 13. cü ve 15. sahîfelerinde yazılıdır. İmâm-ı Rabbaninin (Mektubat)'ının üçüncü cildindeki 122.ve 124. mektublarında da yazılıdır.


2-İbn Arabi’nin kabirde ademden önceki ademlerle görüştüğü yalanı. (s:79)

Soruyorsunuz ki, şeyh Muhyiddîn-i Arabî "kuddise sirruh", (Fütûhât-ı mekkiyye) kitabında, bir hadîs-i şerîf bildiriyor. Bu hadîs-i şerîfde, Peygamberimiz "sallALLAHü aleyhi ve sellem", (ALLAHü teâlâ, yüzbin Âdem yaratmışdır) buyurmakdadır. Muhyiddîn-i Arabî "rahmetullahi aleyh" sonra âlem-i misâlden gördüğü birkaç şeyi yazıyor ve diyor ki, (Kâ'be-i mu'azzamayı tavaf ederken, yanımda birkaç kişi vardı. Bunları hiç tanımıyordum. Tavaf yaparken, arabî iki beyt okudular. Bir beytin ma'nası şöyle idi:
Yıllarca, biz de sizin gibi,
Hepimiz, tavaf etdik bu evi.
Bu beyti duyunca, bu kimselerin âlem-i misâlden olması hatırıma geldi. Böyle düşünürken, içlerinden biri, bana bakarak, ben, senin dedelerinden birisiyim dedi. Sen öleli kaç sene oldu? dedim. Kırkbin seneden çok dedi. Bu sözüne şaşdın ve tarihçiler, insanların ilk babası olan Âdemden "aleyhıisselâm", bugüne kadar yedibin sene geçmediğini söylüyor dedim. Senj hangi Âdemi diyorsun? Ben, yedibin seneden çok önceki zemânlarda yaşıyan Âdemin evlâdındanım, dedi. Bunu işitince yukarıdaki hadîs-i şerifi hatırladım).


3-Evliyaların bir çoğu bir anda çeşitli yerlerde görülmüş , birbirine uymayan işler yapmışlardır. Yalanı . (s: 85)
Evliyadan bir çoğu, bir ânda çeşidli yerlerde görülmüş birbirine uymıyan işler yapmışlar. Burada da latifeleri, insan şekline girmekde, başka başka bedenler hâlini almakdadır. Bunun gibi, meselâ Hindistânda oturan ve şehrinden hiç çıkmamış olan bir Velîyi, hacılar Kâ'bede görüp konuşduklarını, başkaları da, meselâ aynı günde İstanbulda, bir kısm kimseler de, bu Velî ile, yine o gün, Bağdâdda görüşdüklerini söylemişlerdir. Bu da, o Velînin latifelerinin muhtelif sekiler almasıdır. Ba'zan o Velînin bunlardan haberi olmaz. Seni gördük diyenlere, yanılıyorsunuz, o zamân, evimde idim. O memleketlere gitmemişdim, o şehrleri bilmiyorum ve sizleri de tanımıyorum der.
Yine bunlar gibi, güç hâlde bulunan kimseler, korku ve tehlükelerden kurtulmak için, ölü veya diri olan ba'zı Evliyadan yardım istemişdir. O büyüklerin, kendi sekilerinde olarak, hemen orada bulunduklarını ve imdâdlarına yetiştiklerini görmüşlerdir. Bu Evliyanın "kadde-sALLAHü teâlâ esrârehümül'azîz, yapdıkları yardımdan ba'zan haberi olmakda, ba'zan da olmamakdadır. [Bu hâl, bilhassa muharebelerde görülmüşdür.] Böyle yardımları yapanlar, o din büyüklerinin ruhları ve latifeleridir. Latifeleri ba'zan, bu âlem-i şehâdetde, ba'zan da âlem-i misâlde şekl almakdadır. Nitekim Peygamberimizi "sallALLAHü aleyhi ve sellem" bir gecede, binlerce kimse, rü'yâda görüp istifâde etmekdedir. Bu gördükleri, hep Onun "sallALLAHü aleyhi ve sellem" latifelerinin ve sıfatlarının âlem-i misâldeki şekileridir. Yine bunlar gibi, sâlikler, mürşidlerinin âlem-i misâldeki suretlerinden istifâde ederler ve bu yolla müşkillerini çözerler.


4-Rasuullahın beşeri vasfını kutsallaştırma, iftirası. (s:379-380)

Server-i âlemin "sallALLAHü aleyhi ve sellem" mübarek gözleri uyur, kalb-i şerîf-i uyumazdı. Aç yatıp tok kalkardı. Asla esnemezdi. Mübarek vücûdu nûrânî olup, gölgesi yere düşmezdi. Elbisesine sinek konmaz, sivrisinek ve diğer böcekler mübarek kanını içmezdi. ALLAHü teâlâ tarafından Resûlullah olduğu bildirildikden sonra, şeytânlar göklere çıkarak haber alamaz ve kâhinler söyleyemez oldu.
Bir kimse, Rahmeten-lil-âlemin "sallaîîahü teâlâ aleyhi ve sellem" rü'yâda görse, muhakkak Onu görmüşdür. Çünki, şeytân Onun şekline giremez.
Server-i âlem "sallALLAHü aleyhi ve sellem", bizim bilmediğimiz bir hayât ile, şimdi hayâtdadır. Cesed-i şerifi asla çürümez. Kabrinde bir melek durup, ümmetinin söyledikleri salevâti kendisine haber verir. Minberi ile kabr-i şerîfi arasına (Ravda-i mutahhera) denir. Burası cennet bahçelerindendir.



5-Hilmi Işık Ebu Hanife’nin şahsında ALLAH’a ve Resülune iftira ediyor. (s:441-442)

Hadîs-i şerîfde, (Ümmetimden, Ebû Hanîfe adında biri gelecektir. Bu, Kıyamet günü, ümmetimin ışığı olacakdır) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Nu'mân bin Sabit adında ve Ebû Hanîfe denilen biri gelecek, ALLAHü teâlânın dînini ve benim sünnetimi canlandıracakdır) buyuruldu. (Ebû Hanîfe adında biri gelir. O, bu ümmetin en hayrlısıdır), (Ümmetimden biri, sünnetimi canlandırır. Bid'atleri öldürür. Adı, Nu'mân bin Sâbitdir), (Her asırda, ümmetimden, yükselenler olacakdır. Ebû Hanîfe, zemânının en yükseğidir), (Ümmetimden, Ebû Hanîfe adında biri gelecekdir. İki küreği arasında ben vardır. ALLAHü teâlâ, dînini, onun eli ile canlandırır) hadîs-i şerifleri meşhurdur.
Âlimlerden biri, rü'yâda, Resûlullaha "sallalla-hü aleyhi ve sellem", (Ebû Hanîfenin ilmi için ne buyurursunuz?) dedi. Cevâbında, Onun ilmi herkese lâzımdır) buyurdu. Başka bir alim, rü'yasında (Ya ResulALLAH! Küfe şehrindeki Nu'mân bin Sabitin bilgileri için ne buyurursunuz?) dedi. (Ondan öğren ve onun öğretdiği ile amel et. O, çok iyi kimsedir) buyurdu! İmâm-ı Alî "radıyALLAHü anh" (Size, bu Küfe şehrinde bulunan, Ebû Hanîfe adında birini haber vereyim. Onun kalbi, ilm ile, hikmet ile dolu olacakdır. Âhır zemânda, birçok kimse, onun kıymetini bilmiyerek helak olacakdır. Nitekim, şî'îler de, Ebû Bekr ve Ömer için helak olacaklardır) dedi. İmâm-ı Muhammed Bakır "rahmetullahi aleyh", Ebû Hanîfeye "rahmetullahi teâlâ aleyh" bakıp (Ceddimin dînini bozanlar çoğaldığı zemân, sen onu canlandıracaksın. Sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın! Sapıkları doğru yola çevireceksin! ALLAHü teala yardımcın olacak!) buyurdu.



6-Hilmi Işık’ın ‘veliler gaybı bilir’, iddiası (s: 448)

Evliya gaybı bilemez diyorlar. Bunlara cevâb olarak deriz ki, bu âyet-i kerîme, gaybın vasıtasız olarak ve yalnız vahy getiren meleğe bildirilmesini haber veriyor. Peygamberler ve Evliyâya diğer melekler vâsıtası ile veya başka vâsıta ile bildirilmekdedir.



7-Hilmi Işık Abdulkadir Geylani ve Maruf Kehriye ilahlık vasfı veriyor. (s:455-6)


Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri de(Mişkat) tercemesinde buyuruyor ki, (Peygamberler ve Evliya öldükden sonra, bunlardan yardım istemeğe, meşâyıh-ı izam ve fıkh âlimlerinin çoğu caizdir dedi.
Keşf ve kemâl sâhibleri, bunun doğru olduğunu bildirdi. Bunlardan çoğu ruhlardan feyz alarak yükseldiler. Böyle yükselenlere (Üveysî) dediler.
İmâm-ı Şâfi'î buyuruyor ki, imâm-ı Musa Kâzımın kabri, duamın kabul olması için bana tiryak gibidir. Bunu çok tecribe etdim. İmâm-ı Gazâlî buyurdu ki, diri iken tevessül olunan, feyz alınan kimseye, öldükden sonra da tevessül olunarak feyz alınır. Meşâyıh-ı kiramın büyüklerinden biri diyor ki, diri iken tesarruf yapdıkları gibi, öldükden sonra da tesarruf, yardım yapan dört büyük Veli gördüm. Bunlardan ikisi, Ma'ruf-i Kerhi ve Abdülkâdir-i Geylânî hazretleridir.


8-Hilmi Işık insanları kabirlere tapmaya çağıroyor.(s.459)

Abdüllah-ı Dehlevî hazretleri sekizinci mektubunda, (Bu fakîrin rûhâniyyetine teveccüh ediniz! Yâhud, mirza Mazher-i Cân-ı Cananın mezarına gidip, onun rûhâniyyetine teveccüh ediniz! Ona teveccüh edince, ALLAHü teâlânın feyzlerine kavuşulur. O, zemânımızdaki binlerce diriden daha fâidelidir) buyurmakdadır. (Makâmat-i Mazheriyye) 58. sahîfesinde buyuruyor ki, (Evliya mezarlarını ziyaret ederek, feyz vermeleri için yalvar! Fatiha ve Salevât okuyup, sevâblanın mübarek ruhlarına göndererek, onları ALLAHü teâlânın rızâsına kavuşmak için vesîle yap ki, zahir ve bâtın se'âdetlerine bu vesîle ile kavuşulur. Fekat, kalbi tasfiye etmeden, Evliya kalblerinden feyz almak güçdür. Bunun için, hâce Behâüddîn "kaddesALLAHü teâlâ sirrehül'azîz" evvelâ, Evliyanın kalblerinden feyz almağı nasîb etmesini ALLAHü teâlâdan istemek, daha iyidir, demişdir).


9-Hilmi Işık’ın ‘Kur’an’ı anlamak için değil, bereketlenmek için okunmalıdır’, iddiası (s:469)

Kur'ân-ı kerîmi, anlamak ve anladığımıza göre amel etmek için değil, kelâm-ı ila-hîden bereketlenmek, fâidelenmek için okuyoruz. Biz mukallidler, tefsir ilmini bilmediğimiz için, ahkâm-ı islâmiyyeyi, din imamlarımızın kitâblarından öğreniyoruz.



10-Hilmi Işık Kutb dediği hayali kişilere ilahi sıfatlar vererek ALLAH’a iftira ediyor. (s:909)
Bugün memleketimizde ve bütün dünyada bir Mürşid-i Kamil, bir Arif-i mükemmil bulunduğunu bilmiyoruz. Evet (Kutb u medar) her zaman bulunur. Şimdi de vardır. Resulullah(sav) zemanın da vardı. Bunlara (Kutbul Aktab) da denir. Fekat, bunlara inziva lazımdır. Bunları kimse tanımaz. Hatta bazen, kendileri bile kendilerini bilmez. (Kutb u İrşad) ise kayyum-ı alemdir. Herkese rüşd ve iman, bunun vasıtası ile gelir…

Tam İlmihal, Saadet-i Ebediye, Hakikat Kitabevi, 80.Baskı, İst.2000

(Devam edecek)




Tam İlmihal, Saadet-i Ebediye
Osman Ünlü’nün her fırsatta reklamını yaptığı KİTAPTAN ALINTILAR
(Hakîkat Kitâbevi / 98. Baskı)


KURAN’I BİR TEK HZ. PEYGAMBER ANLAR. HATTA CEBRAİL’E DE O ÖĞRETMİŞTİR. (s.45)

Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, yalnız Muhammed “aleyhisselâm” anlar. Başka kimse, tâm anlıyamaz. (s.44)


(…) hattâ Cebrâîl “aleyhisselâm” dahî, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, esrârını, Resûlullaha sorardı.

KURAN’IN MEALİNİ OKUMAK, ANLAMAK CAİZ DEĞİLDİR. YALNIZ ARABCASI OKUNMALIDIR.(s.48)
Kur’ân-ı kerîmi başka harflerle veyâ tercemesini yazmak, okumak, öğrenmesini kolaylaşdırır demek doğru değildir. Kolay olsa bile, câiz olmasına sebeb olamaz.

DİŞİ DOLGULU HANEFİLER CENABETTİR. (s.133)
Hanefî mezhebinde dişlerin arası ve diş çukuru ıslanmazsa gusl temâm olmaz. Bunun için, diş kaplatınca ve doldurunca, gusl abdesti sahîh olmaz. insan cenâbetlikden kurtulmaz.

KURAN’I ALİMLERDEN BİRİNİN OKUDUĞUNUN DIŞINDA OKUYAN KAFİRDİR. ONU DÖĞMEK GEREKİR (s.47)
Eshâb-ı kirâmdan birinin okuduğu bildirilmiyen bir okumaya (Kırâet-i şâzze) denmez. Böyle okuyanı habs etmek, döğmek lâzımdır. Din âlimlerinden hiçbirinin okumadığı şeklde okumak, ma’nâyı ve kelimeleri bozmasa bile, küfrdür.

TASAVVUF MÜZİĞİ İLE UĞRAŞAN ZINDIK KAFİRDİR. (s.721-722)
İslâmiyyetde müzik, çalgı yokdur. Son zemânlarda işitilen (Tesavvuf müziği) sözünün islâmiyyetde yeri olmadığı anlaşılıyor. Harâma halâl diyenin kâfir olacağı bildirildi. Bunun için, harâmı ibâdete karışdıranın, hem kâfir olacağı, hem de islâmiyyeti yıkmak, bozmak için uğraşan zındık olacağı hâtıra gelmekdedir.

İMAM-I AZAM BU DİNİN ASIL PEYGAMBERİDİR. (s.467)

Ebû Hanîfenin kıyâsı doğru değildir diyen kâfir olur.

HZ. İSA DA HANEFİ MEZHEBİNDENDİR.(s.106)

Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” gökden inip, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe mezhebine uygun ictihâd edecek, onun halâl dediğine halâl diyecek, harâm dediğine harâm diyecekdir.

RAMAZAN ORUCU 32 GÜNE ÇIKTI. (s.316)
Ramezânın takvîmlere veyâ mezhebsiz memleketlere uyarak başlatıldığı yerlerde, bayramdan sonra, iki gün kazâ orucu tutmak lâzımdır.

MEZHEBE GİRMEYEN KAFİR GİBİ BİŞEYDİR MUTLAKA CEHENNEME GİRECEKTİR. (s.445)

Dört mezhebden birinde olmıyan kimsenin îmânı bozulur. Yâ, (bid’at sâhibi), ya’nî sapık müslimândır. Yâhud, mürted olur. Bunun her ikisi de, tevbe etmeden ölürse, muhakkak Cehenneme girecek, ateşde yanacakdır.

İSKAT VE DEVİRİ KABUL ETMEYEN KAFİRDİR. (s.1019) Ehl-i sünnet âlimlerinin üstünlüklerini anlıyamayan ve mezheb imâmlarımızı da, kendileri gibi hayâl ile konuşuyor sanan ba’zı kimselerin, (islâmiyyetde iskât ve devr yokdur. iskât, hıristiyanların günâh çıkartmasına benziyor) gibi şeyler söylediklerini işitiyoruz. Bu gibi sözleri, kendilerini tehlükeli duruma düşürmekdedir. Çünki, Peygamber efendimiz, (Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez) ve (Mü’minlerin güzel gördüğü şey, Allah indinde de güzeldir) buyurdu. Bu hadîs-i şerîfler, (Berîka)nın 94. cü sahîfesinde yazılıdır ve devr yapmanın elbette doğru olduğunu gösteriyor demekdedir. Devr yapmağa inanmıyan, bu hadîs-i şerîflere inanmamış olur. İbni Âbidîn, vitr nemâzını anlatırken, (Dinde zarûrî olan, ya’nî câhillerin de bildikleri icmâ’ bilgilerine inanmıyan kimse, kâfir olur) buyuruyor.


EVLİYAYA ADAK ADAMAK CAİZDİR. (s.479)

Şarta bağlı olarak Evliyâya adak yapmak da, kendini, günâhı çok, düâ etmeğe yüzü yok bilerek, mubârek birini vesîle edip, Allahü teâlâya yalvarmak demekdir. Meselâ (Hastam iyi olursa veyâ şu işim hâsıl olursa, sevâbı (Seyyidet Nefîse) hazretlerine olmak üzere, Allah için, üç Yasîn okumak veyâ bir koyun kesmek nezrim olsun) deyince, bu dileğin kabûl olduğu çok tecribe edilmişdir. Burada, Allahü teâlâ için Kur’ân-ı Kerîm okunup veyâ koyun kesip, sevâbı seyyidet Nefîse hazretlerine bağışlanmakda, onun şefâ’ati ile, Allahü teâlâ, hastaya şifâ vermekde, kazâyı, belâyı gidermekdedir.

Mektubattan bir çok alıntı yaptıkları ilmihallerinde nedense 453. Mektubun bir kısmını alıp aşağıdaki kısmını yazmamışlar:

Kadınların, meşayih niyeti ile oruç tutmaları da böyledir. Bunların isimlerini ekseriyetle kendiliklerinden uydururlar; onların niyeti ile de oruç tutarlar. Her gününün iftarı için, hususi bir vaziyet tayin ederler. Oruç için de, günler tayin ederler. Taleplerini ve maksatlarını da bu oruçlara bağlı kılarlar. Bu oruçlar sebebi ile, o meşayihten hacetlerinin yerine gelmesine talep ederler. Sanırlar ki, işlerinin yerine gelmesi onlardandır. Böyle bir fiil, Allah'ın ibadetinde başkasını ortak etmektir. Ona ibadet yolu ile hacetlerin talebini başkasından yapmaktır. Üstte anlatılan fiilin şenaatini bilmek gerek. Bir hadis-i kusdisede şöyle geldi: "Oruç benim içindir; onun mükâfatını ben veririm."

(…) Bu şeni (alçakça) fiili izhar ettikleri zaman, bazı kadınlar der ki: -Biz, bu oruçları Allah için tutarız. Ancak, onun sevabını meşayihin ruhlarına hediye ederiz.

Böyle bir söz, onlardan gelen hile yoludur. Eğer bu sözlerinde doğru iseler; oruç için günlerin tayinine ne hacet? Hususi taam vermek, iftarda çeşitli şeni vaziyetlerin tayinine neden gerek duyulur?
Onlar, çok kere, iftar vaktinde haram işler irtikâb ederler. Haram olan bir şeyle de oruç açarlar. Hiç de muhtaç olmadıkları halde, dilenirler ve o dilenerek aldıkları ile oruç açarlar. Sanırlar ki, hacetlerinin yerine gelmesi, bu haramı irtikâbına bağlıdır.
(Mektubat-ı Rabbani/453. Mektup)
Üstte anlatılan manada yapılan işler aynen dalâlet olup, şeytanın aldatmacalarıdır. Allah korusun.

ÖLÜLERİN RUHLARI ANDIĞIN YERDE BİTER ve YARDIM İSTEYENE YARDIM EDER (s.743)

Melekler ve Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ve Evliyânın rûhları ve Sâlih mü’minlerin rûhları, herkim nerede ve ne zemânda ve her ne hâlde çağırırsa, orada bulunur, yardım ederler. Hızır aleyhisselâmın, sıkıntıda olanların imdâdına yetişmesi böyledir. Fahr-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem”, ümmetinin her birine, hele ölüm zemânında, imdâda yetişmesi de böyledir. Azrâîl aleyhisselâm, rûh [cân] almak için her ânda, her yere gelmesi de, böyledir. Her Mürşid-i kâmilin, talebesine yetişmesi de böyledir ki, bunlar zemânı ve mekânlıdır.

Ayrıca kitaplarının sonunda Muhammed aleyhisselam’ın hakkı için diye başlayıp kendi hocalarının isimlerinin bir bir sayıldığı uzunca bir dua var. Üstelik bu duanın ismi de “tevhid duası” (Bak. s.1248)







Vehhabiye Nasihat, H.Hilmi Işık Kitabından Sapıklıklar

1. Cafer-i Sadık’ın şahsında Ebu Hanife’ye iftira. (S.24)
İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri, ömrünün son yıllarında, ictihâdı bırakdı. İiki sene, Ca'fer Sâdık hazretlerinin sohbetinde bulundu Sebebini sorduklarında, (Bu iki sene olmasaydı, Nu'mân helak olurdu buyurdu. Her iki imâm, ilmde ve ibâdetde son derece ileri oldukları! hâlde, tesavvuf büyüklerinin yanına giderek, ma'rifet ve bunun meyvesi] olan (hakîkî îmân) edindiler. İctihâddan daha kıymetli ibâdet olur mu? Ders vermekden, islâmiyyeti yaymakdan daha üstün amel olur mu? Buniarı bırakıp, tesavvuf büyüklerinin hizmetlerine sarıldılar Böylece marifete kavuşdular.

2. Peygamberin aç olanlara kabrinden ekmek dağıtması yalanı. (S.34)

İbn-i Celâh, Medînede fakîr düşmüşdü. Hücreni se'âdete gelip (Yâ ResûlALLAH! Bugün sana müsâfir geldim. Karnım çok açdır) dedi. Bir kenara çekilip uyudu. Resûlullah, rü'yâsında görünüp, büyük bir ekmek verdi. Diyor ki, çok aç olduğum için, hemen yemeğe başladım. Yarısı bitince, uyandım. Kalan yansını elimde buldum.
Ebül-Hayr Akta' Medînede beş gün aç kalmışdı. Hucre-i se'âdetin yanına gelip, Resûlullaha selâm verdi. Aç olduğunu bildirdi. Bir yana çekilip uyudu. Rü'yâda, Resûlullahın geldiğini gördü. Sağında Ebû Bekr Sıddîk, solunda Ömer Faruk ve önünde Aliyyül Mürtezâ vardı. Hazret-i Alî gelip, yâ Ebel-Hayr! Kalk, ne yatıyorsun? Resûlullah geliyor dedi. Hemen kalkdı. Resûlullah gelip, büyük bir ekmek verdi. Ebül-Hayr diyor ki, çok aç olduğum için hemen yimeğe başladım. Yansı bitince uyandım. Kalan yansını elimde buldum.

3. Raulullah’ın kabrinden para isteyenlere para ve altın dağıtması yalanı. (S.34)

Ebû Abdullah Muhammed bin Ber'a hazretleri diyor ki, babam ile Mekkede parasız kaldık. Ebû Abdullah bin Hafîf de yanımızda idi. Güç hâl ile Medîneye geldik. Ben çocukdum. Acıkdım diyerek ağlardım. Babamı çok üzdüm. Babam dayanamadı. Hucre-i se'âdete gelip (Yâ ResûlALLAH! Bu gece sana müsâfiriz) dedi. Bir yana oturdu. Gözlerini kapadı. Biraz sonra, başını kaldırıp güldü. Sonra çok ağladı. Gözünü açıp, Resûlullah elime para verdi dedi. Avucunu açdı. Paralan gördüm. Bunlan hem kullandık, hem de sadaka verdik. Rahatca Şirazda evimize geldik.
Ahmed bir Muhammed Sofî diyor ki, Hicaz çöllerinde üç ay kadar dolaşdım. Hiçbir varlığım kalmadı. Güçlükle Medîneye geldim. Hucre-i se'âdet yanında Resûlullaha selâm verdim. Bir yana oturup uyudum. Resûlullah «sallALLAHü aleyhi ve sellem» görünüp, (Ahmed geldin mi? Avu-cunu aç !) buyurdu. Avucumu altınla doldurdu. Uyandım. Ellerim altın dolu idi


4. Rasulullah’ın bir kase süt ikram etmesi yalanı . (S.35)

Şerîf Mühessir Kasımı, Hucre-i se'âdetin Şam tarafındaki, teheccüd mihrabı önünde uyumuşdu. Ansızın kalkıp, Hucre-i se'âdetin önüne geldi. Gülerek geri gitdi. Mescid-i Nebî hizmetçilerinin müdîri olan Şemseddîn Savâb, mihrâb yanında idi. Niçin güldüğünü sordu. (Birkaç gündenberi evimde yiyecek yokdu. Hazret-i Fâtımanın makamında, Yâ ResûlALLAH! Aç kaldım demiş, buraya gelip uyumuşdum Rü'yâda, Yüce Ceddim bir kâse süt verdi, fçdim. Uyandım. Kâse elimde idi. Teşekkür için, Hucre-i tâhire önüne geldim. Oradaki zevkden, lezzetden güldüm, işte kâse!) dedi. (Misbâh-uz-zulam) kitabı bunu uzun yazmakdadır


5. Yitirdiği anahtarını Rasulullah’dan istemesi. (S.35)

İmâm-ı Semhûdî hazretleri, kapısının anahtarını düşürdü. Bulamadı. Hucre-i se'âdet önüne gelip, Yâ ResûlALLAH! Anahtarımı düşürdüm. Evime gidemiyorum dedi. Bir çocuk elinde anahtarı getirdi. Bönü buldum. Acaba sizin mi dediğini, (Medine târihi) adındaki kendi- kitabında yazmakdadır.


6. Rasulullah’dan elma, armut, hurma isteyenlere kabrinin iç tarafından uzatılması yalanı. (S.35)
Seyyid Ahmed Medenî efendi, (Deîâil-ül-hayrât) kitabının sahibi olan Süleyman Cezûlî efendinin soyundandır. (Mir'ât-i Medine) kitabının yazıldığı binüçyüzbir (1301) -senesinde sağ idi. Babası fakîr imiş. Çocuk elma, armut, hurma gibi şeyler isteyince, satın alamazmış. Oyalamak için, git Resûlullahdan iste dermiş. Seyyid Ahmed efendi, Hucre-i se'âdet kapısına gidip, dilediğini istermiş, Şebeke-i se'âdetin iç tarafından bunlar uzatılır, alır yermiş



7. İmam Suyuti yüksek veliler peygamberi ölmemiş gibi görürler yalanı. (S.48)
İmâm-ı Süyûtî hazretleri, kitabında, (Yüksek derecedeki Velîler, Peygamberleri ölmemiş gibi görürler. Peygamber efendimizin «sallALLAHü aleyhi ve sellem» Musa aleyhisselâmı mezarında diri olarak görmesi, bir [Mu'cize] idi. Evliyanın da böyle görmeleri [Keramet] dir. Keramete inanmamak, câhillikden ileri gelir) buyurmakdadır.
İbn-i Habbân ve İbn-i Mâce ve Ebû-Davud'un bildirdikleri hadîs-i şerîfde (Cum'a günleri bana çok salevât okuyunuz! Bunlar, bana bildirilir) buyuruldu. Öldükden sonra da bildirilir mi denildikde, (Toprak, Pey-gamberlerin vücûdunu çürütmez. Bir mü'min bana salevât okuyunca, bir melek bana haber vererek, minnetinden falan oğlu filân, sana selâm söy ledi ve duâ etdi der) buyurdu. Bu hadîs-i şerifler, Peygamberimizin «sal-lALLAHü aleyhi ve sellem» mezarında, dünyâdakilerin bilemediği bir hayâtla diri olduğunu göstermekdedir. Zeyd bin Seni «radıyALLAHü anh» hazretleri buyurdu ki, bir gün Resûlullah'ın «sallALLAHü aleyhi ve sellem» huzurunda oturuyordum. Mübarek yüzü gülüyordu. Bu kadar neş'eli hiç görmemişdim. Niçin tebessüm buyurduklarını sordum. (Nasıl sevinıni-yeyim? Biraz önce Cebrail aleyhisselâm müjde getirdi: ALLAHü teâiâ buyurdu ki, ümmetinden biri sana bir salevât söyleyince, ALLAHü teâlâ, ona karşılık olarak, on salevât eder dedi) buyurdu.



8. Günahların af edildi diye kabr-i saadetten ses işitildi yalanı. (S.51)
İmâm-ı Alî «radıyALLAHû anh» buyurdu ki, Muhammed bin Harb Hilâlîden işitdim. Dedi ki, Resûlullah «sallALLAHü aleyhi ve sellem» defn olundukdan üç gün sonra Hucre-i se'âdeti ziyaret edip, bir köşeye -oturmuşdum. Bir köylü gelip, kendini Kabr-i se'âdet üzerine atdı. Kabr-i şerif üstünden toprak alıp, yüzüne gözüne sacdı. Yâ ResûlALLAH! Hak teâlâ senin için buyuruyor, diyerek yukarıdaki âyet-i kerîmeyi okudu. Ben, nefsime zulm etdim. istiğfar için seni vesile ediyorum, dedi. Kabr-i se'âdetden bir ses gelerek, sana müjde olsun! Günâhların afv edildi dediği işitildi.


9. İmam-ı Rabbani Medine’de bid’atları yayan din adamını mehdinin emri ile öldürülmesi yalanı. (S.58)İmâm-ı Rabbani hazretleri ikiyüzellibeşinci mektûbda buyuruyor ki, (Hazret-i Mehdi, islâmiyyeti yayacak. Besûlullahın sünnetlerini ortaya çıkaracak. Bid'at işlemeğe ve bid'atlan müslümânlık olarak yaymağa alış/-mış olan Medînedeki din adamı, Mehdinin sözlerine şaşıp, bu adam bizim dînimizi yok etmek istiyor diyecek. Hazret-i Mehdî, bu din adamının öldürülmesini emr edecekdir). Bu haberden, vehhâbîliğin yalnız Medîneds uzun zeman kalacağı ve hazret-i Mehdî tarafından büsbütün yok edileceği anlaşılmalıdadır.


10. Yer yüzünde her zaman 40 kişi ve ümmet arasında 30 kişi bulunur uydurması. (S.67)

Büyük islâm âlimi imâm-ı Kastalânî hazretlerinin (Mevâhib-i ledün-niyye) kitabının tercemesi, beşyüzonbirinci sahîfesinde diyor ki: ALLAHü teâlânm bu ümmete ikram etdiği kerametlerden birisi, bu ümmet arasında, kutblar, evtâd ve nücebâ ve ebdâl vardır. Enes bin Mâlik «radıyALLAHü anh» buyurdu ki, (Ebdâl) kırk kişidir, îmâm-ı Taberânînin, (Evsat) kitabında bildirdiği hadîs-i şerif de buyuruyor ki, (Yeryüzünde, her zeman, kırk kişi bulunur. Herbiri, İbrahim aleyhisselâm gibi bereketlidir. Bunların bereketi i!e yağmur yağar. Biri ölünce, ALLAHü teâlâ, onun yerine başkasını getirir). İbni Adî buyuruyor ki, (Ebdâl kırk kişidir). Imâm-ı Ahmedin bildirdiği hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Bu ümmetde her zaman otuz kimse bulunur. Herbiri, ibrahim aleyhisselâm gibi bereketlidir). Ebû Nu'aymın (Hilye) kitabında bildirdiği hadîs-i şerîfde (Ümmetim içinde, her yüz senede iyiler bulunur. Bunlar beşyüz kişidir. Kırkı eh daldır. Bunlar, her memleketde bulunurlar) buyuruldu. Bunları bildiren, daha nice hadîs-i şerifler vardır. Yine (Hilye) kitabında, Ebû Nu'aymın merfû' olarak bildirdiği hadîs-i şerîfde (Ümmetim arasında her zaman kırk kişi bulunur. Bunların kalbleri, ibrahim aleyhisselâmın kalbi gibidir. ALLAHü teâlâ onların sebebi ile kullarından belaları giderir. Bunlara ebdâl denir. Bunlar, bu dereceye nemâz ile, oruç ile ve zekât ile yetişmediler) buyuruldu. İbni Mes'ûd hazretleri sordu ki, yâ ResûlALLAH ne ile bu dereceye vardılar? (Cömerdlikle ve müslimânlara nasihat etmekle yetişdiler) buyurdu. Bir hadîs-i şerif de .(Ümmetim içinde ebdâl olanlar hiçbirşeye la'-net etmezler) buyuruldu. Hatîb-i Bağdadî (Târîh-i Bağdad) kitabında, (Nükabâ) üç yüz kişidir. (Nücebâ) yetmiş kişidir. (Büdelâ) kırk kişidir. (Ahyâr) yedi kişidir. (Amed) dörtdür. (Gavs) birdir, insanlara bir-şey lâzım olsa, önce Nükabâ düâ eder. Kabul olmazsa Nücebâ düâ eder. Yine kabul olmazsa Ebdâl, daha sonra Ahyâr, sonra Amed düâ ederler. Kabul olmazsa Gavs düâ eder. Bunun duası elbet kabul olur dedi.


11. Ebu Hanife’nin şahsında ALLAH Resulune büyük iftira. (S.84)

Ebû Hüreyrenin «radıyALLAHü anh» bildirdiği bu hadîs-i şerîfde, (Ümmetim arasında Ebû Hanîfe denilen biri gelecekdir. O, kıyamet günü ümmetimin ışığı olacakdır) buyuruldu. Yine bu yoldan gelen bir hadîs-i şerîfde, (Ümmetim arasında biri gelecekdir. ismi Nu'mân, künyesi Ebû Hanîfedir. O, ümmetimin ışığıdır) buyuruldu. Yine bu yoldan gelen, Enes bin Mâlikin bildirdiği hadıs-i şerîfde, (Benden sonra bir kimse gelir, tsmi Nu'mân bin Sâbitdir. Künyesi Efeû Hanîfedir. ALLAHü teâîâ, dînini ve benim sünnetimi O'nun elinde kuvvetlendirecekdir) buyuruldu. Yine bu yoldan gelen haberde, Alî «radıyALLAHü anh», (Size, Küfe şehrinde gelecek birini bildiriyorum. Künyesi Ebû Hanîfedir. Kalbi ilm ve hikmet ile doludur. Âhır zemanda, (Benâniyye) denilen kimseler, O'nun yüzünden helak alacaklardır) buyurdu. Mezhebsizler bu hadîs-i ssrîflere karşı gelir. Bunlan haber verenler arasında, nasıl oldukları"iyi bilinmiyen kimseler var derler. Onlara deriz ki, sonra gelenlerin bilmemeleri, önce gelmiş olanlara kusur olmaz. Bu hadîs-i şerifler (Kütüb-i sitte) de yokdur derlerse, hadîs-i şeriflerin sayısı, Kütüb-i sittede bildirilmiş olanlar kadar değildir. Başka hadîs kitâblarında da sahîh hadîslerin çok bulunduğu sözbirliği ile bildirilmişdir. Tirmizîde yazılı, Ebû Hüreyrenin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (imân Süreyya yıldızına gitse, Fâris ehlinden biri, onu geri getirir) buyuruldu. Bunun Imâm-ı a'zamı bildirdiği muhakkakdır. (Üsûl-i erbe'a) dan terceme burada temam oldu.



12. Keramet velinin ölüsünde de dirisinde de hasıl olur. (S.88)
. Keramet, velînin ölüsünde de. dirisinde de hâsıl olur. Peygamberler ölünce, peygam'berlikden ayrılmadıkları gibi, velîler de ölünce, evliyalık derecesinden düşmezler.


13. Cafer Tayyar gibi Lokman Serahsi’nin ve benzerlerinin havada uçtuğu yalanı. (S.89)

Evliyanın az zemanda uzak yerlere gitdikleri çok görülmüşdür. Bunun üzerine şâfi'î ve hanefî mezheblerinde, fıkh mes'eleleri bile yapılmışdır. îbn-i Hacer-i Hiytemî hazretlerinin fetvalarında diyor ki, bir velî, bulunduğu yerde akşam nemâzmı küdıkdan sonra, garba doğru, keramet olarak, az zemanda çok uzağa gitse, gitdiği yerde güneş batmamış olsa, burada güneş batınca, akşam nemâzım tekrar kılması lâzım olmadığını söyliyenler çokdur. Şemseddîn Remli ise lâzım olur buyurdu. İhtiyâç olduğu zeman, yiyecek içecek ve giyecek, hemen hâsıl olması da çok g"o-rülmüşdür. Resûlullahın «sallALLAHü aleyhi ve sellem» amcası oğlu Ca'-fer Tayyarın hevâda uçduğu târîh kitâblanna geçmişdir. Lokmân-ı Serahsînin ve benzerlerinin uçdukları da meşhurdur. Su üstünde yürümek, ağaç, taş ve hayvanlarla konuşmak da çok görülmüşdür


14. Ölen arkadaşı dirilip , düşmanın elinden arkadaşını kurtarması yalanı. (S.108)
Bunlardan birini, îmâm-ı Celâleddîn Süyûtî şöyle bildiriyor: Ibni Ebiddünyâ diyor ki, Ebû Abdullah Şâmî, rumlarla gazaya gitmişdi. Düşmanı kovalıyorlardı. İki kişi askerden uzak-laşdılar. Birisi şöyle anlatıyor: Düşman kumandanına rastladık. Üzerine hücum etdik. Çok savaşdık. Arkadaşım şehîd oldu. Geri döndüm. Askerlerimizi aradım. Sonra kendi kendime dedim ki, sana yazıklar olsun! Ne için kaçıyorsun. Geri döndüm. Düşman kumandanına saldırdım. Kılıncım boşa gitdi. O, bana saldırdı. Beni devirdi. Göğsümün üstüne oturdu. Beni öldürmek için eline bir şey aldı. Tam o sırada, şehîd olmuş olan arkadaşım yerinden fırladı. Ensesinden saçlarım yakaladı. Üstümden çekdi. Birlikde kâfiri öldürdük. Uzakdaki bir ağaca kadar birlikde konuşarak yürüdük. Orada ölü olarak yatdı. Arkadaşlarıma gelip olanları haber verdim. Hanefî mezhebi âlimlerinden (Ravda-tül-Ahyâr) kitabının sahibi Zendûsî ve (Zübde-tül-Fükahâ) kitabının sahibi de, bu vak'ayı bildirmişlerdir.


15. Önceden şehid olmuş oğullarını Şamda karşılarında görmesi yalanı. (S.108)

Hadîs âlimlerinden Mehâmilî (Emâliyyül-îsfehâniyye) kitabında bildiriyor ki, Abdül'azîz Bin Abdullah dedi ki, bir arkadaşla Samda idik. Yanında zevcesi de vardı. Bunların oğlunun şehîd olduğunu daha önceden biliyordum. Yanımıza bir süvari geldi. Arkadaşım, bunu karşıladı. Zevcesine dönerek, bu bizim oğlumuz dedi. Zevcesi, şeytân senden uzak olsun. Sen aldanıyor-sun. Oğlunun çokdan şehîd olduğunu unutdun mu dedi. Adam, söylediğine pişman oldu. Fekat, süvariye yaklaşdı. Dikkatle bakarak, vALLAHi bu bizim oğlumuz dedi. Kadın da, bakmak zorunda kaldı. VALLAHi o diye bağırmağa başladı. Babası, oğlum sen şehîd olmuşdun değilmi? dedi. Evet bakardeşiğım. Fekat, Ömer bin Abdül'azîz şimdi vefat etdi. Şehîdler, onu ziyaret etmek için Rabbimizden izn istedik. Ben ayrıca size selâm vermek için de izn istedim, dedi. Veda' edip yanlarından ayrıldı. Az zeman sonra, Ömer bin Abdül'azîzin vefat etdiği işitildi, îmâm-ı Süyûtî buyuruyor ki, bu haberler, sağlamdır, doğrudur. Hadîs âlimleri, vesîkalan ile birlikde bunları yazmışlardır. Bunu, îmâm-ı Yâfi'î yazmışdır. Onun yazısını kuvvetlendirmek için, ben de bildirdim. Böyle vak'alar, İmâm-ı Süyûtînin kitabında çok yazılıdır. Anlamak istiyenler oradan okuyabilirler.



16. Ravda kitabında mezar kazarken bir ihtiyar mezarda Kur’an okuyordu yalanı. (S.110)

Ebül-Hasen bin Berâ' (Havda) kitabında bildiriyor ki, mezarcı ibrahim, (bir mezar kazmışdım. Mezardan ve kerpiç parçalarından misk kokusu duydum. Kabre bakdım. Bir ihtiyar oturmuş Kur'ân-ı kerîm okuyordu) dedi. Muhammed bin Ishâk Ibni Mende, Âsım-ı Sekâtîden haber veriyor ki, Belh şehrinde bir kabr kazdık. Yanındaki kabrin içi göründü, içeride yeşil kefenli bir ihtiyar, elinde Kur'ân-ı kerim okuyordu. Bu kitâbda, bunun gibi çok şeyler yazılıdır.



17. ALLAH Rasulu’ne ve sahabilerine büyük iftira. (S.114)

Urvetebni Mes'ûd-issekafînin (Buhâri) de ve başka kitâblarda bildirilen sözle'ri meşhurdur. Urve diyor ki, (Hudeybiye) sulhu için, müşriklerin elçisi olarak, Resûlullahm yanına gelmişdim. işim bitdikden sonra Mekkeye, Kureyş büyüklerinin yanına döndüm. Onlara dedim ki, biliyorsunuz. Acem şahı olan Kisrâlara ve Bizans kiralı olan Kayserlere ve Habeş pâdişâhı olan Necâşîlere çok gitdim, geldim. Bunlara yapılan hürmetin, Muhammed aleyhisselâmın Esbabının, Muhammed aleyhisselâma yandıkları hürmet kadar çok olduğunu görmedim. Muhammed aleyhisselâmın tükrüğünün yere düşdüğünü görmedim. Eshâbı avuçları ile kapışıp yüzlerine, gözlerine sürüyorlardı. Abdest almış olduğu suyu da kapışıp, bereket için saklıyorlardı. Traş olunca, bir kılı yere düşmeden önce, Eshâbı kapışıyorlardı. En kıymetli cevher gibi saklıyorlardı. Saygılarından, edeblerinden, yüzüne bakamıyorlardı dedi. Eshâb-ı kiramın, Resûlullahın «sallALLAHü aleyhi ve sellem» zâtından ayrılan en ufak zerrelere, hattâ başkaları için pis, çirkin sayılan şeylerine bile nasıl kıymet verdikleri bu haberden anlaşılmakdadır. Bu saygı ve edebler mübarek tükrüğünün ve mübarek uzvlarına değmiş olan abdest sularının, onlara düâ etmeleri veya şefâ'at etmeleri, yâhud rütbe ve kıymetleri olduğu içindir denilebilirimi? Bunlar, maddedir. Fekat, en şerefli bir zatdan, addeden ayrıldıkları için, kıymetli olmuşlardır.


18. Rasulullahın sakalı, gömleği, teri hakkında iftiralar. (S.115)

Hâmîdînin iki sahîh kitâbdan toplıyarak hazırladığı kitabında, Abdüllah bin Mevhib diyor ki, zevcem beni, Ümm-i Seleme validemize gönderdi. Elime içinde su bulunan bir kadeh verdi. Ümm-i Seleme hazretleri, gümüşden bir kutu getirdi, içinde Resûlullahın «sallALLAHü aleyhi ve sellem» sakal-ı şerifi vardı. Sakal-ı şerifi, . elimdeki suya sokup kaşık gibi çalkaladı ve çıkardı. Nazar değmiş olanlar ve başka derdi olanlar, su getirip, hep böyle yaparlar, bu suyu içerek şifâ bulurlardı. Görmüş kutuya bakdım, birkaç dane kırmızı kıl gördüm dedi.



19. Hanifi alimlerinin Kur’an’a aykırı fetvaları. (S.122)


Hanefi mezhebindeki birkaç dîn adamının ve vehhabilerin, Evliyâ-nın az zemanda uzak yerlere gitmelerine inanmamaları şaşılacak şeydir. da, çeşidli kerametlerden biridir. Hanefî âlimleri, fıkh ve akâid kitâbla-rında bunlara güzel cevab vermişlerdir. Meselâ, garbda bulunan bir kimse şarkda bulunan bir kadınla evlense, zevcesinden uzun zeman uzak kalsa, birkaç sene sonra, zevcesi hâmile kalsa, doğacak çocuk, bu adamın olur dediler. Çünki, (tayy-ı mekân) ile zevcesinin yanma gelmesi, mum- kindir. Böyle keramet sahibi olması caizdir dediler. Fıkh alimleri, bunu sözbirligi ile bildirmekdedir. Akâid kitâblarında da yazılıdır. (Vehbâniyye) kitabında, tayy-ı mesafe, ya'nî bir ânda uzak yere" gitmek, Evliyaya ihsan olunan kerametlerdendir. Buna inanmak vâcibdir demekdedir. (Nesefî) de, (Fıkh-ı ekfeer) de ve (Sivâd-ı a'zam) ve (Vasıyyet-i Ebû Yûsuf) de ve bunların şerhlerinde ve (Mevâkıf) ve (Mekâsıd) kitâblarında ve bunların şerhlerinde de yazılıdır.


20. Abdulhakim-i Arvasi veliyi ALLAH’ın sıfatlarıyla sıfatlandırıp rabıta etmesi . (S.125-126)

Osmanlı devleti "zemânında, mekteblerin, medreselerîn 7 üniversite üstünlüğünde olan (Medrese-tül-mütehassısîn) adındaki yüksek kısmında, tesavvuf müderrisi ya'nî profesörü bulunan, büyük islâm âlimi ve olgun velî, seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri, 1342 hicrî ve 1924 milâdî yılında Istanbolda basılan (Râbıta-i şerife) kitabında buyuruyor ki:
ALLAHü teâlânın sıfatları ile sıfatlanmış ve müşahede makamına varmış olgun bir velîye, kalbini bağlıyarak, yanında iken ve yanında olmadığı zemanlarda. o zâtin yüzünü hayâlinde bulundurmağa (Rabıta) denir.

Vehhabiye Nasihat, H.Hilmi Işık, İhlas Vakfı, 11.Baskı, İst. 1979





--------------------------------------------------------------------------------




Mektubat-ı Rabbani , Cilt 1-2 İMAM RABBANİ

1. İmam-ı Rabbani’nin kısaca hayatı (S. 8 )

2. Rasulullah’ın geleceğini haber verdiği yalanı (S.12)

3. Büyük velilerin onun geleceğini müjdelemişlerdir yalanı (S.15)

4. Cezbe ve süluk menzillerinde ALLAH’ı eşyanın aynı gördüm itirafı (S.15)

5. Beka makamında batıl tasavvuf inançlarını benimsemesi sapıklığı (S.16)

6. Kur’an İslamı yerine Tasavvuf İslamını sunması ve sapıtması (S.17-18)
7. Bu günlerde bana Arş-ı Mecidin fevkine (üstüne) çıkma vaki olmaktadır yalanı (S.19-20)

8. Birinci mertebede bir yükselme oldu . Arştan öte makamlara ulaştım yalanı. (S.40)

ALLAH-ü Taâlâ, teveccühünüzün bereketi ile bizleri kulluk makamının hakikatine ulaştırdı. Yine bu teveccühünüzün bereketi ile arştan öteye yükselmeler çokça olmaktadır.
***
Sonra..
Birinci mertebede bir yükselme oldu. Arştan öte makamlara ulaştım. Hali ile bu yükselme, mesafelerin dürülmesi sonucu meydana geldi. Huld cenneti ve altındakiler müşahede edilir oldu. Tam bu anda hatıra geldi:
— Bazı Hak erenlerin makamını göreyim..
Dedim.. O yana teveccüh edince, onların makamlarına göz ilişti. Görmek arzu ettiğim şahısları o yerde gördüm. Hem de: Mekân, mekânet, (yer, yerleşme) zevk ve şevk cihetinden değişik derecelerine göre.
** *
Sonra..
İkinci derecede bir yükselme oldu. Böylece: Büyük meşayıhın keremli ehl-i beytin, insanların mürşidi Hulefa-i Raşidin'in makamlarından başka Resulüllah Selamun Aleykum. efendimizin has makamı; sair nebilerin, şanlı resullerin değişik makamları, mele-i âlâ arşın fevkinde görüldü..
Bu arada, bir başka yükselme oldu. Ama arşın üstünde bir yükselme idi. Yer merkezinden arşa varan mesafe mikdarı veya az kısa. Hazret-i Hace Bahaeddin Nakşibend'in makamında nihayet buldu. ALLAH sırrını takdis eylesin.
Bu son gördüğüm makamın ötesinde veya az ilerisinde sayılı bazı meşayih vardı. Meselâ: Şeyh Maruf-u Kerhî, Şeyh Ebu Said Harraz.. Kalan meşayihten bazılarının makamı onun altında; bazılarının makamı da onunla birdi.
Makamları altta olanlardan, şunlar vardı: Şeyh Alâüddevle Simnanî ve Şeyh Necmedin-i Kübra..
Üst makamda olanlar ise şunlardı: Ehl-i Beyt imamları..
Daha yukarıda Hulefa-i Raşidin'in makamları vardı. ALLAH onlardan razı olsun..
Sair peygamberlerin makamları, Resulüllah Selamun Aleykum. efendimize has makamın bir yanında; ulvî meleklere ait makam ise., diğer yanında idi..
Resulüllah Selamun Aleykum. efendimize has makamın, bütün makamlara nisbetle bir üstünlüğü ve asaleti vardı. ALLAH-ü Taâlâ ona salât ve selâm eylesin.


9. Arştan öte bir makam var ya, işte ruhumu orada buldum (yani melekut aleminde) yalanı (S.51)
Kulların en küçüğü AHMED'den bir arzuhaldir.
Arştan öte bir makam var ya, işte ruhumu orada buldum. (Yani: Melekût âleminde..) Ama, manevî bir yükselme yolu ile.. Bu makamda, Hace Nakşibend Hz. nin özel bir yeri vardır.
ALLAH-ü Taâlâ, onun kudsiyetini artırsın.
Aradan bir süre geçti; bu maddî bedenimi de orada buldum.
Bu sıralarda bana şöyle geldi: Felekiyattan, unsuriyattan alta inen bu âlemden ne bir isim, ne de bir resim var. Hem de tam manası ile..
Bu çıktığım makamda, ancak büyük velîlerden bazıları vardı..
Şu anda, bu âlemin tamamını, mahal ve makam olarak, kendime ortak buluyorum; bunun için de hayret hâsıl oluyor. Şundan ki: Kendimi tam manada yabancıların varlığı ile beraber görüyorum.
Hasılı: Bazan öyle halet zuhura geliyor ki, onda ne ben kalıyorum; ne de bu âlem.. Sonra, daha başka bir şey de zuhura gelmiyor; ne nazarda, ne de ilimde..
Anlattığım hal, şu ana kadar devam edip geldi. Bu âlemin varlığı ı nazardan ve ilimden yana kapalı durmaktadır.
Sonra..
Bu makamda, büyük bir köşk peydah oldu. Ona merdivenler kurulmuştu: çıktım.
Anlatılan makam, âlern misali tedricî bir surette indi; an ben kendimi onda yükselir buldum. Tam olarak, iki rikât şükür namazı kıldım.
Bunu takiben, gerçekten üstün bir makam zahir oldu. Orada DÖRT NAKŞİBENDÎ BÜYÜĞÜNÜ GÖRDÜM. (DÖRT NAKŞİBENDİ BÜYÜĞÜ GÖRDÜM:


10. ALLAH Rasulu ve halifelerin makamlarını görmesi ve onlara ulaşması yalanı (S.64-65)

Bu makamı, ikinci kere mülahaza esnasında, bir başka makamlar peydah oldu; onlar birbiri üstündeydi.
inkisarla, iftikar izharı ile teveccühten sonra; bir evvelki makamın üstüne ulaştığım zaman bana ayan beyân belli oldu ki orası: Hazret-i Osman Zinnureyn'in makamıdır. ALLAH ondan razı olsun. Kalan Hülefa-i Raşidin bu makamdan geçip gitmiş.. ALLAH onlardan razı olsun.
İşbu makam, kemale erdirmek ve irşad makamıdır. Bu mertebede böyle olduğu gibi, bundan sonra anlatılacak iki mertebede dahi durum aynıdır. Yani: Onlar da irşad ve tekmil makamıdır.
Daha sonra, bunun üstündeki makama göz ilişti; oraya ulaştığım zaman bana belli oldu ki; Orası Hazret-i Ömer'ül-Faruk'un makamıdır. ALLAH ondan razı olsun.
Kalan iki halife dahi buradan öteye aşmıştır.
Sonra, Hazret i Sıddık-ı Ekber'in makamı zuhur etti. ALLAH ondan razı olsun. Oraya da vâsıl oldum. Hace Bahaeddin Nakşibend Hz. ni, meşayih arasında, bütün makamlarda bana arkadaş buldum. Kalan üç halife dahi buradan geçmiş.. Arada; ancak ağmak, makam, mürur ve sebattan başka fark yoktur.
Bu son ulaştığım makamın üstünde hiç bir makam görülmüyordu; ancak, Hatem'ün-Nebiyyin vel-Mürselin Resulüllah Selamun Aleykum. efendimizin makamı müstesna.. Salatların eksiksizi ona, saygıların en tamamı ona..
Hazret-i Ebu Bekir Sıddık'ın tam makamı hizasında bir başka makam zuhur etti. ALLAH ondan razı olsun. Hem nuranî, hem de cidden yüksek bir makamdı. Onun benzerini hiç görmedim. Bu makama nazaran, onun biraz yüksekliği vardı. Sofanın, yerden biraz yüksekliği gibi.. Bu arada bana belli oldu ki: Burası mahbubiyet makamıdır.
İşbu makam, pek süslü ve nakışlı bir makamdı. Onun bana yansımasından dolayı, kendimi dahi süslü ve nakışlı buldum.
Sonra, bu keyfiyet içinde kendimi lâtif bir şekilde buldum. Kendimi, hava misali, bir parça bulut misali ufuklara yayılmış buldum. O kadar ki: Yerin bazı yanlarını da kapladım.
Hazret-i Hace Nakşibend, Sıddık makamında idi; ben dahi kendimi, aynı hizada, keyfiyeti arz edilen makamda buldum.


11. Bu defa tecelliler, yüzü kara, kötü bir kadın suretinde, uzun boylu bir erkek suretinde göründü iftirası(S.72)
Kulların en küçüğü Ahmed'den bir arzuhaldir.
Bu kevnî (yaratılmış) mertebelerde zuhur eden tecellilerden bazılarını; bundan önceki mektuplarımda bildirmiştim. Onlardan sonraki tecelliler, külli sıfatları özünde toplayan vücub mertebesinde zuhur etti. Hem de; yüzü kara, kötü bir kadın suretinde göründü. Daha sonra da, ehadiyet mertebesinde tecelli etti. Uzun boylu bir erkek suretinde göründü. Yüksek olmayan, ince bir duvar üzerinde idi.
Anlattığım tecellilerin her ikisi de, şu unvanla zuhur etti: Hakkaniyet.
Ne var ki bu, bundan önceki tecellilerin hilâfına idi; onlar, bu unvanla olmamışlardı.
Bu esnada bana, ölüm temennisi arız oldu. Hayalime şöyle geldi: Kendim Bahr-i Muhit sahilindeyim; ayaktayım. Kendimi oraya atmaya çalışıyorum; ama arkadan bir iple bağlanmışım. Bunun için, denize atlamam mümkün olmuyor.
Bundan bana şu malum oldu: Bu ip, bu bedenle olan bağlantıdan ibaret.. Dolayısı ile, bu bağlantının kesilmesini temenni ettim.
Bundan sonra bana has bir keyfiyet arız oldu. işte o vakit, zevk yollu şu hali buldum: Kalbde, Sübhan Hak'tan gayrı şey kalmamış..


12. İmam-ı Rabbani, velileri sarhoş ve ayık veliler diye ikiye ayırması iddiası (S.95)

Rûhdan gelen feyzler, bu bağlılıklar vâsıtası ile nefse gelir. Sonra nefsden organlara ve kuvvetlere yayılır. Bunlar nefsde hulâsa olarak mevcûddur. Bu anlaşılınca, Evliyânın iki kısmının başka oldukları anlaşılmış olur. Birincileri, sekr sâhibleridir, ya’nî şü’ûrsuzdurlar. İkincileri sahv sâhibleridir. Ya’nî şü’ûrludurlar. Birincileri dahâ şerefli, ikincileri ise, dahâ üstündür. Birincilerin hâli Evliyâlığa uygundur. İkincilerin hâli Peygamberliğe uygundur.


13. Bir şairin kafir sözünü kendisine isim yapmasına kızan İmam-ı Rabbani aynı sözleri söyleyen şeyleri koruması tenakuzu (S.98)

14. Bütün mutasavvıflar küfür sözlerini Müslümanlara bu sarhoşluk halinde söylenen bir sözdür diyerek yutturabilmeyi başarabilmişlerdir. (S.118)
ALLAHü teâlâ, sonsuz ihsânı ile, büyük rehber, hakîkatlerin, ma’rifetlerin kaynağı, islâm dîninin hâmisi, hocam, önderim, kurtuluş yoluna kavuşdurucu, Muhammed Bâkî “kuddise sirruh” hazretlerine kavuşdurdu. Bu fakîre tarîkat-i aliyye-i Nakşibendiyyeyi ta’lîm buyurdu. Hiçbirşeye yaramıyan bu miskîni, mubârek kalblerinin ışıkları altında bulundurmakla şereflendirdi. Bu üstün yolda ilerlemeğe alışdırınca, az zemânda, vahdet-i vücûd bilgileri önüme çıkdı. Bu makâmın çeşidli ilmleri, ma’rifetleri kapladı. Bu mertebenin inceliklerinden, göstermedikleri hemen birşey kalmadı. Muhyiddîn-i Arabînin “kuddise sirruh” bildirdiği ince bilgiler, olduğu gibi meydâna çıkdı. (Füsûs) kitâbında yazdığı ve urûcun, bu yolun sonu olduğunu sanıp, bundan ötesi ademdir, yoklukdur dediği, tecellî-i zâtî ile de, şereflendirdiler. Kendisine Evliyânın sonuncusu diyerek yalnız Evliyânın sonuncusuna mahsûs olduğunu yazdığı, bu tecellînin çeşidli bilgilerini, ma’rifetlerini uzun uzadıya, bu fakîre bildirdiler. Bu ma’rifetlere, o kadar daldım, o kadar kapıldım ki, vahdet-i vücûd hâli, herşeyi unutturdu. Bu bilgilerin serhoşu oldum. O anlarda, hocamın yüksek huzûruna arz etdiğim mektûblarımda, bu serhoşluğumun derecesini gösteren çılgınca yazılarım vardır.


15. İmam-ı Rabbani’nin küfür sözleri tevil edişi ve iki yüzlülüğü (S.251)

Tesavvuf büyüklerinden birkaçının “rahmetullahi aleyhim ecma’în” sekr hâlinde iken söyledikleri başka sözler de böyledir. (Cem’i Muhammedî, cem’i ilâhîden dahâ genişdir) sözleri gibi. Muhammed aleyhisselâmda, imkânın ya’nî mahlûkların kendileri ile vücûbün ya’nî ALLAHü teâlânın ve sıfatlarının sûretlerini, örneklerini bir arada görüyorlar. Böylece, Muhammed aleyhisselâmda, ALLAHü teâlâda bulunandan dahâ çok şey bulunuyor sanıyorlar. Burada da, birşeyin örneğini kendisi sanarak, yanılıyorlar. Muhammed aleyhisselâmda bulunan şey, vücûb mertebesinin kendisi değildir, örneğidir. ALLAHü teâlâ, hakîkî vâcib ül-vücûddur. Vücûb mertebesinin kendisi ile örneğini birbiri ile karışdırmasalardı böyle şey söylemezlerdi. İşin doğrusu, onların sekr, şü’ûrsuzluk hâlinde iken söyledikleri gibi değildir. Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm” sınırlı, küçük bir kuldur. ALLAHü teâlâ ise, sınırsızdır, sonsuzdur.
Sekr hâlinde olan şeyler, Vilâyet makâmlarında bulunmakdadır. Sahv hâlinde olan şeyler ise, Nübüvvet, Peygamberlik makâmındadır. Peygamberlerin “aleyhimüssalevatü vetteslîmât” yolunda gidenlerin büyükleri, onlara tâm uydukları için, o makâmın, onların makâmının sahvından pay alırlar. Bistâmiyye denilen büyükler, sekrin sahvdan dahâ üstün olduğunu söylemişlerdir. Bunun için, şeyh Bâyezîd-i Bistâmî “kuddise sirruh”, (Benim bayrağım, Muhammed aleyhisselâmın bayrağından dahâ yüksekdir) dedi. Kendi bayrağı vilâyet bayrağıdır. Muhammed aleyhisselâmın bayrağı nübüvvet bayrağıdır. Vilâyet bayrağında sekr olduğu için ve Peygamberlik bayrağında sahv olduğu için, onu bundan üstün tutmuşdur.
Birçokları da, (Vilâyet, nübüvvetden dahâ üstündür) dedi. Velîlerin “rahime-hümullah” ALLAHü teâlâdan yana olduğunu, Peygamberlerin “aleyhimüssalevât” ise, insanlardan yana olduğunu gördüler. Hakka karşı olanın, insanlara karşı olanlardan dahâ üstün olacağı meydândadır. Birkaçı da, bu sözü çevirerek, (Bir Peygamberin vilâyeti, kendi nübüvvetinden dahâ üstündür) dedi. Bu fakîre göre, bu sözlerin hepsi, doğru olmakdan çok uzakdır. Çünki Peygamberler yalnız insanlardan yana değildir. Hem insanlardan, hem de, Hakdan yanadırlar. Bâtınları ya’nî kalbleri, rûhları Hak iledir. Zâhirleri, halk iledir. Hep ve yalnız halk ile olanlar, ALLAHü teâlâdan yüz çevirmiş olan gâfillerdir. Peygamberler “aleyhimüssalevatü vetteslîmât”, bütün varlıkların en üstünleridir.



16. Hz.Ebubekir insanların cennete girmelerine izin verecek ve Hz.Ömer de ellerinden tutup cennete götürecektir yalanı (S.551)

Hazret-i Emîrin “radıyALLAHü anh” ismi Cennet kapısının üzerinde yazılı olduğunu öğrenince, Şeyhayn hazretlerinin [ya’nî Ebû Bekr ile Ömerin] “radıyALLAHü anhüma” Cennet kapısındaki husûsiyyet ve i’tibârlarının nasıl olduğunu merâk etdim. Anlamak için çok uğraşdım. Nihâyet anladım ki, bu ümmetin [ya’nî müslimânların] Cennete girmeleri bu iki büyük zâtın emri ve izni ile olacakdır. Sanki Ebû Bekr “radıyALLAHü anh” Cennet kapısında durup, içeri girmeğe, izn verecek ve Ömer “radıyALLAHü anh” ellerinden tutarak içeri götürecekdir. Bütün Cennetin, sanki Ebû Bekrin “radıyALLAHü anh” nûru ile dolu olduğunu his ediyorum. Bu fakîre göre, Şeyhayn hazretlerinin bütün Sahâbe-i kirâm “aleyhimürrıdvân” arasında ayrı bir şân ve üstünlükleri vardır. Başka hiçbirisi, bunlara ortak değildir. Sıddîk “radıyALLAHü anh”, Peygamber efendimiz “sallALLAHü aleyhi ve sellem” ile sanki aynı bir evin sâhibidir. Farkları, bir evin iki katı arasındaki fark gibidir. Fârûk “radıyALLAHü anh” da, Ebû Bekre “radıyALLAHü anh” tufeyl olarak, bu devlethânede bulunmakdadır. Diğer Sahâbe-i kirâmın, Server-i âleme “sallALLAHü aleyhi ve sellem” yakınlıkları, sünnet-i seniyyesine [ya’nî islâmiyyetine] uydukları kadar, mahalle komşusu veyâ hemşehri gibidirler. Bunlar, böyle olunca, sonra gelenlerin Evliyâsı, nerede kalır, artık düşünmeli!



17. İster kafir olsun, isterse mü’min olsun her şehrin bir kutbu vardır yalanı (S.566-567)
Bu mektûb, meyân şeyh Bedî’uddîne yazılmışdır. Kutb ve Kutb-ül-aktâb ve Gavs ne demek olduğu bildirilmekdedir:
ALLAHü teâlâya hamd olsun. Onun seçdiği, sevdiği insanlara selâm olsun. Bir dervîşle gönderdiğiniz kıymetli mektûb geldi. Bizleri çok sevindirdi.
Süâl: Kutb, kutb-ül-aktâb, Gavs ve Halîfe ne demekdir? Herbirinin vazîfesi nedir? Vazîfelerinin neler olduğunu bilirler mi, bilmezler mi? Bir kimsenin Kutb-ül-aktâb olduğu gaybdan müjdelenirmiş. Bu doğru mudur, yoksa hayâl midir?
Cevâb: Resûlullahın “aleyhissalâtü vesselâm” izinde ilerliyenlerin büyükleri, Ona uyarak Nübüvvet makâmının derecelerini geçdikden sonra, içlerinden bir kaçına (İmâmet) makâmını verirler. Başkalarını, o dereceleri geçirmekle bırakıp, bu makâmı vermezler. Bu büyükler de, onlar gibi bu dereceleri geçmişlerdir. İmâmet makâmını almadıkları için, onlardan ayrılırlar. Bu makâma bağlı olan şeylerden mahrûmdurlar. Resûlullaha “sallALLAHü aleyhi ve sellem” tâbi’ olanların büyükleri, peygamberliğin vilâyet derecelerini temâmlayınca, bunlardan birkaçına (Hilâfet) makâmını verirler. Geri kalanlara bu makâmı vermeyip, yalnız o dereceleri geçirirler. İmâmet ve hilâfet makâmları, o derecelerin kendilerini geçerek elde edilir. Bu derecelerin zıllerinde, görüntülerinde, imâmet makâmının karşılığı (Kutb-i irşâd) makâmıdır. Hilâfet makâmının karşılığı ise (Kutb-i medâr) makâmıdır. Aşağıda bulunan bu iki makâm, yukardaki o iki makâmın sanki zılli, gölgesi gibidir. Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine göre, (Gavs), Kutb-i medâr demekdir. Kutb-i medârdan başka bir Gavslik makâmı olmadığını söylemekdedir. Bu fakîre göre, Gavs başkadır. Kutb-i medâr başkadır. Gavs [dahâ üstün olup] Kutb-i medârın yardımcısıdır. Kutb-i medâr, birçok işlerinde, ondan yardım bekler. (Ebdâl) denilen makâmlara getirilecek Evliyâyı seçmekde bunun rolü vardır. Kutbun yardımcıları, hizmet edenleri çok olduğundan kutba, (Kutb-ül-aktâb) da denir. Çünki, Kutb-ül-aktâbın yardımcıları, hizmet edenleri, Onun vekîlleri demekdir. Bunun içindir ki, Muhyiddîn-i Arabî “rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki, (Müslimânların olsun, kâfirlerin olsun, her şehrde bir kutb bulunur).



(1. Bölüm)



18. Nakşi Tarikatında terakki etmenin prensipleri (S.571-573)
Bu mektûb, mîr Muhammed Nu’mân “rahmetullahi aleyh” hazretlerine yazılmışdır. Tesavvufu kısaca bildirmekdedir:
ALLAHü teâlâya hamd olsun ve Onun sevgili Peygamberi, insanların her bakımdan en üstünü olan Muhammed aleyhisselâma düâ ve selâm olsun! Kıymetli mektûbunuz geldi. Okuyunca, çok sevindirdi. Tesavvuf yolunun bildirilmesini istiyorsunuz. Bu konuda birşeyler yazmışdım. Nasîb olursa temize çeker, gönderirim. Şimdilik, bu yolu kısaca yazıyorum. Dikkatli okuyunuz! Kıymetli seyyid kardeşim! Bizim seçdiğimiz yolda ilerlemeğe kalbden başlanır. (Kalb) madde değildir. Maddesiz, ölçüsüz olan Âlem-i emrdendir. Bu yolda kalbi geçdikden sonra, kalbin üstünde olan (Rûh) mertebelerinde ilerlenir. Rûh mertebeleri bitince (Sır) denilen mertebelerde ilerlenir. Sır denilen yerler, Rûh mertebelerinin üstüdür. Bundan sonra (Hafî) denilen makâmlarda, ondan sonra (Ahfâ) mertebelerinde ilerlenir. Bu beş latîfe geçildikden sonra ve herbirine mahsûs olan ilmlere ve ma’rifetlere kavuşuldukdan sonra ve herbirinde başka başka hâller, vecdler hâsıl oldukdan sonra, bu beş cevherin asllarında, kaynaklarında ilerlemeğe başlanır. Bu beş asl, Âlem-i kebîrdedir. Âlem-i sagîrde bulunan herşeyin aslı, Âlem-i kebîrdedir. Âlem-i sagîr demek, insanda bulunan şeyler demekdir. Âlem-i kebîr demek, insanın dışında bulunan herşey demekdir. Bu beş aslda ilerlemeğe (Arş)dan başlanır. Arş, insan kalbinin aslıdır. Arşdan sonra, rûhun aslı olan mertebelerde ilerlenir. Bu mertebeler Arşdan üstündür. Bu ikinci aslın üstü, Sırrın aslı olan makâmlardır. İnsan Sırrının aslı olan mertebelerin üstü, Hafî denilen latîfenin aslıdır. Bunun üstü de, Ahfâ denilen cevherin aslı olan makâmlardır. Âlem-i kebîrdeki bu beş aslı her bakımdan geçdikden, son noktasına erdikden sonra, imkân dâiresi temâm olmuş, bütün mahlûklar geçilmiş olur. Böylece (Fenâ) denilen konaklardan birincisine ayak basılmış olur. Bundan sonra, ilerlemek nasîb olursa, ALLAHü teâlânın ismlerinin, sıfatlarının zılleri, gölgeleri, görüntülerinde ilerlenir. Bu görüntüler, vücûb ile imkân arasında ya’nî ALLAHü teâlânın sıfatları ile mahlûklar arasında köprü , ortak gibidirler ve Âlem-i kebîrde bulunan beş aslın da aslı, temeli, kökü gibidirler. Bu temellerde ilerlemek de, bunlardan hâsıl olan beş aslda ve bunların görüntüsü gibi olan beş cevherde ilerlemek sırası ile olur. ALLAHü teâlâ, lutf ederek, ihsân ederek, bu beş zıllin her mertebesi temâmen geçilip, sonuna varılırsa, ALLAHü teâlânın ismlerinde ve sıfatlarında ilerlemek nasîb olur. İsmler, sıfatlar tecellî etmeğe başlar. ALLAHü teâlânın şü’ûnâtı ve i’tibârâtı zuhûr eder. Burada, Âlem-i emrin de hepsi geçilmiş, hepsinin hakkı verilmiş olur. Eğer ALLAHü teâlâ ihsân ederek, bu makâmdan da ilerlemek nasîb olursa, nefs itmînâna kavuşur ve ilerliyerek kavuşulan makâmların sonu olan (Rızâ) makâmı hâsıl olur. Bundan sonra (Şerh-i sadr) hâsıl olur ve (İslâm-ı hakîkî) ile şereflenir. Bu kemâlâtın, üstünlüklerinin yanında, Âlem-i emrde olan beş latîfenin üstünlükleri, çok aşağı kalmakdadır. Okyânus yanında bir damla su gibi bile değildir. Bütün bu kemâller, üstünlükler, (İsm-i zâhir) kemâlleridir. (İsm-i bâtın) kemâlleri başkadır. Bunlar, yazılamaz, anlatılamaz. Bu iki ismin bütün kemâlleri, üstünlükleri hâsıl olursa, sâlik, iki kanada kavuşmuş olur. Bu iki kanadla, (Âlem-i kuds)de, ilâhî âlemde, sonsuz uçabilir. Bunları, birkaç mektûbda dahâ yazmışdım. Kıymetli oğlum, hepsini biraraya toplamakdadır. Kolayını bulursanız, buraya geliniz. Fekat, orayı boş bırakmayınız. Oranın düzeni bozulmasın. Seçdiğiniz birisini yerinize bırakıp, yalnız geliniz! Bir dahâ buluşabilir miyiz, ancak ALLAHü teâlâ bilir. Vesselâm.


19. Muhiddin-i Arabi ve İmam-ı Rabbani’nin ALLAH’a ve Kur’an’a iftiralar (S.575-576)

Süâl: Dağda yetişip, hiçbir din duymayıp puta tapan müşrikler, Cehennemde sonsuz kalmazsa, Cennete girmesi lâzım gelir. Bu da olamaz. Çünki müşriklere, Cennet harâmdır, ya’nî yasakdır. Bunların yeri Cehennemdir. Nitekim, ALLAHü teâlâ, Mâide sûresi yetmişbeşinci âyetinde, Îsâ aleyhisselâmın meâlen, (ALLAHü teâlâdan başkasına tapanlar, başkalarının sözlerini Onun emrlerinden üstün tutanlar, Cennete giremez. Onların konacağı yer Cehennemdir) dediğini beyân buyurdu. Âhıretde Cennet ile Cehennemden başka yer de yokdur. (A’râf)da kalanlar, bir müddet sonra Cennete gideceklerdir. Sonsuz kalınacak yer, yâ Cennetdir, yâ Cehennem! Bunlar hangisinde kalacakdır?
Cevâb: Buna cevâb vermek çok güç! Kıymetli yavrum! Biliyorsun ki, çok zemân bunu, bana sormuşdun. Kalbe râhat verecek bir cevâb bulunmamışdı. Bu süâli, hal etmek için, (Fütûhât-i mekkiyye) sâhibinin [Muhyiddîn-i Arabî]: (Peygamberimiz “sallALLAHü aleyhi ve sellem”, kıyâmet günü, bunları dîne da’vet eder. Kabûl eden Cennete, etmiyen Cehenneme sokulur) sözü, bu fakîre iyi gelmiyor. Çünki âhıret, mükâfat yeridir, hesâb yeridir. Emr yeri, iş yeri değildir ki, oraya Peygamber gönderilsin! Çok zemân sonra, ALLAHü teâlâ, merhamet ederek, bu mes’elenin hâllini ihsân eyledi. Şöyle bildirdi ki, bu müşrikler, ne Cennetde, ne Cehennemde kalmıyacak, âhıretde dirildikden sonra, hesâba çekilip, kabâhatleri kadar mahşer yerinde azab çekecekdir. Herkesin hakkı verildikden sonra, bütün hayvanlar gibi, bunlar da, yok edileceklerdir. Bir yerde sonsuz kalmıyacaklardır. Bu cevâbımız Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” huzûrunda söylenseydi, hepsi beğenir, kabûl buyururdu. Herşeyin doğrusunu ALLAHü teâlâ bilir. Herkesin aklı, birçok dünyâ işlerinde bile, şaşırıp yanılırken, iyiliklerine, merhametine son bulunmıyan sâhibimizin, Peygamberleri ile haber vermeden, yalnız aklları ile bulamadıkları için, kullarını sonsuz olarak ateşde yakacağını söylemek, bu fakîre ağır geliyor. Böyle kimselerin sonsuz olarak Cennetde kalacaklarını söylemek, nasıl çok yersiz ise, sonsuz azâb çekeceklerini söylemek de, öyle yersiz oluyor. Nitekim, i’tikâdda ikinci imâmımız Ebül-Hasen-i Alî Eş’arî, bunların Cehenneme girmiyeceklerini söyliyorsa da, bu sözünden, Cennetde kalacakları anlaşılıyor. Çünki, ikisinden başka yer yokdur. O hâlde, cevâbın doğrusu bize bildirilendir. Ya’nî mahşer günü, hesâbları görüldükden sonra, yok edileceklerdir. Bu fakîre göre, kâfirlerin çocukları da böyle olacakdır. Çünki Cennete girmek, îmân iledir. Yâ kendisi îmân etmiş olacak veyâ îmânlının çocuğu olduğu için, yâhud ana-babası birlikde mürted olunca, kendisi Dâr-ül-islâmda kaldığı için îmânlı sayılmış olacakdır. Dâr-ül-islâmda bulunan müşriklerin çocukları ve zimmîlerin çocukları da Dâr-ül-harbdeki kâfirlerin çocukları gibidir. Çünki bu çocuklarda îmân yokdur. Bunlar Cennete giremez. Cehennemde sonsuz kalmak da, teklîfden sonra, inanmamanın cezâsıdır. Çocuk ise, mükellef değildir. Bunlar hayvanlar gibi, diriltilip, hesâbları görüldükden sonra, yok edileceklerdir. Eskiden, bir Peygamberin vefâtından sonra, çok vakt geçip, zâlimler tarafından din bozulup, unutulduğu zemânlarda yaşayıp, Peygamberlerden haberi olmıyan insanlar da kıyâmetde böyle sonradan, tekrâr yok edileceklerdir.


20. Tasavvuf dininin 5 şartının izahı (S.580-581)

İnsana (Âlem-i sagîr) ya’nî küçük âlem denir. Bu Âlem-i sagîr, on parçadan meydâna gelmişdir. Bu on parçanın beşi (Âlem-i emr)dendir. [Bu âlemde madde ve ölçmek yokdur.] Bu beş latîfe, (Kalb), (Rûh), (Sır), (Hafî) ve (Ahfâ)dır. Bu beş latîfenin aslları, kökleri (Âlem-i kebîr)dedir. [(Âlem-i kebîr), büyük âlem demekdir. İnsandan başka herşey demekdir.] İnsanı meydâna getirmiş olan on parçadan dördü katı, sıvı, gaz maddeleri ve enerjidir. Bunların aslları da Âlem-i kebîrdedir. Beş latîfenin aslları, Arşın dışında görülür. Arşın dışı, Âlem-i emrdir. Ya’nî maddesiz, hacmsizdir. Bunun için, Âlem-i emre (Lâ-mekânî) denir. İmkân dâiresi, ya’nî mahlûklar, bu beş aslın sonunda biter. [Arşın içindeki mahlûklar maddeden yapılmışdır. Zemânlı ve hacmlidirler. Bunlara (Âlem-i halk) ya’nî ölçü âlemi denir. Halk, ölçü de demekdir.] Mahlûklar, ademle vücûdün birleşmesinden meydâna gelmişdir. Ademle vücûdün birleşmesi, beş aslın sonuna kadardır.
Akllı, uyanık bir sâlik [ya’nî tesavvuf yolcusu], yaradılışında Muhammedî ise, Âlem-i emrin beş latîfesini, sıraları ile geçdikden sonra, bunların Âlem-i kebîrdeki asllarında seyr eder. Ya’nî ilerler. ALLAHü teâlânın lutfü ile, bu beş aslın herbirini inceden inceye geçerek sonuna gelir. Böylece, imkân dâiresini (Seyr-i ilALLAH) ile bitirmiş olur. (Fenâ) hâsıl oldu denir. Şimdi (Vilâyet-i sugrâ)ya başlamış olur. Bu vilâyete (Vilâyet-i evliyâ) da denir. Bundan sonra, bu beş aslın da aslı olan, ALLAHü teâlânın ismlerinin zıllerinde seyre başlar. Bu zıllerde adem bulunmaz. ALLAHü teâlânın ihsânı ile bu zılleri birer birer (Seyr-i fillah) ile geçerek sonuna varır. Böylece, ismlerin zılleri biterek, ALLAHü teâlânın ismleri ve sıfatları mertebesine erişir. Vilâyet-i sugrâda yükselmek, buraya kadardır. Burada tâm Fenâ hâsıl olmağa başlar. (Vilâyet-i kübrâ)ya ayak basılmış olur. Bu vilâyete, (Vilâyet-i enbiyâ) da denir.
Peygamberlerden ve meleklerden başka, bütün mahlûkların (Mebde-i te’ayyün)leri, bu zıl dâiresinde bulunur. Her ismin zılli, bir insanın mebde-i te’ayyünüdür. Peygamberlerden sonra, insanların en üstünü olan hazret-i Ebû Bekrin mebde-i te’ayyünü, bu dâirenin en üstündeki noktadır. Sâlik, kendinin mebde-i te’ayyünü olan isme varınca (Seyr-i ilALLAH)ı bitirir demişlerdir. Buradaki ism, ALLAHü teâlânın isminin kendi değildir. Bu ismin zılline varınca demekdir ki, o ismin, zıllerinden bir zıldir. Bu zıller, ismlerin ve sıfatların tafsîlidirler. Meselâ ilm sıfatının parçaları vardır. Bu parçalar, birer birer bu sıfatın zıllidirler. Bu sıfat, o zıllerin icmâli, topluluğudur. Bu parçalardan herbiri, Peygamberlerden başka, bir insanın mebde-i te’ayyünüdür. Peygamberlerin ve meleklerin mebde-i te’ayyünleri, bu parçaların aslları, bütünleri olan ismlerdir. Meselâ, ilm, kudret ve irâde gibi sıfatlardır. Birçok kimsenin mebde-i te’ayyünleri, tek bir sıfatdır. Fekat çeşidli bakımlardan ayrılırlar. Meselâ, Muhammed aleyhisselâmın mebde-i te’ayyünü ilm şânıdır. Yine bu ilm sıfatı, başka bir bakımdan, İbrahîm aleyhisselâmın da mebde-i te’ayyünüdür “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vetteslîmât”. Yine bu sıfat, başka bir bakımdan da, Nûh aleyhisselâmın mebde-i te’ayyünüdür. Bu çeşidli bakımlar, hâcı Muhammed Eşrefe yazılan mektûbda açıklanmışdır.


21. Tasavvuf dininde dereceler ve yükselişler, beşinci dereceye gelenin rabbı Rabbul-Erbab’dır iftirası (S.583,591-592)

Ey oğlum! İsm-i bâtındaki seyrden ne yazayım ki, o seyri örtmek, gizlemek lâzımdır. O makâmdan şu kadar açıklanabilir ki, ism-i zâhirde seyr, sıfatlarda seyr olup, Zât-i teâlâ ile hiç ilgisi yokdur. İsm-i bâtında seyr de, her ne kadar ismlerde seyrdir. Fekat bu seyr, Zât-i teâlâ ile ilgilidir. Bu ismler, Zât-i teâlâyı örten perdeler gibidir. Meselâ, ilm sıfatında Zât-i teâlâ hiç akla gelmez. Alîm ismi ise, sıfat perdesi gerisinde, Zât-i teâlâyı bildirmekdedir. Çünki âlim, ilm sâhibi olan zâtdır. O hâlde ilmde seyr, ism-i zâhirde seyrdir. Alîmde seyr, ism-i bâtında seyrdir. Öteki sıfatlar ve ismler de böyledir. İsm-i bâtınla ilgili olan ismler, meleklerin mebde-i te’ayyünleridir. Bu ismlerde seyre başlamak (Vilâyet-i ulyâ)ya ayak basmak olur. Bu vilâyete, (Vilâyet-i mele-i a’lâ) da denir. [(Mele’) cemâ’at, galabalık demekdir.] İsm-i zâhir ile ism-i bâtını anlatırken bildirdiğimiz, ilm ile alîm arasındaki farkı az sanmayınız! İlmden alîme az yol vardır dememelidir. Yer küresi ile Arş arasındaki uzaklık, o iki ism arasındaki uzaklık yanında, okyânus yanında bir damla su gibidir. Söylemeleri yakın, kendileri çok uzakdır. Kısaca söylediğimiz her makâm da böyledir. Meselâ, Âlem-i emrin beş latîfelerini geçip, bunların asllarında seyr olunur. Böylece, imkân [ya’nî mahlûklar] dâiresi biter sözü ile, Seyr-i ilALLAH, başından sonuna kadar anlatılmışdır. (Bu seyrin yapılması için, ellibin senelik yol geçilir) demişlerdir. Me’âric sûresinin dördüncü [4] âyetinde meâlen, (Melekler ve Rûh oraya ellibin senelik bir günde çıkarlar) buyurulmakdadır ki, bu sözümüze işâret etmekdedir. Böyle olmakla berâber, ALLAHü teâlânın ihsânının çekmesi ile, bu uzun zemânlık iş, göz açıp kapayıncaya kadar yapılabilir.

Bu noksânlık, aslların asllarında da kendini gösterir. Aranılana kavuşmağı engeller. Yukarıda yazılanlar, Muhammedî yaradılışlı olanlar içindir demişdik. Çünki, yaradılışda Muhammedî olmıyanlardan birinin çıkacağı en yüksek derece, vilâyet derecelerinin birincisi olur. Birinci derece demek, kalb mertebesi demekdir. Bir başkası, ikinci dereceye kadar yükselebilir. İkinci derece, rûh makâmıdır. Üçüncü bir kimse, üçüncü dereceye kadar çıkabilir. Üçüncü derece, sır makâmıdır. Bir dördüncü kimse dördüncü dereceye kadar yükselebilir. Dördüncü derece, hafî makâmıdır. Birinci derecede, ALLAHü teâlânın (Sıfât-ı ef’âliyye)si tecellî eder. İkinci derecede (Sıfât-ı sübûtiyye)si tecellî eder. Üçüncü derecede, (Şü’ûn ve i’tibârât-i zâtiyye) tecellî eder. Dördüncü derece, selbî olan sıfatlara uygundur. Tenzîh ve takdîs makâmına uygundur. Vilâyetin her derecesi, ülül’azm bir Peygamberin altındadır. Vilâyetin birinci derecesi, Âdem aleyhisselâmın “alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm” altındadır. Onun terbiye edicisi, tekvîn sıfatıdır. İnsanların her işini, her hareketini bu sıfat yapar. İkinci derece, İbrâhîm aleyhisselâmın altındadır. Nûh “aleyhisselâm” da, bu makâmda ortakdır “alâ nebiyyinâ ve aleyhimessalevâtü vetteslîmât”. Bunların rabbi, ilm sıfatıdır. Bu sıfat, (Sıfât-i zâtiyye)nin en genişidir. Üçüncü derece, Mûsâ aleyhisselâmın ayağı altındadır. Onun rabbi, şü’ûnların makâmından, kelâm şânıdır. Dördüncü derece, Îsâ aleyhisselâmın ayağı altındadır “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”. Onun rabbi, selb sıfatlarındandır, sübût sıfatlarından değildir. Bu derece, takdîs ve tenzîh makâmıdır. Meleklerin çoğu, bu makâmda, Îsâ aleyhisselâmla ortakdırlar. Bu makâmda büyük şân vardır. Beşinci derece, Peygamberlerin sonuncusunun ayağı altındadır “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Onun rabbi, rablerin rabbidir ve sıfatları, şü’ûnları, takdîsleri ve tenzîhleri kendinde toplamakdadır. Bütün yüksek derecelerin merkezidir. Hepsinin üstünde olan bu rabbe, sıfatların ve şü’ûnların mertebesinde (Şân-ül-ilm) adını vermek uygun olur. Çünki bu şân, bütün derecelerin üstündedir. Bu bağlılık içindir ki, onun milleti, İbrâhîm aleyhisselâmın milleti oldu. Onun kıblesi, bu ümmete de kıble oldu.



22. Enbiyanın ilmi Kur’an’dır, Hadistir; Evliyanın ilmi ise Fusustur, Futuhat melekiyesidir iddiası (S.603)


Peygamberlik makâmına uygun olan ve Peygamberliğin vilâyetine uygun olan ilmler ve ma’rifetler, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirdikleri dinlerdir. Peygamberlerin dereceleri ayrı ayrı olduğu için, dinler de, birbirlerinden ayrı olmuşdur. Evliyânın, Vilâyet makâmına uygun olan ma’rifetler ve tevhîdi, ittihâdı bildiren ilmler ve ihâta, sereyân haberleri ve yakînlik, berâberlik ve aynalık ve görüntülük ve şühûd ve müşâhede sözleri ise tesavvufcuların Şathıyâtı, hikâyeleridir. Kısacası, Peygamberlerin ilmleri, ma’rifetleri, Kitâb ile sünnetdir. Evliyânın ma’rifetleri ise, (Füsûs) ile (Fütûhat-i Mekkiyye)dir. Fârisî mısra’ tercemesi:
Gülbağçemi gör de, behârımı anla!
Evliyânın vilâyeti, ALLAHü teâlâya yaklaşdırır. Peygamberlerin vilâyeti, ALLAHü teâlânın çok yakîn olduğunu gösterir. Evliyânın vilâyeti, şühûd hâsıl eder. Peygamberlerin vilâyeti, anlaşılamıyan şeylere kavuşdurur. Evliyânın vilâyeti, ALLAHü teâlânın pek yakın olduğunu anlıyamaz. Buradaki câhilliğin ne demek olduğunu bilemez. Peygamberlerin vilâyeti, çok yakın olduğu hâlde, yakınlığı uzaklık bilir. Şühûdü, görememek sayar.



23. Vaktin imamı zamanın halifesidir; onun feyzi,nuru, güneş gibi bütün insanları sarar yalanı (S.604)

Bu yüksek yola sülûk etmek, girip ilerlemek, yol gösteren Rehberi “kaddesALLAHü teâlâ sirrehül’azîz” sevmeğe bağlıdır. O, (Seyr-i murâdî) ile, ya’nî çekilerek, bu yoldan geçirilmişdir. Kuvvetle çekilerek, bu kemâlâta kavuşdurulmuşdur. Onun bakışları, kalb hastalıklarına şifâdır. Onun teveccühü, ya’nî sevgisine kavuşmak, ma’nevî hastalıkları giderir. Böyle kemâl sâhibi bir zât, zemânının imâmıdır. Asrının halîfesidir. Kutblar ve büdelâ onun bulunduğu makâmın zıllerine kavuşmak için cân verirler. Evtâd ve nücebâ, onun kemâlâtı denizinden bir damlası ile doyarlar. Onun hidâyetinin ve irşâdının nûru, güneş ışıkları gibi, o istese de, istemese de, herkese gelmekdedir. Fekat, istediklerine dahâ çok gönderir. Fekat, onun istemesi de, kendi elinde değildir. Çok olur ki, birşeyi yapmak isteğinde bulunur. Fekat, içinden o istek gelmez. Onun nûru ile aydınlanarak, doğru yolu bulanların ve onun istemesi ile yükselenlerin, bu kazançlarını bilmeleri lâzım gelmez. Çok olur ki, uydukları şeyhin kemâlâtına kavuşdukları ve herkese yol gösterdikleri zemân bile, kendi hidâyet ve rüşdlerini de, olduğu gibi anlıyamazlar.



24. Mutasavvıflarda iki din iki ilah inancı (S.607-608)

Ey oğlum! Kutb-i irşâdın feyz vermesi ve ondan feyz almakla ilgili ma’rifetler, (Mebde’ ve Me’âd) risâlesinde, (İfâde ve istifâde) bâbında yazılmışdı. Sırası gelmiş iken, fâideli olan bu ma’rifeti de, buraya yazıyorum. Orada yazılı olan ile karşılaşdırınız! Kutb-i irşâd, kemâlât-ı ferdiyyeye de mâlikdir. Çokaz bulunur. Asrlardan, çok uzun zemân sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yer küresinin ortasından tâ Arşa kadar, herkese rüşd, hidâyet, îmân ve ma’rifet Onun yolu ile gelir. Herkes, ondan feyz alır. Arada o olmadan, kimse bu ni’mete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları, bir okyânûs gibi, [çok kuvvetli radyo dalgaları gibi] bütün dünyâyı sarmışdır. O deryâ, sanki buz tutmuşdur. Hiç dalgalanmaz. O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yâhud o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsına göre, o deryâdan kalbi feyz alır. Bunun gibi bir kimse, ALLAHü teâlâyı zikr ederse ve bu zâtı hiç düşünmezse, meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz alır. Fekat, birinci feyz dahâ fazla olur. Bir kimse, o büyük zâtı inkâr eder, beğenmezse, yâhud o büyük zât, bu kimseye incinmiş ise, bu kimse, ALLAHü teâlâyı zikr etse bile, rüşd ve hidâyete kavuşamaz. Ona inanmaması veyâ onu incitmiş olması, feyz yolunu kapatır. Ozât “kaddesALLAHü teâlâ sirrehül’azîz” bu kimsenin zararını istemese bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de yokdur. Fâidesi çok azdır. O zâta inanan ve sevenler, onu düşünmeseler de ve ALLAHü teâlâyı zikr etmeseler de, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar. Mektûb burada temâm oldu.


25. Hızır (A.S.) İmam-ı Rabbaniye biz şeriatlerle mükellef değiliz dediği yalanı ; Bu ümmete yeniden peygamber gönderilse Hanefi mezhebinden olurdu ,, Hz. İsa iyeniden geldiğinde hanefi olacak şakası !! (S.718)

Çok zemândan beri, sevdiklerimiz Hızır “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” için soruyorlar. Onun için bu fakîre lâzım olan bilgi verilmediğinden cevâb yazmıyordum. Bugün sabâh vakti toplanmışdık. İlyâs “aleyhisselâm” ile Hızır “alâ nebiyyinâ ve aleyhimessalevâtü vetteslîmât” rûhânî şekllerde geldiler. Hızır “aleyhisselâm” rûhânî olarak dedi ki, (Biz rûhlar âlemindeniz. ALLAHü teâlâ, bizim rûhlarımıza öyle kuvvet vermişdir ki, insan şeklini alırız. İnsanların yapdığı işleri, bizim rûhlarımız da yapar. İnsanların yapdığı gibi yürürüz, dururuz, ibâdet ederiz). (Nemâzları şâfi’î mezhebine göre mi kılarsınız?) dedim. (Biz islâmiyyete uymakla emr olunmadık. Kutb-i medârın işlerine yardım ederiz. Kutb-i medâr şâfi’î mezhebinde olduğu için, biz de onun arkasında şâfi’î mezhebine göre kılıyoruz) dedi. Bu sözünden anlaşıldı ki, bunların ibâdetine sevâb yokdur. Yanında bulundukları kimseler gibi ibâdet ederler. İbâdetin yalnız şeklini yaparlar. Bu konuşmadan da anladım ki, vilâyetin kemâlâtı şâfi’î mezhebine uygundur. Peygamberlik kemâlâtının hanefî mezhebine bağlılığı vardır. Kıyâmete kadar hiç Peygamber gelmiyecekdir. Bu ümmete bir Peygamber gönderilse idi, hanefî mezhebine göre ibâdet ederdi. Hâce Muhammed Pârisâ “kuddise sirruh” hazretlerinin, (Füsûl-i sitte) kitâbındaki, (Hazret-i Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” gökden indikden sonra, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “radıyALLAHü teâlâ anh” mezhebine göre iş yapar) sözünün ne demek olduğu şimdi anlaşıldı. Bu iki büyükden yardım ve düâ istemeği düşündüm. (ALLAHü teâlânın lutfüne, ihsanına, ni’metlerine kavuşan bir kimseye biz ne yapabiliriz?) dedi. Sanki kendilerini aradan çekdiler. Hazret-i İlyâs “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” bu konuşmaya hiç katılmadı. Birşey söylemedi.


26. İmam-ı Rabbani müritlerini kula kul olmaya yönlendiriyor (S.807-808)

Tâlib, gönülden, herşeyi çıkarıp, bütün varlığı ile pîrine bağlanmalıdır. Onun yanında, ondan izn almadan, nâfile ibâdet ve zikr yapmamalıdır. Onun yanında iken, ondan başka hiçbirşeye bakmamalıdır. Bütün gücü ile, ona bağlanıp oturmalıdır. O emr etmedikce, zikr bile yapmamalıdır. Onun yanında farz ve sünnet nemâzlardan başka nemâz kılmamalıdır. Bir sultânın vezîri, sultânın yanında iken, kendi elbisesine bakar. Eli ile kuşağını düzeltir. O anda, sultân ona bakıyordu. Kendinden başkası ile olduğunu görünce, onu azarlıyarak, benim vezîrim olasın da, benim karşımda, elbisenin kuşağı ile oynıyasın. Buna dayanamam diyerek onu azarlar. Düşünmelidir ki, bu alçak dünyânın işleri için, ince edeblere dikkat edilince, ALLAHa kavuşduran işlerde edebleri tâm ve olgun olarak gözetmek ne kadar çok lâzım olacağı anlaşılır. Kendi gölgesi, onun elbisesine veyâ gölgesine düşmiyecek bir yerde durmağa veyâ oturmağa dikkat etmelidir. Onun nemâz kıldığı yere hiçbir zemân basmamalıdır. Onun abdest aldığı yerde abdest almamalıdır. Onun kullandığı kkardeşrı kullanmamalıdır. Onun yanında, birşey yimemeli, içmemeli ve kimse ile konuşmamalıdır. Hiç kimseye, hiçbir yere bakmamalıdır. O yok iken, onun bulunduğu yere doğru ayak uzatmamalıdır. O yere doğru tükürmemelidir. Onun her yapdığını, her söylediğini, yanlış görünse bile, doğru ve iyi bilmelidir. O herşeyi ilhâm ile ve izn ile yapar. Bunun için, hiçbir işine, birşey söylenemez. İlhâmında hatâ olsa bile, ilhâmda yanılmak, ictihâdda yanılmak gibidir. Ayblamak ve karşı gelmek câiz olmaz. Bu yolda vâsıta olanı seven bir kimseye, Onun her yapdığı ve her sözü sevgili gelir. Ona karşılık vermenin yeri olmaz. Her işde, yimekde, içmekde, elbise giymekde, yatmakda ve ibâdetlerde, hep ona uymalıdır. Nemâzı onun gibi kılmalıdır. Fıkhı, onun ibâdetlerini görerek öğrenmelidir


27. Levh-i Mahfuzda tasarruf eden iki velinin ALLAH adına yalan söylemesi (S.464-465)

Kazâ, ya’nî ALLAHü teâlânın yaratacağı şeyler, iki kısmdır: (Kazâ-i mu’allak), (Kazâ-i mübrem). Birincisi, şarta bağlı olarak, yaratılacak şeyler demekdir ki, bunların yaratılma şekli değişebilir veyâ hiç yaratılmaz. İkincisi, şartsız, muhakkak yaratılacak demek olup, hiçbir sûretle değişmez, muhakkak yaratılır. Kaf sûresinin yirmidokuzuncu âyetinde meâlen, (Sözümüz değişdirilmez) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, kazâ-i mübremi bildirmekdedir. Kazâ-i mu’allak için de, Ra’d sûresinde, (ALLAHü teâlâ, dilediğini siler, dilediğini yazar) meâlindeki, yirmidokuzuncu âyet-i kerîme vardır. Hocam, Muhammed Bâkî-billah “kuddise sirruh” buyurdu ki, seyyid Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh”, ba’zı kitâblarında buyurmuş ki, (Kazâ-i mübremi kimse değişdiremez. Fekat ben, istersem, onu da değişdirebilirim). Bu söze şaşar ve olacak şey değildir derdi. Hocamın bu sözü, uzun zemândan beri, zihnimi kurcalamışdı. Nihâyet, ALLAHü teâlâ, bu fakîri de, bu ni’meti ihsân etmekle şereflendirdi. Bir gün, sevdiklerimden birine, bir belâ geleceği, ilhâm olundu. Bu belânın geri döndürülmesi için, cenâb-ı Hakka çok yalvardım. Bütün varlığım ile, Ona sığındım. Korkarak, sızlıyarak, çok uğraşdım. Bu belânın, Levh-i mahfûzda kazâ-i mu’allak olmadığını, bir şarta bağlı olmadığını gösterdiler. Çok üzüldüm, ümmîdim kırıldı. Abdülkâdir-i Geylânînin “kuddise sirruh” sözü hâtırıma geldi. İkinci def’a olarak, tekrâr sığındım, çok yalvardım. Aczimi, zevallılığımı göstererek niyâz etdim. Lutf ve ihsân ederek kazâ-i mu’allakın iki dürlü olduğunu bildirdiler: Birisinin şarta bağlı olduğu, levh-i mahfûzda gösterilmiş, meleklere bildirilmişdir. İkincisinin şarta bağlı olduğunu, yalnız ALLAHü teâlâ bilir. Levh-i mahfûzda, kazâ-i mübrem gibi görülmekdedir ki, bu kazâ-i mu’allak da, birincisi gibi değişdirilebilir. Bunu anlayınca, Abdülkâdir-i Geylânînin “kuddise sirruh” sözündeki, kazâ-i mübremin, bu ikinci kısm kazâ-i mu’allak olduğunu ve kazâ-i mübrem şeklinde görüldüğünü, yoksa, hakîkî kazâ-i mübremi değişdiririm demediğini anladım. Böyle kazâ-i mu’allakı, pekaz kimseye tanıtmışlardır. Yâ, bunu değişdirebilecek kim bulunabilir? O sevdiğim kimseye, gelmekde olan belânın, bu son kısm kazâdan olduğunu anladım ve Hak “sübhânehu ve teâlâ”nın bu belâyı geri çevirdiği ma’lûm oldu.
Mektubat-ı Rabbani, Cilt 1-2, Çile Yay.Türdav Ofset, İst.1980, 3. Baskı, Çev.Abdülkadir Akçiçek
__________________
Enam sur. 116: Yeryüzündeki insanların çoğunluğunauyarsan, seni Allahyolundan saptırırlar. Sadece sanıya uyarlar onlar ve sadece saçmalarlar.
gavs isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 7. December 2012, 09:32 AM   #3
seckin
Katılımcı Üye
 
Üyelik tarihi: Nov 2012
Mesajlar: 74
Tesekkür: 11
12 Mesajina 17 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 22
seckin has much to be proud ofseckin has much to be proud ofseckin has much to be proud ofseckin has much to be proud ofseckin has much to be proud ofseckin has much to be proud ofseckin has much to be proud ofseckin has much to be proud of
Standart

Bu insanlar geldiler ve geçtiler. Rahat bırakın bu adamları. Hem eleştirenler hemde bu adamlara tapanlar.
seckin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 7. December 2012, 02:37 PM   #4
pramid
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Sep 2010
Mesajlar: 764
Tesekkür: 191
507 Mesajina 1.128 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
pramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud of
Standart

Alıntı:
Bu insanlar geldiler ve geçtiler. Rahat bırakın bu adamları. Hem eleştirenler hemde bu adamlara tapanlar.
Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz.bakara 134
pramid isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
pramid Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
seckin (10. December 2012)
Alt 10. December 2012, 05:54 AM   #5
seckin
Katılımcı Üye
 
Üyelik tarihi: Nov 2012
Mesajlar: 74
Tesekkür: 11
12 Mesajina 17 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 22
seckin has much to be proud ofseckin has much to be proud ofseckin has much to be proud ofseckin has much to be proud ofseckin has much to be proud ofseckin has much to be proud ofseckin has much to be proud ofseckin has much to be proud of
Standart

Alıntı:
Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz.bakara 134
Eyvallah kardeşim. Hep ayetle konuş sen hep.
seckin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 10. December 2012, 10:25 PM   #6
gavs
Katılımcı Üye
 
gavs - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Nov 2012
Mesajlar: 52
Tesekkür: 5
15 Mesajina 23 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 22
gavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud of
Standart

Bizim adamlarla işimiz yok zaten..bizim eserleriyle işimiz.Bu eserler hala daha islam akaidinin temeliymiş gibi görülmekte el sürülmemektedirler...
__________________
Enam sur. 116: Yeryüzündeki insanların çoğunluğunauyarsan, seni Allahyolundan saptırırlar. Sadece sanıya uyarlar onlar ve sadece saçmalarlar.
gavs isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
gavs Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
aorskaya (11. December 2012)
Alt 11. December 2012, 05:55 AM   #7
pramid
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Sep 2010
Mesajlar: 764
Tesekkür: 191
507 Mesajina 1.128 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
pramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud of
Standart

Bizler öyle çok ayetler ile meşgul olup dini sadece ayetler ile anlatmalıyız ki, birileri utanıp ayetlere bakabilsin.
pramid isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 11. December 2012, 07:47 AM   #8
aorskaya
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Aug 2009
Mesajlar: 933
Tesekkür: 110
268 Mesajina 414 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
aorskaya will become famous soon enoughaorskaya will become famous soon enough
Standart

Alıntı:
gavs Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
Bizim adamlarla işimiz yok zaten..bizim eserleriyle işimiz.Bu eserler hala daha islam akaidinin temeliymiş gibi görülmekte el sürülmemektedirler...
Alıntı:
pramid Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
Bizler öyle çok ayetler ile meşgul olup dini sadece ayetler ile anlatmalıyız ki, birileri utanıp ayetlere bakabilsin.
Sayın pramid,

Kişilere değil, onların sunduğu mikroplara yer veren kardeşimizin yazılarına karşı, sanki yazılarını bırakıp, kişilerle uğraşmış gibi, geçmiş ümmetlerle uğraşılmamasını emreden ayeti öne sürmüşsünüz, sonra da; kişilerle uğraşmadığını söyleyen kardeşimize, yukarıdaki cevabı vermişsiniz.

"Evet, bu ayeti sizin yazdıklarınıza karşılık yanlış kullanmışım" demek çokmu zor geliyor size kardeşim?

Başkalarını utandırıp, ayetlere bakmasını sağlamak içinmi sizler bu ayetlerle meşgul oluyor oluyorsunuz? Bu meşgul olma anlayışımı sizi, fikirlerin yazıldığı yazılara şahısların konuşulmasının eleştirildiği ayeti kullandırıyor!

Bu; "özürü, suçundan büyük" durumuna düşmenizi gösteriyor.

Ayrıca, müslümanlar; kendilerinin yada en yakınlarının çıkarlarına bile ters olsa da, adaletli davranmak, hakka uygun şahitlik yapmak zorundadırlar.

Dolayısıyla, bu başlıktaki yazılarında, geçmiş kişiler yerine halen etkileri süren mikrop fikirlerini yazıya döken kardeşimize, sanki kişilerle uğraşmış durumu yaratarak söz söyleyen bir başka kardeşimize destek olma amacıyla ayeti kullanmanız hata olmuştur.

Eğer, fikirleri sunan kardeşimize, bahsettiğiniz ayetle karşı çıkıyorsanız, sizin, bizim burada hiç yazı yazmamanız gerekirdi değilmi?

"Gavs" kardeşim,

Topluma islam büyüğü olarak kabul ettirilen, bu hastalıklı kişilerin; zehirli/mikroplu düşüncelerini burada aktardığın için şahsen teşekkür ederim.

Tasavvuf adı altında, Allah'ı beşer konumuna indirgeyen, arşlarda peygamberler üstü dolaşan, Allah'ı eşi/karısı halinde gördüğünü iddia edebilen bu şaşkınların yazıları ortaya koyulsunki, gerçekleri herkes görsün.

selamlar,
aorskaya

Konu aorskaya tarafından (11. December 2012 Saat 07:57 AM ) değiştirilmiştir.
aorskaya isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 11. December 2012, 08:03 AM   #9
aorskaya
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Aug 2009
Mesajlar: 933
Tesekkür: 110
268 Mesajina 414 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
aorskaya will become famous soon enoughaorskaya will become famous soon enough
Standart

Alıntı:
seckin Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
Bu insanlar geldiler ve geçtiler. Rahat bırakın bu adamları. Hem eleştirenler hemde bu adamlara tapanlar.
Alıntı:
pramid Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz.bakara 134
Onların yanlış/zehirli fikirlerinin aktarılması yanlış değildir, Bu islama ters fikirlerin aktarılması takdir ve teşekkür edilecek bir durumdur ve "gavs" kardeşimizin yazılarla buraya taşıması, yukarıdaki ayete ters düşmemektedir.

Selamlar,
aorskaya
aorskaya isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 11. December 2012, 08:54 AM   #10
pramid
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Sep 2010
Mesajlar: 764
Tesekkür: 191
507 Mesajina 1.128 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
pramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud of
Standart

Hakim kararı verdi... Bu böyle bilene.

Bu insanlar ve eserleri artık onların putlarıdır ve sizler onların erotik hikayelerini alay konusu yaparak putlarına sövmekten beter ediyorsunuz. Sonrada çıkmış burada bilgiçlik yapıp sen şöyle demeliydin diyorsunuz. Haddinizi aşmayın LÜTFEN.

Allah'tan başkasını ilâh edinip (onlara) tapanlara sövmeyin, sonra onlar da bilgisizce sınırı aşıp Allah'a söverler. Her ümmete amelini böylece süslemişizdir. (Hepsinin de) dönüşü Rablarınadır; o zaman neler işlediklerini onlara bir bir haber verecektir. ENAM 108

Sövmekten beter ettiğinizin farkına varın lütfen. Kuranın bir üslübu vardır ve öğrenin.

İşte onlar, Allah'ın kalplerinde olanı bildiği kişilerdir. Artık onlardan yüz çevir, onlara vaaz et (nasihat et) ve onlara kendileri hakkında belagatli (güzel) söz söyle. NİSA 63

Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz de kiminizin gıybetini yapıp arkasından çekiştirmesin.Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bundan iğrenip-tiksindiniz. Allah'tan korkup-sakının. Hiç şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, çok esirgeyendir.

Tecessüsü ibaresini Kurandan öğrenin lütfen.

Ayetleri tedebbür etmeden ve işitmeden işitmiş gibi hareket etmeyin lütfen. Yaptığınız hatalar Hanif müslümanlara zarar veriyor. Ve siz hala şuurunda değilsiniz. Üslübunuz Kuran olsun. Bende aorskaya hafif bir sertlik bulacaksınız.
pramid isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
akideleri, büyüklerinin, eserlerindeki, kendi, küfür, tasavvuf, şirk


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 01:47 AM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam