hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > HADİS ve SÜNNET > Kuran Işığında Sünnet

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 15. January 2009, 12:12 AM   #1
hasyetullah
Katılımcı Üye
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: istanbul
Mesajlar: 77
Tesekkür: 13
24 Mesajina 33 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 17
hasyetullah will become famous soon enoughhasyetullah will become famous soon enough
Standart sünnet(yaşar nuri öztürk yorumu)

SÜNNET

Kur'an'da sünnet kelimesi tekil ve çoğul olarak 16 yerde geçer. Bunların 10 tanesi 'Allah'ın sünneti' yani tavrı-tarzı anlamındadır ki tabiat kanunlarını ifade eder. Kullanımların hiçbirinde 'peygamberin sünneti' ifadesi yoktur.

Dil ve tarih açısından baktığımızda, yol, tarz-tavır, gelenek, yöntem, yaşayış biçimi gibi anlamları olan sünnet kelimesi İslam literatüründe bu anlamların tümünde kullanılmıştır. Devirlerin sünnetleri, kentlerin sünnetleri, kişilerin sünnetleri deyimleri sık sık geçer. Sünnet sözcüğü ayrıca, sahabe ve onu izleyen kuşaklarının söz ve kabullerini ifade için de kullanılır. Tıpkı,
sünnetin bir parçası olan hadis sözcüğünün kullanıldığı gibi.

İslam literatüründeki özel ve terminolojik anlamıyla sünnet İslam Peygamberi'nin davranış biçimlerini, sözlerini ve kabullerini birlikte ifade eden bir çerçeve kavramdır. Ancak burada şu noktayı unutmamak borcundayız: Hz. Peygamber'in sünneti dediğimizde de iki ayrı anlam vücut bulmaktadır:

1. Hz. Peygamber'in, Allah Elçisi sıfatıyla, aldığı vahiylerin uygulanmasından doğan davranışlar ve sözler bütünü anlamında sünnet,

2. Hz. Peygamber'in, yaşadığı toplumun ve zamanın geleneklerini diğer insanlar gibi yaşamasından doğan sünnet.

İslam din bilginleri bunların birincisine 'sünnet-i ibadet' veya 'sünnet-i hüda', ikincisine 'sünnet-i âdet' veya 'sünnet-i zevâid' demişlerdir. Bu ayrımın amacı, Hz. Peygamber'in bir nebi sıfatıyla bizi bağlayan sünnetleriyle, bir beşer sıfatıyla uyguladığı ve din olarak bir bağlayıcılığı olmayan sünnetlerinin farkını göstermektedir. Birinci anlamıyla sünnet dinin uygulanışı, ikinci anlamıyla ise bir toplumun gelenek ve göreneklerinin yaşanmasıdır. Sünnet konusunun en yıkıcı ayak kayması işte bu ayrımın dikkate alınmamasından doğmaktadır. Kim, nerede bir sünnet kelimesi görse şu iki hatayı birden işlemekten hemen kurtulamıyor:


BİD'ATLAR, HURAFELER

*Sünnet Kelimesinin Hiç Tartışmasız, Peygamberimizin Sünnetini İfade Ettiğini Sanmak:

Sünnet kelimesi bazen sahabe tâbiûnun görüş ve davranışlarını, bazen bir çevrenin gelenek ve kabullerini, bazen bir kent
veya bölgenin örflerini, bazen de Müslümanların ortak örflerini ifade için kullanılır.(Şâtıbî;Muvafakaat, 4/3 vd.)
Bir örnek olarak Halife Ömer'in şu sözünü verelim. Bir mesele ile davranışını izah ederken diyor ki: "Allah'a yemin olsun, eğer bu işi öyle yapsaydım o yaptığım sünnet haline gelirdi." (Şâtıbî, aynı eser, 3/327. Halife Osman'a izafe edilen benzeri bir söz ve anekdot için bk. Aynı kaynak, 3/329 ve 4/74, 80) Özellikle fıkıhta sünnet bu son anlamdadır.


*Peygamberimizin Sünneti Olduğunu Belirlediğimiz Bir Kayıt Veya Rivayetin, Sünnet-i İbadet Olduğunu
Peşinen Kabul Etmek:

Sünnet kelimesinin geçtiği yerde önce bunun Peygamber sünnetini ifade edip etmediğini, ikinci olarak da Peygamberimizin hangi tip sünneti bünyesinde yer aldığını iyi belirlememiz gerekiyor.Çünkü Peygamberimize ait olmayan sünnetlerle, ona ait olan ama sünnet-i ibadet bünyesinde yer almayan sünnetler bizi din adına bağlamaz. Bu tür sünnetlere uymak bir zevk ve
renk meselesidir, isteyen benimser, istemeyen benimsemez.

Bu ayrımın yapılmaması ve sünnetin her geçtiği yerde Peygamber'i ve sünnet-i ibadeti görme tutkusu, Müslümanlara çok pahalıya mal olmuştur. Çünkü örf anlamındaki sünnetler -ki bunların çoğu Arap örfüdür- din ilan edile edile âdetler dinleşmiş, bunun sonucunda din âdet durumuna düşürülmüştür. Kur'an'ın, ataların kabullerini din yapmayı putperestliğin bir uzan-
tısı görmesi sebepsiz değildir.

Şu bir gerçek ki bir toplum veya ümmet bünyesinde dinleştirilen her âdet, karşılığında, âdetleşen bir din buyruğunu rehin alır. Bu bozuk gidiş uzun bir süre devam ederse dinle âdet birbirine girer ve gerçek dinin ne olduğunu anlamak için müceddit ruhlara ihtiyaç kaçınılmaz olur. Sıradan bilgin veya fıkıhçı böyle bir devrede din anlatma şansını yitirir, örflerin nakledicisi
bir rivayet hamalına döner.


*Her Sünnet Sözünün Arkasında Peygamberimizin Olduğunu Sanmak:

Bunun açıklamasını yukarıda yaptık.


*Sünneti Dinin Yarısı Gibi Görerek Kur'an'a Ortak Konumuna Getirmek:

Peygamberler Allah'ın elçileridir, ortakları değil. Bunun zorunlu sonucu, peygamberlerin söz ve davranışlarının dinde bir ortak irade haline getirilmemesi gerektiğidir. Tarih bize göstermektedir ki bu kapı aralanıp tanrısal irade herhangi bir ortakla paylaştırıldı mı iş, peygamberlerle bitmiyor, art arda diğer ortaklar sökün edip geliyor. İslam içinde konuşursak bunun en belirgin örneği ünlü 'edille-i şer'iye: dinsel deliller' kabulüdür. Bilindiği gibi, Sünni İslam'ın temel kabullerinden bir de 'edille-i şer'iyenin dört olduğu' yolundaki anlayıştır. Bu 'deliller', Kur'an, sünnet, icma ve kıyas olarak sıralanıyor. Bazı ekoller bunlara bazı ilaveler yaparak dinsel delilleri 7'ye, 9'a, hatta 10'a 15'e çıkarmaktadır. Oysaki bunlar dinin kaynakları değil, dinin kaynağını ve dayanağını anlamada beşeri yollar, yöntemlerdir.

Anlaşılması istenen kaynak ve dayanak tektir ve o da Kur'an'dır.

Ne yazık ki konuyu bu soruyla gündeme getirdiğinizde teorik olarak bir itiraz gelmemekte, esas kaynağın ve delillerin tek olduğu söylenmekte ama yaşanan hayatta asırlardır bunun tam tersi işletilmektedir. Günümüz toplumlarının günlük hayatlarında, diğer delillerle Kur'an arasında hiçbir fark kalmamıştır, hatta Kur'an o delillerin çok gerisine atılarak diğer üç beşeri kaynak dinin ta kendisi kılınmıştır.

İşin teorik aşamasında söylenmesi gerekeni en güzel ifade edenlerden biri de sûfî-fakîh Gazalî'dir. Gazalî (ölm. 505/1111),
fıkıh metodolojisi alanında önemli eserlerden biri olan el-Müstasfa'sında dinsel delilleri değerlendirirken şu tespiti yapıyor:

"Bil ki, bakışımızı iyice derinleştirdiğimizde görürüz ki dinsel hükümlerin esas kaynağı bir tanedir: Allah'ın sözü, yani Kur'an. Resul'ün sözü ne hükümdür, ne de mülzim (bağlayıcı); hüküm Allah'ındır. Ancak Allah'ın hükmünü ortaya çıkaran bir gösterici (muzhır) lazımdır ki işte bu, Peygamber'in sözüdür. Gösteren söz de yalnız bu sözdür. Mülzim sebep ise tektir ve
o da Allah'ın hükmüdür. Resul, mulzim ve hakim değil, sadece Allah'tan haber getiren (muhbir anillah) aracıdır..." (Gazalî;
el-Müstasfa, 1/285-287)

Evet, Hâkim (hükmü veren makam) ve mülzim (bağlayıcı sözü söyleyen makam) Allah'tır. Allah'ın verdiği hükmü haber veren (muhbir) ve gösteren (muzhır) ise Hz. Peygamber'dir. Yani dini kuran ve gönderen, Allah; tebliğ edip gösteren, peygamberdir.

Gerçek, Gazalî'nin de ifade ettiği gibi, işte budur ama İslam tarihinde hayat ve toplumları şekillendirip yönlendiren ne yazık ki bu gerçek olmamıştır. Yönlendiren ve şekillendiren kabuller başkadır. Bu kabuller dine bir değil, birkaç kaynak bulmuştur. Hatta fıkıh kitaplarında açık ve tevilsiz şirk ifadesi olan şu başlıklar atılabilmiştir: 'Sünnetin Kur'an'ı Neshi' Bu başlık
altında işlenen en korkunç günah, hadislerin Kur'an ayetlerini hükümden düşürebileceğini göstermeye kalkmak, buna kılıf hazırlamaktır. Bu günahın ortaya çıkardığı anlayışa göre, ayetlerle hadisler çekişme durumunda kalırlarsa, Peygamber'in kabulleri Allah'ın kabullerini saf dışı edebilecektir.

Peygamber'in söz ve kabullerinin Allah'ın sözüne arzı gerekmez mi? Kur'an ve akıl bunu gerektirmez mi? Ne yazık ki, geleneksel anlayışı temsil edenlerden birçoğu bunun aksini söyleyebilmiştir. İşte ilklerinden biri olan Beyhakî (ölm. 458/1065), Delâilü'n-Nübüvve (Peygamberimizin peygamberliğine ilişkin kanıtlar) adlı eserinde bakın ne diyor: "Hadislerin Kur'an'a arz edilip onaylatılması yolundaki hadis bâtıldır. Böyle bir şey asla doğru olamaz. Kur'an'da, hadislerin Kur'an'a arzına del-alet eden hiçbir şey yoktur." (Beyhakî; Delâil, 1/27)

Beyhaki'nin bu sözlerini geçerli saymak, Kur'an'ı inkârla eş anlamlıdır.

Geleneksel din tarihinde, tartışmasız kitap sadece Kur'an olmamış, düzinelerle zübür, binlerce mişna dokunulmaz ve tartışılmaz ilan edilmiştir. Hatta Kur'an tecüme ve tefsir edildiği halde, dokunulmaz ilan edilen bu zübür ve mişnalar yoruma bile açılmamıştır. Bunları yazanlar, örtülü bir biçimde, Allah'tan daha fazla otorite haline getirilmişlerdir. Yani Kur'an'ın ve Resul'ün din meselesinde şikayetçi oldukları anlayışlar dinleştirilmiştir.

Tartışılmaz ve eleştirilmez tek kişi olan Hz. Peygamber'in yanına da yüzlerce tartışılmaz kişi eklenmiştir. Bunlar, yerine göre mehdidir, mezhep imamıdır, tarikat şeyhidir, efendidir, üstaddır, ulemadır, müfta bih kavil sahibidir vs. Ve öyle bir yere gelinmiştir ki din dendiğinde teorik kaynak olarak bu 'dokunulmazlar'ın kitapları, canlı kaynak dendiğinde de kendileri akla gelir olmuştur. Peygamber'in din içindeki payı bol bol salât ve selam ile 'sakal-ı şerifi'nin (!) öpülmesine, Kur'an'ın yeri ve payı da cenazelerde, mezarlıklarda okunmaya indirgenmiştir. Bir gün gelmiştir ki Hak ve hidayet kavramlarını artık Kur'an ifade etmez olmuştur. Çünkü 'hak mezhepler' (!) ve 'hak tarikatlar' (!) vardır. Bunların dışında hak arayanlar 'sünnete ve
ümmete muhalefetle' suçlanmıştır.

Hz. Muhammed tüm bunların böyle olacağını, nübüvvetinin bir gereği olarak elbette ki sezmiş, görmüş ve gereken uyarıları yapmıştır. Her türlü yozlaşma belasının giriş kapısı olarak peygamberlerin şirk aracı yapılmasını Kur'an ona göstermişti. Öncelikle bu giriş kapısını kapatmak için tedbiler aldı. Tüm hayatı, kendisinin Allah'ın elçiliğinden çıkarılıp Allah'ın ortağı konumuna getirilmemesi için verilmiş mücadelelerle doludur. Bu titizliğin amacına varması için, Allah'ın kitabı dışında tartışılmaz ve şaşmaz din kaynağı yaratılmamasına özen gösterdi. Hadislerinin yazılıp toplanmaması yolunda verdiği talimat bunun en tipik göstergesidir. Kendisinden habersiz yazılan hadislerinin de imhasını emretmiştir.

Gerçek sahabeler bunun anlamını ve espirisini iyi bildikleri içindir ki hadis rivayet etmekten çekinmişlerdir. Hz. Peygamber'le İslam'ın ilk gününden itibaren beraber olmuş en büyük sahabenin rivayet ettikleri hadislerin sayısı parmak sayısına yakındır. Sahabe neslinden Saîd b. Yezid diyor ki: "Sa'd b. Ebı Vakkas ile Medine'den Mekke'ye değin (yaklaşık bir ay)
beraber oldum; gidip dönünceye kadar bir tek hadis rivayet etmedi."

Şa'bi (ölm. 103/721) şöyle konuşuyor: "Şu, 'Resul buyurdu' sözüne şaşıyorum. Ben İbn Ömer'le iki yıl boyunca beraber oldum, Hz. Peygamber'den bir tek söz naklettiğini görmedim." (Süyûtî; Tahzîru'l-Havâs, 153-154)

Biz inanıyoruz ki sonraki zamanlarda, sahabenin adları kullanılarak da hadisler uydurulmuştur. Bizim, âhad haber vs. adlarıyla andığımız rivayetlerin bir kısmı da bu şekilde çürüğe çıkar. Yani senedinde sahabe adı gördüğümüz her söz, güvenilir değildir. Sahabîlerin hiçbirinin yalan söylemediğini var sayalım; sahabenin adını oraya koyanın yalan söylemediğini nere-
den biliyoruz! Peygamber'e yalan isnat edenler, onun sahabesine neden isnat etmesin! Bizim sonuçta bir tek dayanağımız kalır: Hadis diye rivayet edilen sözün Kur'an'dan onay alması.

Şunu unutmayacağız: Hadis diye rivayet edilen sözün bize bağlanan ucunda "Falanca bana rivayet etti ki, dedi ki..." türünden bir ifade var. Ondan öncesi bizim için koca bir karanlıktır. Biz, "Filanca bana dedi ki..." beyanına dayanarak dünya ve ahiretimizi şekillendiremeyiz. Hadis ulemasının 'sahîh' (sağlam) unvanı verdiği hadislerin tümü, ana başlığı 'âhad haber' veya "haber-i vâhit" olan ve Hz. Peygamber'den bir kişi tarafından rivayet edilen sözlerdir. Haber-i vâhidin en sahihi bile sadece zan (sanı) ifade eder. Bir tanesinin bile kesinlik netliği yoktur. Hadis alanının otoritelerinden biri sayılan Ahmed Naim (ölm. 1934) bu noktada şunları söylüyor: "Haber-i vahit nihayet galebe-i zannı müfid olup kuvvet ve sıhhati de, hasıl olan zannın kuvvetine tâbidir. İlm-i zannînin derecatı olduğu gibi, sahihin de derecat-ı mütefâvitesi olmak lazım gelir." (Ahmet
Naim; Buharî Tercüme ve Şerhi, 1/210) Bu cümlelerin günümüz Türkçesiyle söylenişi şöyle: "Haber-i vahit, en fazla sanıda baskınlık ifade eder. O halde, onun kuvvet ve güvenilirliği bizde doğurduğu sanının kuvvetine bağlıdır. Sanıya dayalı bilginin dereceleri olduğu gibi ona dayanılarak elde edilmiş sahih hadislerin de çeşitli dereceleri olması gerekir."

Kısacası, haber-i vâhidin esası, sadece sanı ve tahmindir. Bu sanı ve tahmin bizde kuvvetli bir ihtimal duygusu yaratmışsa biz "İşte bu hadis sahihtir" diyoruz. Ve bunun diyebildiğimiz anda da dinimizi, dünyamızı o söze teslim ediyoruz. Böyle bir tavrın, Kur'an'ın anlayışıyla barıştırılması asla mümkün olmaz.

'Sahih' unvanlı hadislerin durumu bu. Bir de 'zayıf' diye nitelenenlerin durumunu düşünmek gerekir. Bütün bu serüvende bize kanıt olan tek şey vardır: Hadisin kendilerinden alındığı söylenen ve Peygamberimizle bizim aramızda uzayıp giden kişiler zinciri. Bu zincirin bir yerde yazılı olduğunu gördüğümüz anda hadisle ilgili 'kanıt' problemimizi çözülmüş sayıyor, "Bu
hadis sağlam hadistir" hükmünü veriyoruz."Hadis uleması bu hadisin sahih olduğunda oy birliği etmiştir" vs. türünden sözlerin arka planı işte budur.

Bu, 'senet' denen kişiler zincirinin güvenlirliğinin kanıtı nedir? Kendisi kanıta muhtaç bir şeyin kanıt olarak kullanılmasını nasıl kabul ederiz? O halde, bu senet meselesinde üç noktayı sorgulamamız gerekiyor: Birincisi, senetteki kişiler kimdir ve onlarla gerçekten görüşülmüş müdür; ikincisi, bu kişilerin rivayet ettikleri söz, bizim önümüze konan söz müdür? Üçüncüsü,
bu sözün Peygamber'e nispeti ne derece doğrudur?Bu sorulara olumlu cevaplar bulduğumuzda da yapılan iş, yerden taş toplayan kişilerin topladıkları taşların elmas olduğunu var saymaktır.

Şunu asla gözden uzak tutamayız: Birkaç kişinin yerden taş topladığını ispat etmek, toplanan taşların değerli taşlar olduğunun ispatı değildir. Taşların değerli olup olmadıklarının başka bir ölçütle değerlendirilmesi gerekir. Hadis uleması, işte bu sonuncuyu hemen hemen hiç yapmamıştır. Çünkü bunu yaptıkları takdirde denetim makamına Kur'an'ı koymaları gerekir. Böyle bir şey ise onların hadislerinin neredeyse ortadan kalkması demektir. Çünkü Kur'an, bu hadis malzemesinin yüzde doksanına onay vermez. Ne ilginçtir ki, Kur'an'dan onay alabilecek olan ama dinde kural koymayan hikmetli söz türü rivayetler de senetleri bakımından tutarsızdır. Yani, dinde kural koyan türden olanların büyük kısmı Kur'an'dan onay alamıyor,
dinde kural koymadığı için Kur'an'la çelişmesi söz konusu olmayanlar ise hadisçilerin senedi bakımından çürüğe çıkıyor.
Geriye, güvenilir bir şey kalmıyor.

Üzerinde olduğumuz 'senet' yani hadisi rivayet eden kişiler zinciri konusunda, büyük eleştirici İbnül-Cevzî'nin ufuk açacak bir tespitini buraya almak istiyoruz. İbnül-Cevzî (ölm. 597/1200), ünlü eseri Telbîsü İblis'te, İblis'in muhaddisleri nasıl aldatıp karmaşa ve yalana ittiğini anlatırken özetle şöyle diyor: "Bu hadis uleması içinde Kur'an'ı ezberlememiş olanlar, hatta namazın şartlarını bilmeyenler vardır... Bir kısmı da dinledikleri hadis sayısını çoğaltır da çoğaltır; amacı, hadisin sağlamlığı filan değildir; hadis tahsili için ne kadar beldeyi gezdiğini, neler çektiğini, ne kadar insanla görüştüğünü abartılı bir biçimde anlatılıp dikkat çekmektir... Bunların içinde Bağdat'taki nehrin kenarında yaptığı konuşmayı bir kelime oyunuyla Şam'da bir nehrin kenarında yapılmış gösterenlerden, torunuyla yaptığı konuşmayı, aradan iki kişi atlayarak dedesiyle yap-
ılmış veya öğrencisiyle yaptığı konuşmayı hocasıyla yapılmış gösterenler vardır... Tümünün amacı, öne geçmek, ünlenmek, itibar toplamaktır..."

"Hadis ulemasına bulaşan İblis kirletmelerinden biri de şudur: Bunların bazıları uydurma (mevzu') bir hadisi, uydurma olduğunu açıklamadan rivayet eder. İşte bu, bu insanların dine karşı işledikleri bir cinayettir. Bu cinayeti, hadislerini geçerli kılmak, 'çok hadis toplamış adam' unvanı kazanmak için yaparlar. Bunlar çoğu kez, "Filancadan falancadan dinledim" şeklinde konuşurlar ama aslında o dediklerinden bir şey dinlemiş değillerdir. Bazen de hadis aldıkları güvenilmez, yalancı kişilerin fark edilmesini önlemek için o insanların adlarını gizlemek, künyelerini, nisbelerini değiştirmek yoluna giderler. Bu yaptıkları da dine karşı işlenmiş bir cinayettir..." (İbnül-Cevzî; Telbîs, 133-137)

Ne yazık ki bu cinayetlerin faturasını o rivayetçiler değil, onların ardına düşürülen masum kitleler ödemişlerdir. Asırlar ve asırlar boyu. Şunun altını da çizmek zorundayız: "Sahabe ve tâbiun neslinden gelen söz, fiil ve kabullere ilişkin rivayetlere hadis dendiği de çok olmuştur." (Ahmet Naim; Buharî Tercüme ve Şerhi, 1/7)

Yaşadığımız günlerde, uydurmacılığın siyasal çıkara bağlı odakları, bu konuda soru sormaya kalkanları, "Peygamber Efendimizin sünnet-i seniyyesine karşı çıkıyor" şeytanî ithamıyla sindirmeyi ne yazık ki büyük ölçüde başarmıştır.Tıpkı kıla tapmaya karşı çıkanları "Sakal-ı şerife hürmetsizlik ediyor" diye sindirmesi gibi. Uydurmalar içinde 'Peygamberimizin sidiğini içmenin cennet kazandırdığını', Peygamberimizin dışkısının 'gaita-i şerife ve parfüm olduğunu' söyleyenler bile vardır. Uydurmacılık irini Kur'an'ın şualarıyla kurutulmaz ve ayağını sağlam basmasına fırsat verilirse kuşku olmasın ki,sidik ve dışkının kutsanması aşamasına geçecektir.

Hadis konusunda oynanan oyunlardan birine daha dikkat çekelim: Mütevâtır olduğunda (ve bence bir mucize olduğunda) hiçbir kuşku bulunmayan bir hadise bile musallat olmuş, ona bile ekleme yapmışlardır. Eklenen o tek kelime bile asırlarca hüsran yaratmıştır. Hadisin tartışmasız mutevâtır metni şudur: "Kim bana yalandan bir söz isnat ederse cehennemdeki yerine hazırlansın!" Hadisi işe yaramaz hale getiren ekleme söz ise 'kasden' sözüdür. Bu ekleme hadisi şu şekle getirmektedir: "Kim bana 'kasten' bir yalan isnat ederse cehennemdeki yerine hazırlansın!" İmam Şâfiî, ünlü eseri el-Ümm'de bu hadisi birkaç yoldan rivayet eder. Hiçbirinde bu 'kasten: müteammiden' sözcüğü yoktur.

Emevî valisi Haccâc-ı Zalim tarafından Mekke'nin mancınıklanması sırasında katledilen sahabi Abdullah b. Zübeyr (ölm.73/692),babasına: "Sen neden başkaları gibi hadis rivayet etmiyorsun?" diye sorduğunda baba Zübeyr şöyle cevap verdi:"Bana yalan isnat eden, cehennemdeki yerine hazırlansın' hadisinin tehdidinden korkuyorum." Ve Zübeyr şunu ekledi: "Bakıyorum, son zamanlarda bu hadise bir 'kasten' sözü eklendi. Ben bu hadisi Peygamberimizden dinlediğim hiçbir seferinde, yemin olsun, 'kasten' diye bir kelime duymadım."

Bu 'kasten' sözü niçin ekleniyor? Uydurmaları felaket ve facialar yaratanları, "Niyetleri kötü değildi, kasten yapmadılar" şeklinde şeytanî bir gerekçe ile aklamak için. Bu mantığa göre, "Benim niyetim iyi" diyen herkes din adına, Peygamber adına istediğini kaleme alıp Müslüman kitlelerin önüne çıkabilir. Nitekim tarih boyunca böyle olmuştur. Az önce değindiğim-
iz o bir kelimelik eklemeye dayanılarak uydurmacılık şu şekilde ilkeleştirilmiştir: Özendirmek (terğîb) veya sakındırmak (terhîb) maksadıyla hadis uydurulabilir.

Az önce adını andığımız Abdullah'ın Hz. Resul'den tüm rivayeti 20'yi geçmiyor. Cennetle müjdelendiği bildirilen Said b. Zeyd (ölm. 51/671) adlı sahabînin tüm rivayeti 10 sözdür. (İbn Kuteybe; Te'vilu Muhtelifi'l-Hadis,39; Ahmet Naim; Buharî Tercüme ve Şerhi, 1/53-55) Ama, Hz. Peygamber'le en fazla bir yıl beraberliği bulunan Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği söz binlerle
ifade ediliyor. Bunların doğruluğunu kabul, aklen ve naklen mümkün mü? Mümkün demek, akla da nakle de isyan etmektir.

Hadis uydurmacılığı, minareyi çalmadan önce bol miktarda kılıf hazırlamıştır. Kılıflardan biri işte bu, "Özendirmek maksadıyla uydurulabilir" hezeyanıdır. İkinci kılıf ise uydurmalara karşı Kur'an'ı öne çıkaracak olanları susturmaya yönelik şu uydurmadır: "Sizden birinize benden bir hadis okunduğunda, koltuğuna kurulmuş olarak şöyle diyebilecektir: 'Ben Kur'an'ı okurum; böyle güzel sözlere gelince onlar gibisini ben de söylerim." (Elbânî; ez-Zaîfa. 3/204. Elbânî'nin uydurmalığını belgelediği kılıflardan bazıları için bk. aynı eser, 2/225, 247, 249; 3/316)

Cenabı Peygamber'in, Medine'ye gelişinden ölümüne kadarki zamanda okuduğu 552 hutbenin hiçbirinin metni yoktur. Çünkü o hutbelerde öğüt olarak okuduğu sözler, Kur'an ayetleri idi. Kur'an dışında tartışılmaz din kaynağı istememe ve bırakmama niyetinin en belirgin göstergelerinden biri de bu davranışıdır.

Allah'ın kitabı, dinin koyucusu ve sahibi olan Allah'ın iadesinin tüm zamanlara ve mekanlara uzanan ışığı, dayanağı ve denetçisidir. Hz. Peygamber bu ışık-kaynağı "Allah'ın gökten yere uzanan ve yapışanları şaşkınlık ve sapıklığa asla düşürmeyecek olan ipi" diye tanıtmış ve insanlığa onu emanet ettiğini söylemiştir. Hz. Peygamber, Allah'ın kitabı dışında herhangi
bir şeyin (buna kendi sözleri de dahil) 'din' olmasını istemiyordu. Allah'ın kitabı dışındakilerin tümüne 'mişna' diyen ve mişnanın tanımını veren de kendisidir. Birlikte görelim:

"Şu olgular, kıyametin yaklaştığını gösteren işaretlerdendir: Kötülük üreten kişilerin itibarlı tutulması, iyilik ve güzellik üreten kişilerin aşağılanması, sözün öne çıkması, eylemin arkaya itilmesi, toplumun mişnaları okur hale gelmesi ve hiç kimsenin bu mişnalara karşı çıkmaması." Sahabîler sordular: 'Mişnalar nelerdir?' Resul buyurdu: 'Mişnalardan maksat, Allah'ın
kitabı dışındaki tüm din kitaplarıdır.' (Hadis ve ilgili açılamalar için bk. Elbânî; el-Ahâdîs es-Sahîha, 6/774-777, 803)

Resul, insanlığa din olarak Kur'an'ı emanet etti. Başka türlüsünü yapmak, zaten nübüvvetine aykırı olurdu. Ne var ki sonradan bu emanetin yanına Şii çevreler 'Ehlibeyt' diye, 'Sünniler' de sünnet diye yedek iki kaynak eklediler. Böylece Allah Elçisi'nin Allah'tan alarak insanlığa emanet etmek borcunda olduğu zaman üstü kaynak üçüncü sıraya düşürüldü.

Biz, bu iki beşeri kaynağı Kur'an mertebesine çıkaran görüşleri Kur'an dışı bularak reddederiz. Şaşmaz ve değişmez kaynağı ilavelerle üçe çıkarmak, Kur'an'ın yıktığı teslis (üçleme) inancını yapay yollarla tevhit dinine sokmaktan başka bir şey değildir. Kur'an, bir değil, bir çok yerde: "Allah tek bir ilahtır. İlahınız tek bir ilahtır" (örnek olarak bk. Nahl, 22; Hac, 34;
Saffât, 4) diyor ve emrediyor: "Üçtür demeyin!" (Nisa 171)

Eklenenlerin ilah olmadığını, böyle bir niyetle ekleme yapılmadığını söylemek çözüm getirmiyor.Bu noktada belirleyici olan, eklenenlere hangi değerlerin yüklendiği, hangi işlevlerin verildiğidir. Eğer siz din adına Kur'an'a verdiğiniz yetkiyi sünnete veya Ehlibeyt'e veriyorsanız, onları Allah'ın yetkileriyle donatıyorsunuz demektir ki, bunun tevil edilmez anlamı onların ilahlaştırıldığıdır. Nitekim, bu ilahlaştırmanın halk arasındaki belirişleriyle yıllardan beri karşılaşmaktayız.

Sünnet konusundaki yozlaştırmalara her değindiğimizde hemen şu sözü duymaktayız: "Peygambersiz din olur mu? Kur'an'la Peygamber'i birbirinden ayırmayın!" Bu sözün birinci kısmı elbette doğrudur ama ikinci kısmı, bu doğruyu alet ederek tevhit dışı bir sapıklığın sergilenişidir. Allah ile peygamberi birbirinden ayırmamak, ya Allah'ı beşer düzeyine indirmektir, yahut da peygamberi ilah mertebesine çıkarmaktır ki bunların ikisi de şirktir. Allah ile peygamber elbette ki birbirinden ayrılacaktır ve bunu yapmak tevhidin gereğidir.Bu yapılacağına göre, Allah'a ait olanla peygambere ait olanın da ayrılması şarttır. "Ayrılmaz" der ve ikisine aynı yetkileri ve dokunulmazlıkları isnat edersek Allah'ın allahlığı kağıt üzerinde kalır, hayata yön veren ise 'ortaklık dini' olur.

Şimdi, Allah'a ait olanla Peygamber'e ait olanı birbirine karıştıran ve hadis adıyla sahnelenen şu Kur'an dışı sözlere bakalım: "Ümmetimin fesada uğradığı bir zamanda benim sünnetime sarılana yüz şehit sevabı verilir." (bk. Elbânî; el-Ahâdîs ezZaîfa, 1/497) Bu söz esas alınırsa şunu demek zorunda kalırız: Fesadı Kur'an önleyemiyor.Fesat söz konusu olduğunda Kur'an değil de eğrisi doğrusuna karışmış 'sünnet' kurumu öne çıkarılıyor. Kur'an'ın tebliğcisi olan ve sözlerinin yazılmasına karşı çıkan, yazılan sözlerini imha ettiren bir Peygamber tebliğ ettiği kitabı ikinci sıraya itiyor.

Tam bu noktada, sünnet ve hadisler konusundaki titizliği eleştirenlerin şu iddialarını ele almak istiyoruz. Diyorlar ki, "Siz hem hadislere güvenilmez diyorsunuz hem de işinize gelen hadisleri alıp kullaıyorsunuz. Bu nasıl oluyor? Madem rivayetler işe yaramaz hepsini atın. Madem işe yarar, hepsini alın."

Biz, rivayetleri değerlendirmede 'son ve tartışılmaz ölçüt' olarak Kur'an'ı denetçi yapıyoruz. Filan rivayeti atıp falancayı kabul ederken Ku'an'ın tanrısal filtresine baş vuruyoruz. Bizim, tüm rivayetleri toptan kaldırıp atmak gibi bir saplantımız yoktur. Biz, tarih ve miras düşmanı değiliz. Bizim derdimiz, Kur'an dininin beşeri eklemelerle yozlaştırılmasını durdurmaktır. Bu
konuda güvenebileceğimiz son kaynak ise Kur'an'dır. Son sözü Kur'an'a söyletmek kayıt ve şartıyla rivayetlere elbette yer verir, onlardan elbette yararlanırız. Mirası yok saymayı neden savunalım. Ama içine yalanın ve uydurmanın karıştığında kuşku olmayan mirasın, Allah'ın kitabıyla çelişen tespitlerini devre dışı bırakmak bizim iman ve insanlık borcumuzdur.

O halde, 'rivayetlerin bir kısmını alıp bir kısmını atmak', keyfi bir uygulama değildir. Kur'an'ı denetim mevkiinne koymanın bir sonucudur. Biz, rivayetlerin bir kısmını alır, bir kısmını atarız.Çünkü biz, rivayetleri, diğer değerlendirme yollarını kullandıktan sonra, en nihayet Kur'an'a arz ederiz; onun onay verdiklerini alır kullanırız; onay vermediklerini ise, güvene layık
görmeyiz. Bundan rahatsızlık duymak, Kur'an'dan rahatsızlık duymak değil de nedir?

Bu tevhidi bakış açısıyla biz, şu iki sözün Peygamberimize ait olacağından kuşku duymuyoruz. Çünkü bu sözler, tarih kritiği yanında Kur'an tarafından da onaylanıyor:

"Ben aranızda olduğum sürece bana itaat edin. Size Allah'ın kitabına sarılmanızı öneriyorum. Onun helalini helal, haramını haram bilin."

"Aranızda olduğum sürece beni dinleyin ve bana itaat edin. Ben aranızdan alındıktan sonra ise size Allah'ın kitabına sarılmanızı öneriyorum. Onun helalini helal, haramını haram bilin!" (Elbânî; el-Ahâdîs es-Sahîha, 3/358-360)

Bu son iki hadis, sünnet bahsinde bir saptırmanın altını daha çizmemizi gerekli kılmaktadır:


*Hz. Peygamber'e İtaati Onun Şahsına İtaat Olmaktan Çıkarıp Kendisine İsnat Edilen Sözlere İtaate
Dönüştürmek:

Bu tutum sadece Peygamberimize değil, Kur'an'a da saygısızlıkla doludur.

Hiç kimsenin kuşkusu yoktur ki Kur'an Hz. Peygamber'e itaati emreder. Ama bu emri veren ayetlerin hangisinde 'Peygamber'in sünneti veya Peygamber'e isnat edilen sözler ve davranışlar' kaydı vardır. İtaat emreden ayetler, "Resul'e itaat edin" diyor.

Resul Allah'ın iradesini ve dinini temsil ediyor. O konuştuğu anda kanıt odur, onu dinleriz. Çünkü o tanrısal iradenin canlı temsilcisidir. Ama şu anda Resul aramızda yoktur. Bu durumda Alah'ın iradesini temsil eden tek kaynak kalıyor: Kur'an. Resul'e isnat edilen mirasın tartışmasızlık, kuşkusuzluk niteliği yok. Resul'ün bu dünyayı terk etmesinden sonra, 'la raybe
fîh: tartışma, kuşku ve çelişmeden uzak' tek kaynak Kur'an'dır.

Kur'an'dan onay almayan ama yaftası 'sünnet' olan tespitlere uymayı değil, uymamayı dine ve Resul'e sadakat sayarız. Sağlamlığı tartışılan tespitler şöyle dursun, Resul'e aidiyetinde kuşku olmayan tespitlerin bile 'farz' mertebesine çıkarılması halinde terkleri gerekir. Sahabî de böyle yapmıştır. Büyük bilgin Şâtıbî bize şunu bildiriyor: Sahabenin bazıları, teravih ve kuşluk vakti namazlarını, Şevval ayı orucunu, kurban kesmeyi tek edebilmişlerdir. Bunun gerekçesini şöyle açıklıyorlardı:
Halk bu sünnetleri farz mertebesine çıkardı, bunu kırmalıyız, bunun için biz bunları terk ediyoruz. (Şâtıbî; Muvafakaat, 3/324 vd.)


*Sünneti Bir Mezhebin Adı Olarak Kullanmak (Ehlisünnet Diye Bir Mezhep Kabul Edip Bunun Dışındakileri
Sünnet Dışı İlan Etmek):

Müslümanları iki ana kampa bölerek hesabına uyanlara sünnet ehli (Ehlisünnet), uymayanlara Şiî, Haricî, Râfızî, ehli delalet vs. gibi dindışılık çağrıştıran adlar vermek İslam tarihinin en zararlı tavrıdır.

Bütün hasımlarını, o arada Hz. Hasan'ı da zehirleyip öldürerek bertaraf eden Muaviye, başarısının doruğa çıktığı yılı,'âmu'l-cemaa: Müslümanların birlik-beraberlik yılı' ilan ettirdi ve halifeliğine karşı çıkmayarak uslu uslu oturanları ödüllendirmek için onlara 'Ehlisünnet: Sünnete uyanlar' unvanı verdirdi. İşte bu deyim, o günden beri kullanıla kullanıla yaygınlaştı ve giderek, Ehlibeyt'in haklarını savunanlar dışındaki toplulukları ifade için bir tür özel ad oldu.

Muaviye'den önce kullanılmayan bu tâbirin Peygamberimizin sünnetine sarılmak veya onu öne alarak yaşamakla hiçbir ilgisi yoktur. Bu tâbir, Emevi yönetimini Müslümanlar için en hayırlı yönetim şekli olarak gören ve toplumda kavga çıkarmayan grupları ifade etmek için yaratılmış bir siyasal tâbirdir. Hiçbir dinsel ve bilimsel dayanağı yoktur.

Biz, Müslümanız. Emevî siyasetini lanetleriz. Bugün, 'Siyasal İslam' adı altında devam ettirilen ve Haçlı güçlerle işbirliği halinde çalışan bu lanetli siyaset, tahrif ve tahrip ettiği dini, evladını katlettiği Peygamber'i siyasal çıkarları için paravan ya-
pan bir siyasettir.



Y. Nuri Öztürk - İslam Nasıl
hasyetullah isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
hasyetullah Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
Ali Rıza Borazan (15. June 2009)
Alt 15. June 2009, 04:15 PM   #2
Ali Rıza Borazan
Uzman Üye
 
Ali Rıza Borazan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Feb 2009
Mesajlar: 399
Tesekkür: 59
244 Mesajina 485 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 17
Ali Rıza Borazan will become famous soon enoughAli Rıza Borazan will become famous soon enough
Standart

KUR'AN VE SÜNNET
KURAN VE SÜNNET ANLAYIŞI
Kur’an ve sünnet anlayışı tarih boyunca insanların kafalarını kurcalamış,ve yanlış algılama nedeniyle de tevhit dininin bozulmasına yol açmıştır. Ve bu sebeple de bir olan o din yüzlerce binlerce tarikat mezhep,meşreplere ayrılmıştır. Allah Bir tane olduğuna göre Emir komuta da o bir tane Allah a aittir. Şimdi bunları ayrı ayrı izah ederek Allah’ın Tanımladığı dini yerine oturtturmaya çalışalım
KUR’AN
Allah’ın İnsan oğlunun Var oluşu ile İnsanlar içerisinden duyarlı olanlardan peygamber olarak seçtiği ardı ardına dizilen elçilerle İnsanların nerde ne yapması gerektiğini en güzel bir biçimde tasarlanmış hayat projesinin adıdır.Allah bir taraftan kainatı yaratmış. Kainata bir yasa koymuş , bir taraftan da. Peygamber aracılığı ile göndermiş olduğu vahiylerle bu Kainatın, esrarını genelleme ile bildirerek, halife olan adem oğluna, yorumlamasını istemiştir. İnsan oğlunun var oluşunun yeni yürümeye başladığı, dönemlerinde helal ve haramları peygamberlik aracılığı ile bildirirken. Kendi dinini tamamlayarak peygamberlik hayatını da noktalayıp. Hayatlarında kılavuz olacak olan her örnekten ,bir örnek verdiği,, hiçbir eksiğin bırakılmadığı insanların elleriyle koruttuğu bir kitapla yeni bir döneme girilmiştir. Artık bir daha Allah'tan peygamber gelmeyecek.
33/40- “Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir; ancak O, Allah'ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi bilendir.
Allah bu Kainat kitabını yazarken hem kendi içerisindeki çelişkisizliği,hem de göndermiş olduğu vahiylerin çelişkisizliğini halife olarak yaratılan insanın yakalayıp.fıtratına uygun olarak inanıp yaşamasını istemiştir. Allah katında makbul olan dinin o olduğunu ve düşünen ve aklı olup da kullananların mutlaka o dini bulabileceklerini vurgulamıştı.
30/30- Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler.
Bütün insanları Allah böyle bir dine yönlendirmek istemiştir. Örnek olarak da Hazreti İbrahim i göstererek Çevresi hep putlara taparlarken o yerlerin ve göklerin yaratılışının sırlarını keşfederek çevresinde bulunan insanların düştüğü yanılgıyı kavrayıp ben sizin taptığınız putlara tapmam diyerek kimliğini ortaya koymuştur.
6/74- Hani İbrahim, babası Azer'e (şöyle) demişti: "Sen putları ilahlar mı ediniyorsun? Doğrusu, ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum."
6/75- Böylece İbrahim'e, -kesin bilgiyle inananlardan olması için- göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk.
6/76- Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: "Bu benim Rabbimdir." Fakat (yıldız) kayboluverince: "Ben kaybolup-gidenleri sevmem" demişti.
6/77- Ardından Ay'ı, (etrafa aydınlık saçarak) doğar görünce: "Bu benim Rabbim" demiş, fakat o da kayboluverince: "Andolsun" demişti, "Eğer Rabbim beni doğru yola erdirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum."
6/78- Sonra Güneş’i (etrafa ışıklar saçarak) doğar görünce: "İşte bu benim Rabbim, bu en büyük" demişti. Ama o da kayboluverince, kavmine demişti ki: "Ey kavmim, doğrusu ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım."
/679- "Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim."
İşte Hz. İbrahim peygamberdeki bu haslet insanların hepsinde vardır.düşünerek yapmış olduğu her iş olumsuzluklar tekrar gözden geçirilerek. Israrla üzerinde durulduğunda olumsuzlukların bir bir çözüldüğü görülecektir. Soruyorum düşünüp de tevhid dinini yakalayamayan insanların hangisi tatmin oluyor. Çelişkiler içerisinde olan din akleden ve düşünenleri rahatsız eder durur ve doğruyu buluncaya kadar.aramaya devam eder.
2/144- Biz, senin yüzünü çok defa göğe doğru çevirip-durduğunu görüyoruz. Şimdi elbette seni hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Her nerede bulunursanız, yüzünüzü onun yönüne çevirin. Şüphesiz, kendilerine kitap verilenler, tartışmasız bunun Rablerinden bir gerçek (hak) olduğunu elbette bilirler. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
Düşünen ve akleden nereye gideceğini bilmeyen ve Allah’ın yol göstericiliğine inanan birisi seyirci kalmaz. hemen onunla diyaloga geçer. İşte Allah ın dua eden birisinin duasına icap etmesinin anlamı budur. Dua Kişilerin istedikleri yöndeki arzularının fiiliyatıyla buluşmasının adıdır. Bahçesini sulamak isteyen bir adamın Allah’a duası Allah'tan yağmur istemesi değil.Allah ın yeryüzünde verdiği sularla sulamak için yönelmesidir. Doğru bir dinin duası da Allah’ım beni doğru yola götür dediği zaman o tarafa yönelmesidir.
İşte Hz. İbrahim peygamberin İnandığı ve yaşadığı hayatın adı mesci-di haram yani haramlardan uzaklaştırılmış örnek bir yaşam biçiminin sembolize edildiği yerdir. Allah son peygambere böyle bir dinin örnekliğini vererek oraya yönlendireceğini bildiriyor.
İşte Peygamberlerdeki temel özellik vahiylerin kontrolünde yol Almalarıdır.Hiç bir peygamber kendi keyfine göre hareket edemez. O Allah’ın tabiri caiz ise kumandasıdır Şimdi Peygamberin emirleri ve yaşadığı hayatı anlamındaki sünnet anlayışını kuran ile ölçerek değerlendirmeye çalışalım.
SÜNNET KAVRAMI
Allah’ın Göndermiş olduğu vahiylerin O çağda bulunan şartlarda olan teknoloji ile yaşanmasının bir peygamber örnekliğinde pratik hayata götürülmesidir.Hiç Bir peygamber vahyin dışına çıkamaz, ve vahyin dışında bir şey söyleyemez. Onların Yaşadıkları Hayat Kur’an’ın o toplum ve şartlarda Allah ın emirlerinin örnek verilerek yaşamasıdır. Yani Sünnet Eğer peygamberin söyledikleri ve yaptıkları anlamında kullanıyorlarsa Söylediği Kur’an ve yaşadığı ise Kur’an ın emirlerinin o çağa ait bölümüdür
69/44Eğer o, Bize karşı bazı sözleri uydurup-söylemiş olsaydı.
69/45- Muhakkak onun sağ-elini (bütün güç ve kudretini) çekip-alıverirdik.
69/46- Sonra onun can damarını elbette keserdik
Bilindiği gibi kültür ve medeniyet. Teknoloji gün değil, ay değil,yıl değil, asır değil , Saat ve dakikada bile değişmektedir. Bir öncekine göre daha güzeli daha iyisi oluşmaktadır.
İnsan yaşamında kültürler.devamlı gelişmekte. Çağlar ilerledikçe. Eşyanın sırları çözülmekte, çözüldükçe de yaşam değişmekte ve kolaylaşmaktadır. Ama Tevhit esasları hiçbir peygamber de farklı değildir Allah’ın birine helal ettiğini diğerlerine de helal birine haram ettiğini diğerlerine de haram etmiştir.
16/118- Yahudi olanlara da, bundan önce sana aktardıklarımızı haram kıldık. Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.
İnanç be ibadet esaslarında değişme olmadan devam edip gelmiştir. Ama ilk insanlar. yaratıldığı zaman kültür sıfır idi ilk insan topluluğu hayatlarını sürdürebilmek için,Allah’ın Yarattığı tabiata yönelerek deneme yanılma yoluyla kedi ihtiyaçlarını karşılamışlardır. Yemek istediklerinde kendileri için hazırlanmış elverişli bir ortamda meyvelerden sebzelerden hayvanlardan bulup yiyerek hayatlarını idame ettirirken. Bir taraftan da üzerlerini yaprak ve otlarla örtmeye çalışıyorlardı.
7/22- Böylece onları aldatarak düşürdü. Ağacı tattıkları anda ise, ayıp yerleri kendilerine beliriverdi ve üzerlerini cennet yapraklarından örtmeye başladılar. (O zaman) Rableri kendilerine seslendi: "Ben sizi bu ağaçtan menetmemiş miydim? Ve şeytanın sizin gerçekten apaçık bir düşmanınız olduğunu söylememiş miydim?"
İlk insanlar yaşadıkları Hayat içerisinde bir kültür edinerek kendilerinden sonra gelecek olanlara yaşadıkları kültürü, miras olarak devretmişlerdir. Onlarda o kültürler üzerine bir kültür ekleyerek kendilerinden sonra kilere daha güzel bir hayat bırakmışladır. bu olay bu güne kadar devam edip gelmiş ve devam edecektir..ta… eşyanın esrarı çözülüp insanoğlunun ömrünün bitişine kadar
Bunu somutlaştırarak anlatacak olursak, İlk insanlar doğdukları zaman çırılçıplak idi, ilk olarak doğada bulabildiklerini iklim şartlarına göre, Ağaç yaprakları ve otlarla örtünüyorlardı. Gün Gelmiş Hayvan derileriyle örtünmeyi keşfederek onlarla örtünmüşler. Gün Gelmiş Hayvan kıllarını eğirerek kendilerine elbiseler yaparak örtmeye başlamışlar. Gün gelmiş onların yerlerini dokuma tezgahları ve fabrikalar keşfederek daha modern elbiseler imal edip giyinmişlerdir. Bu Örtünüş biçimini Allah ın gönderdiği peygamberlerle. Ve kitaplarla da tarif edilerek, örtünmesi gereken yerler..tarif edilmiştir.
Aynen onun gibi, Orijinal olan kitapla korunmuş olan vahiy çerçeve olarak peygamberlerin kitapla hayatlarını bütünleştirdikleri gibi, Günün koşullarında, Allah'tan gelen hangi bir emirin, hangi malzemelerle, ve aletlerle, nasıl yapılacağının örneğini pratik hayatta örnek olarak bizzat göstermiştir. Devlet başkanlarının da üfürüldükçe genişleyen balonun çevresini taşmadan, global kültürde,yerini alması sünnetlerdendir. Bunu Bir ayetle biraz daha genişletmeye çalışalım.
8/60- Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla, Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip Allah'ın bildiği diğer (düşmanları) korkutup-caydırasınız. Allah yolunda her ne infak ederseniz, size 'eksiksiz olarak ödenir' ve siz haksızlığa uğratılmazsınız.”
Dikkat edilirse, Kur’an da bahsedilen( kuvvet ve besili atlar,) ifadesi sözü edilmektedir. Buradaki hitap devlet başkanı ve ona tabi olanlaradır. Günün Şartlarına göre değişken bir emirdir. Yani Kültür ve medeniyet ilerledikçe, bir önceki kültürün yerini bir sonraki daha da güzelleşerek, yerini alacaktır
Peygamberimiz döneminde, O Günün şartlarında, savaş aracı olarak, en önde geleni besili atlar imiş.ki, düşman güçleri onlarla püskürtülüyormuş. Ama şimdi savaş aracı olarak sünnet diye at beslemeye kalkışılırsa, Hem gülünç olur. Hem de bu yanlışlığın bedelini öldürülmek ve köleleştirilmekle öderiz. Rahmetli babam sağ iken Köyde,Evin yük taşıma ihtiyaçlarını, At ile temin ediyorduk, O Dönemlerde Traktörler cipler arabalar daha yeni yeni kullanılmaya başlamış idi Bazı traktör alanlar da ücretle yüklerimizi taşıyorlardı. Ona Verdiğimiz ücret ile at beslediğimiz ücreti hesapladığımız zaman, Traktöre kira olarak verilen ücret yem samana verilen ücrete göre çok komik kalıyordu. Ben Dedim ki Baba Bu Atı Satalım bize masraflı geliyor. Biz Her işimizi arabalarla yapıyoruz at bomboş yem yiyecekten başka yük getirmiyor. En Sonunda Babam bunu iki sene bekledikten sonra anlayabildi. Ve atı sattık. Aynen onun gibi ayette değişiklik kavramı Çağlar üstü bir kavram ifade etmektedir. Balonun içerisine hava üfürüldükçe, büyüyen balonun içerisinde yer almaya devam etmektedir. Asıl Sünnet olan Yirmi birinci asrın şu anda muhtaç olduğu teknoloji ne ise önemli olanı onu hazırlamaktır.
İşte Kur’an’ın anlaşılmasını engelleyen zihniyet bu zihniyettir. Şeytan İslam toplumunun sağ tarafından yaklaşarak Hadis kılığına bürünerek, sünnet diye peygamber misyonuna yakışmayan, ve söz ve davranış biçimleriyle uyuşmayan, zihniyeti getirmişler. Peygamberin sünneti diye lanse etmişlerdir.
Yine güncel bir örnekle söylediklerimizi daha da pekiştirmeye çalışalım. Hiç Laboratuar kelimesinin duyulmadığı bir zamanda,, Suyun Temiz olup olmadığının bilinmesi O Günün şartlarına göre anlaşılmaya çalışılıyordu. Saman çöpünün götürüp götürememesi suyun temiz olup olmamasının bir ölçüsü idi, Veya kuyudaki bir suya düşen ölü bir hayvanın çeşidine ve büyüklüğüne göre kuyudan ne kadar teneke ve kova su çekileceği tartışılıp duruluyordu..
Şimdi Allah İnsanlar aracılığı ile teknolojiyi geliştirdi suyun temiz olup olmadığı birkaç damla suyu laboratuara götürüp tahlil neticesinde belli olmaktadır.
İşte Günümüzde peygamber olsa, Suyun temiz olup olmadığını saman çöpünün, götürüp götürmediği ile değil laboratuarla inceletir öyle karar verirdi.
3/159- Allah'tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla müşavere et. Eğer azmedersen artık Allah'a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.
Devlet başkanının yapacağı da odur. Eğer peygamber olayının bitişiyle beraber. İnsanlık yolunu kaybedecekse, elinde bir kılavuz yoksa haksızlık olur ve imtihan adaletsiz bir ortamda yapılmış olurdu
Halbuki öyle değil, Kuranın yol göstericiliği altında, Müspet bilimlerin gelişmesiyle,İnsanlara faydalı ve zararlı olanlar tespit edilerek,Haram ve helaller ortaya konmalıdır. Onların vermiş oldukları kararlar devlet başkanlarının uyacağı kararlardır.
Daha öncede bu konuda vermiş olduğum bilgilerde olduğu gibi Peygamber tıp alanında uzman değilse tıp ile bilgileri tıp uzmanlarından alıyordu, bu Tabi ki vahiy bilgisinin dışında olursa.
10/94- Sana indirdiğimizden eğer kuşkudaysan, senden önce kitabı okuyanlara sor. Andolsun, Rabbinden sana gerçek gelmiştir, şu halde kuşkuya kapılanlardan olma
21/7- Biz senden önce de kendilerine vahiy ettiğimiz erkekler dışında elçi göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, o halde zikir ehline sorun.
Zikir ehli bir şeyin uzmanı bilgi sahibi kişilerdir Peygambere gönderilen vahiyler Eşyanın yapısında zikir ehlinin bulduğu bulgularla çatışmaz. Kuran Herhangi bir konuda bir şey söylemişse o konu ile ilgili bilime eğer ulaşabilmişse Çelişkiye düşmez. Bakınız İlim ve teknolojinin ulaşamadığı dönemlerde Gök Yüzü ile ilgili bilgiler. Bu gün çözülüp ortaya çıkınca Kur’an ın söylediklerinin doğruluğunu görenlerin imanları daha da artmaktadır..
36/37- Gece de kendileri için bir ayettir. Gündüzü ondan sıyırıp yüzeriz, hemen artık karanlıkta kalıvermişlerdir.
36/38- Güneş de, kendisi için (tespit edilmiş) olan bir müstakarra doğru akıp gitmektedir. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)ın takdiridir.
36/39- Ay'a gelince, Biz onun için de birtakım uğrak yerleri takdir ettik; sonunda o, eski bir hurma dalı gibi döndü (döner).
36/40- Ne Güneş'in Ay'a erişip-yetişmesi gerekir, ne de gecenin gündüzün önüne geçmesi. Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedirler
Dikkat edilirse Kur’an’ın yirmi üç yıllık dönemi içerisinde, Zaman ve şartlara göre değişme ve gelişme olmuştur. Müslümanların kesin bir zafer kazanıncaya kadar, esir alınmasını yasaklayan ayet olduğu gibi Müslümanlar kesin zafer kazandıktan sonra esir alınmasını emretmiştir.
8/67- Hiçbir peygambere, yeryüzünde kesin bir zafer kazanıncaya kadar esir alması yakışmaz. Siz dünyanın geçici yararını istiyorsunuz. Oysa Allah (size) ahireti istemektedir. Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir
Görüldüğü gibi peygambere yön veren vahiydir, Nerde nasıl davranacağını Allah bildiriyor. Bakınız şartlar değişince aynı esir alma konusunda bunun tamamen tersini söylüyor
8/70- Ey peygamber, ellerinizdeki esirlere de ki: "Eğer Allah, sizin kalplerinizde bir hayır olduğunu bilirse (görürse) size sizden alınandan daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.
İşte sünnet de Kur’an’da, Farzda Kur’an da dır. Allah ile peygamberi ayır maya kalkmak, peygamber kavramını kavrayamamak demektir.
Allah Kur’an da Müslümanların zayıf olduğu zamanlarda esir almayın güçlü olduğunuz zaman esir alın diyor. bir peygamber kalkıp da esiri zayıf olduğunda alıp güçlü olduğunda almayabilir mi? Eğer bir peygamber öyle davranmış olsa Allah onu peygamberlikten azleder,
Ben Çocuklara şöyle bir soru soruyordum. Allah bir emir verse, Peygamber de bir emir verse ikisi çelişkiye düşse hangisi doğru olur dediğim zaman Kafası çalışanlar veya peygamber kavramını bilenler Allah ile peygamberin verdiği emirler çelişmez diyor. Doğru olanı da odur. Peygamberler Allah'tan gelen emirleri Bir örnek olarak yaşar ve söyler. Diğer onu takip eden Müslümanlar bulunmuş olduğu dönemde onun yaptığı gibi yaparlar.
Kurandaki Bütün emirler peygambere ait olan dönemde yapılması gereken emirleri bizzat kendisi yapar diğerlerini de kendinden sonra gelecek olan elçilere bırakırlar.
Her Müslüman olan şunu iyi bilmelidir ki Peygamberlik hayatı devam etmiş olsaydı, ki devam etmeyecek, Eksiksiz ve her örnekten bir örnek verilen Kuran dururken, Bir olay karşısında ne yapardı.? Sorusuna cevap bulabiliyorsak, problemi çözmüşüz demektir. Kur’an’ı Çelişkisiz bir anlayışla kavrayıp, Önüne çıkan problemleri onun örnekliğinde çözülmesi gerekmektedir. Veya bunu Kendilerinde bir ilim haline getiremeyenler, Aklını Kullanarak O Konu İle ilgili uzman olanlara danışarak Akıl Ve takvadan gelen sese uyduğu zaman doğru olan bir davranış şeklini yakalar kanaatindeyim.
Şu Bir gerçek ki herkes her konuda uzman olamaz. Her bilgi sahibin üstünde bir bilgi sahibi vardır.

12/76- Böylece (Yusuf) kardeşinin kabından önce onların kaplarını (yoklamaya) başladı, sonra onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte Biz Yusuf için böyle bir plan düzenledik. (Yoksa) Hükümdarın dininde (yürürlükteki kanuna göre) kardeşini (yanında) alıkoyamazdı. Ancak Allah'ın dilemesi başka. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır
Hiç Olmazsa her Müslüman kendi yaşamında helal ve haramları bilip öğrenmesi gerekmektedir.uğraş verdiği hayat ile ilgili. Ticaret ile uğraşan birinin o konu ile ilgili bilgileri,öğrenerek,ticaret hayatında haram ve helal ölçüleri içerisinde mesleğini icra etmesi gerekmektedir. Ziraatte,siyasette, tıpta,çobanlıkta,v.s. her meslek dalında. Yaptıkları her davranışı helal ve haram ölçülerine dikkat ederek yaşaması gerekmektedir.
Kuranı kerim, dikkat edildiği zaman,Günün şartlarına göre değişen problemlerin çözümünü kesin bir emirle bildirip mecbur tutmamıştır. Bunlardan bir örnek verecek olursak, zekat Müslümanların İslam devletine ödedikleri verginin adıdır. Vergi günün şartlarına göre devletin halktan kırkta bir,on da bir. Gün gelir yarısı veya hepsi insanlardan talep edilebilir. Bu şartlara göre değişken bir olaydır. Bunu O günün İslam otoritesi. Günün şartlarına göre belirler.. Kırkta bir zekat verilecek diye kuranda bir ayet yoktur. Bu kuranda yok diye. Klasik din alimleri bunu peygamberimizin sünnetinden öğreniyoruz diye kuranın dışına çıkıp yol aramaya malzeme olarak kullanmışlardı.
Bakınız evrensel olan Kur’an ceza ve diyet bedelinden bahsederken, örfe göre tabirini kullanmıştır. Mesela, oruç tutmaya takati yetmeyenlerin, Her gün bir acı doyuracak kadar diyet ödemesi kişinin durumuna göre ve günün şartlarına göre değişken bir olaydır.
4/92- Bir mü'mine, -hata sonucu olması dışında- bir başka mü'mini öldürmesi yakışmaz. Kim bir mü’mini 'hata sonucu' öldürürse, mü'min bir köleyi özgürlüğüne kavuşturması ve ailesine teslim edilecek bir diyeti vermesi gerekir. Onların (bunu) sadaka olarak bağışlamaları başka. Eğer o, mü'min olduğu halde size düşman olan bir topluluktan ise, bu durumda mü'min bir köleyi özgürlüğe kavuşturması gerekir. Şayet kendileriyle aranızda andlaşma olan bir topluluktan ise, bu durumda ailesine bir diyet ödemek ve bir mü'min köleyi özgürlüğe kavuşturmak gerekir. (Diyet ve köle özgürlüğü için gereken imkanı) Bulamayan ise, kesintisiz olarak iki ay oruç tutmalıdır. Bu, Allah'tan bir tevbedir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir
Ayette görüldüğü gibi altmış yoksulu doyurmaya gücü yetmeyenlerin altmış gün oruç tutmasından söz edilmektedir. Diğer bir ayette de.
2/184- (Oruç) Sayılı günlerdir. Artık sizden kim hasta ya da yolculukta olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde (tutsun). Zor dayanabilenlerin üzerinde bir yoksulu doyuracak kadar fidye (vardır). Kim gönülden bir hayır yaparsa bu da kendisi için hayırlıdır. Oruç tutmanız, -eğer bilirseniz- sizin için daha hayırlıdır.
Bakınız ülkemizde,bile paraya çevrilebilen hapis cezalarının, Aradan on beş yirmi sene geçmesine rağmen, kanunun çıkışı anında gayet güzel ve mantıklı olan, fakat aradan kısa bir süre geçmesine rağmen, demode olup evrenselliğini kaybederek gülünç duruma düşmektedir. Bir örnek verecek olursak, Kanun çıktığı zaman, ağır para cezası olarak verilen, yirmi bin lira, o günün şartlarında o verilen para cezası bir apartman alırken, aradan on beş yirmi sene geçtiğinde para alım gücünü kaybederek sakız bile alacak değeri kalmıyor. Şimdi Hakim ceza verirken sakız parası dahi etmeyen yirmi bin lirayı, ağır para cezası diye tanımlarsa ne kadar gülünç olur.
İşte çağ dışı diye ilan ettikleri kuran böle bir gafa düşmemiştir. Çağa göre değişebilecek ayetlerin yorumunu. Çağların kendisine bırakmıştır.
Kur’an’ın diğer zamanın şartlarına göre değişken olan ayetlerden biri de, örf ile ilgilidir. Bu yorumu da o konuda ilim sahipleri yapar,
2/233- Emzirmeyi tamamlamak isteyenler için anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların (annelerin) yiyeceği, giyeceği bilinen (örf)e uygun olarak, çocuk kendisinin olana (babaya) aittir. Kimseye güç yetireceğinin dışında (yük ve sorumluluk) teklif edilmez. Anne, çocuğu, çocuk kendisinin olan baba da çocuğu dolayısıyla zarara uğratılmasın; mirasçı üzerinde(ki sorumluluk ve görev) de bunun gibidir. Eğer (anne ve baba) aralarında rıza ile ve danışarak (çocuğu iki yıl tamamlanmadan) sütten ayırmayı isterlerse, ikisi için de bir güçlük yoktur. Ve eğer çocuklarınızı (bir süt anneye) emzirtmek isterseniz, vereceğinizi örfe uygun olarak ödedikten sonra size bir sorumluluk yoktur. Allah'tan korkup-sakının ve bilin ki, Allah yaptıklarınızı görendir
Bakınız bu ayette de bir örften söz etmektedir. Örf olayı da toplumdan topluma değiştiği gibi zaman ve şartlara göre de değişmektedir. Daha önceki toplumlarda, anne babaya ait çocuğu emzirmek istemez, veya kadın boşandığı zaman iki yıla kadar emzirirse, günün şartlarına göre bir süt anneye ödenecek bedel kadar. Kendine ait olan çocuğun babası ödemesi gerekmektedir.
Günümüz şartlarında süt annesi diye bir olay yoktur bunun yerine anne sütü kadar besin değeri olmasa da, hazır mamalar üretilmektedir.., eğer boşanmış olan kadın, çocuğa belirli zaman bakmak zorunda kalırsa, çocuğun bakım masrafları artı, çocuk için günün şartlarına göre gereksinimler boşadığı kadına ödenmesi gerekmektedir.
Sonuç Olarak diyebiliriz ki peygamberimiz dönemindeki şartlarla , günümüz dönemindeki ve daha sonra değişerek gelecek olan şartlar bir değildir. Kur’an bunun formülünü verip, kültür ve medeniyet değiştikçe.ilerledikçe, balonun içerisine üfürülen Hava çeperlerine doğru genişlemektedir.
2/228- Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç 'ay hali ve temizlenme süresi' beklerler. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa Allah'ın rahimlerinde yarattığını saklamaları onlara helal olmaz. Kocaları, bu süre içinde barışmak isterlerse, onları geri almada (başkalarından) daha çok hak sahibidirler. Onların lehine de, aleyhlerindeki maruf hakka denk bir hak vardır. Yalnız erkekler için onlar üzerinde bir derece var. Allah Azizdir. Hakimdir.
Buradaki illet, “ başkalarına ait çocuğun saklamaları onlara helal olmaz.” Çocuğun kime ait olduğu bilinmesi ile ilgilidir, O dönemlerde laboratuar diye bir olay yoktu, kadında çocuk olup olmadığı, kadındaki fiziksel bir değişme ile bilinebiliyordu, Şimdi ise bir idrar tahlili ile çocuğun olup olmaması hemen belli oluyor.
2106- Biz, daha hayırlısını veya bir benzerini getirinceye (kadar) hiçbir ayeti neshetmez (hükmünü yürürlükten kaldırmaz) veya unutturmayız. Bilmez misin ki Allah, gerçekten herşeye güç yetirendir.
İşte Allah burada çocuğun olup olmamasını ilim ve teknoloji geliştiği zaman üç ay yerine bir tahlil ile bildirerek. Daha güzeli ile üç ay beklemeden çocuğun olup olmaması belli olabiliyor. Ayet devam ediyor.” Kocaları, bu süre içinde barışmak isterlerse, onları geri almada (başkalarından) daha çok hak sahibidir ler” işte kuranın bahsettiği bu süre içinde barışıp barışmayacaklarını Allah'tan başka kimse bilmez. Bu değişken olmayan yönüdür. Çünkü bu dönem kadın ve erkek için düşünme ve ders alma dönemidir. Evli olan dönemle evli olunmayan bir dönemin mukayesesinin yapıldığı bir dönemdir. Kurandaki bu ayet,hem sünnetteki bir uygulamayı,hem de evrensel olan ikinci bölümdeki,” Kocaları başka kocalardan barışmak isterlerse daha çok almaya hak sahibi oluşu güncelliğini korumuş ve ilelebet koruyacaktı
/
İlim ve teknoloji ilerledikçe,insan yaşamı da o oranda kolaylaşmıştır, yenı yeni keşifler icatlar, bir öncekinin hükmünü yürürlükten kaldırarak.daha iyisi ve moderni hayata geçmektedir.Elektrik icat edilince, gaz lambasının hükmünün kalktığı, petrolün icat edilmesiyle, kömürle çalışan trenlerin, yerini mazotla çalışan trenlerin alması gibi.
Çatal ve kaşık yokken peygamberimizin sünneti deyip avuçla yemek yemek, Arabalar uçaklar icat edildiği halde onlara binmeyip sünnet diye ata deveye binilirse.yanlış bir sünnet anlayışının örnekleridir. Asıl Sünnet olan, Daha güzeli varken daha az güzelini terk etmektir.
Söylediklerimizi ve anlattıklarımızı toparlayacak, olursak, İnsan yaşamı ile ilgili Kur’an her örnekten bir örnek verip, ve hiçbir eksik bırakmadan, yol gösterici bir rehberdir. O Kur’an’ı bulunmuş olduğu çağda İnsan toplumlarındaki ilelebet değişmeyen yasallar aynı kalmak koşulu ile, şartlara göre değişebilen ayetlerin elçiler aracılığı ile çağlarda hayatla yorumlanmasıdır.
İşte sünnet bazılarının söylediği gibi Peygamberimizin kuranın dışında söyledikleri ve yaptıkları değil, Sünnet peygamberimizin kuranın emirlerini hayata günün şartlarına göre yaşamasının adıdır.
6/91- Onlar: "Allah, beşere hiçbir şey indirmemiştir" demekle Allah'ı, kadrinin hakkını vererek takdir edemediler. De ki: "Musa'nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği ve sizin de (parça parça) kağıtlar üzerinde yazılı kılıp (bir kısmını) açıkladığınız ve çoğunu göz ardı ettiğiniz kitabı kim indirdi? Sizin ve atalarınızın bilmediği şeyler size öğretilmiştir." De ki: "Allah." Sonra onları bırak, içine 'daldıkları saçma uğraşılarında' oyalanıp-dursunlar.
Bakınız Ayette İnsan kültürleri ilerledikçe Açıklanabilecekler anlamında olan,”Bir kısmını açıkladığınız ve çoğunu göz ardı ettiğiniz kitabı kim indirdi” ifadesi, gelecek olan çağlarda açıklanabilecek olan ayetlerdir. Şimdi peygamber ortada yok, peki ileriki zamana bırakılan ayetleri. O zaman kim açıklayacak.
Evrensel olan kuran elbette yirmi üç yıl gibi kısa bir zamana sıkıştırılamaz. O kitap insan oğlu var oldukça evrenselliğini koruyacak ve korumaya devam edecektir.
3/159- Allah'tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla müşavere et. Eğer azmedersen artık Allah'a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.
Allah ve resulüne iman eden her devlet başkanının üzerine düşen yükümlülük, Kur’an a uygun olarak. Yapmak istediği bir icraatı o konunun uzmanlarını toplayarak,istişare yaptıktan sonra uygun olan kararı verir ve uygular. Şimdi peygamberlik devam etseydi onun yapacağı da o idi.
O Zaman fıkıh kitaplarında aktarılıp durulan. Edilleyi şeriye dörttür Kitap ,Sünnet. İcmai ümmet, ve kıyası fukaha. Diye söylemeleri eksik bırakılmayan her örnekten verilen kuran anlayışına ters düşmez mi
Peygamber Allah’ın bir kulu ve elçisidir, Kuran bir kanun peygamberin yaptıkları ve yaşadıkları da bu kanunun pratik hayata uygulanmasının adıdır.. peygamber kanun koyamaz hüküm koyan kanun koyucu Allah tır. Eğer O Kuranın dışında bir davranışta bulunsaydı, başına şunlar gelir.
69/44- Eğer o, Bize karşı bazı sözleri uydurup-söylemiş olsaydı.
69/45- Muhakkak onun sağ-elini (bütün güç ve kudretini) çekip-alıverirdik.
69/46- Sonra onun can damarını elbette keserdik
Öyleyse Kur’an artı sünnet eşittir İslam değil. İslam Allah’ın gönderdiği kur’an’ın öğütlediği hayatın adıdır. O zaman Müslüman'ım diyenlerin Allah’ı Bir tanedir. İnsanlar arasından Allah’ın peygamber olarak seçtiği Muahammet SAV. İman edenlere güzel bir örnektir. Onun Yaşadığı Hayat Kuran’ın ta kendisidir. Bize hadis diye aktarılan sözlerin büyük bir çoğunluğu. Yahudi ve Hıristiyanların uydurduğu hikayelerdir. Hicri yüz yüzeli sene sonra kaleme alınmaya başlamı.ştır. insanların ağızdan ağza aktardıkları unutma, yanılma ve kasıtlı olabilme sebepleriyle doğru olarak bu güne kadar gelebilme şansı çok azdır. Bu Sebeple hadis ilmi diye bir ilim olmaz İlim Belge gerektirir İnananlar için.farz sünnet diye bir olay yoktur Bu Allah’a ortak koşmak olur. Emirin tek kaynağı Allah tır.Onun Resulü de o emre uymakla , diğer iman edenlerde o emire uymakla yükümlüdürler.. İşte Kuran ve sünnet hakkında söyleyeceklerim bu kadar. Eleştirilerinizi bekler sevgiler sunarım.

.
Ali Rıza Borazan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Ali Rıza Borazan Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
dost1 (17. June 2009), en_doğru (9. November 2009)
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
nuri, sünnetyaşar, yorumu, öztürk


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 03:08 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam