hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > NEBİLERİN SONUNCUSU MUHAMMED PEYGAMBER > Hayatı Kişiliği

Konu Kapatılmıştır
 
Seçenekler Stil
Alt 12. June 2011, 09:34 PM   #11
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

B) EĞİTİM SEVİYESİ, İLİM, KÜLTÜR ve PRATİK BİLGİLER

1. Okuma Yazma:

Bu konu çerçevesinde herşeyden önce düşünülmesi gereken doğru yaklaşım, özellikle Peygamber'in peygamberlikten Önceki toplumu ve asrında, genel olarak da o dönemin uygar dünyasının çeşitli bölgelerinde bizim çağımıza oranla okuma-yazma ve onlara bağlı olan bilimlerin marifetlerin daha dar kapsamlı olduğudur. Nitekim matbaa ve modern imkanlar oranı ve insan bilgisinin her çeşit toplum ve sınıfta artışı da o asrın akli gelişme derecesini yansıtacaktır. Şimdilerde okuma-yazma gerçekten kültürel değerlerin ölçütü olarak kabul edilmektedir. Burada dikkat çekilmesi gereken bir nokta da eski toplumlarda ve asırlarda okuma-yazmanm değerinin az olduğunu söylemek istemediğimizdir. Belki de o zamanki toplumların ve asırların tabiatı gereği olarak okuma-yazma hayati bir öneme sahipdi. Hatta bu ikisinin herhangi bir toplumda dar ya da geniş kapsamlı yaygınlığı o toplumun diriliğini kültürünü ve hareketliliğini küçümsenmeyecek ölçüde gösterecektir.

Burada okuma-yazma konusunda asıl hedef tabiatıyla ve özellikle peygamber çevresidir. Ki bu çevrede kitabîler ve ümmiler -kitabî olmayanlar- vardı, kitabîlerin içinden Ara olanlar ve yabancı olanlar bulunuyordu. O halde bunlar azınlık da olsalar bu çevrelerdeki okuma-yazmadan bir nebze söz etmek gerekir, sonra burada birinci derecede akli güçleri öğrenilmek istenenler Araplardır dense yerinde bir söz edilmiş olur. Sonra bu çevrelerdeki okuma-yazma bilme derecesinin ne ölçüde seyrettiğini bilmek, herhalde yararlı ve zorunludur. Kitaplılardan Hıristiyan ve Yahudi olarak Araplar vardı. Onların da okuma-yazmada hangi seviyede olduğunu tesbit etmek gerekiyor ve sözün onları da kapsaması icab ediyordu. Onların da Arapların akli gücünü göstermede bir rolü olabilirdi. Ayrıca kitaplı olmayan Arapları etkilemeleri de doğru sayılabilirdi. Bu son nokta Arap çevrede yaşayan kitaplı olmayan Araplarda gerçekleşmişti.

Kur'an'da okuma-yazmanın genel olarak kitaplılarda özellikle de Yahudi olan kitaplılarda yaygın olduğunu, hatta bir ölçüde geniş kapsamlı olduğunu söylemeye müsait açık delaleti bulunan pek çok ayetler yer almaktadır.
Onların Mekke'de olanlarıyla ilgili: En'am, 20 ve 114; A'raf,157; Yunus, 94; Ra'd, 36; İsra, 107,108; Nahl, 43; Hac, 54; Kasas, 52-55; Ankebut, 46-47; Şura, 14; Şuara, 197; Ahkaf, 10; Neml, 76, gibi birinci bölümün üçüncü konusunda naklettiğimiz ayetleri okuduğumuzda; Nahl 103. ve Furkan 4-5. ayetlerini güzelce düşündüğümüzde; Peygamber'in okuduğu Kur'an'ı Kitaplılardan aldığı, öğrendiği şeklinde kafirlerin Peygamber'i yaftalamaya kalkmalarını değerlendirdiğimizde, Mekke'de yaşayan Kitaplıların çoğunun okuma-yazma bildiklerini tercih ederiz. Onlarla ilgili araştırmamızda onların bir tek millete mensub büyük bir azınlık olmadığı, değişik uluslara mensub bireysel bir azınlık oldukları, onlardan bazılarının daha yeni geldikleri, bazılarının taşıdığı bir meziyetten dolayı oraya getirildikleri sonucuna varmıştık. Bunların hepsi de ayetlerin ilham ettiği noktayı, onların çoğunun okuma-yazma bildiklerini, desteklemektedir.

Onların okuma-yazma diline gelince bunu kesin bir biçimde tesbit etmek bizim açımızdan mümkün değildir. Yalnızca azınlıkta bulunan İsrailliler îbranice okur-yazarlardı. Yabancı olan Hıristiyanlar ise kendi dilleriyle ya da İncil'in Süryanice ve Yunanca -Latince olan dliyle okuyor-yazıyorlardı. Bu sırada bu iki dil Şam'da, Irak'ta ve Mısır'da yaygın bulunuyordu. Tabii ki bu, o yabancıların Arapça okuma-yazma bilmedikleri anlamına gelmez. Onlardan bazılarının özellikle de eski olanların Arapça'yı da okuyup yazdıklarını tercih ediyoruz demesek de bunu uzak bir ihtimal olarak görmüyoruz. Arap olan Kitaplıların ise Arapça olarak okuyup yazdıklarını tercih ediyoruz. Buhari hadisinde kaydedildiğine göre Varaka b. Nevfel Hıristiyan olmuştu ve îbranice yazabiliyordu.
Medine'deki Kitaplılara gelince -ki bunların büyük çoğunluğu İsraillilerdi- onlarla ilgili olarak nazil olan Bakara, 41, 76, 79, 89, 91, Al-İ îmran, 78, 93, 187, 188, 199, Nisa, 44, 47, 156, 162, Maİde, 15, 43, 44, 47, 68, Cuma, 5 gibi daha önce Birinci Bölümün üçüncü konusunda naklettiğimiz ayetler onların arasında da okuma-yazmanın oldukça yaygın olduğunu, tercih etmeye müsaittir. Fakat bu yaygınlık Mekke kitaplıları arasındaki yaygınlık çerçevesinden daha dar bir çerçevedeydi. Bakara 78. ayetinde:
"Onlardan bazısı da ümmidir. Kitabı bilmezler; bütün (bildikleri) bir sürü asılsız şeydir. Bunlar yalnızca zannederler."

Bu yaklaşımın sağlıklı olduğunu gösteren güçlü bir delil vardır. O da, belirtildiğine göre Yahudilerden bir kesimin okumaya zinayı yeterli derecede bilmediğidir. Çünkü uzun zamandan beri büyük-küçük, kadın-erkek, işçi-çiftçi olarak ailece sürgün hayatı yaşamış büyük azınlıklar halinde olmaları, tabiatıyla onların bu hususta geri kalmalarını, kültürel yönden geri kalmalarını gerektirir.
Tam anlamıyla doğru olmasa da tercihe şayan görüş odur ki, îsrailoğullarmdan okuma-yazma bilenler bu alanda öncelikle kendi milli dilleri olan İbraniceyi kullanıyorlar, onunla yazıyorlardı. Bu-hari'nin Varaka b. Nevfel ile ilgili hadisi ve Peygamberin Ensar'dan biri olan Zeyd b. Sabit'e İbranice'yi öğrenmesini istediğini kaydeden başka bir hadis de bu tercihin destekleyicisi delilleridir. Bunun yanısıra onlardan bazılarının Arapçayı da okuyup-yazdıklarını tercih ediyoruz.
İsrailî olmayan kitaplılara gelince, Mekke'deki yabancı ve kitaplılar hakkında söylediklerimizin hepsi burada onlar için de tamamiyle geçerlidir.
Şimdi de Hicaz halkının Kitaplı olamayan, oradaki nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan ve Rasul dönemi ve çevresinden amacın birinci derecede muhatabı olan Araplarda okuma-yazma faaliyetlerinin izahına geçmek istiyoruz. Buna bağlı olarak deriz ki: Kur'an'da okuma ve yazma için gerekli olan kitap, kağıt, yaprak, sahifeler, kalemler, mürekkep, siciller/kayıt defterlerinden söz eden bir takım ayetler vardır. Gelecek ayetlerde bunu görüyoruz:
1 Biz Kitab'ı üzerine yazılı bir kağıtta göndersek de ve onlar ona elleriyle dokunsalar... (En'am, 7).
2 Biz, her insanın kuşunu kendi boynunu doladık, kıyamet gününde onun için açılmış olarak önüne bir kitap çıkarırız 'kitabını oku; bugün nefsin senden hesap sotücu olarak sana yeter.' (İsra, 13-14).
3 De ki: "Rabbimin sözlerini yazmak için deniz mürekkep olsa... (Kehf,109).
4 Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de (mürekkep) olsa ve bunlara yedi deniz daha eklense yine de Allah'ın kelimeleri tükenmez... (Lokman, 27)
5 Tur'a, ince deri üzerine satır satır yazılmış kitaba... andolsun. (Tûr,1-3)
6 Hayır, onlardan her biri, kendilerine açılmış sahifelerin verilmesini ister. (Müddessir, 52).
7 Şüphesiz bu, önceki sahifelerde vardır, İbrahim'in ve Musa'nın sahifelerinde. (Al'a, 18-19). AyrıcaBkz: (6/91; 17/93; 21/104; 68/1-2; 96/1-4)

Bu ayetlerin hepsinin Mekki olduğuna dikkat çekmeliyiz. İlk olarak bu ayetleri duyan kişileri temsil eden Mekke ahalisinin, onların anlamlarını ve kapsamlarını anladıklarını söylememiz herhalde en doğru açıklama olacaktır.
Yazma ve türevleri olan sözcükler Kur'an'da üçyüz küsur, okuma ve türevleri ise doksan küsur defa değişik uslublarla geçmiştir. Bu kelimelerin doğrudan doğruya direkt asli anlamlarının kullanıldığı Mekkî ayetlere örnek olması bakımından aşağıdaki ayetleri" veriyoruz:
1 ...Senden önce kitabı okuyanlara sor. . (Yunus, 94)
2 Ve dediler ki: "(Bu), Geçmişlerin uydurduğu masallardır, bir başkasına yazdırmış olup kendisine sabah akşam okunmaktadır." (Furkan, 5)
3 "Onu Arapça bilmeyen birine de indirmiş olsaydık, böylece onlara karşı onu okusaydı yine ona iman etmezlerdi, (Şuara, 198-199)
4 Bundan önce sen hiçbir kitap okumuyor ve onu sağ elinle de yazmıyordun. (Ankebut, 48).
5 Oysa biz onlara ders alacakları kitaplar vermemiştik ve kendilerine senden önce bir uyarıcı da göndermemiştik. (Sebe, 44)

Bu ayetlere daha önce naklettiğimiz ayetleri de ilave etmek gerekir. Çünkü bunlar da delalet yönünden aynı konuyla ilgilidir.
Okuma, yazma ve türevlerinin çok olarak geçtiği Medenî ayetler genellikle Ehl-i Kitap ve özellikle de Yahudilerle ilgili olsa da Peygamberin çevre ahalisinden olan müslüman Araplara, ticari hareketlerle ve cari hesaplarla ilgili öğretilere yönelik ayetler de vardır. Burada Bakara sûresinin 282. borç ayetini kastediyorum.
Kur'an'da geçen bir çok ayetin, okuma-yazma araç ve gereçlerinin isimlerini ihtiva etmesi, okuma-yazmaya bu kadar büyük ölçüde önem verilmesi, onun üzerinde yoğun şekilde durulması, Peygamber dönemindeki Arapların bu vasıta ve araç-gereçleri bildiklerini, kullandıklarını ve okuma-yazmanın onlarda azımsanmayacak derecede yaygın olduğunu gösteren kuvvetli bir delildir. Çok tekrar, aradaki ülfeti gösterir. Bu da ülfet edilen şeyin küçümsenmeyecek ölçüde yaygınlık kazanmasıyla ancak gerçekleşebilir.
Cumhurun görüşüne göre Kur'an'ın ilk inen ayetleri olarak kabul edilen Alak sûresinin ilk ayetleri ve onların içeriklerinin ilham ettikleri üzerinde düşündüğümüzde burada okuma ve yazmaya dikkat çekildiğini görüyoruz: "Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku senin Rabbin en büyük kerem sahibidir; Ki O, kalemle öğretendir. İnsana bilmediğini öğretti" (Alak, 1-5).
Pek çok ravilerin ondan sonra indiğini kabul ettikleri ikinci ayetler grubu Kalem sûresinin ilk ayetleridir. Burada da Allah, Kaleme ve Kitaba yemin etmektedir, "kaleme ve yazdıklarına andolsun." Bunlar da aynı şekilde ileri sürdüğümüz görüşümüzü desteklemekte ve doğruluğunu göstermektedir.
Muhtemelen Enam 7. ve İsra 93. ayetlerinde de Özel türden bir takım güçlü karineler vardır. Her iki ayet de meydan okuyuş ve eleştirme sadedinde, çoğul sigasıyla gelmiştir. İsra ayetinin üslubu okuma-yazma için alışılan bir uslubtur. Müddesir 52. ayeti de güçlü karinelerdendir. Yeter ki içeriği ve kapsamı güzelce anlaşılsın. Aynı şey, konusu ve teması ahiret sahneleri de olsa, tüm insanların okur-yazar olduğunu farzeden İsra 13-14. ayetleri için de söylenebilir.
Yine diğer bir açıdan bakacak olursak, Mekke ticari bir şehirdi. Tüccarların kervanları sürekli olarak, uygarlıkta az payı bulunmayan Şam, Mısır, Irak, Faris (İran) ve Yemen gibi ülkelere gidip gelirdi. Bu gibi gelenlerin orada gördükleri şeyleri örnek alarak okuma-yazmayı ve onların vasıtalarını kabul etmeleri ve onları kendi toplumlarında yaymaya çalışmaları makul birşey olurdu. Sonra onların ticari uğraşlarının tabiatı onların okuma-yazma ve hesap işlemlerini öğrenmelerini zorunlu kılıyordu. Burada özellikle Bakara 282. ayeti ve onda yer alan ticari işlemlerin ve borç anlaşmalarının yazılmasına önem verilmesine teşvikte bulunan içeriği dikkat çekmektedir. Çünkü bu, söz konusu telkinleri dinleyenlerin bu işi uygulamalarının mümkün olduğunu ve toplumun dar olmayan bir ölçüde onu uygulamaya hazır olduğunu göstermektedir. Ayrıca ayette geçen "Kâtip" kavramı hafif bir şekilde, o sırada kâtipliği, yazmayı, ticari anlaşmalar düzenlemeyi meslek edinen bir sınıfın varlığına işaret etmektedir. Bu da ticari işlemlerin genişliğini ve bunun da sözü edilen bu sınıf gibi bir şeyin varlığını gerektirdiğini göstermektedir.

Diğer taraftan Mekkî olan Kur'an'ın hacmi, Medenî Kur'an'ın takriben iki katıdır. Ayetleri sahifelere yazılıyor ve müsîümanlar onları evlerinde okuyor ve çoğaltıyorlardı. Mekke'deki müsîüman erkeklerin çoğunluğunun (3) ya da onlardan pekçoğunun, Mekke ahalisine oranla küçük bir azınlık oldukları halde, okuma-yazmayı bildikleri olasılığı üzerinde durulursa, Mekke'de okuma-yazma bilenlerin sayısının daha büyük olduğunu söylemek makul olacaktır, özellikle de liderler, önde gelenler, tüccarlar ve zenginlerden oluşan üstün sınıfın çoğunluğu müslümanların arasında yer almıyordu.

(3 ) Ömer b. Hattab'ın müsîüman oluşu hadisesi (İbn Hışam, I. 311) ve kardeşi Fatıma'mn elinde bulduğu Kur'an sayfası, müsîüman kadınlardan bazılarının, Rı

Halbuki bunların hepsinin ya da çoğunluğunun okuma-yazma bildikleri sanılmaktadır. Müfessirlerin ve Siret kitablarının (4) Isra, 67-60. ayetlerinin tefsiri sadedinde ve Enfal sûresinde kaydettikleri bir takım rivayetler bundan daha ilerisine işaret etmektedir. Buralarda kaydedildiğine göre esirler arasında bedel (fidye) veremeyecek derecede fakir kimseler vardı. Peygamber, onların fidyesi olarak müslümanların on çocuğuna okuma-yazmayı öğretmelerini istemiştir. Bu da okuma-yazmanın, Mekke ahalisinin yalnız lider¬leri zenginleri ve tüccarları arasında değil bilakis orta halli ve fakirleri arasında da yaygın olduğu anlamına gelmektedir.

Buna ilave olarak, Mekke'deki yabancı azınlıklar -daha önce değinildiği gibi bazılarının peygambere öğretmenlik yaptığı iddia edilmişti- da kaydedilmelidir. Çoğunluğunun okur-yazar olduğunu tercih ettiğimiz bu kimselerden bazılarının Araplara ve çocuklarına ya da zenginlerinin ve liderlerinin çocuklarına okuma-yazmayı öğrettiğini sanmak aşırılık olmaz. Çünkü bu yabancıların bir kısmı, Mekkeli zengin tüccar ve liderlerin yanmda köleydi. Ve bunların okuma-yazmayı yaygınlaştırmak için çalıştıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Birinci bölümün üçüncü konusunda tercih ettiğimiz gibi, Hıristiyanlaşıp Mekke'de ikamet eden Arapların varlığı da, bu okuma-yazma bilenlerin safına dahil edilmelidir. Az önce bunların ya da çoğunluğunun okuma-yazmayı bildikleri olasılığının ağır bastığını tercih etmiştik. Bunların da Mekke'de okuma-yazmayı yaygınlaştırmada bir paylarının olduğunu söylemek taşkınlık değildir.
Bunların hepsine dayanarak, önceki bazı müelliflerin kaydettiği ve bazı yeni yazarların onlardan naklettiği (5) bir noktaya parmak basacağız: Bu yazarlara göre Islamın geldiği sırada Mekke'de onyedi kişiden başkası okuma-yazma bilmiyordu. Tüm Yemen'de okuma-yazma bilen bir tek kişi yoktu.
bisetten önce okur yazar olduklarını göstermektedir Bu olay çok meşhur bir rivayettir Hicretten sonra okur-yazar muslüman kadınların varlığından bahseden çok rivayet vardır Kuşku yok ki bu, daha önce var olan bir olgunun devamıdır.
(4) Ibn Sa'd Tabakât, II, 6l
(5) Muhammed Kurd Alı, El-Islam ve'1-Hadaratu'l-Islamıyye, I, 124

Arapça harfleri ancak Peygamberimizden kısa bir süre önce keşfedilmişti. Bu okuma-yazma işini öğrenen çok az rastladığımız Mekkeli birkaç adam da onu ancak bu zamanda öğrenmişti. Peygamberin asrında ve toplumunda yazma vasıtaları, araçları ağaç kabuklarını, kemiklerin yassı olanlarını, deri parçalarını, ince taşları vs. aşmıyordu. Bu sözler ve yaklaşımlar, araştırma ve düşünme önünde duramayacak ipe sapa gelmeyen yaklaşımlardır. Şu anki bilimsel gerçekler onları çürütmüş bulunmaktadır.(6)

Burada sözünü ettiğimiz şeylerin çoğu Mekke'nin Arap sakinlerini hedef alsa da bu demek değildir ki, Medine'de ve diğer Hicaz şehirlerinde yaşayan Araplar bu sözlerin ve Kur'anî karinelerin kapsamına girmemektedir. Çünkü Mekke'nin dili, bu şehirlerde yaşayan Arapların da dilidir. Tabiatıyla Kur'an'ın delaletleri ve ilhamları onlar için de geçerlidir. İsterse bizim naklettiğimiz ayetler Mekkî olsun farketmez. Sonra Medeni Kur'an'da da okuma, yazma ve kitaplarla ilgili pekçok ayetler vardır. Medine'de yaşayan Arapların, onların anlamlarını anlamadıklarında kuşku etmek doğru olmaz. Bu ayetlerin genel olarak Ehl-i Kitab özellikle de Yahudiler hakkında yoğunlaşmış olması bir şeyi değiştirmez. Yesrib, büyük bir Yahudi azınlığın yerleşim bölgesiydi. Bu azınlığın kendisne özgü kitapları, okulları, öğretmenleri, bilginleri (ahbar) ve Rabbanileri vardı. İsrailliler arasında Arapçayı da güzel bilen kimselerin olduğunu tercih etmiştik. Ayrıca Arap olsun olmasın îsrailî olmayan kitaplıların varlığını da göstermiştik. Bütün bunlar okuma-yazmanın yaygınlığını gösteren hususlardır. Öte yandan Arapça okuma yazmanın öğrenimi ve yayılmasında, bunların da katkısının olma ihtimali büyüktür.

Medine ticari bir merkezdi ve ticaret yolu üzerindeydi. Onun içindir ki ahalisinin okuma-yazmadan uzak kaldığını söylemek makul olmayacaktır. Peygamberlikten önce, bura halkının okuma-yazmağa ihtiyaçları olmadığını ve bu konuda Ehl-i Kitaptan yararlanmadıklarını söylemek tutarsızlık olacaktır. Bunun içindir ki, Kureyş esirlerine, müslümanların çocuklarını eğitmelerinin şart koşulması sadedinde İbn-i Sa'd rivayetinin Mekke ehlinin okuma-yazma bildiklerini, Medinelilerin ise yazamadıklarını kaydetmesini sağlıklı bulmuyoruz.
İtalyan müsteşrik Caetanı'nın "islam Tanhı"nde, Arap yazısının doğuşu ile ilgili geniş bir bolum vardır Orada somut deliller ve kesin kayıtlara dayanarak ispat etmiştir ki, Arap yazısı, Hicaz yarımadasında özellikle kuzey kesimlerinde geniş alanlara yayılmıştı Tefsirimizin gırışinde de, Kur'an'ın derilere, kağıtlara ve sayfalara yazıldığını kesin delillerle açıklamıştık.

Kureyş esirlerinin Ensar müslümanlarının çocuklarını okutmasının şart koşulması Medine'de okuma-yazmanin yaygınlık kazanmadığını gösteren bir delil olmaz. Okuma-yazma ne derece yaygınlık kazanırsa kazansın, bir toplumda herhangi bir nedenle öğrenimden yoksun kalmış pekçok çocukların bulunacağı kuşkusuzdur. Bu realite Peygamberin toplumu ve asrı için daha güçlü bir şekilde farz edilebilir. Ayrıca muhacirler Bedir Savaşı sırasında büyük bir topluluk olmamışlardı. Onlardan çoğu da Mekke'yi terk ettiği sırada ailesinden birkaç kişiyi, hatta onlardan bazıları hanımlarını orada bırakmışlardı. Nitekim Mümtehine 10-11. ayetleri bunu ilham etmektedir. Bu ayetler müslümanların kâfir olan hanımlarının nikâhlarına yapışmalarını yasaklamakta, eşleri kâfirlere giden, onlara katılan müslüman erkeklere, yardım edilmesini emretmektedir:
1 Kâfir kadınların ismetlerini (nikâhlarını) tutmayın. . (Mümtehine, 10)
2 Ve eğer eşlerinizden herhangi birşey kafirlere geçer, böylece siz de ganimete kavuşursanız, eşleri gidenlere harcama yaptıklarının bir mislini verin... (Mümtehine, 11)
îşte bütün bu nedenlerden ötürü Yesrib'te, Taif ve Cidde gibi diğer Hicaz şehirlerinde okuma-yazmanın yaygın olduğunu söylemek doğru olur. Bunun yanısıra Mekke ve Yesrib'te bu eylemlerin diğer şehirlere oranla daha geniş ve kapsamlı olarak yayıldığı da doğrudur.
Bedeviler ve köylülere gelince; bunların okuma-yazmada yaygın bir paylarının olmadığına eğilim duyuyoruz. Fakat bu anlayış, Hicazın değişik bölgelerinde bir takım şahısların bu konuya ilgi duyup onları öğrenmiş olmalarına aykırı değildir. Siret rivayetleri arasında bu görüşün doğru olduğuna ışık tutan rivayetler vardır. Bu kayıtlara göre onların eşrafından bazı kimseler Hac mevsimlerinden birinde Peygamberle karşılaşmış ve yanında "Lokman'ın Dergisi" adını verdiği şeyi de bulundurmuştu.(7)

Hicaz şehirlerinde okuma-yazma için çocuklara ait okullar, sibyan mektepleri var mıydı? diye araştırmak istiyoruz. Bu konuda Kur'an'da olumlu-olumsuz herhangi bir açıklama bulunmamasına rağmen biz buna müsbet cevap vermeye meyleder gibiyiz. Mekkeli mûslüman gençlerden bir kısım kişiler okur-yazar olarak tanınmıştır. Şunu da biliyoruz ki, Peygamberin kâtipleri Mekkeli olsun, Medineli olsun genç kimselerdi. Mesela Muaviye b. Ebi Süfyan, Fetih Günü, İslam ordusuna katıldığında, daha genç bir delikanlıydı. Genç yaştayken Şam'ın idaresini eline aldı. Fetih'ten sonra Medine'ye hicret etti ve Peygamberin kâtiplerinden oldu. Eğer araştırmak istersek onun gibi çok sayıda insan buluruz. Bu sınıf hemen farkedileceği gibi genç yaşta okuma-yazma öğrenmişti. Onların bunu toplu halde öğretmenlerden Öğrenmiş olmaları uzak bir olasılık değildir. Zaten şekil ne olursa olsun, sibyan mektebi ve okulların anlamı da budur.
(7) Vefayatu'l-A'yan IV, 48.


Biyografi kitapları Irak Emiri Haccac b. Yusuf un babasının Taifte bir Sibyan mektebinde öğretmen olduğunu kaydetmektedir.(8) Haccac, Hulefa-i Râşidin döneminin sonlarında doğdu. Muhtemelen babasının, Sibyan mektebi öğretmenliği Ömer b. Hattab (r) döneminde ya da ondan bir müddet önce gerçekleşmişti. Onun bu mesleği icad etmediğini ve bu mesleğin peygamberlikten önce varolan bir uygulamanın devamı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Hatta bu rivayet sahih olmayıp onunla babasının aslını karalama hedef alınsa dahi bu rivayet Haccac'ın babası döneminde o tür sibyan mekteplerinin varlığının bilinen bir şey olduğunu göstermektedir. Bu da peygamberin dönemi olmasa da ona yakın bir dönemdir. Biz, çocuklarının orada öğrenim gördüğü, sibyan mektepleri ve okullar bulunduğunda kuşku etmiyoruz. Bizanslıların egemenliği altında bulunan şam ülkeleri ve Mısır'da da bu tür sibyan mektepleri ve okulların bulunduğunu tercih ediyoruz ve Bizanslıların bu ülkelerde de onlara benzer eğitim-öğretim yuvaları kurduklarında kuşku etmiyoruz. Bu ülkelere gidip-gelen Hicaz tüccarları ve liderlerinin onlardan iktibas ettikleri şeyler arasında bunları da alıntılamış olmaları olasıdır. Yesrib'teki Yahudi azınlığın da kendi çocukları için buna benzer şeyler kurduklarını tercih ediyoruz. Ve bu tercihimizi Al-i Imran'ın ayetlerinden birinde Yahudilere hitab eden bir cümleyle desteklemek istiyoruz:
"...Fakat o öğretmekte olduğunuz ve ders alıp vermekte bulun¬duğunuz Kitab'a göre Rabbaniler olunuz." (Ayet, 79).
Ayet başka bir konuyla ilgili olsa da, Yahudilerin Ahbar ve Rab¬banilerinin, orada kitabı öğrendikleri bir tür okullarının bulunduğunu ilham etmektedir.
(8) İbn Hişam, II, 27-28

Mekke'deki yabancı azınlığın da buna benzer bî şeyinin olduğunu uzak görmüyoruz. Belki de Hicazlı Kitabîler ve azınlıkların kendisinden nakilde bulundukları şeyler Mısır ve Şam'daki kurumlardı. Muhtemelen bu kitapların bazıları ve Araplar ya da Özellikle onların Araplaşmış olanları, Hicazın şehir halkına bu okulları inşa etmeleri için yol gösterdiler. Ya da onlarda onların çocuklarını okutmayı üzerine aldılar.

2. Arapların Yabancı Dillerle İlgileri

Aklımızda bir soru daha var. Madem ki Peygamber asrında ve çevresinde Araplar arasında bazı yabancı diller yaygındı, öyleyse neden Arap olmayan kitaplılar arasında yayılan bu yabancı dillerden bir nebze söz etmiyoruz? Çünkü bu bizim inancımıza göre kuşku götürmez bir gerçektir. Nahl 103. ayeti onların Mekke'de olanlarından bir takım kimselerin dil yönünden yabancı olduğu hususunda açıktır. Şuara 198-199. ayetleri de Mekke'de dili yabancı olan kimselerin bulunduğunu güçlü bir şekilde ilham etmektedir. İsrailoğullari hakkında varid olan ve onların ellerinin altında okuyup tetkik ettikleri kitaplara işaret eden bir dizi Medenî ayette, Peygamberin Medine'de müslümanların gençlerine Ibranice öğrenmelerini emretmesinde, Peygamberin Yahudilerle giriştiği bir takım tartışma konularında Yahudilerden tevrat'ı getirmelerini ve Yahudi iken sonradan Müslüman olan Abdullah b. Selam'a okumasını emretmesinde,
0 sıralarda Tevrat'ın Arapça bir tercümesi olduğunu belirten herhangi bir rivayet ya da haberin kaydedilmemiş olmasında, Peygamberin döneminde Yahudilerin Ibranice bildiklerini ve kendi kitaplarını onunla okuttuklarını, incelediklerini destekleyecek bir takım karineler bulunduğu doğrudur. Bu son noktadan hareketle Mekke ve Medine'de yabancı dilin kullanıldığını, dini kitapların asli lûgatlarıyla okunup tetkik edildiğini söyleyebiliriz.
Bu soruya cevap sadedinde deriz ki, Kur'an'da Arapların yabancı bir dil bildiklerini gösteren açık bir açıklama yoktur. Yalnız daha önceki konumuzda tercih ettiğimize göre, Mekke ve Medine'de Kitabî olan Araplar vardı. Sonra tevrat'ın ve İncil'in Arapça bir tercümesinin olduğu sabit olmamıştır. İşte bu olgular, Kitabî olanların ya da bazılarının kendi dinlerinin geçerli olan diline önem verdikleri olasılığını gündeme sokmaktadır. Hicaz'daki Arap kitaplıların Kur'an ayetlerinin kapsamına girmesi, Ehl-i Kitabı, Ehli ilmi. Ehl-i Zikri, onların kitaplarını, okuyuşlarını ve etüdlerini, tedkiklerini, onlara Kur'an okunduğu zaman daha önceden müslüman olduklarını onun Rabları katından hak olduğunu, elleri altındaki kitapları tasdik edici olduğunu söylemeleri gibi birinci bölümün üçüncü konusunda naklettiğimiz bilgiler makul karşılanıyorsa, Arap olan kitaplılar ya da onlardan bir takım bireylerin yabancı dilleri bilmiş olmaları olasılığı da Kur'an'ın ilhamıyla sağlıklı ve doğruya ulaşan birşey olur. Bu olasılığa ilave olarak onların bu dilleri Mekke'de, orada bulunan yabancı kitaplılardan öğrenmiş olmaları olasılığı da vardır. Buharî'nin Aişe'den rivayet ettiği vahyin başlangıcı hadisinde deniyor ki: Varaka b. Nevfel Hıristiyan olmuştu ve İbranice yazıyordu. Bu haberin de işlediğimiz konuyu desteklemesi ve ona ışık tutması yerinde olur. Hadis, Varaka'yı kişisel bir münasebetle kaydetmiştir.' Onun içindir ki, Arap kitaplıları arasında yalnız onun yabancı dillere ilgi duyup diğerlerinin böyle bir gayret içinde olmadıklarını söylemek yanlış olacaktır.
Biz Hicazlı Arap kitaplıların ya da bazılarının bu dillere yalnız olarak ilgi duyduklarım sanmıyoruz. Onlardan başka olarak Mekkeli ve Medineli bir takım insanların az veya çok herhangi bir yabancı dille ilgilendiklerini zannediyoruz. Mesela Mekke ahalisi sürekli olarak ticari kervanlarla uğraşırdı. Gidip geldikleri yerlerin çevreleri Arap kabileleriyle kuşatılmış bile olsa, o şehirlerdeki çoğunluk dili Arapça değildi. Onlar gider, bu şehirlerin içine dalarlardı. İlişki ve yolculuk maslahatı gereği olarak onların bu dillerle bir nebze ilgilenmeleri gerekiyordu. Bu diller Yunanca-Latince, Aramca-Süryanice, Kiptice ve Farsçaydı. Yesrib halkının, İbranice olan dillerini muhafaza eden İsraillilerle ilişkileri sağlamdı. Bu durumun denizcilik yoluyla dış dünya ile ilişki kuran, temasa geçen Cidde halkı için de geçerli olduğunu söylemek herhalde abartma olmaz. Çünkü denizcilerin meslekleri gereği olarak yabancı dillere önem verdikleri kapalı birşey değildir. Belki de, Arapça'da yer alan pekçok İbranice, Yunanca, Farsça, Habeşçe ve Kiptice kökenli kavramların Arapçalaştırılarak alınmış olması belirtmeye çalıştığımız noktaya genel olarak ışık tutan bir takım karinelerdir. Yabancı bir dilden kendi dillerine naklettiklerinin genel olarak anlamını biliyorlardı. Ya da kelimelerin diline az çok ilgi duymaya başlıyorlardı.
Bunun yanında Arapların yabancı dillere ilgi duymalarının nedeni, bazı meraklıların ilgi duydukları dillerin kitaplarını görme olasılığıdır. Bazılarının yabancı dillerle ilgilenmesi ve ellerinde bu dini ve dini olmayan dillerle yazılmış bulunan kitaplar bulunan Hicazdaki ve komşu ülkelerdeki kitaplılarla ilişki kurmaları kolaydır ve bir realitedir. Bu da onların bu kitapları ya da bazılarını görmüş olmaları olasılığını güçlendirmektedir. Hatta tabii hale getirmektedir de denebilir.
Bunların hepsinden sonra diyoruz ki: Peygamber asrında ve toplumunda yaşayan Arapların yabancı dillere yönelmeleri ve yönelmiş olmaların dini olan ve dini olmayan bazı kitapları bu dillerle tedkik etmeleri tabiidir. Şimdi burada kaydettiklerimizin Peygamber asrının ve çevresinin geniş ufuklu olduğu, diri ve hareketli bulunduğu, öte yandan bunun onların zihinlerinde ve kültürlerinde etkili olduğu şeklindeki olasılığı tercih etmek için yeterlidir sanırız. Onların bu konudaki araştırma ve incelemelerinin sınırlı ve dar kapsamlı oluşu bu durumu değiştirmez.

3. Bilim ve Teknik:

Kur'an'da yer alan pek çok ayetlerden hareketle ve onlardan çıkarımlarda bulunmak suretiyle Peygamber dönemi ve çevresinin sahip olduğu ilimleri ve marifetleri tedkik etmek bir ölçüde mümkün olacaktır. Daha önce onların okuma, yazma, yabancı dillere önem verip yönelme ve yabancı kitapları görüp tedkik etme gibi vasıtalara sahip olduğunu açıklamıştık.

Konuya girmeden önce "İlim" kavramının o sırada bilinen teknik anlamıyla kullanılıp kullanılmadığını araştırmak iyi olur.
Kur'an ayetleri "ilim" kavramını, ulema, alimler, kendilerine ilim verilenler, ilimde ileri gidenler, bilen topluluk, bilenler bilmeyenler gibi türevlerini defalarca kullanmıştır. "Taallum" (öğrenme) kelimesi de aynı şekilde çokça kullanılmıştır. Dini kitaplar ve dini öğretiler sadedince çoğu zaman "Ders" (tedkik) kavramı ve türevleri çokça kullanılmıştır. Böylece ilim ve talim kavramları ve türevlerinin sayısı dörtyüz küsura ulaşmıştır.
İlim ve Talîm kavramları ve türevlerinin "İlim" kavramının bilinen teknik anlamının dışında başka anlamlar için kullanıldığını kabul etmeliyiz. Bu kavramlar özel birtakım anlamları ifade etmek için kullanılmıştır: Anlayış, anlatma, tanıma, kavrama, idrak etmek, ilham, vahyetme, açıklama, tedkik etme, pekiştirme, tasdik etme, yakın görme, müşahede etme, hissetme, alıştırma yapma, bilinçlenme, dini işleri ve semavi kitapları bilme... Bazan da aydın, akıllılar sınıfını, basiret ve anlayış sahiplerini ifade etmiştir. Değişik Kur'an sûrelerinde serpiştirilen bu anlamlara ayrıca örnekler vermeye gerek yoktur.

Yalnız bu iki kavram ve onların türevlerinin Kur'an'da "İlim" ve "Ta'lim" kavramlarının teknik anlamlarıyla kullanıldığı da bir gerçektir. Burada ilim ve Talîmin dini ya da dünyevi olması arasında fark gözetilmemiştir. Gelecek ayetlerden anlaşılan budur:
1 ... Onlar, insanlara siniri öğretiyorlardı. (O sihir ki) Babil'deki iki meleğe; Harut'ave Marufa... (Bakara, 102)
2 .. Allah onu sizin üzerinize (hükümdar) seçti, onun bilgisini ve gücünü artırdı (Bakara, 247)
3 ... İlimde derinleşenler ise: "Biz ona inandık. Onun tümü Rabbimizin katındandır" dediler... (Al-i îmran, 7)
4 ... Fakat o, öğretmekte olduğunuz ve ders alıp vermekte bulunduğunuz Kitaba göre Rabbaniler olunuz... (Al-i Imran, 79)
5 Andolsun ki, biz, onların: "Bunu ancak kendisine bir beşer öğretmektedir" dediklerini biliyoruz. Kendisine saparak eğilim gösterdikleri (kimse)nin dili a'cemi'dir, bu ise açıkça Arapça olan bir dildir. (Nahl, 103)
6 İsrail oğulları bilginlerinin onu bilmesi, onlar için ispatlayıcı bir delil değil mi? (Şuara, 197)
7 Yanında Kitaptan bir ilim bulunan kimse dedi ki... (Nemi, 40)-Ayrıca Bkz: (2/151; 7/169; 29/43; 35/28)

Eğer getirilen deliller ve çıkarılan sonuçlar doğru ise Arapların peygamberlikten önce de bu anlama sahip oldukları ve onu anladıkları ortaya çıkar. Özellikle de bu ayetlerin çoğu Mekki'dir. Yani İslam çağrısının geniş alanlara yayıldığı ve kavramların anlamları ya da bazılarının gelişme gösterdiği dönemden önce inmiştir. Durum bu olduğuna göre dillerinde bu anlam bulunan ve tabii olarak zihinlerinde de var olan ve anlaşılan bir ulusun bu ilimlerin bazısına ilgi duymuş olması, onlardan elimize güvenilir çok şey geçmemiş bile olsa onların da herhangi bir şekilde bu çalışmalara katılmış olmasını gerektirir. Kur'an'da bununla ilgili açık ve belli bir açıklama yoksa da farketmez. Bununla beraber Kur'an'da yer alan bir takım delaletler irşadlar ve ilhamlar Peygamber asrı ve toplumundaki Arapların ilimlerinden ve marifetlerinden bir takım tabloları ve gelişmeleri arzetmeleri mümkündür. Gelecek konularda bunu daha rahat göreceğiz.
Bununla beraber konuya girmeden önce "ilim" kavramını buün bilinen teknik anlamıyla kullandığımızı belirtmek isteriz. Bugünkü "ilim"; araştırma ve inceleme yollarını tedkik, karşılaştırma vasıtalarını, ilkelerini, yöntemlerim, bilimsel ve teknik kuralları, kaideleri tesbit etmeyi vd. kapsamaktadır. Araplarda ilmin bu asır ve toplumda bu dereceye ya da bu teknik anlama kavuşmadığını kesin biliyoruz. Yalnız bu kavramı kullanırken şunu kastediyoruz. Araplardan da değişik kitaplara yönelen, onları tedkik eden, bazı ilimleri okuyan, inceleyen, bazı kurallarını kavrayan, sadece bedevi tabiatı ve basiretiyle sınırlı kalmayan kimseler vardı.
Şimdi Kur'an'dan ilham alınarak tesbit ettiğimiz bilimsel ve teknik konulara, Arapların bunlara katıldıklarına ve önem verdiklerine, az önce belirttiğimiz çerçevede tekrar dönüyoruz.
Kur'an'da, Arap yarımadasında ve onun haricinde yaşamış eski ulusların kıssalarını anlatan bir çok bölüm vardır.
Birincisiyle ilgili olarak:
1- Sebe' ile ilgili eski ve yeni hususlar: Eskisi, Sebe' Melikesinin sahip olduğu geniş egemenlik, savaş gücü, akli üstünlük, kendisiyle îsrailî Nebi ve hükümdar Süleyman arasında geçen olaylar (Neml, 16-44) (9) dır. Yenisi ise, bu eski dönemden sonra Sebe' memleketinin imarı ve uygarlığı, orada yer alan pek çok şehir ve kasabaların durumu, onların zincirleme olarak Hicaz'a kadar uzayıp gitmesi, orada bulunan sular, bahçeler, bolluk ve nimetler. Aram Seli ve memleketin gerilemeye başlaması, ora sakinlerinin göç etmeye başlaması ve onların kötü biçimde parçalanıp dağılması (Sebe, 15-19. ayetleri).
2- Yemen'in hüküm sürdükleri bilinen Yemen kralları (Tebâbi') ve ma'ruf olan Tubba' hakkında bir takım kısa işaretler. (Duhan 37, Kaaf 14. ayetleri).
3- Ahkaaf-Arap yarımadasının güneydoğusunda yer alan kesim ile ilgili şeyler. 'Ad'ın evleri, oradaki uygarlık, şehirler, köyler, ekinler, kaynak sular, askeri güç, dağ eteklerindeki gözetleme evleri, su depoları, fiziksel olarak sahip oldukları güç vesaire. Hud'un onlara peygamber olarak gönderilişi, onların karanlıkta esen soğuk ve gürültülü bir rüzgar ile yıkılışı (Araf, 65-72; Hud, 50-60; Şuara 121-134; Fussilet, 15; Ahkaaf, 21-26; Kamer, 18-20; Fecr, 6,8. ayet¬leri).

Burada metodumuza aykırı davranarak ayetlere sadece işaret etmekle yetindik. Çünkü burada amaç, yalnız Kur'an naslarından hareket etmek değildir. Kitabımızın konusu "Peygamber Çağı" olduğundan, Arap Yanmadası'nın değişik bölgelerinde kurulan eski Arap medeniyetlerine işaret eden Kur'an ayetlerini vermekte bir sakınca görmedik. Kaldı ki ayetlerin, Risalet Öncesi dönemde Yemen, Hadramut, Medayin've Hicaz'ın çeşitli bölgelerinde kuruian uygarlık, medeniyet ve bayındırlıklara ışık tutan en önemli kaynak olduklarından kuşku yoktur. Ayrıca bu uygarlıklarla ilgili haberler nesilden nesile aktarılmak suretiyle Rasululkh dönemine kadar gelmişti. Bugüne kadar ayakta kalabilmiş kalıntılar da bize kaynak teşkil etmektedir. Bütün bunlar (ayetler, rivayetler ve kalıntılar). Peygamber dönemindeki Arapların, medeniyet alanında yeni bir dönemle karşı karşıya olmadığını gösteren en iyi delillerdir.

4- Kur'an'ın "Hicr" diye de adlandırdığı Semud'un evleriyle ilgili şeyler. Onlardaki uygarlık, bahçeler, hurmalıklar, ekinler, sular, dağlarda yontulmuş evler, ovalardaki saraylar... Salih'in onlara elçi olarak gönderilişi, onlara dişi devenin mucize olarak verilişi, sonra devenin boğazlanması ve onların bir sarsıntı ile yok edilişi (A'raf, 72-78; Hud, 60-68; Hicr, 80-83; Şuara, 141-152; Nemi, 45-52; Kamer, 23-31; Fecr, 9. ayetleri).
5- Medyen ile ilgili olanlar. Medyen Arap yarımadasının kuzeybatısında yer alan bir ülke. Ora ahalisinin elde ettiği servet, güç, ticari hareket, alış-veriş, satma-satın alma gibi şeyler. Şuayb'ın onlara elçi olarak gönderilişi ve yok oluşları (A'raf, 85-91; Hud, 84-95; Şuara, 176-190. ayetleri).
6- İbrahim'in Mekke ile ilişkisi, zürriyetinin bir kısmının onun haremine yerleştirmesi, oğlu İsmail ile birlikte Kâ'be'yi bina edişi, üzerinde apaçık işaret bulunan namazgahı (İbrahim, 35-41; Baka¬ra, 124-131; Al-i İmran, 96-97. ayetleri).
İkincisi, yani Arap yarımadasının dışında olanlar. Bunların bir kısmının Tevrat'ta kaydedilenlerle ilgisi vardır. Bazılarının da böyle bir ilişkisi yoktur.

a) Birincisi:
1- Nuh, Tufanı ve gemisi (Yunus, 71-73); Hud, 25-48; Mümi-nun, 23-28 ve Kamer, 9-16. ayetleri).
2- İbrahim ve kavminin kıssaları. Kavmi ve krallarıyla ilişkisi, Filistin'e göç etmesi, rüyası, onu uygulamaya çalışması, oğlunu ve zürriyetini feda edişi vesaire. (Bakara, 258-260; En'am, 74-78; Hud, 69-76; Meryem, 41-50; Enbiya, 51-73; Şuara, 70-104; Ankebut, 16-25; Saffat, 83-113. ayetleri).
3- Lût kıssası. İbrahim ile birlikte göç etmesi, toplumu ve çirkin ahlakları, Allah'ın onların ülkelerini yerin dibine geçirişi ve onların izlerinin ayakta kaldığına dair işaretler (A'raf, 80-83; Hud, 77-83, Şuara, 160-175; Saffat, 133-138; Kamer, 33-40. ayetleri).
4- Yusuf kıssası. Mısır'daki kıtlık yılları, Yakub ailesinin Mısır'a göçü (Yusuf sûresi, 4-101).
5- Firavun'un İsrailoğullarma zulmü, Musa'nın yetişmesi, çağrısı, mucizeleri; Firavun'un onlara karşı tavrı, büyü tartışması, yarışması, Firavun'un izlediği yol. İsrailoğullarının Mısır'dan çıkışı, bıkkınlıkları, çölde dolaşmaları, Musa'nın Rabbine niyazı, İsrailoğullarının, hükümdar Davud ve Süleyman'ın savaşları, dıştan İsrailoğullarına yöneltilen saldırılar ve yeryüzüne dağılışları (Bakara, 246-251; Maİde, 20-26; A'raf, 130-133,164-196,138-139,142-145,148; îsra, 4-7; Tâha, 57-70, 76-77; Enbiya, 78-82; Şuara, 10-68; Nemi, 15-44; Kassas, 3-6 ve 7-40; Sebe', 10,14; Saad, 17-20, 26 ve 31-29).
6- Eyyüb kıssası. Kavminin inkârına karşı öfkelenişi, gemiye binişi, oradan atılışı, balığın onu yutuşu, ikinci defa onu dışarı atışı, bundan sonra kavminin ona iman edişi (Saffât, 139-148 ve Kalem, 48-50).

b) İkincisi:
1- Zülkarneyn kıssası, doğuların ve batıların hakimi oluşu. Ye'cüc ve Me'cüc engelini (barajını) bina edişi (Kehf, 83-98).
2- Musa ve Salih Adam kıssası. Bu adamın, dış görünüşleri itibariyle hakka ve gerçeğe, mantığa aykırı düştükleri için Musa tarafından tepkiyle karşılanan eylemleri. Bundan sonra adamın eylemlerini Musa'ya açıklaması (Kehf, 60-82).
3- Zekeriye, Yahya, Meryem ve İsa'nın çeşitli kıssaları, Yahya'nın mucizevi bir biçimde doğuşu, İsa'nın bir mucize eseri olarak doğuşu, isa'nın israiloğullarma elçi olarak gönderilişi, Havarilerin iman edişi, gökten sofranın indirilmesi (Al-i İmran, 32-62; Nisa, 156-159; Maİde, 109-118; Meryem, 1-40; Zuhruf, 57-65; Saff, 6).
4- Ashab-ı Kehf kıssası, uzun seneler boyunca uyumaları, uyanmaları, sonra ölümleri, sayıları, köpekleri vesaire (Kehf, 9-26).
5- Lokman kıssası, hikmeti, oğluna öğütleri (Lokman, 12-19). Tevrat'ta zikredilen, Peygamberle ilişkisi olanların içinde
Kur'an'daki kıssalarla az;çok, anahatlarıyla-detaylarına kadar bağdaşan yerler olduğu gibi, Tevrattaki bilgilerle bağdaşmayan hatta hiç Tevrat'ta sözü edilmeyen yerler de vardır. İbrahim kıssalarının çoğu, Musa kıssası ve Salih kulun kıssası gibi.


4. Araplarda Tarih Bilgisi ve Peygaber Kıssaları:

Kur'an'da Peygamberlerin haberlerini, uluslarının kendilerine karşı tutumlarını anlatan bir dizi ayet vardır. Bu ayetler, bu kıssaları dinleyen Arapların, onlara yabancı olmadıkları, yani onları bildikleri ya da en azından bir kısmını bildikleri imajı verecek bir üslubla ifade etmişlerdir. Gelecek ayetler buna işaret etmektedir.
1 Andolsun, sizden önceki kuşakları, peygamberleri kendilerine apaçık belgeler getirdiği halde, zulme saptıkları ve iman etmeyecek oldukları için yıkıma uğrattık, işte biz, günahkâr olan bir topluluğu böyle cezalandırırız. Sonra nasıl davranacaksınız diye, sizleri gözlemek için, onların ardından sizi yeryüzünde halifeler kıldık. (Yunus, 13-14)
2 Eğer sem yalanlıyorlarsa, onlardan önce Nuh, Ad, Semud kavmi de yalanlamıştı. İbrahim'in kavmi, Lut'un kavmi de; Medyen halkı da; Musa da yalanlanmışti. Böylelikle Ben, o küfre sapanlara bir süre tanıdım, sonra da onları yakalayıverdim. Nasılmış benim inkârım! (Halkı) zulmetmekte iken onları yıkıma uğrattığımız nice ülkeler vardır ki, şimdi onların altlan Üstlerine gelmiş ıpıssız durmakta, kullanılamaz durumdaki kuyuları yüksek sarayları (çın çın ötmektedir). Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kalpleri ve kendisiyle işitebilecek kulakları oluversin? Zira gerçek şu ki, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir. (Hac, 42-46)
3 Ad'ı ve Semud'u da (yıkıma uğrattık). Gerçek şu ki, oturdukları yerlerden size (durumları) belli olmaktadır. Kendi yapmakta olduklarını şeytan onlara çekici kıldı, böylece onları yoldan alıkoydu. Oysa onlar görebilen kimselerdi. (Ankebut> 38).
4 Yeryüzünde de gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerini nasıl bir sona uğradıklarını görsünler. Onlar, güç bakımından kendilerinden daha üstün idiler, toprağı alt-üst etmişler ve onu kendilerinin imar ettiğinden, daha çok imar etmişlerdi. Şu halde Allah onlara zulmetmiyordu, ancak onlar kendi nefislerine zulmetmekteydiler. (Rum, 9)
Ayrıca Bkz: (14/44-45; 20/128, 133; 37/133-138)
Bir dizi Kur'an ayetinde, Kâfir Arapların Peygamberin çağrısını ve Kur'an'ın uyarılarını, Öncekilerin masalları olarak değerlendirerek red ettikleri hikâye edilmektedir. Gelecek misallere bakalım:
1 Onlardan seni dinleyenler vardır: Oysa biz, onu kavrayıp anlamalarına (bir engel olarak) kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık. Onlar, apaçık ayetleri görseler, yine ona inanmazlar. Öyle ki, o küfretmekte olanlar, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek; "Bu öncekilerin uydurma masallarından başka birşey değildir" derler. (En'am, 25).
2 Ayetlerimiz onlara okunduğu zaman: "İşittik" dediler. "İstesek, biz de bunun bir benzerini söyleyebiliriz. Bu, eskilerin efsanelerinden başkası değildir". (Enfal, 31).
3 Ve dediler ki: "(Bu) geçmişlerin uydurduğu masallardır, bir başkasına yazdırmış olup kendisine sabah akşam okunmaktadır" (Furkan, 5).

Aynı şekilde Kur'an'da Peygamber'e, daha Önceki peygamberlerin getirdiklerine benzer bir mucize getirmesi için meydan okuduklarını hikaye eden ayetler vardır. Gelecek misallerde görüldüğü gibi:
1 "Hayır" dediler. "(Bunlar) karmakarışık düşlerdir; hayır onu kendisi uydurmuştur, hayır o bir şiirdir. Böyle değilse öncekilere gönderildiği gibi bize de bir mucize getirsin." (Enbiya, 5).
2 Fakat onlara kendi katımızdan hak geldiği zaman: "Musa'ya verilenin bir benzeri de buna verilmeli değil miydi?" dediler. Onlar, daha önce Musa'ya verilenleri inkâr etmemişler miydi? "İki büyü birbirine arka çıktı" dediler. Ve gerçekten biz hepsini inkâr edenleriz dediler. (Kasas, 48).
Yusuf kıssası ayetlerinin girişinde yer alan bir ayetin metni şöyledir: "Yusuf ve kardeşlerinde soranlara ibretler vardır." Yine, Zülkarneyn kıssası Peygamber'e yöneltilen bir soru üzerine inmiştir. Nitekim bu kıssanın girişinde iki ayet vardır; "Sana Zülkarneyn'den soruyorlar. De ki, 'size ondan bir öğüt okuyacağım'" Ashabı Kehf kıssası ayetlerinde de onların inişinin, onlar hakkında meydana gelen bir tartışma üzerine indiği anlaşılmaktadır: "(Ondan sonra gelen kuşaklar) Diyecekler ki: "Üçtüler, onların dördüncüsü de köpekleridir." Ve: "Beştiler, onların altıncısı köpekleridir" diyecekler. De ki: "Rabbim, onların sayısını daha iyi bilir, onları pek az (insan) dışında kimse bilemez." Öyleyse onlar konusunda sathi bir tartışma dışında tartışma ve onlar hakkında bunlardan hiç kimseye bir şey sorma." (Kehf, 22).
Bu nasslar (metinler), önceki ulusların ve peygamberlerin haberlerini ihtiva eden Kur'an ayetlerinin kendilerine okunduğu kimselerin bu haberleri ana hatlarıyla ya da detaylarına varıncaya kadar bildikleri imajını vermektedir. Hatta onlar daha da ileri giderek, Peygamberin onları başkalarından aktardığını, sabah akşam onları alarak açığa vurduğu ve kendilerine okuduğunu demeye getirmişlerdir. "Onun dediklerini biliyoruz, eğer dilersek biz de onun gibisini söyleriz, çünkü bu öncekilerin kıssaları ve bilinen hikayelerdir"

diye iddia etmişlerdir.

Tefsir kitapları, Kur'an kıssalarıyla ilgili olarak ravilerdeki haber alimlerinden, Arap ve Yahudi asıllı müslüman sahabeden rivayet edilen açıklamalar, şerhler ihtiva etmektedir. Bu haberler ve kıssaların Arap çevrelerde ve kitaplı çevrelerde bilinen şeyler olduğu söylenebilir. Bunların hepsinin İslâm'dan sonra uydurulduğunu söylemek makul olmaz.

Bu söylediğimiz, mantık ve hikmetle de uyum içindedir. Kur'an kıssaları, üslubundan, tekrar edilişinin hikmetinden, çeşitliliğinden ve siyakından da anlaşılacağı gibi ibret, öğüt, temsil ve hatırlatma için varid olmuşlardır. Bu ise ancak dinleyicilerin bildiği ve kabul ettiği şeylerle ilgili olduğunda daha tesirli ve görüşler üzerinde daha etkili olabilir. Hud süresindeki Nuh kıssasından sonra: "Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce ne sen, ne de toplumun bunu bilmiyordu..." (49. ayet); Yusuf süresindeki Yusuf kıssasından sonra: "Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberleridir. Onlar tuzak kurarken işlerini birleştirdiklerinde sen onların yanında değildin." (102. Ayet); Al-i îmran süresindeki Meryem kıssasından sonra: "Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberleridir. Hangilerinin Meryem'e kefil olacağı konusunda kalemlerini attıkları zaman sen onların yanında değildin. Onlar birbiriyle hasmane boğuşurken sen onların yanında değildin." (44. ayet) gibi bir takım ayetler varid olduğu da bir realitedir. Yalnız birinci ayet onların kıssayı temelden ve konu olarak bilmediklerinden çok, uslubla, detaylarla, genelliğiyle ilgili başka amaçlar taşıdığı kesindir. Özellikle de Nuh ve Yusuf kıssaları Tevrat'ta da detaylı olarak kaydedilen kıssalardandır. Tevrat'ın anlattıklarıyla Kur'an'da yer alanlar arasında büyük bir yakınlık vardır. Kitaplıların o zamanlar bunları bilmedikleri hatta Arapların ya da onlarla sıkı ilişki içinde bulunan bazılarının bunu bilmediklerini söylemek imkansızdır.

Durum bu olduğuna göre şu noktalan tesbit etmek aşırılık olmaz:
1- Peygamberin Arap çevresindeki ahalinin, tarihsel bilgilerden ve haberlerden bir pay sahibi oldukları kesindir.
2- Onların bu konudaki bilgilerinin, Kur'an'da ana hatlarıyla ya da detaylı olarak işaret edilen olaylarla sınırlı olması makul olmaz. Zira Kur'an'da yer alan şeyler tenzil hikmetinin Öğüt ve hatırlatma için vahyedilmesini gerektirdiği şeylerdir. Sahabe bilginlerinin, habercilerin ve ravilerin naklettiği, müfessirlerin de Kur'an kıssaları için birer şerh açıklama olarak alıp yazdıkları şeylerin çoğu da bu türden bilgilerdir. Çünkü bunların hepsinin, az önce belirttiğimiz gibi, İslâm'dan sonra uydurulmuş olması makul olmaz. Tabii ki bunları söylerken bu haberlerin olaylarıyla ilgili eleştiri ve çekimser kalıştan sarfınazar ediyoruz.
3- Eu bilgilerin ve tarihsel haberlerin iki kaynağı vardı: Birincisi; yer, kaynak ve rivayet olarak Araplara aittir. Ad, Semud, Se-be', Medyen ve Lokman kıssaları gibi. Bu raeyadna kaydedilebilecek kıssalardan biri de İbrahim'in kıssalarıdır. Bunlara Tevrat'ta herhangi bir işarette bulunulmamıştır. Yalnız Arapların gelenekleriyle ilişkilidir. Zürriyetini Beytü'l-Haram Bölgesine yerleştirmesi, İsmail ile Kâ'be'yi bina edişi, Hac geleneklerini belirlemesi ve ona çağrıda bulunması, onların putlariyla ilgili olarak kavmine karşı tutumu, ateşe atılışı, ondan sağlam olarak kurtuluşu ve saire gibi ikincisi; dış kaynaklıdır. Bunlar da yabancı azınlıklar, onların kitapları, Arapların komşu ülkelere seferleri ve oraların ahalisiyle ilişkilerde bulunulmaları yoluyla onlara geçmiştir. Tevrat'ın, Yahudilerin ve Hıristiyanların dini ve dini olmayan kıssaları, Zulkarneyn, Rüstem, İsfendiyar ve saire kıssaları gibi. Bunların da bir kısmı Kur'an'da zikredilmiş bir kısmı ise zikredilmemiştir. Çünkü Peygamber çevresindeki Araplar, Arap kökenli ya da Arapların gelenekleriyle ilgili kıssaları nesilden nesile devralıyorlardı. Peygamberin gönderilişinden önce onlar bunları ve ikinci kaynaktan gelenleri gece sohbetleri ve hikaye meclislerinde birbirlerine aktarma ve bu hikayeler üzerinde tartışma suretiyle Öğreniyorlardı.
Hatta biz bunun da ötesine giderek Kur'an'dan aldığımız ilhamla diyoruz ki: Arapların katında kitapların, sahifelerin ve derilerin, peygamberlikten önceki dönemle ilgili olarak Arapça olan ve Arapça olmayan tarihsel haberler, kıssalar ve bilgilerle doldurulduğunu, onların dilden dile dolaşması, gönülden gönüle akmasıyla yetinilmediği kesindir. Bunlarla ilgili hiç bir şey bize ulaşmamış bile olsa durum değişmez. Bunu, Peygamberin onlara her Kur'an okuyuşunda onların "öncekilerin masalları" ifadesini tekrar etmesinden çıkarıyoruz. Bu ifade ve kavram öncekilerin hikâyeleri için kullanılıyorsa da onun Önceki yazılı metinler için de kullanıldığını zannediyoruz. Bu kavramın önceki eski ulusların hikayeleri ya da asılsız, hurafe şeyler için kullanılması daha sonra olmuştur. Özellike "Esatir" kavramının "Satara" kavramından geldiğini ve "Satara"nin de yazmak anlamına geldiğini düşündüğümüzde mesele daha da netleşir Kur'an bu kavramı, daha Önce başka bir sebeble naklettiğimiz Tur 1-3 ve Kalem 1-2 ayetlerinde kullanmıştır. Zannediyorum az Önce naklettiğimiz Furkan beşinci ayeti de burada belirtmeye çalıştığımız noktanın doğru olduğuna güçlü bir delildir. O da kâfirlerin, Peygamberin önceki insanların esatirini yazdığını, ezberlediğini, sonra da kendilerine okuduğunu söylediklerini hikaye etmektedir. Bu da haberleri ve kıssaları yazmanın Araplarda bilinmeyen bir şey olmadığını ve bunlardan bir kısmının yazılı olduğunu ve kâfirlerin Peygamber hakkındaki düşüncelerine malzeme hazırladığını ilham etmektedir. İbn-i Hişam iki haber kaydetmiştir ki (10) bunlarla belirtmeye çalıştığımız noktayı aydınlatmak mümkündür: Birincisi: Nadr h. Haris'in, davet meclislerinde Peygamber'i izleyip insanlara Rüstem ve İsfendiyar'm haberlerini hikaye etmesi: "Allah'a yemin olsun ki, O'nun sözleri benim sözlerimden daha güzel değildir. Onun sözleri öncekilerin esatirinden başkası değildir. O da benim derlediğim gibi onları derleyip yazmıştır" demesidir. İkincisi: Süveyd b. Samit'in Hac mevsiminde Peygamberle karşılaştığı Peygamber'in onu İslam'a çağırdığı, O'nun da: "Herhalde, bu dergideki şeylere çağırıyorsun deyip Lokman dergisini çıkardığı ve Peygambere gösterdiği" haberidir.

5. Coğrafya ve Astronomi Bilgisi:

Kur'an'da, denize, yolculuklara, güzel rüzgâra, fırtınalı rüzgâra, gürültülü rüzgâra, aynı şekilde kara yolculuklarına, ticari olan ve olmayan kervanlara, yollara, caddelere, yolculuklarda yolu bulmaya yarayan alametlere işaret eden pek çok ayetler vardır. Onlardan çoğunu daha önceki bölümlerde naklettik. Burada vereceklerimiz daha önce nakletmediklerimizdendir:
1 Ki (Rabbim), yeryüzünü sizin için bir beşik kıldı, onda sizin için yollar döşedi... (Taha, 53)
2 Yeryüzünde, onîarı sarsıntıya uğratmasın dîye, sabit dağlar yarattık ve doğru gidebilsinler diye de geniş yollar açtık. (Enbiya, 31).
3 Sizin için yeryüzüne boyun eğdiren O'dur. Şu halde O'nun omuzlarında yürüyün ve O'nun rızkından yiyin. Sonunda gidiş O'nadır
(Mülk, 15).
Önceki ayetler ile bu ayetler ve onların paralelinde olan ayetler, Hicazlıların Peygamberlikten önce yaptıkları kara ve deniz yolculuklarının çokluğunu göstermektedir. Kî biz bu yolculukların denizde, Kızıldeniz'in sahillerini aşıp Habeşistan sahillerine, doğu Afrika ve Güney Asya kıyılarına ulaştığım, karadaki yolculuklarının da Irak, İran, Şam, Mısır'ı kapsayıp bazan Küçük Asya'daki Bizans ülkelerine kadar vardığını anlayabiliyoruz. Onların bu kadar yolculukları başarmaları, bu işte o kadar ileri gitmeleri ancak denizcilik için zorunlu olan bilgileri idrak etmeleriyle mümkündür. Deniz yollarını, rüzgarın esiş yönlerini, limanları, kaleleri, ülkeleri ve şehirleri, vardıkları yerleri, geçtikleri yerleri, ticaret yaptıkları yerleri bilmiş olmaları gerekiyor. Başka bir ifadeyle onların coğrafya bilgileri diye adlandırabileceğimiz bilimlede ulaşmış olmaları gerekir. Artık burada fiziki, ekonomik ve sosyal coğrafya diye ayırmaya gerek yok. Sonra burada kara ve deniz coğrafyası ayırımı da yapılamaz. Arapların tarihsel bilgileri konusunda vardığımız sonuç, burada vardığımız sonucu da güçlü olarak desteklemektedir. Bu tarihi bilgilere sahip olan Arapların, tabiatıyla ulusların haberlerine, olaylarına, gittikleri ülkelerin ve bölgelerin çeşiti coğrafya konumları ile ilgili bilgilere de ulaşmış olmaları gerekir.
(10) îbni Hişam; I. 323 ve II, 27-28.


Aynı şekilde Kur'an'da Güneşten, Aydan, Ay'ın konaklarından, Güneş ve Ay'ın yörünge ve hareketlerinden ve bu ikisinin yıl hesaplamalarmdaki rollerinden; Yıldızlardan ve onların, Arap yarımadasında aşırı sıcaklık dolayısıylatercih edilen gece kara ve deniz yolculuğu esnasında rehber olarak, yol gösterici olarak kullanılmasından bahseden bir çok ayet vardır. Hatta bu ayetlerde Güneş ve Ay dışında bizzat yıldız/gezegen adı zikredilmiştir. Aşağıda vereceğimiz ayetlerde bu durum daha iyi görülüyor;
1 Sana hilâl halindeki aylan sorarlar: De kî: "O, insanlar ve hac için belirlenmiş vakitlerdir." (Bakara, 189).
2 O, karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulmanız için size yıldızları var edendir. Bilebilen bir topluluk için biz ayetleri birer birer açıkladık (En'am,97),
3 Güneşi bir aydınlık, ay'ı da bir nur kılan ve yılların sayısı ve hesabını bilmeniz için ona duraklar tesbit eden O'dur... (Yunus, 5)
4 Sizi sarsıntıya uğratır diye yerde sarsılmaz dağlar bıraktı, ırmaklar ve yollar da (kıldı). Umulur ki doğru yolu bulursunuz. Ve (başka) işaretler de (yarattı), onlar yıldız(lar)la da doğru yolu bulabilirler. (Nahl, 15-16).
5 Güneş de kendisi İçin olan bir müstekarra doğru akıp gitmektedir. Bu,üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)'ın takdiridir. Ay'a gelince, biz
onun için de bir takım uğrak yerleri takdir ettik; sonunda o, eski bir hurma dalma döndü. Ne güneşin aya yetişmesi, ne de gecenin gündüzün Önüne geçmesi doğrudur. Her biri bir yörüngede yürüyüp gitmektedirler. (Yasın, 38-40).
6 Yoo, şafak vaktine yemin ederim, geceye ve toplayıp taşıdığı şeylere, ondördüne girdiği zaman aya... (İnşikak, 16-18). Ayrıca Bkz: (6/96; 16/12; 21/33; 31/29; 53/49; 81/15-18) Allah'ın nimetlerini hatırlatma ya da Allah'ın ululuğunu vurgulama konusunda gelen bu ayetlerin üslubu, onları dinleyenlerin onları anladıklarını, neye işaretlettiklerini kavradıklarını göstermektedir. Tâli olarak da Peygamberin asrı ve çevresindeki Arapların, yıldızların yeri, hareketleri, bazı isimleri hakkında bilgi sahibi olduklarını, yolculuklarında, evlerinde, yola koyulmalarında, zamanlarını belirlemelerinde, seferlerinde bu bilgilerinden yararlandıklarını, Güneş'in ve Ay'ın hareketlerini hesapladıklarını, mevsimleri ve günleri hesaplarken bu iki gezegenden yararlandıklarını, başka ve daha doğru bir ifadeyle onların bir nebze astronomi bilgileri olduklarını göstermektedir. Bununla beraber Arapların bu konuda bildikleri şeylerin o zamanda ya da daha öncelerinde Yunanlıların astronomi bilgileri düzeyinde bir bilgi olduğunu soyleyemiyoruz. Çünkü onlarda (Yunanlılarda) bu ilmin kuralları ve bilimsel sınırlandırmaları vardı. Onların bu bilgilerinin, deneyimlerinden, yolculuklarından ve müşahedelerinden kaynaklanan ilkel bilgiler olduğunu tercih ediyoruz.

6. Tıp ve Eczacılık Bilgisi:

Madem ki burada Arapların akli gücünü ve bunun tezahürlerini ortaya koyan Arap kültüründen söz ediyoruz, o zaman burada şunu da belirtmemiz doğru olacaktır: Onların hastalıklarla, hastalıkların tedavileriyle, eczacılıkla, ilaç yapımı ve kullanımıyla uğraşmadıklarını söylemek doğru olmaz. Onların kendi deneyimlerine ve gözlemlerine dayanarak, ya da komşu ülkelerin deneyimlerini iktibas ederek bu alanda bir mesafe katetmiş olmalarını söylemeliyiz. Bunlara "Tıp ilimleri" de diyebiliriz. Bu konuda Nahl sûresinin ayetlerinden birinde kendisine değinilen baldan başka bir işaret Kur'an'da yer almamaktadır:
"Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda uçuver.' Onların karınlarından türlü şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır..." (Nahl, 69)

Peygamberlikten Önce ve peygamberlik döneminde tıp ile uğraşan vt bu konuda şöhret yapan bir dizi şahsiyetin isimlerinin rivayetlerde ve biyografi kitaplarında yer aldığına dikkat çekmeliyiz.


7. Soybilim:

Arapların kabilesel hayatları şöyle bir yaklaşımda bulunmamızı kolaylaştırabilir: Onların arasında soylara, kabile, aşiret, boy ve evlerin zincirleme bağlılıklarına, onların gelişmelerine, antlaşmalarına, dostluklarına geniş ölçüde önem veren bir sınıfın yetişmiş olması gerekirdi. Zira bu onların yaşadığı hayatın kaçınılmaz gereklerinden biridir ve bunu bir ölçüde soybilim olarak nitelemek mümkündür. Bu konuda Kur'an'da yer alan iki ayette iki işaretten başka bir şey bulunmamakla beraber durum budur.
1 Böylece Sur'a üfurüldüğü zaman, o gün aralarında soylar yoktur ve soruşturmazlar da. (Mü'mimın, 101).
2 Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. (Hucurat, 13).
Risâlet öncesi dönem ve toplumun ilim ve kültürleri hakkında söylediklerimizi özetleyecek olursak şöyle bir tablo çıkar:
1- Okuma-yazma hissedilecek derecede yaygınlaşmıştı. Badiyede (köyde) yaşayanların da bir takım bireylerinin okuma-yazmaya yönelmiş olması uzak bir olasılık değildir.
2- Araplardan, bazı yabancı dillerle uğraşan ve buna önem verip o dillerin sahiplerinin yanında bulunan dinî olan ve dinî olmayan kitapları tedkik eden kimseler vardı.
3- Araplar ulusların haberlerine ve peygamberlerin kıssalarına önem veriyorlardı. Tarihi bilgilerin, haberlerin, kültürün yazılı bulunduğu kitapları, sahifeleri, yazı yazılan ince derileri ve derlemeleri vardı. Bu haberlerin ve bilgilerin köken ve yer olarak Araplara ait olanları olduğu gibi iktibas olanları da vardı.
4- Araplar, gözlem ve deneye dayalı bir takım coğrafî astronomik ve tıbbi bilgilere, uğraşılara sahipti.
5- Araplar soy bilgisi, iz sürme rüzgârların esiş yönleri ve yağışı tahmin konusunda uzman idiler.
6- Onların ziraat ve matematik bilgileri öz ve basitti. (Bu konu geniş olarak birinci bölümde işlenmişti.)

8. Kâhinlik ve Büyücülük:

Bu fasıla Peygamberin peygamberlikten önceki asrında ve toplumunda kâhinlik ve büyücülüğü de ilave etmek istiyoruz. Zira bize göre, bunlar psikolojik bilimler ve marifetler olmaları hasebiyle konumuzla ilgilidir. Bu yönleriyle Arapların aklî güçlerini gösteren tezahürlerden biri olarak kabul edilmeleri mümkündür.
Araplarda, kâhinlik ve büyücülüğün ciddi bir yeri; ruhsal ve psikolojik problemlerinde ve zihinlerinde büyük bir etkisi vardı. Araplar özellikle kâhinlere saygı ve takdirle bakıyorlardı. Onları ruhsal (psikolojik) hastalıkların doktorları olarak görüyorlardı. Psikolojik sıkıntılarının ve ruhsal problemlerinin hepsinde onlara koşuyorlardı. Sarsıldıklarında, sıkıntıya düştüklerinde ve rahatsız olduklarında dertlerini onlara götürüyorlardı. Onların katında huzur ve marifet olduğunu söylüyorlardı. Birisi korkunç bir rüya gördüğünde onu yorumlaması için kâhine koşuyordu: Kapalı-gizli bir anlaşmazlık çıktığında çözümü için kâhine yöneliyorlardı. İnsanları korkutan herhangi bir gök ya da yer felaketi olduğunda derhal kâhine koşarlar ve onlardan gayb haberlerini ya da içinde bulundukları durumu izah eden açıklamalar isterlerdi.
"Kâhin" kavramı Kur'an'da iki ayette geçmekte ve Arap kâfirlerinin Peygamber'e nisbet ettiği kâhinlik vasfını red etmektedir.
1 Şu halde sen, öğüt verip-hatırlat; çünkü sen Rabbinin nimetiyle ne bir kahinsin, ne de bir deli. (Tur, 29).
2 ... Bsr kâhinin de sözü değildir. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz'7 (Hakka, 42).

Bu iki ayetin dışında Araplardaki kâhinliğe açık bir tablo çizen, ışık tutmaya yarayan başka bir şey yoktur. Yalnız tabiatıyla onların Peygamber'e kâhinliği nisbet edişi kendi anlayışlarına göre onunla kâhinler arasında bir benzerlik görmelerinden kaynaklanıyordu. Araplara ait rivayetlere dayanarak kâhinlik ve kâhinler hakkında şu noktaları tesbit edebiliriz;
1- Arapların nazarında kâhinliğin dinî bir statüsü yoktu.
2- Kâhinler soru sahiplerinin soruları üzerine sözlerini ve cevaplarını sıcak, coşturucu bir uslubla söylerlerdi. Konuşmasının arasına bir takım imalar yerleştirirlerdi. Ki bunların içinde dinleyiciler kafalarındaki soruların açıklamasını bulabiliyorlardı.
3- Gizli-kapalı seci'li imalar içeren sözleriyle insanlara gayb olan şeylerden, gelecekten söz ediyorlardı.
4- Onlar insanları uyutarak ya da insanların kendileri, kurun¬tuya kapılarak, hatta bizzat kahinlerin kendilerinin de dillerinden dökülen seci'ler ve tevriyeler nedeniyle kendilerine uyan cinlerin olduğunu, kendilerine düşen görevde onlara yardımcı oldukları zehabına kapılıyorlardı.

Kendilerini izleyen bu cinlerin göklere kulak verip oradan haberler çaldıklarını, getirip bu haberleri kâhinlerin gönüllerine bıraktıklarını, onların da bu haberleri ifade ettiklerine inanıyorlardı. Burada bazı Kur'an ayetlerinin, şeytanların gök haberlerine kulak kesildiklerine ve onları alıp kaçmalarına işaret ettiğine dikkat çekmeliyiz. Gelecek ayetlerde bunu görüyoruz:
1 Andolsun biz, gökte burçlar yaptık. Ve onu bakanlar için süsledik. Ve onu her kovulmuş şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı eden olursa, onu da parlak bir ateş şulesi kovalar. (Hîcr, 16,18).
2 Hiç şüphesiz, bir dünya göğünü çekici bir süsle, yıldızlarla süsleyip donattık. Ve itaatten çıkmış her azgın şeytandan koruduk. Ki onlar, Mele'i A'laya kulak verip dinleyemezler ve onlar her yandan kovulur atılırlar, uzaklaştırılırlar. Onlar için kesintisiz bir azab vardır. Ancak çalıp kaçan olursa artık onu da delip geçen yakıcı bir alev izler. (Saffat, 6-10).
3 "Doğrusu biz göğü yokladık, fakat onu oldukça güçlü koruyucular ve şihablarla kaplı bulduk. Oysa gerçekte biz, dinlemek için onun bazı bölümlerinde, oturma yerlerinde otururduk. Ama şimdi kim dinleyecek olsa, kendisini İzleyen bir şihâb bulur" (Cin, 8-9).
4 Andolsun, biz en yakın olan göğü kandillerle donattık ve bunları, şeytanlar İçin taşlama birimleri kıldık. Onlar için de çılgınca yanan ateşin azabını hazırladık. (Mülk, 5).
Buna göre kâfirlerin, Peygamber ile kâhinler arasında gördüğü benzerlik Peygamberin okuduğu seci'li, coşkulu ya da ölçülü Kur'an ayetleridir. Özellikle de Peygamberliğinin ilk zamanlarında bu niteliği taşıyan ayetler pek çoktu. Peygamberliğin ilk zamanlarındaki ayetlerin çoğu seci'liydi. Peygamberin gelecekten haber vermesi ölümünden sonra dirilişten, Cehennem'den söz etmesi, Allah ile gök ve meleklerle ilişkisinin olduğunu söylemesi, Melekler vasıta¬sıyla kalbine Kur'an'm indirilmiş olması onları böyle bir zanna itmiştir.
"Kâhin" kavramının geçtiği iki ayetin siyakı ve özü rivayetlerin açıkladığı, bizim de kaydettiğimiz Arap kâhini tablosuyla uygunluk arzedebilir.

Rivayetler; kâhinlerden, kâhin kadınlardan, insanların felaketlerde, zor durumlarda ve düş görmelerinde onlara baş vurmalarından söz eden pekçok haberler kaydettikleri gibi, onlardan bazılarının isimlerini ve sözlerinden birtakım örnekleri de nakletmişlerdir.(11) Bu rivayetlerin durumu ne olursa olsun, bunlar kesin olan ve bu sınıfın varlığını gösteren Kur'an metnine ilave olarak, Arapların zihnindeki güçlü ve etkili tablonun, onların yanında ne kadar büyük yer kapladığını, büyük önem taşıdığını gösteren sağlıklı bir delil olabilir. Onlar bu işe o kadar önem verir hale gelmişlerdi ki, Rasulün Risaletini, Peygamberliğini kâhinlik olarak açıklamaya çalışmışlardı. Onunla kâhinler arasında bir takım benzerlikler gözledikleri için onu da kâhinlerin düzeyinde ve onların yolundan giden biri olarak değerlendirmişlerdi.
Buna göre kâhinliği Arap aklının gelişme devrelerinden ve gücünü görünümlerinden biri olarak değerlendirmekle yanlış yapmış olmuyoruz. İsterse bu durum tüm Araplara özgü olmayıp sayıları çok az olan bir sınıfla sınırlı olsun farketmez. Zira buna benzer iddialar ve onları üstlenme aralarındaki sınıf farklarına rağmen tüm insanların liderler ve eşraf da dahil olmak üzere onlara yönelmesi ancak keskin bir zekaya, geniş hayal gücüne, kuvvetli bir akla ve söz sanatlarının kullanımında güçlü bir yapıya sahip olan bireyler için geçerli olabilir. Muhtemelen bunlardan bazıları, bizzat kendileri de kendilerine verilen güçler ve özellikler nedeniyle cinlerle ilişki kurduklarına, onlardan destek aldıklarına inanıyorlardı. Zaten Arapların zihinlerinde cinlerin dahiler ve seçkin kimselerle ilişki kurduğu imajı eskiden beri vardı. Buna benzer nitelikleri taşıyan bir takım bireylerin bir ulusta herhangi bir asırda ortaya çıkışı o ulusun söz konusu asırda akli gücünün bir görünümü olarak değerlendirilebileceğini söylemek aşırılık olmaz. Özellikle bu sınıfın yanında onun denginde başka sınıflar olduğu zaman... Daha önceki fasıllarda işlediğimiz ve gelecek fasıllarda da işleyeceğimiz gibi Arapların, Peygamber asrında ve çevresinde durumu böyleydi.
Büyü ve büyücülük ise, değişik münasebetlerle ve pekçok ayetlerde zikredilmiştir.

(11) Ibn Hışam; I, 14-17, 135-144, 194-201.

Bunların bir kısmı gelecek Örneklerde görüldüğü gibi Musa ve Firavun kissasıyla ilgilidir:
1 Dediler ki: "Ey Musa, (İlkin) sen mi atmak istersin, yoksa atanlar biz mi olalım?" (Musa) "Siz atın" dedi. (Asalarını) atıverince, İnsanların gözlerini büyüleyiverdiler, onları dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir getirmiş oldular. (A'raf, 115-116). 2 Ey Musa, dediler. "Ya sen (asanı) at ya da önce atanlar bizler olalım. Dedi ki: "Hayır sizler atın." Sonra hemen sihirlerinden dolayı, onların iplen ve asaları kendisine gerçekten debeleniyormuş hayaliyle göründü (Taha, 65-66).

Ayetlerin bazısı kâfirlerin sözlerini, Peygamber'e büyüyü izafe edişlerini, omın çağrısını ve Kur'an'ın ölümden sonra diriliş, haşir, hesaba çekilme, cennet, cehenem gibi vaadettiği şeyleri büyü olarak nitelendirişlerini hikâye etmekle ilgilidir. Gelecek örneklerde görüldüğü gibi:
1 Biz Kitabı üzerine yazılı bir kağıtta göndersek ve onlar ona elleriyle dokunsalar bile, küfredenler, tartışmasız: "Bu apaçık bir büyüden başkası değildir" derler. (En'am, 7).
2 ... (Sen onlara): "Öldükten sonra dirileceksiniz" desen, inkâr edenler:"Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değildir" derler. (Hud, 7)
3 ... O zalimlerin "Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz" dediklerini çok iyi bilirsin. (İsra, 47).
4 Onlar bir ayet görseler, sırt çevirirler ve: "(Bu) kesintisiz bir büyüdür" derler. (Kamer, 2).
Ayrıca Bkz. (10/2; 15/14-15; 21/3; 37/14-16)

Bazı ayetlerde Yahudileri ve şeytanların sözlerine uymalarını yerme konusunda, Bakara 102. ayetinde ifadesini bulduğu ve birinci bölümün üçüncü faslında naklettiğimiz gibi Harut-Marut'un Babil'de sihir yapma haberiyle ilgili olarak gelmiştir.
'Bundan biri de, müfessirlerin cumhuruna göre sihirbazların eylemlerinden biri olan düğümlere üfürenlerin şerrinden Allah'a sığınmayı emreden Felâk süresidir:
«De ki: "Sabahın Rabbine sığınırım, yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfleyen kadının şerrinden, hased ettiği zaman hasetçinin şerrinden"-» (Felak, 1-5)
Bu ayetler sihir ve sihirbazların geçtiği ayetlerin tamamı değildir. Bu ayetlerin sayısı yaklaşık olarak elliyi bulur. Burada işin ilginç tarafı şudur ki; kâhinliğin ve kâhinlerin haberlerini, sözlerini ve isimlerini nakleden pek çok rivayet olduğu halde, onlardan bahseden ayet sayısı ikiyi geçmezken, sihirbaz ve sihirle ilgili bir sürü ayet olmasına rağmen bu konudaki haber ve rivayetler oldukça azdır.

Her ne olursa olsun Kur'an'da buyu, büyücü, büyülenmiş ve büyücüler kavramlarının defalarca tekrar edilmiş olması, kâfirlerin Peygamber'i büyücülükle itham eden sözlerinin hikaye edilişi, Arapların peygamberlikten önce sihir ve sihirbazları bildiklerine, güçlü bir delildir.
Kur'an ayetlerinden yola çıkılarak sihirbazların yaptıkları şeyleri ya da sihirbazlık ve sihirbazlar hakkında zihinlerinde yer alan hususları tespit edebiliriz. Şöyle ki:
1- Şeytanlarla büyü ve büyücüler arasında öğrenci-oğretmen ilişkisine benzer bir anlayış vardır. Onlar büyücünün kişi ile hanımını ayırabilme gücüne sahip olduğuna inanıyorlardı (Bakara, 102).
2- Büyücünün, insanın gözünde, bir takım şeyleri olduğundan başka gösterebileceği şeklinde bir anlayış vardı. İnsanların içlerine korku ve ürperti satabileceklerine inanılıyordu (A'raf, 115-116; Taha, 65-67).
3- Araplar, bir kimsenin, görmedikleri bir şeyden ya da alışmadıkları, duymadıkları şeylerden söz eden, konuştuğu konularda da bir takım gizli-kapaklı ya da şaşırtıcı yeni şeyler söyleyen birini gördüklerinde, onu büyünün etkisine girmiş kabul ediyor ve onun büyülenmiş olduğunu söylüyorlardı.
4- Araplar, beşerin eliyle gerçekleşen olağanüstü şeyleri, bazen elleriyle dokunup, gözleriyle görseler de sihir olarak sayıyorlardı.
5- Sihirbazların yaptığı şeylerin arasında düğümler düğümleme ve onların üzerine üfürme gizli bir takım sözleri okuma ya da öyle bir imaj verme de vardı.
6- Yahudilerden büyü işleri yapan kimseler vardı.
Bundan sonra sihirbazın tablosuyla ilgili birşey çizmek istersek, bu tablonun kâhinin tablosuna yakın olduğunu görürüz. Bunlar da keskin zeka sahibi, tasarruf gücü bulnnan, geniş hayal sahibi olan, cinlerle ilişki kurduğunu, çeşitli işlerinde cinleri hizmetinde kullandığı imajını verme, insanların güçleri üzerinde etkili olma, onları egemenliği altına alma, onlara var olmayan şeyi varmış gibi hayal ettirme, olmamış şeyi olmuş gibi gösterme kabiliyetleri bulunan kimselerdir. Kâhinler hakkında söylediklerimizi sihirbazlar için de söyleyebiliriz: Cinlerle temasa geçme kuruntusu, kendilerinde gördükleri güç ve yeteneklerden dolayı onların işlerinde kendisine yardımcı olduklarını sanma vesaire. Zira Arapların akidesi; cinlerin, dâhiler ve mahir/uzman kişilerle ilişki kurdukları şeklindeydi.

9. Hikmet;

Şimdi de "Hikmet" kavramına işaret edelim. Bunların bir kısmı Peygamberlerle, bir kısmı Peygamber'in göreviyle, bir kısmı da genel olarak onu takdirle yadetme şeklindedir. Gelecek örneklerde bunu görüyoruz:
1 "Rabbinıiz, içlerinden onlara bir peygamber gönder, onlara ayetini okusun, onlara Kitabı ve hikmeti Öğretsin... (Bakara, 129)
2 Kime dilerse hikmeti ona verir; şüphesiz kendisine hikmet verilene büyük bir hayır da verilmşitir. (Bakara, 269).
3 Ona Kitabı, hikmeti, Tevratı ve İncili öğretecek. (Al-i îmran, 48).
4 Hiç bir insana yakışmaz ki, Allah ona kitap, hüküm (Hikmet) ve nübüvvet versin de, sonra (o kalksın) insanlara: "Allah'ı bırakıp bana kullar olun" desin... (AI-i îmran, 79).
5 ...Allah sana Kitabı ve Hikmeti indirdi ve sana bilmediklerini öğretti. Allah'ın Üzerindeki fazlı çok büyüktür, (Nisa, 113)
6 Bunlar, Rabbinın sana hikmet olarak vahyettiği şeylerdir.12 (Isra, 39)
7 Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. (NahI, 125).

Ayetlerin genel temasından, "hikmef'in akli bir bağış olduğu, onunla sahibinin üstün akıllı, hükmünde isabetli, sağlam görüşlü, söylediği yaptığı her şeyde iyiyi, hakkı ve olgun olanı esas aldığı anlaşılmaktadır. Aklî üstünlüğün, güzel basiretin, tasarrufun, olgunluğun, vicdan ve zevk dürüstlüğünün, iyiliği ve gerçeği sevmenin, kötülüklerden, saçmalıklardan uzaklaşmanın tezahürlerinden biridir. Ayetler doğrudan Arapların Peygamberlikten önceki durumuyla ilişkili değilseler de kavramın Kur'an'da pekçok defalar kullanılmış olması, onun anlamının ve içeriğinin Araplarca bilindiğini, üzerinde çok konuşulan önemli meselelerde, büyük problemlerde kendilerine başvurulduğunu, onların da üstün bir akıl, parlak bir düşünce ve zeki bir kalb ile meselelerine baktıklarını ilham etmektedir. Tâli olarak denebilir ki: Bu da Peygamber'in peygamberlik döneminden önceki asrı ve çevresinin akli güçlerinin gelişmelerinden biri olarak değerlendirilebilir. Haberler bu adamlardan bazılarının adını bile vermiştir. Olgun bir görüşü, parlak bir düşünceyi içinde barındıran mesellere, hikmet ve sözlere sahip olan Ekrem b. Safiy gibi.
Bu ayet, Isra Sûresinde kaydedilen çok değerli Kur'anî öğütler arasında yer almıştır ki, "Hıkmet"ın anlamıyla ilgili olarak kaydettiklerimizin en değerli desteğidir
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
Alt 12. June 2011, 09:35 PM   #12
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

C) ARAPLARIN YERLEŞİK KONUMLARINI SAVUNMA RUHU:
Kur'an'da pekçok ayet, kâfirler, ve münafıklar olarak Arapların Peygamber'e karşı düşmanca ve karşıt bir tavır aldıklarına işaret etmektedir. Onların sözlerim ve eylemlerini, hilelerini hikaye etmek¬te, delillerini ve tartışmalarını nitelemektedir.
Zorluklar ve karşı koyma, direnmeler hangi amaç uğruna ve ne zaman yapılırsa yapılsın, nedeni ne olursa olsun içinde, berabe¬rinde bir canlılık getirir. Bu tür karşıt ve düşmanca tavırları alma¬larına neden olan güçlü bir akıl gücünü içinde taşır. İsterse bu ta¬vırların kaynağı ve nedeni iman ve akide olsun, isterse egoizm, cimrilik ve taşkınlık, aç gözlülük ya da böbürlenme, büyüklük tas¬lama, kin gütme, inat etme ve tartışmada diretme gibi nedenler ol¬sun farketmez. Çünkü bunların hepsi hiçbir şeyden haberi olmayan geri zekâlı, zayıf ve ayak takımından, bayağı kimselerden beklene¬mez. Karşı koyuş ve zorluğun konusu ne ölçüde önemliyse, iki kar¬şıt taraf da maddi, aklî ve psikolojik guç yönünden ne kadar kuvvet¬li ve sağlam olursa, tabiatıyla sonuçlar ve görünümler de o kadar be¬lirgin olur.
İşte bu nedenle burada bu konuyu da ele alacağız. Peygamber top¬lumundaki kâfir ve münafıkların tavırlarıyla ilgili Kur'an ayetleri¬nin bir kısmını arz etmek istiyoruz ki, bu açıdan da Arap aklının güç¬lü yönlerim görebilelim. Bu tavır ve tutumların, onların aklî güçle¬rine delalet eden birer tezahür ve kriter olduklarından kuşku duy-muyoruz.
Kur'an ayetlerini derin bir nüfuzla inceleyenler orada bu tavır ve tutumların pekçok tablolarını göreceklerdir. Katı, acımasız tartış¬malar, inada dayalı alabildiğine düşmanlıklar, tartışmada delile baş¬vurmalar, polemikler, demagojiler, üstünlük taslamalarla dolu tab¬lolar gözleyeceklerdir. Meselelerde, problemlerde, isteklerde aldat-ma, kandırma, tuzak kurma ve zora koşmalarla dolup taşan olaylar¬la karşılaşacaklardır. Egoizmin, büyüklük taslamanın, dalga geçme¬nin, alaya almanın, horlamanın, aldatmanın, azdırmanın tablolarıy¬la yüzyüze geleceklerdir. İşte bu Kur'an tablolarının içinden güçlü bir akıllılığın, benliğine ve konumuna aşırı düşkünlük gösteren bir bilincin, cimri ve obur bir psikolojinin, ona sahiplenenlerce yıkılmak¬ta oldukları görülen gelenekleri ve maslahatları koruma uğruna cid¬di bir savunma ve direnmenin, büyüklenme, kendini beğenme ve ze¬ki olmaktan kaynaklanan bir inadın varlığını okuyacaklardır. Hiç
birşeyden haberi olmayan geri zekalı, zayıf ayak takımı, bilgisiz ve ahmak kişinin inadını değil.
Bunun içindir ki, araştırıcının bu tavır ve tutumları, bu tablola¬rı uzun uzadiya incelemesi doğru olur. Böylece o, peygamber çevre¬si ve asrındaki insanlarla ilgili olarak güçlü bir akılcılık ve akıllı¬ca hareketin güçlü tezahürlerini gözleyebilecektir, özellikle de şe¬hirlerde, daha özel bir anlamda Kur'an'm gelecek ayetlerde keşfet¬tiği bu zorlukların ve karşı koyup direnmenin önderliğini üstlenen sınıflarda bu güçlü akılcılığın tezahürleri rahatlıkla görülebilecek¬tir:
1 Böylece biz her ülkenin Önde gelenlerini oranın suçlu günahkârları kıl-
dık. Oysa onlar hileli düzeni ancak kendilerine kurarlar da bunun şu¬uruna varmazlar. Onlara ne zaman bir ayet gelse, derler ki: "Allah'ın elçisine verilenin bir benzen bize verilene kadar biz kesin olarak inanmayacağız." Allah, elçiliğini nereye vereceğini daha iyi bilir. Bu, suçlulara kurageldikleri düzenleri nedeniyle şiddetli bir azab ve Allah katında bir küçüklük isabet edecektir. (En'am, 123-124)
2 Onlara "yeryüzünde bozgunculuk yapmayın' dendiği zaman: 'Biz sa-
dece ıslah edicileriz' derler... Ve (yine) kendilerine: "İnsanların iman ettiğine siz de iman edin" denildiğinde: "Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi iman edelim?" derler. Bilin ki, gerçekten asıl dü¬şük akıllılar kendileridir; ama bilmezler. (Bakara, 11-13). Kâfir ve münafık olarak bu zorluk çıkaranların Peygamberin pey-gamberliğinden önce o toplumda çeşitli alanlarda ileri gittiklerini ve düze eren adamlar olduklarını düşündüğümüzde, onların aklî güç¬lerini gösteren bu güçlü konumlarının aslında ve gerçekten onların peygamberlikten önceki güçlü akıllarını temsil etmekte olduğunu gö¬rürüz. Böylece de konumuz bu açıdan birbirine uygunluk arzeder. Bu münasebetle denebilir ki: Peygamberin Allah'ın gücü, hakkın ruhaniyetiyle desteklenen, dosdoğru ifade, parlak delile dayanan çağ¬rısından kuşku etmek ve onun karşısında yer almak akli muhake¬meleri ve kavrama güçleri sağlam olan insanlar tarafından takını¬lacak bir tavır değildir. Bu iddia az sonra açıklayacağımız gibi tu¬tarsız olmasına rağmen eskiden olduğu gibi şimdi de bir takım mü¬ellifleri, yazarları etkilemekte ve o devir ve tavır sahibi insanlardan akıl ve idraklarını çekip almakta Peygamberlikten önceki dönemin insanlarım cahillik ve geri zekalılıkta boğulmuş bir şekilde öyle bir tabloda tasvir etmektedirer. Dindarlık ve günahkârlıkta hayli aşa-
284
ğı yuvarlandıklarını, barbarlaştiklarmı ifade etmektedirler. Ve on¬ların bu hallerinin ve durumlarının, Peygamberin Allah tarafından insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarması için vahyedilen Risa-let göreviyle çok uygun düştüğünü söylemeye getirmektedirler. Halbuki bu yaklaşım yanlıştır. Şöyle ki:
1- Burada kastedilen karanlıklar, şirk, putperestlik, ahlaki sa¬pıklıklar, dünya şehvetlerinde ve zevklerinde boğulmak, ahireti, he¬saba çekilmeyi, onun azabını ve nimetlerini unutmaktır. Cahillik, bilgisizlik, barbarlık, yabanileşme, kavrama yeteneklerinin düşüşü, gerileyici demek değildir. Akli güçlerini yitirmeleri anlamına gelmez. Nitekim bunu peygamberin görevini belirleyen ayetin siyakından an¬lamak mümkündür:
"Elif, Lâm, Ra. Bu bir Kitaptır ki, Rabbinin izniyle insanları ka¬ranlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için onu sana indirdik. O Allah ki göklerde ve yerde ne varsa O'nun-dur. Şiddetli azab dolayısıyla vay küfre sapanlara. Onlar, dünya ha¬yatını ahire te karşı severler, Allah'ın yolundan engellerler ve onda çar¬pıklık ararlar. İşte onlar uzak bir sapıklık içindedirler. Biz her pey¬gamberi, kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara apaçık anlatsın. Böylece Allah, dilediğini şaşırtır, dilediğini de hidayete iletir. O, üs¬tün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir." (İbrahim, 1-4).
2- İnsanların dini inançları ezici bir çoğunlukla gelenekseldir ve babadan oğula geçer. Kur'an'ın da nitelediği gibi bu onların lisanı hallerinden anlaşılabilecek bir olgudur:
«Hayır! dediler ki: "Gerçek şu ki biz atalarımızı bir ümmet üze¬rinde bulduk ve doğrusu biz onların izleri üstünde doğru olana yö¬nelmiş (kimse)leriz." İşte böyle; senden önce de hangi memlekete bir uyarıcı gönderdiysek, mutlaka onun refah içinde şımarıp da azan ön¬de gelenleri (şöyle) demişlerdir: "Gerçek şu ki, biz atalarımızı bir üm¬met üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onların izlerine uymuşlarız".» (Zuhruf, 22-23).
3- Sağlam ve dosdoğru olan dine ulaşmak, Rabbani bir hidayet, gö¬nül ve kalbin genişlemesiyle, içsel bir hazırlık ya da hazırlanma ile ger¬çekleşebilir, ibrahim sûresinin az önce geçen ayetlerinden ve daha baş¬ka pekçok ayetlerden anlaşılan da budur. Birini örnek olarak verelim:
"Allah, kimi hidayete eriştirmek isterse, onun göğsünü İslam'a açar; kimi de saptırmak isterse, onun göğsünü dar ve sıkıntılı kılar. Al¬lah, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir." (En'am, 125).
285
4- Asılsız, anlamsız ve sapık inançların; aklî gücü ve kavrama ye¬teneği kuvvetli olan, medeniyetlerinde, bilimlerinde ve kültürlerin¬de üstün bir ilemleme kaydetmiş olan kişilerde bulunması da müm¬kündür. Bu kuşku götürmeyen apaçık bir olgudur. Şimdi olduğu gi¬bi geçmişte de realitede olan budur. Her zaman ve her yerde deği¬şik, farklı pekçok dinler bulunmuştur. Halbuki gerçek ancak bir ta¬nesinde olabilir. Öyle ise, bu tek ve gerçek olan dinde olmayanlar, sürekli olarak geri kalmış, anlayışsız, ahmak, anarşist ruhlu bilgi¬siz kimseler olmamıştır. Hatta onlardan pekçoğu akıllarında, kav¬rayış ve idraklannda, medeniyet içinde ve bilimlerinde, bilgilerin¬de bu hak olan tek dine bağlı olan kişilerin çoğunu aşmışlardır. Bu önemli bir noktadır ve hiçbir zaman kuşku ile karşılanmasına gerek yoktur.
Yahudiler ve bazı Hıristiyanlar da Peygamber toplumunda Arap kâfirlerinin tutumlarına benzer bir tavır içine girmişlerdi. Onun me¬sajını inkâr etmiş, onu yalnız bırakmış ve kendisine tuzak kur¬muşlardı, yahudilere yöneltilen eleştirilen özellikle de Yahudilere yöneltilenler bilgisizliklerinden, kavrayış zayıflıklarından değildi. Çünkü onlar hakkında böyle birşey denemez. Nitekim Mekki olan Kur'an'da Peygamberin mesajının doğruluğu ve Kur'an'm ona ini¬şi üzerine onları şahid olarak göstermiştir. Onları inkârlarının, tu¬zaklarının nedeni inad etmeleri, kin gütmeleri ve büyüklük tasla¬malarıdır. Onlar tüm bunları yaparken Peygamberin mesajının hak olduğunu, karakterinin, yanlarında bulunanı doğruladığını bi¬liyorlardı. Nitekim bununla ilgili pekçok ayetleri birinci bolümün üçüncü faslında nakletmiştik.
5- Şu ana kadar geçen ve ilerde gelecek olan Kur'an ayetleri kesin delillerle, fcat'i burhanlarla göstermektedir ki kâfir araplarm küfürlerinde, tuzak, aldatma ve zora koşma temeli üzerindeki tutum¬larında, tavırlarında ısrar etmelerinin nedeni bilgisizlik, anlayışsız¬lık, geri kafalılık, kavrama yeteneklerinin gerilemiş, kıtlaşmış ol¬ması değildi. Onların, özellikle de şehirli olanlarının daha özel bir anlamda liderlerinin, büyüklerinin ve zenginlerinin bu tutumu, sırf inad etmelerine, ısrarlarına, kin gütmelerine, gururlarına ye-dirememelerine, benlik davası etmelerine, menfaati arını, imtiyaz¬larını, konumlarını, statülerini ve nüfuzlarını yitirmelerinden kork¬malarına dayanmaktaydı.
Bunların hepsine ilave olarak özellikle Mekke'de uzun ya da kısa bir süre bu direnişe ve zorbalığa dayalı tutumları sergileyen-
286
lerin çoğu müslüman olmuştur. İslam'dan sonra, üstlenmiş bulun¬dukları savaşlarda, fetihlerde, siyasi, idari, yargı ve hükümle ilgi¬li eylemlerde, çalışmalarda üstün bir deha ve maharete kavuştular. Geniş hayalleriyle, güzel uygulamalarıyla, temiz duygularıyla, ile¬ri görüşlülükleriyle örnek şahsiyetler olmuşlardır.
Bu münasebetle başka bir noktaya da işaret etmek yerinde olur. Şöyle ki: Bu insanlar ve onların babaları; Hac, Haram Aylar ve da¬ha başka sosyal geleneklerin, kuralların, prensiplerin çoğunun ya¬pıcısı, icad edenidir. Ki bu gelenek ve prensiplerin çoğunu İslam ya olduğu gibi ya da bir nebze ıslahatla kabul etmiş, değiştirmemiştir. Ve bu gelenekler, kuralların hiç kuşkusuz pekçok yararları, menfa¬atleri, ileriye dönük yararlı amaçları olmuştur. Bunlar da isabetli bir basiretin, parlak bir düşüncenin ve üstün bir aklın varlığını göstermektedir.
Yine işaret edilmelidir ki, Kur'an'm Arapça olan dili bunların ve benzerlerinin ve yakın atalarının diliydi. Bu dil fesahat, belagat, be¬yan gücü, ushıb çeşitliliği ve tekniği, kaynak zenginliği, Sarf, Nahiv, İştikak ve Bedi' parlaklığı yönünden en üst seviyeye, en şaheser bir dereceye çıkmıştı, işte biz bunları göz önünde bulundurarak Peygam¬ber toplumu ve asrında yaşayan insanların canlı bir akla, parlak bir zekaya, keskin bir duyguya, sağlıklı bir zevke, engin bir basirete sa¬hip olduğunu çıkarıyoruz.
Hem Mekke, hem de Medine döneminde Arapların gösterdiği en¬gelleme ve muhalefet esasına dayanan tutumların birincisini Mek-kî Kur'an, ikincisini ise Medenî Kur'an sembolize etmektedir.
Birincisi işkence, eziyet yönünden daha katı ve düşmancı tavır alma yönünden daha kapsamlı olmuştur. Zira Mekke halkı bu sıra¬da güçlü ve üstün taraf konumundaydı. Müslümanlar ise zayıf ve azınlık idiler. Nitekim bu duruma Enfâl Sûresi ayetlerinden biri ha¬tırlatma türünden değinmiştir:
"Hatırlayın; hani sizler sayıca azdınız ve yeryüzünde zayıf bıra¬kılmışlardandınız, insanların sizi yakalayıvermelerinden korku-yordunuz. İşte O, sizi barındırandı, sizi yardımıyla destekledi ve si¬ze temiz şeylerden rizıklar verdi. Umulur ki şükredersiniz." (26. Ayet).
Allah Peygamberine sebat verdi. Allah'ın kendisi için seçtiği büyük görevi yüklenmeye devam etti. Bu görevin, başına getirece¬ği tehlike ve zorluklara hiç aldırmadı. Psikolojik yönden güçlüydü. Kalb yönünden kuvvetliydi. Güçlüklere direnme açısından metindi.
287
Sağlam yürekliydi, iç alemi sarsılmaz, karar verme gücü sağlamdı. Böylece görevini sonuna kadar yerine getirmek için yoluna yürüdü. Liderler, zenginler, ileri gelenler, büyükler ve eşraf takımı ona kar¬şı dikildi. Katı, acımasız bir düşmanlık ettiler. Düşmanlıklarının tü¬münü boşboğazlık, anlamsız ısrar, delil getirme, cedelleşme, hafife alma, alay etme, zorlama ve yalanlama oluşturuyordu. Tüm bunla¬rı yaparken hayli güçlü, olabildiğince katı idiler. Güçlerinin ve var¬lıklarının bilincindeydiler. İnançları, gelenekleri ve atalarının kül¬türü uğrunda mücadele ediyorlardı. Zayi olmak üzere bulunduğu¬nu sandıkları menfaatlarmm, yıkılmak üzere bulunan makamları¬nın, yitirilmek üzere olan imtiyazlarının, dağılıp gidecek olan say¬gınlıklarının uğruna güçlü bir mücadele verdiler. Cedelleşme gücü, düşmanlık yapma, inad etme ve bunun için değişik, çeşitli yöntem¬ler deneme açısından alabildiğince katı bir savaşım verdiler. Bu da onların akıl, zeka, maharet, deha, kavrayış, tedbir/önlem alma alanında yavan olmadıklarını, küçümsenmeyecek bir yere sahip olduklarını göstermektedir. Onlar, Kur'an'ın lisanıyla yaptığı uya¬rılara, dünya ve ahiret azabına aldırmadılar. Bu uyarılan bazen yalanlamakla bazen alaya alma ve dalga geçmekle bazen de gelecek ayetlerde görüldüğü gibi, meydan okumakla karşılıyorlardı:
1 Ayetlerimiz onlara okunduğu zaman "işittik" dediler. "İstesek biz de bunun bir benzerini söyleyebiliriz. Bu, eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir." Bir de: "Ey Allah'ımız, eğer bu (Kur'an) bir gerçek olarak senin katından ise, gökyüzünden üstümüze taş yağdır ya da acıklı bir azab getir" demişlerdi. (Enfal, 31-32). 1 Onlara apaçık olan ayetlerimiz okunduğunda: "Bu, sizi babalarınızın tapmakta olduklarından alıkoymak isteyen bir adamdan başkası değildir" dediler. Ve dediler ki: "Bu, uydurulmuş bir yalandan baş¬ka bir şey değildir." Küfre sapanlar da, kendilerine geldiği zaman hak için: "Bu, apaçık olan bir büyüden başka birşey değildir" dediler. (Se-be\43).
Şimdi de, Mekke kâfirlerinin özellikle de büyüklerinin, lider¬lerinin, eşrafının Önderlik ettiği genel olarak da diğer vatandaşların onları takip ettiği engelleme ve muhalefet esasına dayalı tutumlarını, konumlarını tasvir eden Mekkî ayetlerden bir kısmını vermeğe ça¬lışacağız. Bunları ayrıca açıklama ve uyarılarda bulunma zarureti görmüyoruz. Çünkü ayetler gerçekten delalet ve açıklık yönünden çok güçlüdür. Tavır ve tutumlara göre onları tasnif etme zorun-
luluğunu da gerekli görmüyoruz. Çünkü bu konu ancak Siret-i Ne¬beviye ile ilgilidir. Halbuki biz burada aklın gücünü, tuzağın ve hi¬lenin katılığını ve dehayı gösteren delilleri vermek istiyoruz. Biz bu ayetleri gerçek anlamda inceleyenlerin burada göstermeye çalış¬tığımız noktayı çok açık biçimde göreceklerine kesinlikle inanıyoruz. Burada ayrıca iki noktaya daha dikkat çekmek istiyoruz. Birin¬cisi: Biz söz konusu olan ayetlerin ancak az bir kısmını veriyoruz. Engelleme ve muhalefetle ilgili ayetler Kur'an'da gerçekten pek çoktur. Okuyucu, Kur'an'ı düşünerek, inceleyerek okumalı ki, bu düş¬manlığın kuvvetini gözleyebilsin. ikinci olarak: Arapların inançlarını ve dini düşüncelerini, bunlarla ilgili tartışmaları hikâye eden ayet¬lerden bir şey nakletmiyor onları dördüncü bölüme bırakıyoruz. Söz konusu Mekkî ayetlere gelince:
1 Biz Kitab'ı üzerine yazılı bir kağıtta göndersek ve onlar ona elleriy-
le dokunsalar bile, küfredenler, tartışmasız: "Bu apaçık bir büyüden başkası değildir" derler. Ve derler kî: "Ona bir melek indirilmeli de-ğİl miydi?" Eğer bir melek indirilseydi, elbette iş bitirilmiş olurdu da kendilerine göz açtırılmazdı. Onu eğer bir melek kılsaydık, elbet¬te erkek (suretinde bir melek) kılardık ve mutlaka (nefislerine) kat¬makta oldukları (şüpheleri) yine katardık. Andolsun, senden önceki peygamberler de alaya alındı da kendisini alaya aldıkları şey, onlar¬dan maskaralık yapanları çepeçevre kuşatıverdi. (En'am, 7-10).
2 Kesin olarak biliyoruz ki, onların söyledikleri gerçekten seni üzüyor.
Doğrusu onlar seni yalanlamıyorlar, ancak zalimler Allah'ın ayet¬lerini inkâr ediyorlar. Doğrusu, senden önce de peygamberler yalan-Iandı;onlara yardımımız gelinceye kadar yalanladıkları ve eziyete uğ¬ratıldıkları şeye sabrettiler. Allah'ın sözlerini değiştirebilecek yok¬tur. Andolsun gönderilenlerin haberlerinden bir bölümü'sana da geldi. Eğer onlarm yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse, onlara bir ayet getirmek için yerde bir tünel açmaya veya göğe bir merdiven da¬yamaya gücün yetiyorsa (öyle yap). Eğer Allah dileseydi, onların tü¬münü hidayet üzere toplardı. Öyleyse sakın cahillerden olma. (En'am, 33-35).
3 Böylece her peygambere, insan ve cin şeytanlarından bir düşman kıl-
dık. Onlardan bazısı bazısına aldatma için yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi, bunu yapmazlardı. Öyleyse onları yalan olarak söy¬ledikleriyle başbaşa bırak. (En'am, 112).
4 "Onlara ayetlerimiz apaçık belgeler olarak okunduğunda, bizimle
karşılaşmayı ummayantar, derler ki: "Bundan ^ka bir Kur'an ge¬tir, ya da onu değiştir..." (Yunus, 15).
289
5 Şimdi onların; "Ona bir hazine indirilmeli ya da onunla birlikte bir me-
lek gelmeli değil miydi?" demeleri dolayısıyla göğsün daralıp vah-yolunanlardan bir kısmını mı terkedeceksin? Sen yalnızca bir uya¬rıcısın. Allah da her şeye vekildir. (Hud, 12).
6 Gerçek şu ki, onlar düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları
yerlerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış bir düzen vardır. (İbrahim, 46).
7 Şirk koşmakta olanlar dediler ki: "Eğer Allah dileseydi, Ondan baş-
ka hiç bir şeye kulluk etmezdik, biz de, atalarımız da ve O'nsuz hiç bir şeyi haram da kılmazdık". Onlardan öncekiler de böyle yapmış¬tı. Şu halde peygamberlere düşen apaçık bir tebliğden başkası mı? (Nahl, 35).
8 Onlar neredeyse sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı dürüp uy-
durman İçin seni fitneye düşüreceklerdi; o zaman da seni dost edineceklerdi. Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık, andolsun, sen on¬lara az bir şey (de olsa) eğilim gösterecektin. (İsra, 73-74).
9 Dediler ki: "Bize yerden pınarlar fışkırmadıkça sana kesinlikle inan-
mayız." "Ya da sana ait hurmalıklardan ve üzümlerden bir bahçen olup aralarından şırıl şırıl akan ırmaklar fışkırtmaksın." Veya Öne sürdüğün gibi gökyüzünü üstümüze parça parça düşürmeli ya da Al¬lah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin." "Yahut altundan bir evin olmalı ya da gökyüzüne yükselmelisin, üzerimize bizim okuyabi¬leceğimiz birkitap indirinceye kadar senin yükselişine de inan¬mayız." De ki: "Rabbimi yüceltirim; ben elçi olan bir beşerden başkası mıyım?". (İsra, 90-93)
10 Dediler ki: "Eğer seninle birlikte hidayete uyacak olursak, yerimiz-
den çekilip kopartılırız"... (Kasas, 57)
11 İnsanlardan Öyleleri vardır ki, hiç bir bilgiye dayanmaksızın Allah'ın
yolundan saptırmak için sözün boş ve amaçsız olanını satın almak¬tadırlar. Ve onu bir eğlence konusu edinmektedirler. İşte onlar için aşağılatıcı bir azab vardır. Ona ayetlerimiz okunduğunda, sanki onları İşitmiyormuş ve kulaklarında da bir ağırlık varmış gibi büyük¬lük taslayarak sırtını çevirir. Artık sen ona acıklı bir azab ile müj¬de ver. (Lokman, 6-7).
12 Zaafa uğratılanlar da büyüklük taslayanlara: "Hayır siz gece ve gün-
düz hileli düzenler kurup bizim Allah'ı inkar etmemizi ve O'na eş¬ler koşmamızı bize emrediyordunuz" dediler... (Sebe', 33).
13 Yeminlerinin olanca güçleriyle, kendilerine bir korkutucu gelecek ol-
sa, ümmetlerin herhangi birinden mutlaka daha doğru yolda olacak¬larına dair, Allah'a and içtiler. Ancak onlara korkutucu geldiğinde, nefretlerinden başkasını artırmadı. (Hem de) yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek... (Fatır, 42-43)
14 Ve dediler ki: "Bu Kur'an, iki şehirden büyük bir adama indirilmeli
290
değil miydi?" Senin Rabbinin hikmetini onlar mı paylaştırmak¬tadırlar?... (Zuhruf, 31-32).
15 Küfredenler dediler ki: "Bu Kur'an'ı dinlemeyin ve onda yaygaralar
koparın. Belki üstün gelirsiniz." (Fussilet, 26).
16 Şu halde sen, öğüt ver; çünkü sen, Rabbinin nimetiyle ne bir kahin-
sin, ne de bir deli. Yoksa onlar: "Bir şairdir, biz ona zamanın felâkatlerini gözlüyoruz" mu diyorlar? De kİ: "Siz gözetleyİp-durun; çünkü ben de sizinle birlikte göze ti ey en] erdenim." Yoksa bunu kendilerine saçma akılları mı emretmektedir? Yoksa kendileri azgın bir kavim midir? Yoksa; "Onu kendisi uydurup söyledi mi? Hayır; onlara iman etmiyorlar. (Tur, 29-33).
17 O inkâr edenler, Zİkri (Kur'an'ı) işittikleri zaman, neredeyse seni göz-
leriyle devireceklerdi; "O delidir" diyorlardı. (Kalem, 51).
18 Çünkü, o düşündü ve bir ölçü tesbit etti. Kahrolası nasıl bir ölçü koy-
du? Yine kahrolası, nasıl bir ölçü koydu? Sonra bir makti. Sonra kaş¬larım, çattı yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı. Böylece: "Bu yalnızca, aktarılarak öğrenilen bir büyüdür" dedi. "Bu bir beşer sözünden başkası da değildir." (Müddessir, 18-25). Ayrıca Bkz: (6/25, 60-68, 93, 123-124; 13/31-32; 16/22-25; 17/47-51; 18/54-56; 25/30-32; 34/7-8; 40/56; 43/57-58; 41/3-5; 45/8-9; 68/8-15; 83/29-32) Okuyucu naklettiğimiz ayetleri çok görmektedir. Bunlar bu kadarıyla bile Kur'an'daki benzerlerine oranla gerçekten çok azdır. Biz burada cedelleşme, tuzak kurma, rahatsız etme, aciz bırakma, zorlama, hafife alıp alay etme, anlamsız olarak ısrar etme, düş¬manlık besleme, büyüklük taslama, engelleme, yüz çevirme, düşman¬lıkta aşırı ve acımasız olmanın çeşitli ve değişik tablolarını vermeyi amaçladık. Tâ ki böylece dikkat çektiğimiz, belirtmeye çalıştığımız kavrayış ve akıllarının gücü, cedelleşme, düşmanlık besleme ve anlamsız olarak ısrar etmenin değişik yöntemlerinde gösterdikleri keskin zekâ ve basiret ortaya çıksın.
Burada bazı ayetlerin onları nitelemeye çalıştığı bir takım sıfat¬lara özellikle dikkat çekmek istiyoruz, Ayetlerin belirttiğine göre on¬lar gerçekten düşman bir tavra sahip bir topluluktu. Onlar düşman¬lıklarını açıktan açığa yürütüyorlardı. Onlar tuzak ve hilelere baş vurmada aşırılık gösteriyorlardı. Onlar bilmeyen kimselerdi, onlar bir takım planlan olan akıllı insanlardı. Bizzat Peygamberin onların tavır ve tutumlarından etkilendiğini o kadar güzel bir ahlâka, ge¬niş bir gönüle, kalbî ve psikolojik durumları bilmesine rağmen, öf¬kesini yenmesine ve bağışlamaya gücü yettiği, insanları idare etmeyi ve onların akıllarına (seviyelerine göre) onlara hitab etmesini bil¬mesine rağmen zaman zaman çıkmazlara maruz kalmasına işaret
291
etmemiz yerinde olur. Bu mesele de burada bir takım ayetlerde ol¬duğu gibi, Kur'an'da benzeri pekçok ayetlerle işlenen bir meseledir.
Medine dönemi ise, çok geçmeden Peygamber ve müslümanlar için bir güçlenme ve düşmanın şerrinden kurtulma dönemi olmuş¬tur. Onun için engellemeye kalkanlar ve muhalefet edenler zorun¬lu olarak nifak giysisine bürünmeye mecbur kalmışlardır. Hile, düzenbazlık, zayıflatmak, kökünden kesmek, gizli komplo, jurnal et¬mek, kaş-göz işaretiyle fısıldaşmak, ayıplamak, içten kıskanmak, müsait ortamlarda ve can alıcı, hayati önem taşıyan görevlerde, farz¬larda yılgınlığa düşürmek istemişlerdir.
Durum ne olursa olsun, onların tutum ve tavırları aklî, psikolojik, düzenbazlık, deha ve engelleme güçlerinde Mekke döneminden hiç de geri kalmayan bir yapıda olduğu, hatta karşıtlarına karşı daha güçlü olduğunu söyleyebiliriz. Güç ve otürite sahibi olan kesime kar¬şı gelme, muhalefet etme, çoğu zaman bir cesaret, güçlü bir irade, geniş kapsamlı bir direnme gücü, bir deha işidir. Çünkü bu durum¬da kişinin tehlike ve işkence ile karşı karşıya gelmesi an meselesi¬dir. Onun içindir ki, Medine dönemindeki engelleme ve muhalefe¬tin de Medine ve Hicaz'ın diğer büyük şehirlerinde yaşayan Peygam¬ber toplumu ve asrının aklî gücünü ortaya koyan bir kriter olarak alınması, onun görünümlerinden biri olarak kabul edilmesi doğru olur. Tali olarak bu engelleme ve muhalefete dayalı tutumların gösterdiği aklî güce bir destek olmasıda doğrudur. Yani Peygamber asrında ve toplumundaki akli gücü genel olarak yansıtması özellik¬le de Hicaz şehirlerindeki akli yapıya ışık tutması doğru olacaktır.
Şimdi münafıkların tutumlarını, konumlarını belirleyen bir ta¬kım Medenî ayetleri vermek İstiyoruz. Okuyucu bunlara bakarak on¬ların cür'etlerini, güçlerini, pisliklerini, hilebazlıklarını ve tuzak¬larını görebilir. Gösterişlerinde, zayıflatma ve kökünü kurutma komplolarında, kâfirlere ve Yahudilere dostluklarında, bazı kritik durumlarda sözlerinde ve eylemlerindeki cüretkârlığı bir ölçüde gözleyebilir. İşte bu nedenlerden ayetler onlara katı, sert eleştiriler ve birbirini izleyen rezaletlerini ifşa etme bölümleri içermiştir. On¬lara karşı katı, keskin ve sağlam bir tavır takınmaya çağırmıştır. Bu ise Mekkî ayetlerin Mekke döneminde engellemeye kalkışanlara kar¬şı takınmadığı yeni bir tavırdı. Mekke döneminde ayetler yalnız on¬ları beyinsizlikle, uyarma ve ayıplarını ortaya dökmek, eleştirmek¬le yetinmişti. Tabiidir ki, bu tutum ve davranış her iki dönemin tabiatıyla uyum içindeydi. Peygamberin ve müslümanlarm durumuy¬la paralel bir uygulamaydı;
292
1 İnsanlardan öyleleri vardır ki: "Biz Allah'a ve ahiret gününe iman et-
tik"' derler; oysa onlar inanmış değildirler. Allah'ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar yalnızca kendilerini aldatmaktadırlar da far¬kında değildirler. Kalplerinde hastalık vardır. Allah ta hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar İçin acık¬lı bir azab vardır. Kendilerine "Yeryüzünde fesat çıkarmayın" denil¬diğinde: "Biz yalnızca ıslah edicileriz." derler. Haberiniz olsun; gerçekten asıl fesatçılar bunlardır, ama farkında değildirler. Ve kendilerine: "İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin" denildiğin¬de: " Aptalların iman ettiği gibi mi iman edelim?" derler. Bilin ki ger¬çekten asıl aptallar kendileridir; ama bilmezler. İman edenlerle kar-şılaştıkları zaman: "iman ettik" derler. Şeytanlanyla başbaşa kaldık¬larında ise, derler ki: "Kuşku yok, sizinle beraberiz. Biz onlarla alay edicileriz." (Bakara, 8,14).
2 İki topluluğun karşı karşıya geldiği gün, size isabet eden Allah'ın izniy-
le İdİ. (Bu, Allah'ın) mü'minleri ayırd etmesi; münafıklık yapanları da belirtmesi içindi. Onlara: "Gelin, Allah'ın yolunda savaşın ya da savunma yapın" denildiğinde, "Biz savaşmayı bilseydik, elbette sizi izlerdik" dediler. O gün onlar, imandan çok küfre daha yakındırlar. Kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Allah, onların gizli tut¬tuklarını daha İyi bilir. Onlar, kendileri oturup kardeşleri için: "Eğer bize itaat etselerdi, öldürülmezlerdİ" diyenlerdir. De ki: "Eğer doğ¬ru sözlüler iseniz, ölümü kendinizden savın." (Al-i îmran, 166-168).
3 Gerçek şu, iman edip de sonra küfre sapanlar, sonra yine iman edip küf-
re sapanlar, sonra da küfürleri artanlar.. Allah onları bağışlayacak değildir, onları doğru yola da iletecek değildir. Münafıklara müjde ver: Onlar için gerçekten acıklı bir azab vardır. Onlar, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinirler. Kuvvet ve onuru onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz bütün kuvvet ve onur, Allah'ındır. O, size Kitapta: "Allah'ın ayetlerine küfredildiğini ve onlarla alay edil¬diğini İşittiğinizde, onlar bir başka söze geçinceye kadar, onlarla otur¬mayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz" diye indirdi. Doğrusu Al¬lah, münafıkların da, kafirlerin de tümünü cehennemde toplayacak olandır. Onlar sizi gözetleyip durmaktalar. Size Allah'tan bir fetih gelirse: "Sizinle birlikte değil miydik?" derler. Ama kafirlere bir pay düşerse: "Size üstünlük sağlamadık mı, mü'minlerden size (gelecek tehlikeleri) önlemedik mi?" derler. Allah, kıyamet günü aranızda hük¬medecektir. Allah, kafirlere mü'minlerin aleyhinde kesinlikle yol ver¬mez. (Nisa, 137-141)
4 Sizinle beraber çıksalardı, size kötülük ve zarardan başka bir şey ilave
etmez ve aranıza mutlaka fitne sokmak üzere içinizde çaba yürütür¬lerdi. İçinizde onlara haber taşıyanlar vardır. Allah zulme sapanları bi-
293
lir. Andolsun. daha önce de onlar fitne aramışlardı. Ve sana karşı bir takım işler çevirmişlerdi. Nihayet hak geldi, onlar istemedikleri hal¬de Allah'ın emri galip geldi, onlardan bir kısmı da: "Bana izin ver ve beni fitneye katma" der- Sana gelen iyilik onları fenalaştım", sana bir musibet isabet edince ise: "Biz önceden tedbirimizi almıştık" derler. Ve sevinç içinde dönüp giderler. (Tevbe, 47-50).
5 Zarar vermek, küfrü (pekiştirmek), müminlerin arasını ayırmak ve da-
ha önce Allah'a ve Rasulüne karşı savaşanı gözlemek için mescid edinenler ve: "Biz iyilikten başka bir şey istemedik" diye yemin eden¬ler; Allah onların mutlaka yalancı olduklarına şahitlik etmektedir. (Tevbe, 107).
6 Hani münafık olanlar ve kalplerinde hastalık bulunanlar da: "Allah ve
Rasulü, bize boş bir aldanıştan başka bir şey va'detmedi" diyorlar¬dı. Onlardan bir grup da hani şöyle demişti: "Ey Yesrib halkı, artık sizin için kalacak yer yok, şu halde dönün." Onlardan bir topluluk da: "Gerçekten evlerimiz açıktır" diye, peygamberden izin istiyor¬du; oysa onlarfm evleri) açık değildi. Onlar yalnızca kaçmak istiyor¬lardı. Eğer onlara (şehrin her) yanından girİlseydi sonra da kendilerin¬den gitme istenmiş olsaydı, hiç şüphesiz buna yanaşır ve bunda pek az (zaman) dışında (kararsız) kalmazlardı. Oysa andolsun onlar, daha önce arkalarını dönüp kaçmayacaklarına dair Allah'a söz ver¬mişlerdi; Allah'a verilen söz (ah'id) ise, (ağır bir) sorumluluktur. (Ah-zab, 12-15).
7 Görmüyor musun şu adamları ki, gizli gizli konuşmaktan menedildik-
leri halde yine o menedildİkleri işe dönüyorlar, günah düşmanlık, Ra-sule isyan hususunda gizli konuşuyorlar. Sana geldiklerinde seni, Al¬lah'ın selamlamadığı bir tarzda selamlıyorlar ve kendi içlerinden de: "Bu dediğimizden ötürü Allah bize azap etse ya" diyorlar... (Mü¬cadele, 8)
8 Münafıklar sana geldikleri zaman. "Biz gerçekten şehadet ederiz ki,
sen kesin olarak Allah'ın elçisisin" dediler. Allah da bilmektedir ki elbette sen O'nun elçisisin. Allah, hiç şüphesiz münafıkların yalan söylemekte olduklarına şahitlik etmektedir. Onlar, yeminlerini bir siper edinip Allah'ın yolundan alıkoydular. Doğrusu şu ki onlar, ne kötü şey yapmaktadırlar. (Münafıkun, 1-2).
Ayrıca Bkz: (2/204-206; 4/60-61, 72; 9/56, 58,61-62, 64-65,67,75-76, 79, 86,127; 33/18-19, 60-61; 63/7-8)
Bu ayetler münafıkların tavır ve tutumları hakkındaki ayet¬lerin tamamı değildir. Fakat bunlardan, istediğimiz tabloları iktibas edebiliriz sanırım. Bunlara bakarak onlardaki canlılığı, hareketi, keskin zekâyı ve inatçı mücadele ruhunu gözlemleyebiliriz.
294
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
Alt 12. June 2011, 09:37 PM   #13
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

DÖRDÜNCÜ BOLUM
Dinler ve İnançlar
A) ŞİRK, KAPSADIĞI İNANÇLAR VE TEZAHÜRLERİ
1*. Şirk Kavramı ve Kapsamı:
"Şirk" kavramı, türevleri ve anlamları Kur'an'da pek çok yerde kaydedilmiştir. Bunlardan hareketle "Şirk"in Peygamberin çevre¬sinde ve asrında Arap toplumunda egemen olan genel bir inanç ol¬duğu çıkarılabilir. Hatta onun araplarm mahalli inançları olduğu¬nu söylemek de doğrudur.
İslam'a çağrıyı ihtiva eden ya da -Ehl-i Kitap dışında- gayri müslimlerin kendisiyle muhatab alındığı, ya da bu hitabın insanla¬ra, daha doğrusu bu çağrının kendilerine yöneltildiği ilk toplum olan Araplara yöneltildiği davet ile ilgili ayetler, her hangi bir nedenle şirk konusunda ve kapsamına değinmektedirler. İster bu ayetler İs¬lam'a çağrı ile ilgili olsun, isterse insanlar ya da Arapların o zaman¬ki durumlarıyla ilgili inançlarının tartışılması, eleştirilmeleri, Al¬lah'a başka tanrıları ortak koşmalarından, Allah'ın dışında şeylere niyaz etmelerinden, şefaatçilar, evliya vesaire edinmelerinden do¬layı onları beyinsizlikle suçlamasıyla ilgili olsun farketmez.
"Şirk" kavramı ve onun "Müşrikler", "şirk koşanlar", "Şuraka" (or¬taklar) ve "Şerîk" (ortak) gibi ayetlerde geçen türevleri Mekki ayet¬lerde genellikle kâfir Arapları kapsar ve tartışma, cedel, ayıplama, eleştirme, meydan okuma, uyarma ve korkutmaya yöneliktirler. Bunların Medine'de inenleri ise sertlik, katılık, onlardan uzaklaş-ma ve beri olmaya yöneliktirler. Aşağıdaki ayetlerde görüleceği gi¬bi bu hitaplar hem Mekke hem de Medine döneminin yapısıyla uy¬gunluk arz etmektedirler.
1 O'mın yarattığı ekin ve hayvanlardan Allah için de bir pay ayırdılar,
sonra kendi zanlarınca: "Bu Allah'ındır, bu da ortaklarımızındır" de¬diler. Kendi ortaklan İçin olan Allah tarafına geçmez, ama Allah'a aid olan kendi ortaklarının tarafına geçer. Ne kötü hüküm veriyor¬lar? (En'am, 136).
2 "Ey iman edenler, müşrikler ancak bir pisliktirler; öyleyse bu yılların-
dan sonra artık Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar... (Tevbe, 28).
AyrıcaBkz: (7/191-193; 18/52-53; 3/151-152; 9/5-6)
Şirkin kapsamı uluhiyette, rububiyette, yönelişte ve ayinlerde, Allah ile beraber Allah'ın dışında başka varlıkları "ortak koşmak¬tır". Zaten kavramın anlamından az önce naklettiğimiz Mekki ayet-
297
lerden ve aşağıdaki ayetlerin de içinde yer aldığı diğer pek çok ayetlerden de anlaşılan budur:
1 Şirk koşanlar diyecekler ki: "Allah dileseydi ne biz şirk koşardık ne
de atalarımız ve hiç bir şeyi haram kılmazdık." (En'am, 148)
2 Şirk koşmakta olanlar dediler ki: "Eğer Allah dileseydi, O'nun dışın-
da hiç bir şeye kulluk etmezdik, biz de, atalarımız da, ve O'nsuz hiç bir şeyi haram da kılmazdık." (Nahl, 35).
3 Dediler ki: "Eğer Rahman dilemiş olsaydı, biz onlara ibadet etmezdik."
Onların bundan yana hiç bir bilgileri yoktur. Onlar yalnızca zan ve tahminle yalan söylemektedirler. (Zuhruf, 20).
Bu anlama göre "Şirk" kavramının belli başlı bir inanç biçimini ifade etmediği ortaya çıkmaktadır. Şirk kavramı genel bir kavram¬dır. Çeşitli inançları kapsayabilir. Birbirine karışmış ve biri diğe¬rinin içine girmiş inançları da içerebilir. Bu inançları genel bir ilke birleştirmiş olabilir ki o da Allah ile beraber Allah'ın dışındaki bir varlığı ortak koşmaktır. İsterse bu "dışındaki varlık"1 bir put olsun, bir melek, bir şeytan ya da tabiat güçlerinden bir güç olsun isterse bu şirk koşma eylemi Uluhiyet, Rububiyet, ibadet, Ayin ya da Şe-fatçı kılma, yakınlık, ilişki kurma amacıyla kabul edilsin farketmez.
Ayetleri derinlemesine inceleyenler bazı ayetlerin şirk ile; aklet-meyen, duymayan ve hiç bir şeye gücü yetmeyen bir takım varlık¬larım ibadette, yönelişte ve duada Allah ile bir tutulduğunu ifade et¬tiğini göreceklerdir.
"O'ndan başka taptıklarınız ise size de yardıma güç yetiremez-ler, kendilerine de. Eğer onları doğru yola çağırırsanız işitmezler. Onları sana bakar görürsün, oysa onlar görmezler bile." (A'raf, 197-198).
Bazı ayetlerde ise Melekler ve Cinlerin Allah'a ortak koşuîduğu gözlenir:
1 Cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa onları da O yaratmıştır. Bir de hiç
bir bilgiye dayanmaksızın O'na oğullar ve kızlar uydurdular O ise, nitelendiregeldikleri şeylerden yücedir, uzaktır. {En'am, 100).
2 O gün, onların hepsini bir arada toplayacak, sonra meleklere diyecek
ki: "Size tapmakta olanlar bunlar mıydı?" (Melekler) Derler ki: "Sen yücesin, bizim velimiz sensin, onlar değil. Hayır, onlar cinle¬re tapmaktaydı ve onlara iman etmişlerdi." (Sebe', 40-41).
1 Allah'dan başka ortak koşulan varlıklar, velîler, ilahlar, putlar... Ayrıca bkz 2/23 ve Taberı, Râzi. Ha2În tefsirleri
298
Başka bir takım ayetlerde ise şirk, Allah'ı daha ulu bir Tanrı ola¬rak kabul edip bununla beraber Meleklere birer şefaatçi olarak ibadet etmek, putları da bu meleklerin somut sembolleri biçiminde algılamak, bu iki inancı birbiriyle bağdaştırmak şeklinde tezahür eder. İşte karıştırma ve birbiri içine sokma diye sözünü ettiğimiz inanç da budur:
1 Allah'ı bırakıp da kendilerine zarar veremeyecek, yararları da doku-
namayacak şeylere kulluk ederler ve: "Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir" derler. (Yunus, 18).
2 Deki: "Göklerden ve yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve
gözlere malik olan kimdir? Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Ve İşleri çeviren kimdir?" Onlar: "Allah" diye¬cekler. Öyleyse de ki: "Peki, siz yine de sakınmayacak mısınız?" (Yu¬nus, 31).
3 O'ndan başka veliler edinenler: "Biz, bunlara bizi Allah'a daha faz-
la yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." derler. (Zumer, 3).
4 Gördünüz mü Lât ve Uzza'yı ve üçüncü (put) olan Menafi? Erkek (ev-
lat) sizin, dişi de O'nun mu'7 Eğer böyleyse, bu, çarpıkça bir paylaş¬ma. (Necm, 19-22).
Ayetlerde "ortaklar" hakkında çeşitli ya da pek çok ifadeler vardır. Bazılarında Şürekâ (ortaklar) olarak kaydedilmiştir. Daha önce naklettiğimiz En'am 136; Kehf, 52 ve En'am, 100. ayetler bu¬na örnektir. Bir takım ayetlerde ise "Endâd" adıyla geçmektedir:
"O'nun yolundan saptırmak için Allah'a benzer eşler (Endâd) tut¬tular. De ki: "Yararlanın. Çünkü kuşkusuz sizin varışınız ateşedir1'.» (İbrahim, 30).
Bazı ayetlerde "Alihe" (tanrılar-ilahlar) şeklinde geçmektedir:
1 De ki: "Eğer söyledikleri gibi O'nunla beraber ilahlar olsaydı, onlar
arşın sahibine mutlaka bir yol ararlardı." (îsra, 42).
2 Yoksa O'ndan başka ilahlar mı edindiler? De ki: "Kesm kanıtlarını-
zı getirin.. (Enbiya, 24).
Bazılarında "Erbab" (Rab'ler) adıyla geçmektedir.
"Ey zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı Rabler mi daha hayır¬lıdır, yoksa kahhar olan bir tek Allah mı?" (Yusuf, 39)
Az önce naklettiğimiz Yunus 18. ayetinde "Şefaatçılar" adı ile geç¬mektedir.
"Şâhidler" adıyla da anılmaktadır:
"Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphedeyseniz, bu durumda
299
siz de bunun benzeri bir sûre getirin ve Allah'tan başka şahitleri¬nizi de çağırın; eğer doğru sözlüler iseniz." (Bakara, 23).
Az önce naklettiğimiz Zümer 3. ayetinde görüldüğü gibi "Evli¬ya" adıyla da anılmaktadır.
2. Evliya, Şahidler ve Şefaatçiler:
"Evliya", "Şefaatçılar", "Şahidler" gibi kavramlar Allah katında bir yakınlık elde etmek, yardıma muhtaç olmak ya da bu anlamda vasıta, aracı, yardımcı anlamlarını içermektedir.
"Evliya" kavramı velinin çoğuludur. Veli, dost ya da anlaşma ya¬pan kişi anlamına gelir. Sosyal asabiyet konusunda bu kavram ve onun türevlerinin aslı olan "Velâ" sözcüğü hakkında bir takım açık¬lamalar yapmıştık. Araplar Velâ yoluyla anlaşmaya ancak yardıma ve desteğe muhtaç oldukları zaman baş vururlardı. Bu kavramın Or¬taklar (Şürekâ) için kullanılması, ortak koşanın (müşrik) ortak¬lardan "Evliya", yardım, güven ve huzura ulaşmak için bir yol ara¬dığını, bu yardıma muhtaç olduğu bilincinde olduğunu ifade eder. îs-râ ayetlerinden biri bu anlamı içermektedir:
«Çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan, acizlikten ötürü bir yardımcısı (veli) da bulunmayan Allah'a hamdolsun" de» (îsra, 111)
Kendisine işaret ettiğimiz Zümer ayeti de, evliya denilmesinden amacın müşrikleri Allah'a yaklaştırma inancı olduğunu içermekte¬dir.
Şüheda' (Şahidler) "Şehîd" kavramının çoğuludur. Sözcük, mü-fessirlerin de belirttiği gibi, "hazır olan ya da tanık olan" anlamını ifade eder. Bu kavram ile müşrik'in kendisiyle beraber hazır olan ya da onun dileğinin yerine gelmesi için destek olan yahut da Allah ka¬tında duasının kabul edilmesi için yardımcı olan şahidlerin olduğu¬nu ifade eder gibidir. Müfessirler ilgili ayetlerde geçen "Şüheda" kav¬ramının anlamı hakkında değişik görüşler ileri sürmüşlerdir2. Bu meyanda ileri sürülen görüşlerden biri, "müşriklerin edindikleri ortaklar" olduğu şeklindedir. Bunlara şüheda denilmiş olması, me¬cazidir. Daha önce naklettiğimiz Bakara 23. ayetinin bununla ilgi¬li olduğu kaydedilmiştir. îleri sürülen görüşlerden biri de onlarla, yardıma, desteğe, arka çıkmaya gücü yeten başkanların kastedildi¬ğini ifade eder. En'am sûresinde bu kavram ile sağ olan başkanla¬rın kastedildiğini güçlendirecek ve tercihe şayan kılacak bir ayet
2 Bkz: Taberi; I. 128; Razî; I, 227. Razî, onların kabile başkanları olduk¬larını tercih etmiştir.
300
mevcuttur. Şöyle ki:
«De ki: "Gerçekten Allah'ın bunu haranı kıldığına şahitlik ede¬cek şahitlerinizi getirin." Şayet onlar, şahitlik edecek olurlarsa sen onlarla birlikte şahitlik etme.» (En'am, 150)
Ayetin ifade ettiğine göre, tanıklık yapmaları için çağrılmaları istenen Şüheda'mn bazan gelebildiklerini ve tanıklık yaptıklarını öğ¬reniyoruz. Tabiidir ki, böyle bir eylem ancak diri olan birisinden bek-, lenebiiir. Yalnız biz buna paralel olduğunu sandığınız ikinci bir görüşü de ilave etmek istiyoruz ki bu görüş anlam bakımından da¬ha sağlıklı ve Kur'an'a daha uygundur: Bu görüşe göre, bu şüheda olan başkanlar, insanlara dini görevlerini aşılamaya çalışan, onla¬ra dini geleneklerini yasama yoluyla belirleyen ya da belirlenmiş olan dini geleneklerini hatırlatan dini başkanlardı. Zenginlikte, liderlik¬te ve ileri geçmişlikteki başkanlar değildi. En'am ayetinin içeriği, ve özü ile bu yaklaşımı desteklemesi mümkündür. Zira ayet, hayvan¬ların helal veya haram kabul edilmesiyle ilgili bir tartışmanın ar¬dından gelmiştir. Şüheda'mn çağırılarak bu helal kılma, haram yapmanın gerçekten meşru olduğuna tanıklık yapmalarım iste¬mektedir. Bu ise, ancak kendilerine özgü bir otoritesi ya da dini sa-hada saygınlığı olan şüheda için doğru olabilir. Buna bağlı olarak an¬laşılıyor ki: Müşrikler bunları ya da diğer başkanları yahut da her ikisini, ilimlerinden, dini başkanlıklarından ya da kendilerini dini hizmete adadıklarından Allah'a daha yakın oldukları ve onun yanın¬da daha değerli oldukları için, dualarında ve tevessüllerinde -bir va¬sıta ile yaklaşma- onlardan yardım diliyorlar ve onlara şüheda adı¬nı veriyorlardı. Bununla putların, heykellerin ya da onların bu¬lunduğu binalarda hazır bulunanları, ya da kendilerini dini işlere adayanları, insanların öğrenmek istedikeri merasimleri, ilkeleri, ayinleri tespit eden ve problemleri çözen kişileri kastediyorlardı. Ay¬nı zamanda bunların fetva vermede, yasa koymada, etkili emir ve yasak belirlemede otoritesi vardı. Eğer bu yaklaşım doğru ise, bu dö¬nemde bilinmeyen parlak tablolardan birine ışık tutmuş olur. Ve bu aynı zamanda mantıkla ve bilinen uygulamalarla da uyum arzeder. Diğer ulusların uygulamalarına da birçok yönden benzerlik arzeder. Hatta değişik ülkelerde uygarlık seviyelerinin farklılığına göre farklılık arzederse de belirgin şekilde var olduğu bilinen uygulama¬larla da paraleldir.
Tevbe sûresinde, bilimlerini ve ruhbanlarını Allah'ın dışında Rab'ler edindikleri için "Yahudilere ve Hıristiyanlar a saldın ihtiva eden ayetler vardır. Bunlarda deniyor ki:
"Bilginlerini ve Rahiplerini Allah'ın dışında Rab'ler edindiler..." (Tevbe, 31)
Tabiidir ki, Bilginlerin ve Rahiplerin Rububiyet ile nitelendiril¬mesi, onların, kendilerine tâbi olanlar üzerinde aşırı bir etkileri ol¬duğunu, onların emirlerinin boyun eğilmesi ve yerine getirilmesi zo¬runlu olan yasalar olarak kabul edilişini ifade eder. Dini otoritele¬ri bulunan, putlara, heykellere ve Kâ'be'ye hizmet etme şerefine ha-: iz olan bir takım adamların varlığı, kendilerine özgü bir nüfuzları¬nın bulunması, sözlerinin dinlenmesi, yaptıklarının itaat edilen, ka¬bul edilen sünnetlere dönüşmesi haddizatında oldukça tabii bir du¬rumdur. Arapların bu konuda, bu geleneklerinin yerleştirilmesin¬de Yahudilerden ve Hıristiyanlardan etkilenmiş olması uzak bir ola¬sılık değildir.
"Şüfea" kavramı "Şefi'"in çoğuludur. Şefi' (Şefaatçi) ihtiyacı olan birisi için, kendisine değer veren güçlü, zengin bir makam veya kimseden yardım talep eden kimsedir. Sanki onlar bu şefaatçılan edi¬nirken, bu şefaatçılan, Allah katında kendilerinden daha yakın ve daha değerli (şanslı) sayıyorlardı. Kur'an'da müşriklerin, Allah ka-tında kendilerinden daha şanslı olarak gördükleri melekleri şefaat¬çi olarak tuttuklarını gösteren ayetler vardır. Onlar ya da onlardan bazıları meleklerin Allah'ın kızları olduğuna inanıyorlardı. Bu da on¬ların nazarında, melekleri Allah katında daha şanslı ve itibarlı kı¬lıyordu:
"Rahman çocuk edindi" dediler. O, yücedir. Hayır, onlar ikrama layık gö¬rülmüş kullardır.3 Onlar sözde O'nun önüne geçmezler ve onlar O'nun emriyle yapıp etmektedirler. O, önlerindekini de, arkalarm-dakİni de bilmektedir; onlar şefaat de etmezler, hoşnut olunandan başka. Ve onlar, O'nun haşyetinden içleri titremekte olanlardır. Onlardan her kim: "Gerçekten ben, O'nun dışında bir ilahım" diye¬cek olsa, bu durumda biz onu cehennemle cezalandırırız. Zalimle¬ri biz böyle cezalandırmaktayız. (Enbiya, 26, 29). Ayrıca Bkz: (53/20-27)
Bunun yanında bazı ayetlerin çağrışımına göre şefaat yalnız meleklere özgü bir şey değildi. Araplardan bazısı maddi tanrıları¬nı kendilerine şefaatçi kabul ediyordu. Şöyle ki:
«Yoksa Allah'tan başka şefaat ediciler mi edindiler? De ki: "Ya
3 Yanı Melekler 302
onlar, hiç bir şeye malik değillerse ve akıl da erdiremiyorlarsa?"» (Zü-mer, 43)
Naklettiğimiz Enbiya ayetlerinde ve başka yerlerde Meleklere on¬ca övgüde bulunan Kur'an'm onları akılsızlıkla nitelemesi mümkün değildir. Tâli olarak da burada kastedilenlerin, aklı olmayanlar yani putlar olması gerekmektedir.
Yine bazı ayetlerden anlaşıldığına göre müşrikler şefaatçılarma bir tür ibadet ediyorlardı. O yüzden eleştirilen müşrikler, onların Al¬lah katında kendilerinin şefaatçıları olduğunu ileri sürerek kendi¬lerini savunuyorlardı. Daha önce naklettiğimiz Yunus 18. ayetinde buna işaret edilmektedir.
Bu münasebetle "şefaat" kavramı ve türevlerini içeren, şefa¬atin yararını ve Allah'ın razı olmadığı, kendilerine izin vermediği şe-faatçılarm etkisini red eden pek çok ayetin Kur'an'da yer aldığına dikkat çekmemiz iyi olur. Ayetlerin ifade biçimi güçlü ve kesindir. Bu da şefaat ve şefaatçılar inancının onlarda köklü biçimde yerleş¬tiğini, arapların zihinlerinde onların yararına inanmanın güçlü ve yaygın şekilde yer ettiğini gösterir. Onun içindir ki hikmet gereği ayetlerin üslubu bu şekilde sert tutulmuş ve söz konusu inancı sarsmayı, zayıflatmayı ya da kökten söküp atmayı hedef almıştır. Çünkü şefaatçılarm fayda ve zarar verebileceğine dair inanç kişiyi şirke götürmekteydi. Aşağıdaki ayetlerde bu daha net görülüyor:
1 Ve hiç kimsenin, hiç kimse adma bir şey ödeyemeyeceği, hiç kimse-
den şefaatin kabul edilmeyeceği ve hiç kimseden bir kurtuluş kar¬şılığı alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden sakının! (Ba¬kara, 48).
2 Ey iman edenler, onda hiç bir alış verişin, hiç bir dostluğun ve hiç bir
şefaatin olmadığı gün gelmezden evvel... (Bakara, 254).
3 Gökte nice melekler vardır ki, onların şefaatleri hiç bir şeye yarar sağ-
lamaz; ancak Allah'ın dileyip de razı olduğu kimseye izin verdik¬ten sonra başka. (Necm, 26).
4 Onlara şefaatçılarm şefaati fayda vermez... (Mtiddessir, 48). AyrıcaBkz: (7/53; 19/87; 21/28; 30/13; 32/4; 39/43)
Denebilir ki, Arapların zihinleri ya da onlardan pek çoğunun zi¬hnileri doğrudan doğruya Allah'a yönelik niyaz ettiklerinde ya da dua ettiklerinde dua ve niyazlarının kabul edilmeyeceğini, doğrudan yöneliş ve niyazla sıkı ilişkisi bulunan özel vasıtaların gerektiğini tasarlıyordu. Onlarla Allah'a ulaşmaları gerektiğim, onları duada
303
ortak kılmaları lazım geldiğini, onlara da bir takım ibadetler yap¬tıklarını söylemek mümkündür. Böylece onların zihinlerinde şefa¬at ve şefaatçılar düşüncesi yer etmiş, nihayet onların inançlarının ve ibadetlerinin bir parçası haline gelmiştir. Hatta bu inanç, bir kıs¬mını kaydettiğimiz ve geri kalanlarını nakletmediğimiz ayetlerin içe¬riğinden anlaşıldığı gibi, şefaatçılar in, zara ve fayda verebileceği inancına götürmüştür.
Şunu da ilave etmemiz doğru olur ki: Şefaat ve şefaatçılar inan¬cı yalnız araplara özgü bir inanç değildir. Bu inanç her asır ve top¬lumda her ulus ve inanç sisteminde bizzat Arapların inandığı şekil de dahil her zaman var olagelmiştir. Eu konuda kitaplılarla kitap¬lı olmayanlar arasında fark yoktur. Özellikle bu düşüncenin cahil halk kitleleri arasında değişik şekil ve biçimlerde, farklı görünüm¬lerde yayıldığını belirtmek gerekir. Aynı şekilde bu düşünce müslü-manlara da geçmiş ve onlar arasında da değişik görünümlerde or¬taya çıkmıştır. Şefaatle ilgili ayetlerde Allah'ın izni ve rızası olma¬dan şefaatin fayda vermeyeceğinin belirtilmesi bu düşüncenin müs-lümanlara geçmesi ve devamlılığı için bir etken olmuştur. Hadisler¬de, siret ve biyografi kitaplarında bunu destekleyen pek çok rivayet vardır. Tabiatıyla islam'da varlığı sürdürülen ve akıllı müslüman-larm kabul ettiği şefaat düşüncesinin özde ve temelde Kur'an'm ken¬disiyle savaştığı şirke dayalı yaklaşımlardan tamamen arındırılmış bir düşünce olması zorunludur.
3. Şürekâ, Erbâb, Endâd, Alihe:
"Şürekâ", Erbâb", "Endâd" ve "Alihe" ifadeleri ise Rububiyet-te Allah'a ortak olma ve ona benzeme anlamını içerir.
Ortak ortağının bir benzeridir. Ortalıkta onun da diğeri gibi bir payı vardır. Bunun anlamı şudur: Müşrikler taptıkları şeylere şü¬rekâ derken onların, Allah'a, mülkünde ortak olduklarına herhan¬gi bir şekilde zarar ya da fayda vermek suretiyle orada etkili olduk¬larına inanıyorlardı. Bu yaklaşım, şürekâ'nın alaylı, küçümsemey¬le birlikte, meydan okunarak işlendiği ayetlerin üslubundan anla¬şılmaktadır. Bu ayetlerde şürekâ'nın herhangi bir şekilde payları¬nın yi da ortaklarının bulunması kesin bir şekilde reddedilmiştir. Gelecek ayetlerde bunu görüyoruz:
1 De ki "Mzm şirk koştuklarınızdan yaratacak sonra da onu tekrar ia-304
de edecek (diriltecek) olan var mı ?" De ki. "Allah yaratmayı başla¬tır, sonra da onu iade eder. Öyleyse nasıl olur da çevriliyorsunuz?" De ki: "Sizin şirk koştuklarınızdan hakka ulaştırabilecek var mıdır?" De ki: "Hakka ulaştıracak, Allah'tır. Öyleyse, hakka ulaştıran mı uyulmaya daha layıktır, yoksa doğru yola ulaştırılmadıkça kendisi hidayete ulaşamayan mı? Ne oluyor size'? Nasıl hükmediyorsu¬nuz?" (Yunus, 34-35).
2 Allah, sizi yarattı, sonra size rızık verdi, sonra da sizi öldürmekte, da-
ha sonra da sizi diriltmektedir. Ortaklarınızdan bunlardan herhan¬gi birini yapacakvar mı7 O, şirk koşmakta olduklarından münezzeh ve yücedir. (Rum, 40).
3 De ki: "Allah'ın dışında öne sürdüklerinizi çağırın. Onların göklerde
ve yerde bir zerre ağırlığınca bile güçlen yetmez; onların bu ikisin¬de de hiç bir ortaklığı olmadığı gibi, O'nun bunlardan hiç bir des¬tekçi olanı da yoktur. (Sebe', 22)
4 De ki: "Sız Allah'ın dışında tapmakta olduğunuz tanrılarınızı gördü-
nüz mü7 Bana haber verin, yerden neyi yaratmışlardır? Ya da onla¬rın göklerde bir ortaklığı mı var?.. (Fatır, 40).
Sahip olan, eniri dinlenen efendi, emir ve yetki sahibi, terbiye eden, yoktan var eden gibi ifadeler "Rab" kavramının anlamları arasındadır. Zemahşeri, bu kavramın yalnız Allah için izafetsiz kullanılabileceğini ifade etmiştir, başkaları için Rabbul-Mal, Rab-bul-Beyt gibi izafetlerle ancak kullanılabileceğini belirtmiştir.
Nas sûresinde bu sözcük tanrı kavramının kullanıldığı yerde kul¬lanılmıştır:
«De ki sığınırım ben, insanların Rabbi'ne, insanların Melikine, insanların ilahına.» (1-3. Ayetler).
Yusuf sûresinin 39. ayetinde Allah ile Rabler arasında bir kar¬şılaştırma yer almaktadır. Bu karşılaştırma Rab kavramının "Allah", "Tanrı" kavramlarının yerine benzer bir konumda kullanıldığı an¬lamını taşıyabilir. Bu aynı zamanda başka Kur'an ayetlerinden de sezilmektedir. Çünkü Allah'ı Alemlerin Rabbı, göklerin ve yerin Rabbı ve Ulu Arş'm Rabbı olarak nitelemektedir:
1 De ki: "Göklerin ve yerin Rabbı kimdir?" De ki: "Allah'tır"..
(Ra'd, 16).
2 De ki: "Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş'ın Rabbi kimdir?" (Mü'mi-
nûn, 86).
3 Hamd, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. (Fatiha, 1). Yanısıra, bu kavramın pek çok ayette "Allah" kavramının yeri-
' " 305
ne kullanıldığını da, gelecek ayetlerde görüldüğü gibi, biliyoruz:
1 Rabbinize yalvararak ve sessizce dua edm. Şüphesiz O, haddi aşanla-
rı sevmez. (A'raf, 55).
2 "Rabbim, sen bana mülkten verdin, sözlerin yorumundan da öğrettin"...
(Yusuf, 101).
3 Ve deki: "Rabbim, beni girilecek yere doğru bir girdirişle girdir ve (çı-
karılacak yerden) doğru bir çıkarışla çıkar ve katından bana yardım¬cı bir kuvvet ver." (İsra, 80).
4 Rabbiniz dedi ki: "Bana dua edin, size icabet edeyim. Doğrusu bana
ibadet etmekten büyüklenenler; cehenneme boyun bükmüş kimse¬ler olarak gireceklerdir." (Mü'min, 60).
Buradan anlaşıldığına göre, "Rab" kavramı ve bu sözcüğün tapı¬nılan şeyler ve şürekâ hakkında kullanılması onun benzerlik, Ru-bubiyet ve Uluhiyet anlamlarını taşıdığını gösterir.
"Endâd" ise "Nid"in çoğuludur. Nid ise, eş, denk, benzer demek¬tir. Bazı müfessirler4 bu kelimenin "Nudûd"tan geldiğini benzerlik anlamının yanında "muhalif ve "karşıt" anlamlarım da taşıdığını söylemişlerdir. Bu ifade ile müşriklerin edindikleri ortakları, Allah'ın endadı, dengi, benzeri, ve karşı geleni olarak kabul ettiklerine işa¬ret ediliyor gibidir. Gelecek ayetlerde bu anlamı açık bir şekilde gör¬mek, hatta bazılarında müfessir Nisaburi'nin işaret ettiği karşı ya da muhalif benzerliğe değinildiğini gözlemek mümkündür:
1 İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını eş ve ortak tutanlar vardır kî, on-
ları, Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgi¬si ise, daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, hiç tartışmasız bütün kuvvetin tümüyle Allah'ın olduğunu ve Allah'ın ve¬receği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi! (Bakara, 165).
2 O'nun yolundan saptırmak için Allah'a benzer eşler tuttular. De ki: "Ya-
rarlanın. Çünkü kuşkuuz sizin varışınız ateşedir." (İbrahim, 30).
3 Zaafa uğratılanlar da büyüklük taslayanlara: hayır, siz gece ve gündüz
hileli düzenler (kurup) bizim Allah'ı inkâr elmemizi ve O'na eşler koşmamızı bize emrediyordunuz," dediler... (Sebe\ 33). Râzi, Endâd ile ilgili görüşler sadedinde onların insanlara em¬rettiklerinde Allah'a itaat edildiği gibi itaat edilen başkanlar oldu¬ğunu da kaydeder. Ancak görüşlerin çoğunluğu onlardan kastedilen¬lerin ma'butlar ve Şürekâ olduğunu belirtmektedir. Az önce kayde-
4 Taberı kenarında Nısaburî tefsin, I, 179 306
dilen ayetler bu çoğunluğun görüşünü tercih ettirir gibidir. İlah kavramı ma'budu en güçlü olarak gösteren kavramlardandır. Onun için Kur'an'da Allah'tan başka ya da onunla birlikte herhangi bir ilah'ın varlığı kesinlikle red edilmiştir. Müşriklerin kendi Şüre¬kâ'sı için ilah adım kullanmış olması onların bu ilahları önemli, Al¬lah -Azze ve Celle- ile eşit seviyede ma'butlar olarak kabul ettikle¬rini ifade eder. Kur'an Peygamberin yalnız Allah'a çağırdığım hika¬ye etmektedir:
«İlahları bir tek ilah. rai yaptı? Doğrusu bu şaşırtıcı bir şeydir. On¬lardan Önde gelen bir grup: "Yürüyün, ilahlarınıza karşı (bağlılık¬ta) da kararlı olun; çünkü asıl istenen budur", diye çekip gitti. Biz bunu diğer dinde işitmedik, bu, içi boş bir uydumadan başkası de¬ğildir.» (Sa'd, 5-7).
Kur'an onların görüşlerini mantıki bir çürütme yoluyla red etmiş¬tir. Ve dediğimiz görüşü destekleyerek onların, Şürekâ'sma ilahlar adını kullanmakla bu ortakların vazgeçilmez tanrılar olduğunu, Allah ile eşit konumda olduklarını ifade ettiklerini açıklamıştır. Ge¬lecek ayetlerde bunu görüyoruz:
1 De ki: "Eğer söyledikleri gibi O'nunla beraber ilahlar olsaydı, onlar
Arg'ın sahibine mutlaka bir yol ararlardı." (îsra, 42).
2 Eğer her ikisinde (gökte ve yerde) Allah'ın dışında ilahlar olsaydı, hiç
tartışmasız, ikisi de de bozulup gitmişti. Arşın Rabbi olan Allah, on-larmnitelendiregeldikleri şeylerden yücedir. (Enbiya, 22).
3 Yoksa onların bize kargı kendilerini koryacak ilahları mı var? Onla-
rın kendi nefislerine bile yardım güçleri yetmez ve onlar bizden de
yakınlık bulamazlar. (Enbiya, 43).
Buna bağlı olarak diyebiliriz ki: Arap müşriklerinin, kendileri ile Allah arasında arabulucuları, şefaatçılan ve şürekâsı (ortakları) var¬dı. Yanısıra, Allah'ın dengi, benzeri ve asıl ortağı kabul edilen şü¬rekâsı vardı. Onlar birinci çeşit şürekâsı, arabulucusu ve şefaatçı-sma "Veliler, Şefaatçılar ve Şehidler" adını veriyorlardı. Diğerleri-ne ise "Ortaklar, Rabler, Nidler ve İlahlar" adını veriyorlardı.
4. Ortak Koşmanın Nedenleri:
Burada akla şöyle bir soru gelmektedir: Peygamber dönemi müş¬rikleri bir yandan şefaatçılar ve aracılar, diğer yandan Allah ile be¬raber ilahlar ediniyorlardı. Bu realite ile bazı ayetlerde dile getiri¬len itiraflar nasıl uzlaştırılacaktır. Çünkü onlar ortakların ve put-
307
ların valnızca kendilerini Allah'a yaklaştırdıklarını, onları yalnız¬ca şefHatçılar olarak kabul ettiklerini ve bu nedenle onlara ibadet ettiklerini söylüyorlardı. Yunus, 18. ve Zümer, 3. ayetlerinde buna işaret edilmiştir. Ayrıca bazı ayetlerde de müşrikler, yeri, göğü ve kendilerini yaratanın Allah olduğunu itiraf ediyorlardı:
1 AndoJsun, onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan,
tartışmasız: "Onları Üstün ve güçlü olan, bilen (Allah) yarattı" diye¬cekler. (Zuhruf, 9).
2 Andolsun, onlara: "Kendilerini kim yarattı?" diye soracak olsan, hiç
tartışmasız: "Onları üstün ve güçlü olan, bilen (Allah) yarattı" diye¬cekler. (Zuhruf, 87).
Onların sözlerini hikâye edilişi arasında, gizlice belirginleşen bir noktanın, onların "Allah" kavramını ve "Aziz" ifadesinin anlamını bildiklerine dikkat çekmeye gerek olmadığını sanıyoruz. Ve onların bu iki kavram hakkındaki anlayışlarının gerçek ve Kur'anî anlam¬larıyla uyum arzettiğini çıkarabiliriz. Arapların kendi dillerinde kul¬landıkları "Allah" kavramının Kur'an'da kastedilen gerçek Allah kav¬ramından başka bir anlama geldiğini söylemeye gerek yoktur. Nak¬lettiğimiz iki ayette ve bunlardan başka pekçok ayetde kuşku ve söz etmeye yer bırakmayacak açık ifadeler vardır.
Durum ne olursa olsun Kur'an ayetleri, ayetler vasıtasıyla sözle¬ri hikâye edilenlerin Allah'a, tum yarattıkları, evreni yaratan ve onu idare eden, büyük, daha ulu bir tanrı olarak inandıklarını göstermek¬tedir. Ona huzurunda kendilerine şefaatçılar ve veliler edinmekle ye¬tiniyor ve onlara karşı bazı ibadetlerde bulunuyorlardı. Onların Al-lah katında daha şanslı oldukları için onların fayda ve zarar verme¬de, iyilik ve kötülükte bir etkileri olduğuna inanıyorlardı.
Pekçok Kur'an ayeti ortakları, Rab'ları, Endâd'ı ve Tanrıları anlatmakta, Allah ile birlikte ortaklar, Rabler, Tanrılar ve Endâdı ortak koşan müşrikleri dehşete düşürecek eleştirileri ihtiva etmek¬tedir. Ayetlerden hareketle konunun mantığına göre hareket ederek diyebiliriz ki: Peygamberin çevresi ve asrında yaşayan müşrik Arap-lardan Allah'ın uluhiyetini ve Rububiyetini itiraf eden, yalnız şefa¬atçılar ve Evliya ile yetinen bir takım insanlar vardı. Yanısıra ba¬zı insanların Allah ile birlikte Allah'a ortak koştukları büyük ma'butları ya da Tanrıları vardı. Bizim görebildiğimiz kadarıyla bu çevre de onu kaldırıyordu. Zira bu çevrenin halkı medenilik ve be¬devilik, göçebelik ve yerleşiklik açısından, dünya ile ilişkili olma ya
308
da ondan uzakta olma açısından hayatın şartları ve vasıtaları yönün¬den farklılık arzediyorlardı. Bu meseleyi daha Önceki konularımız¬da detaylı olarak açıkladık. Nüfusu bu kadar değişiklik-farklılık gös¬teren bu gibi çevrelerde bir tek dini düşüncenin egemen olması gerçekleşmemiştir.
Eğer bu çıkarımımız doğru ise -ki biz doğru olduğuna inanıyoruz-şefaatçılar ve velilerle yetinme başka bir ifade ile putlar ve başka nesnelerden oluşan ortakları Allah'a ulaşmak için birer vasıta ve ara¬bulucu olarak sayma ancak dış dünya ile ve kitaplılarla ilişki kura¬bilen aydın sınıf için söz konusu olabilir. Eu sınıf, maddi putları ve diğer yaratıkları baş tanrılar olarak görüp iyilik ve kötülüğe, fayda ve zarara, var etme ve yok etmeye gücü yeten birer kudret olarak ka¬bul etme anlayışından biraz daha ileriye, bu gibi şeyleri şefaatçılar ve veliler olarak kabul etme anlayışına ulaşmıştı. Özellikle Allah'a iman eden Kitaplıların bu türden şeylerle dağarcıkları doluydu. Çünkü onlar açık ya da tevil ile bir tek Tanrıya iman etmelerinin ya¬nında keşişlerinden, peygamberlerinden ve meleklerden şefaatçılar ve veliler ediniyorlar ve onları duada ortak koşuyor, onlarla Al-lah'a yakınlaşmaya çalışıyorlardı. Gelecek ayette herhalde buna bir işaret vardır;
"Beşerden hiç kimsenin, Allah kendisine Kitabı, hükmü ve pey¬gamberliği versin de, sonra o, insanlara: "Allah'ı bırakıp da bana kul¬luk edin" demesi yoktur. Fakat o, "öğretmekte olduğunuz ve der alıp vermekte bulunduğunuz Kitaba göre Rabbaniler olunuz" (deme gö¬revindedir). O, melekleri ve peygamberleri Rabbler edinmenizi de em¬retmez. Siz, müslümanlar olduktan sonra, size küfrü mü emredecek?" (Al-i İmran, 79-80).
Halk tabakası özellikle de köylülere gelince onlar geri kalmış, me¬safe alamamışlardır. Maddi olan ve olmayan mabutlarını iyilik ve kötülüğe, fayda ve zarara, var etme ve yok etmeye gücü yeten bir var¬lık olarak görüyorlardı. Yanısıra Allah'ı da en ulu Tanrı, Rablerin Rabbı gibi açık olmayan anlamlarla algılamaya çalışıyorlardı.
Böylece daha başka münasebetlerle genişçe ele almayı düşündü¬ğümüz bir nokta ortaya çıkmaktadır. Peygamberlikten önceki dönem¬de dini düşünce planında gelişmeye doğru atılan bir adımın izleri¬ni görebiliyoruz.
Bu şekilde Hicaz çevresinden söz etmekle Hicaz çevresindeki di¬ni düşünce veya zihniyetle ilgili farklılıkların diğer Arap çevrelerin¬de görülmediğini çıkarmak istemiyoruz. Ayrıca o çevrelerde bu gi-
309
bi gelişmelerin olmadığını da amaçlamıyoruz.
Ortaklar, Endâd, Tanrılar, şefaatçılar, veliler ve şahidler kavram¬larının Kur'an ayetlerinde çoğul olarak verilmiş olması, müşrikle¬rin ortaklarının sayısını çoğalttığını gösterebilir. Onların bir kesi¬minin baş ortaklar edinmesi ya da şefaatçi ortaklar edinmesi ara¬sında fark yoktur. Yani bir cemaatın aynı anda birden çok ortağı bu-lunuyordu. Nakletiğimiz Sâd, 5-7. ayetleri müşriklerin, Peygambe¬rin tanrıları bir tek tanrı yapmaya çağrısını öfkeyle ve hayretle karşıladıklarını hikâye etmektedir. Enbiya ve Furkan sûrelerinde yer alan iki ayet de onların Peygamberi, tanrılarından kendilerinin hoşlanmadığı bir şekilde bahsettiğinden, hafife aldıklarını, tanrıla¬rına bağlılıklarından kendi kendilerini övdüklerim, Peygamberin çağrısından etkilenmediklerini hikâye etmektedir. Bu da onların bir¬den çok tanrıları oldıiğunu göstermektedir.
1 Küfre sapanlar seni gördüklerinde, seni yalnızca alay konusu edinmek-
tedirler (ve "Sizin ilahlarınızın sözünü eden bu mu?" (derler), Oysa onlar, Rahman (olan Allah)m sözünü (Kitabını) inkar edenler¬dir. (Enbiya, 36).
2 Seni gördükleri zaman, seni yalnızca alay konusu edinmektedirler: "Al-
lah'ın, peygamber olarak gönderdiği bu mu?" "Eğer biz onlara kar¬şı kararlılık göstermeseydik, neredeyse bizi ilahlarımızdan saptırmış olacaktı." (Furkan, 41-42).
Tanrıların çokluğu ya da bundan amacın ne olduğu konusunda belirlenmiş bir şeyi gösterecek, bir tek cemaatin bir çok tanrılara na¬sıl ibadet ettiğine açıklık getirecek bir Kur'an ayeti yoktur. Yalnız bir takım rivayetler bazı şeyler kaydetmiştir. Bunların, tanrıların çokluğuna açıklık getirmesi ve onu doğrulaması mümkündür. İbn-i Hişam da5 Arapların putları bölümünde, Arapların her kabilesinin, her bölgesinin ya da her şehrinin kendisine özgü bir putu olduğunu ifade eden değerlendirmeler vardır. îbn-i Hişam bazı kabilelerin ve şehirlerin adını vermiş ve her birinin putunu ya da ma'budunu da kaydetmiştir. Havlan'm, "Gam enes", "Beni Melikân*m "Sa'd" adı ve¬rilen bir putu vardı. Uzza, Kureyş ve Kinane'ye aitti. "Lat", Taife, "Menat" da Yesrib'in putuydu. Davs, Haş'am ve Büceyle'nin "Zu'l-Hulasa" adında bir putu vardı. Tay kabileleri ve onlara yakın olan¬ların "Fulus" adında bir putları bulunuyordu. Bekir Beni Vail kabi¬lelerinin "Zul-Ka'bât" adını taşıyan bir putları mevcuttu. Bunun ya-
5 I, 75; I, 80 310
nmda Arapların hepsi bir tek Haccın ibadetlerinde birleşiyorlardı. Ka'be'nin etrafını ziyaret ediyorlardı.Taş'ını kutsuyorlardı. Safa ile Merve arasında Sa'y ediyorlardı. Safa ile Merve üzerinde bir ta¬kım putlar vardı. Kabe avlusunda ve içinde de bazı putlar vardı. On¬lara ibadet edip saygıda bulunuyorlardı. Yine îbn-i Hişam kaydeder ki: Kurbanlar ve adaklar Ka'be yakınında bulunan iki putun Asâf ve Naile'nin yanında kesilirdi. Araplar bir oğlan çocuğu sünnet et¬tirmek, bir nikâh kıymak, bir ölüyü gömmek istediklerinde; bir adamın soyundan şüphe ettiklerinde, bir yolculuk, bir ticaret, bir fe¬laket, bir anlaşmazlık ya da başka bir amaç için istihareye yatmak istediklerinde Hubel'e giderlerdi. Bu Ka'be'nin içinde bir puttu. Pal oklarının sahibine yüz dirhem ve birkaç deve verirlerdi. Ondan anlaşmazlık konusunda ya da istedikleri herhangi bir meselede fal oklarına bakmasını taleb ederlerdi. Fal oklarının üzerinde "yap, yap¬ma, evet, hayır" gibi sözcükler vardı. Ayrıca her evin kendisine öz¬gü bir putu da bulunuyordu. Beyzavi Tefsirindeki bilgiye göre Me-nat "Nev"' (Yıldız)den türetilmiştir. Araplar ondan yağmur taleb ederlerdi. Yağmur yağmadığı zaman yağmur için onun yanında dua ederlerdi. Bu sözler ve rivayetler ne olursa olsun benzerleriy¬le birlikte, Kur'an'm nassı ile Araplarda bulunduğu sabit olan çok tanrıcılığa parlak bir ışık tutmaktadır.
Varsayımdan hareketle bu çok tanrıcılığın, gereğine uygun bir tablosunu çizmeğe çalışırsak, bu durumda iki uygulamayla karşıla¬şırız: Ya ortada şehirli, mahalleli, köylü herkesin genel ilişkilerde beraberce ibadet ettiği bir takım Tanrılar vardı. Ki bunun yanında akrabalığın, hemşeriliğin aynı bölgeden oluşun birleştirdiği aşiret, boy, mini kabile hatta kabile gibi küçük öbeklerin kendilerine Özgü tanrıları vardı; ya da hayatın her ihtiyacının kendisine özgü bir tan¬rısı vardı. Yağmur istediklerinde yağmur tanrısına gelip dua ediyor¬lardı. Bir hastalıktan kurtulmak için şifa taleb ettiklerinde onun tan¬rısına gelip niyazda bulunuyorlardı. Bir kurban adamak istedikle-rinde onu kurbanların tanrısı yanında adamaktaydılar. Bir iş husu¬sunda istihare etmeyi istediklerinde onun tanrısı yanında istihare¬ye yatarlardı. Her şey için bu böyleydi.
Her iki uygulamayı birleştirmiş olmaları da uzak bir olasılık de¬ğildi. Ya da onlardan bazılarının bunu birleştirmiş olmaları müm¬kündür. Şöyle ki: Hem genel olarak kabul edilen tanrıları vardı hem de özel tanrıları. Aynı zamanda ayrı ayrı ihtiyaçlarını verecek, her ihtiyacın kendi tanrısı vardı.
311
Başka milletlerin de, Mısır'da, Şam'da ve Yunanistan'da böyle yaptıkları bilindiğine göre Arapların bu düşünceyi onlardan iktibas etmiş olmaları muhtemeldir. Yahut da bu, dinî gelişim sürecinin bir evresiydi. insanlar bu dönemde hem genel tanrıların hem de özel tan¬rıların varlığına inanıyorlardı. Ne bundan ne de ötekisinden vazge¬çebiliyorlardı. Yanısıra, hayatın ve tabiatın değişik görünümlerinin ya da isteklerinin ve ihtiyaçlarının ayrı ayrı oluşunun, her ihti¬yaç, her istek ya da hayat ve tabiatın her görünümü için Tanrının bulunması gerektiğine inanıyorlardı.
Belirttiğimiz bu genel kural, ortak koştukları şeyleri baş ortak¬lar, Endâd ya da denkler olarak gören müşrikler için geçerli oldu¬ğu gibi ortak koştukları nesneleri arabulucular ya da şefaatçılar ola¬rak gören müşrikler için de geçerlidir. Denebilir ki bu müşriklerin genel şefaatçıları yani kendisiyle diğer insanların da şefaat dilen¬dikleri ortaklan olduğu gibi, ayrıca bunların mahalli, kabilesel ya¬hut da aşiretlerine ait özel şefaatçıları da vardı. Ya da her ihtiyaç ve istek için birer şefaatçıları vardı. Veya onlar bu iki anlayışı bir¬leştirmişlerdi. Özellikle Tanrıların, ortakların, arabulucular ve şe¬faatçılar olarak algılanmaya başlaması, daha önce belirttiğimiz gi¬bi, müşriklerin geneli, özellikle köylü-bedevi olanların anlayışların¬da gelişmeye doğru bir adam olduğunu düşündüğümüzde mesele da¬ha rahat anlaşılır. Bu sınıfın Mekke ehlinden olduğunu ya da onlar¬dan bazılarının Mekkeli olduğunu düşündüğümüzde bu anlayışı, Ibn Hişam'ın Mekke işleri etrafında dönüp dolaşan rivayeti ile destek¬leyebiliriz, isaf ve Naile Mekke'dedir. Hubel Mekke'de, Ka'be Mek¬ke'dedir. Buna ilave olarak Mekki ayetlerin genellikle Mekke ehli¬nin durumlarını ve delillerini tasvir ettiği de unutulmamalıdır.
5. Arap İnancında "Allah'ın Çocuk Edinmesi":
Şefaatçılar konusunda geçtiği gibi, müşrik Araplar ya da on¬lardan bir kesim, Meleklerin Allah'ın kızları olduğuna inanıyor¬du. Allah katında onları kendilerine şefaatçi kabul ediyor, onlara iba¬det ediyor ve bu temel anlayışla onların Allah ile aralarında vasıta olduğuna inanıyorlardı.
Biz bu konuyu biraz daha açmayı yararlı görüyoruz. Çünkü pek-çok Kur'an ayetinde buna işaret edilmiştir. Ve bunlar aynı zaman¬da Peygamberlikten önceki Peygamber asrı ve çevresindeki dini düşüncenin parlak, ilginç tablolarını da içermektedir.
Bu ayetlerin uslubları çeşitlidir. Ayetlerin bir kısmında "oğullar
312
ve kızlar" kavramları beraber kullanılıyor:
"Cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa onları da O yaratmıştır. Bir de hiç bir bilgiye dayanmaksızın O'na oğullar ve kızlar uydurdular. O ise, nitelendiregeldikleri şeylerden yücedir, uzaktır." (En'am, 100).
Bazılarında "çocuk" edinme kavramı tekil olarak Allah'a nisbet edilmiştir:
1 "Allah çocuk edindi" dediler. O, yücedir; O, hiçbir şeye ihtiyacı olma-
yandır.. (Yunus, 68).
2 (Bu Kur'an) "Allah çocuk edindi" diyenleri uyarmaktadır. Bu konuda
ne kendilerinin, ne de atalarının hiç bir bilgisi yoktur... (Kehf, 4-5) Bazı ayetlerde "kızlar edinme" yalnız geçmektedir:
1 Ve Allah'a kızlar isnad ediyorlar, O yücedir. Hoşlandıkları (oğlanlar)nı
da kendilerine...( NahI, 57).
2 Şimdi onlara sor: Rabb'ine kızlar, onlara da oğlanlar mı? (Saffat, 149). Bu ayetlerin her üç grubuna ve siyakına bakıp inceleyenler, on¬ların Araplara ait sözleri, yaklaşımları daha doğrusu inançları hi¬kaye ettiğini, bunların Hıristiyanlık inancı ve İsa'nın oğul oluşu ile ilgili olmadığını görür, ikinci bir ifade ile bu ayetlerin Hıristiyanlar-la mücadele ya da onların inançlarını hikâye etme sadedinde olma¬dığını, sırf müşrik Araplarla mücadele ve onları tehdit etme konu¬sunda olduklarını gözler.
Önce "çocuk" kavramının hem erkek hem de kızları, tekil ve ba-zan da çoğulu kapsadığını Kur'an nassına göre6 bunun sabit oldu¬ğunu belirtmeliyiz. İkinci olarak Enbiya Sûresinde yer alan bir ta¬kım ayetler çocuk nisbet etmelerinden amacın melekler olduğunu açıkça göstermektedir:
«Rahman çocuk edindi" dediler. O, yücedir. Hayır onlar (melek¬ler) ikrama layık görülmüş kullardır. Onlar sözle O'nun Önüne geç¬mezler ve onlar O'nun emriyle hareket ederler.» (Enbiya, 26-27).
Üçüncü olarak Saffat Sûresinde 149. ayetin ardından, Arap inancında yer alan Allah'a nisbet edilen kızların melekler olduğu¬nu gösteren açık bir delil vardır:
«Yoksa biz melekleri onların gözü Önünde dişi olarak mı yarat¬tık. İyi bilin ki onlar iftiraları yüzünden "Allah doğurdu" diyorlar.
6 Enbiya, 26-27'. ayetleri "çocuk" kavramı ile başlamış ve daha sonra "kullar" di¬ye açıklamıştır.
313
Onlar elbette yalancıdırlar. (Allah) kızları seçip oğlanlara tercih mi etmiş. Size ne oldu, nasıl hukum veriyorsunuz? Hiç rai düşünmüyor¬sunuz?» (Saffat, 150,155).
Böylece zincirin halkaları tamamlanmaktadır. Şöyle ki: Arapla¬rın inançlarını hikâye eden Kur'an ayetlerinin bildirdiğine göre Arap inancında Allah'ın çocukları vardı. Ve bu çocuklar kızdı. Kız¬lar da meleklerdi.
Allah'ın çocuklar edinmesi düşüncesi ya da inancının Hiristiyan-lardan ya da Hıristiyanlık inancından Araplara geçmiş olması uzak bir ihtimal değildir. Saffat Sûresinde Allah'a çocuklar nisbet ettik¬lerinden, onları eleştiren bir bölüm ihtiva eden ve inançlarını des¬tekleyen bir kitap getirmeleri için meydan okuyan birkaç ayet var¬dır:
"Yoksa sizin apaçık olan ispatlı deliliniz mi var? Eğer doğru söyleyenler iseniz, öyleyse getirin kitabınızı." (Saffat, 156,157).
Bu meydan okumayla söz konusu düşünce geçişine işaret edilmiş gibidir. Sanki onlara şöyle denmektedir: Hıristiyanların mecazi anlamda da olsa Mesih'in Allah'ın oğlu olduğunu belirten bir kita¬bı vardır. Elinizde Meleklerin Allah'ın kızları olduğunu destekleyen bir açıklama, bir delil ihtiva eden bir kitap var mıdır?
Eğer bu düşünce Araplara Hıristiyanlardan ya da Hıristiyanlık inancından geçmişse bu geçişin, peygamberlikten çok Önceleri ger¬çekleşmiş olması gerekir. Sonra gelişti, başka bir ifade ile "törpülen¬di" ve ilginç bir kılığa büründü. Bir tek oğul yerine, pek çok kıza dö¬nüştü, insani, beşeri-maddi ya da görülen, çarşıda yürüyüp, ye¬mek yiyen cisim yerine meleklere başka bir ifade ile ruhanî varlık¬lara, düşünülen fakat görülmeyen varlıklara dönüştü.
Bundan daha ilginci, Araplar, geliştirdikleri ve töprüledikleri, akıl ve mantık kurallarına uydurdukları, ilahi düşünceyle İsa'nın oğul oluşu düşüncesinden daha fazla uyumlu hale getirdikleri bu dü¬şünceleri ve inançları uğrunda ciddi mücadele etmişlerdi. Zuhruf Sû¬resi ayetlerinden bazısı bunu hikâye etmektedir:
"Meryem oğlu (îsa) bir örnek olarak verilince, hemencecik senin kavmin ondan (keyifle söz edip) kahkahalarla gülüyorlar. Dediler ki: "Bizim ilahlarımız mı daha hayırlıdır yoksa o mu?" Onu yalnızca bir tartışma konusu olsun diye ortaya attılar. Hayır onlar tartışmacı ve düşman bir kavimdir." (Zuhruf, 56-60).
Bu ayetler peygamber ile, meleklerin Allah'ın kızları olduğunu ve onları kendileri için şefaatçılar olarak kabul edip inanan Arap-
314
lar arasında meydana gelen bir tartışmaya işaret etmektedir. Ayet¬lere göre sanki onlar şöyle diyorlardı: "Meleklerin Allah'ın kızları ol¬duğunu söylemek düşüncesi Meryem'in oğlu isa'nın Allah'ın oğlu ol¬duğunu söyleme düşüncesinden daha mantıkladır. Zira melekler gö¬rünmeyen ruhanî varlıklardır. Bu yönleriyle babaları olan Allah ile daha fazla uyum ve benzerlik arzederler. Yanısıra, Meryem'in oğlu diğer insanlar gibi maddi bir insandır. Bizim meleklerin Allah'ın kız¬ları olduğuna inanmamız Hıristiyanların, Mesih'in oğul oluşuna inanmalarından daha isabetli ve doğruya daha yakındır." Durum bu olunca, İtendi tanrılarının >ki bunlarla melekleri kastediyorlardı- Hı¬ristiyanların Tanrı edindiği İsa'dan daha hayırlı olduğunu da belir¬tiyorlardı.
Ayetlerde meleklerin zikredilmesi ve Allah dileyecek olursa, melekleri de yeryüzüne indirebileceğinin, onların da Allah'ın kulla¬rı olduğunun ifade edilmesi de tartışmanın; onların meleklerin oğul oluşları ve uluhiyeti inancıyla; isa'nın oğul oluşu ve uluhiyeti inan¬cı arasında olduğunu gösterir.
Kur'an onların yaklaşımlarını red etmiş ve bu kıyasın yanlış olduğunu, bu konuda Hıristiyanların yerinde ve doğru olmayan bir peygamberlik inancı ile delil getirmenin yerinde olmayacağını be¬lirtmiştir. İsa bir beşerdir. Bir kuldur. Allah ona nimet vermiş ve onu İsrailoğullarına "Benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a iba¬det edin" demesi için elçi olarak göndermişti, onun hakkında mey¬dana gelen sapmalar ancak insanlardan gelmiştir. Saptıranlara Allah'ın azabı vardır:
«İsa, açık belgelerle gelince, dedi ki: "Ben size bir hikmetle hak¬kında ihtilafa düştüklerinizin bir kısmını açıklamak için geldim. Öy¬leyse Allah'tan sakınıp-korkun ve bana itaat edin. Hiç şüphesiz Al¬lah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; şu halde O'na kulluk edin. Dosdoğru olan yol budur." Sonra, içlerinden bir takım fırkalar ihtilafa düştü. Artık, acıklı bir günün azabından vay o zulmetmiş olanlara.» (Zuhruf, 63-65).
315
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
Alt 12. June 2011, 09:38 PM   #14
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

B) PUTLAR VE PUTÇULUK:
1. Madenden Yapılan Maddi Putlar:
Maddi ma'butlar, Araplarda şirkin en belirgin görünümleriydi. Onların dinlerinde ve inançlarında önemli bir yeri vardı. Pekçok Kur'an ayetinin de gösterdiği gibi, bu konuda ma'butlarını Allah ile birlikte Tanrılar ve baş ortaklar olarak kabul edenlerle, onlara, Allah'a şefaatçılar ve arabulucular gözüyle bakanlar arasında fark yoktu.
önceki fasılda naklettiğimiz Zümer sûresi 43. ayeti şefaatçılar-dan söz ediyor ve onları hiçbir şeye güçleri yetmeyen ve akıl erdire¬meyen şeklinde niteliyor. Bu nitelikler maddi-cansız niteliklerdir. Yine aynı fasılda naklettiğimiz Yunus Sûresi 18. ayeti de bundan bir nebze söz etmektedir. Çünkü burada belirtildiğine göre onlar zarar ve fayda vermeyen şeylere ibadet ediyor ve onların Allah katında kendilerine şefaatçılar olacağını söylüyorlardı. Enbiya sûresinde de bir ayette onların yerden bir takım Tanrılar edindikleri kaydedilmek¬tedir. Yer kavramı, hemen farkedilebileceği gibi, cansız maddeleri ifade eder:
«Yoksa onlar, yerden bir takım ilahlar edindiler de, onlar mı (ölü¬leri) diriltecekler?» (Enbiya, 21)
A'raf sûresinde de tanrılar için maddi-cansız nitelikler kullanıl¬mıştır: Onlar yürüyemez, yakalayamaz, göremez ve duyamazlar. Ayetlerde görülen budur:
1 Allah'tan başka taptıklarınız da sizler gibi kullardır.7 Eğer doğru
sözlüler iseniz, hemen onları çağırın da size icabet etsinler. Onların yürüyecek ayaklan mı var? Ya da tutacakları elleri mi var? Veya gö¬recek gözleri mi var? Yoksa işitecek kulakları mı var? De ki: "Or¬tak koşmakta olduklarınızı çağırın, sonra bir düzen kurun da bana göz bile açtırmayın." (A'raf, 194-195).
2 O'ndan başka taptıklarınız ise, size de yardıma güç yetiremezler,
kendilerine de. Eğer onları doğru yola çağırırsanız işitmezler. On¬ları sana bakar görürsün, oysa onlar görmezler bile. (A'raf, 197-198). Maddi Ma'butları açıkça ifade eden sözcükler Kur'an'da çokça zik¬redilme mistir. Yalnız Şirk, Ortaklar, Tanrılar, Şefaatçılar ve Veli-
7 "Kullar" burada, canlı-cansız herşeyı kapsayacak derecede yaratıklar anlamın¬dadır. Tefsırcıler de böyle açıklamışlardır. Ayetin siyakından da bu anlaşılıyor
316
ler kavramlarının zikredildiği ya da herhangi bir ibadete ya da Al¬lah'ın dışında bir varlığa niyazda bulunmaya işaret eden ayetler on¬ların yaptıklarını, ibadet ettiklerini eleştirme ve onları ahmaklık¬la itham etme sadedinde bir takım işaretler içermektedir. Onların akletmeyen, bir şeye sahip olmayan, yaratmayan, rızık vermeyen, diriltmeyen, öldürmeyen, fayda vermeyen, zarar vermeye gücü yet¬meyen, duymayan, görmeyen şeylere ibadet etmeleri eleştirilmek¬tedir.
Bununla birlikte Kur'an'da "Evsan" (putlar), Asnam (Heykeller), Ensab (Dikili taşlar) ve "Temasil" (Büstler) kavramlarının geçtiği ayetler vardır. İkinci olarak, Peygamber asrında ve toplumunda bunlardan mevcut olan bazılarının isimleri verilmiştir. Şimdi bu ke¬limelerin ifade ettiği anlamları açıklamağa çalışalım.
a) "Evsan" kavramı: Bu kavram Hac sûresinde Hac ibadetle¬ri ve temel ilkelerine işaret etme sadedinde kullanılmıştır: " "İşte böyle; kim Allah'ın haram kıldıklarına saygı gösterirse, Rabbinin katında kendisi için hayırlıdır. Size okunanlar dışındaki hayvanlar helâl kılındı. Öyleyse iğrenç bir pislik olan putlardan (Ev-sân) kaçının, yalan söz söylemekten de kaçının. Allah'ı birleyenler olarak, O'na ortak koşmaksızın. Kim Allah'a ortak koşarsa, sanki o gökten düşmüş de onu bir kuş kapıvermiş ya da rüzgar onu ıssız bir yere sürükleyip atmış gibidir." (Hac, 30-31).
Aynı zamanda bu kavram ibrahim'in kıssalarını, babasına ve top¬lumuna hitabını hikâye eden ayetlerde kullanılmıştır:
1 (İbrahim): "Siz yalnızca Allah'tan başka bir takım putlara (Evsân) tap-
makta ve bir takım yalanlar uydurmaktasınız. Gerçek şu ki, sizin Al¬lah'tan başka tapmakta olduklarınız, size rızık vermeye güç yetire-mezler... (Ankebut, 17).
2 (İbrahim) Dedi ki: "Siz gerçekten Allah'ı bırakıp da dünya hayatın-
da aranızda bir sevgi bağı olarak putları (ilahlar) edindiniz... (An¬kebut, 25).
Hac sûresi ayetleri, özellikle o dönemdeki Arapların putları hakkında inmiştir. Ve bu ayetler tüm maddi ma'butlarm bu sözcü¬ğün kapsımına girdiğini, onlardan herhangi bir çeşidi kastetmedi¬ğini ifade eder. Çünkü dinleyenlere onlardan sakınmalarını, Al¬lah'a karşı tertemiz olmalarını, herhangi bir şeyi asla ona ortak koş-mamalarını emretmiştir. Sonra putları pis olmakla nitelemiştir ki, bu nitelemeyle her çeşit maddi ma'budu nitelemek mümkündür.
317
Bu kavramın, özellikle de "putperestlik" kavramının anlamı, bu genellemeyi desteklemektedir. Çünkü genel anlamda maddi-mabutlara ibadet etmeyi ifade eder, onların belli bir çeşidine ibadet etmeyi değil.
b) "Asnâm" (heykeller kavramı): Hitabın müşrik Araplara yö¬neltildiği ayetlerde geçmemiştir. Yine İbrahim'in kıssalarıyla ilgi¬li ayetlerde geçmiştir: Gelecek ayetlerde bunu görüyoruz:
Hani ibrahim şöyle demişti: "Bu şehiri güvenli kıl, beni ve çocuklarımı putlara {Asnâm) kulluk etmekten uzak tut." (İbrahim, 35).
Ayrıca Bkz: (21/57; 26/70-73)
Bu sözcük îsrailoğullarmın kıssasıyla ilgili ayetlerde de geç¬miştir:
«Israiloğullarmi denizden geçirdik. Putları (Asnâm) önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa'ya dediler ki: "Ey Musa, onların ilahları gibi, sen de bize bir ilah yap." O: "Siz ger¬çekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz" dedi.» (A'raf, 138).
Bu ayet, dediğimiz gibi, müşrik Araplara yönelik olmasa da İb¬rahim sûresinin ayetleri, ibrahim'in Harem'deki duasının hikâye edi¬lişi ve çocuklarım oraya yerleştirmesi kıssasıyla ilgilidir. Arapların, özellikle de Hicazlılann bu kıssa ve anlatımla sıkı ilişkilerinin ola¬cağı gözden kaçacak değildir. Aynı şekilde İbrahim'in toplumuna kar¬şı gelişi ve onlarla diyalogu Tevrat'ta kaydedilmeyen şeylerdendi. Da¬ha önce işaret ettiğimiz gibi, bunun da, ibrahim'in diğer kıssaları ve tutumlarının çoğu gibi, Arap rivayetleri ve Araplar arasında yaygın olan nakillerden biri olması doğru olabilir. Buna göre, Kur'an'dan ilham alarak Kur'an'ı dinleyen Arapların bir takım putları olduğu¬nu söyleyebiliriz. Ayetlerde işaret edilmesi hedef alınan noktalar¬dan biri de onların babalan olan İbrahim'in daasryla açıktan açığa çeliştikleri, O'nun duasıyla Allah'ın güvenli bir belde kıldığı şehrin kutsiyetine aykırı düştükleri, İbrahim'in putlar edindiklerinden dolayı toplumuna yönelttiği eleştirinin kapsamına kendilerinin de girdiklerine işaret edilmek istenmiştir. Bunun yanında Araplar "Heykel" (Asnâm) kavramını, kapsamı ve içeriğiyle birlikte iyi bili¬yor ve açıkça varlığını itiraf ediyorlardı. Bu da onun Kur'an'in ini¬şinden önce Arap dilinde var olan ve alışık olunan bir kavram olma¬sını gerektirmektedir.
c) Temâsil (Büstler): Aşağıda Enbiya sûresinde görüldüğü gi¬bi, Teraasiî (büstler) kavramı, Asnâm (heykeller) kavramı iîe birlik-
318
te kullanılmıştır:
«(İbrahim) babasına ve kavmine demişti ki: "Sizin şu karşısında durup taptığınız büstler (Temâsil) de nedir?" "Biz atalarımızı bun¬lara tapanlar olarak bulduk" dediler. Dedi ki "Andolsun, siz de, atalarınız da, apaçık bir sapıklık içindesiniz." "Sen bize gerçeği mi getirdin, yoksa (bizimle) oyun mu oynuyorsun?" "Hayır" dedi. "Sizin Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir, onları kendisi yaratmıştır ve ben de buna şehadet edenlerdenim. Allah'a andolsun ki, sizler arka¬nızı dönüp gittikten sonra, ben sizin putlarınıza (Asnâm) muhakka bir tuzak kuracağım."» (Enbiya, 53-57).
Ayrıca bu kavram, Cinlerin Süleyman için yaptığı büyük ey¬lemlerin bildiriminde kaydedilmiştir:
«Onun eli altında Rabbinin izniyle iş görmekte olan bir kısım cin¬ler de vardı. Onlardan kim bizim emrimizden çıkıp sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından taddırdık. Ona dilediği şekilde kaleler, hey¬keller (temâsil), havuz büyüklüğünde çanaklar ve yerinden sökül¬meyen kazanlar yaparlardı...» (Sebe', 12-13).
Temâsil ve Asnâm kavramlarının bir dizi ayette beraber yer al¬ması, bu iki kavramın eş anlamlı olduğunu ya da en azından birinin diğerinin yerine kullanılabildiğini göstermektedir. Sebe' ayetleri Te-mâsilin aynı zamanda bir sanat eseri olduğunu gösterir. Ayrıca bizzat kavramın kendisi de belli bir tabloya benzerlik anlamı ifade eder. Bu da genellikle sanat (yapma) ile olur. ibrahim kıssalarıyla ilgili ayetlerde, onun toplumunun Asnâm'i ya da Temâsil'i yonttuk¬larını ifade edebilecek bölümler vardır:
«Bunun üzerine onların ilahlarına sokulup: "Yemek yemiyor musunuz?" dedi. "Size ne oluyor ki konuşmuyorsunuz?" Derken on¬ların üstüne yürüyüp sağ eliyle bir darbe indirdi. Çok geçmeden (hal¬kı) birbirine girmiş durumda kendisine yönelip geldiler. Dedi ki: "Yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" "Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır."» (Saffat, 91-96).
Bu da gösteriyor ki, Temâsil ya da Asnâm taştan ya da maden¬lerden yontulan herhangi bir şt-kil ve biçim kazandırılan nesneler¬di. Yine ayetlerden hareketle Arapların, Evsan'm şekil verilmiş olanına Asnâm ya da Evsan adım verdiklerini söyleyebiliriz. Arap¬lar bu iki sözcüğün ne anlama geldiğini biliyor ve bunlardan kendi-lerinin bir takım putları bulunuyordu.
Az önce naklettiğimiz A'raf 194-198. ayetleri de bunu destekle¬mektedir. Çünkü bu ayetlerin ilhamına göre Asnâm, canlı yaratık -
319
ların şekil ve biçiminde yapılıyordu. Elleri, ayakları, gözleri ve ku¬lakları vardı.
d) "Nusb" ve "Ensab" (dikili taşlar) kavramları: Üç ayette yer almaktadır. Bunların her üçünde de hitab müslümanlara yönel¬tilmiştir. Birisinde mahşer günü insanların kabirden çıkış hareke¬ti insanların alıştıkları bir hareket olan Ensab'a doğru akıp gitme¬lerine benzetilmiştir. Konu müşriklerle ve onların uyarılma sıyla il¬gilidir:
1 Ölü eti, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilen, boğulmuş, vu-
rulmuş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış, hayvan tarafından parça¬lanmış, dikili taşlar (Ensab) üzerine boğazlanan ve mal oklarıyla kıs¬met aramanız size haram kılındı... (Maide, 3)
2 Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın
işlerinden olan pisliklerdir... (Maide, 90).
3 Kabirlerinden koşarcasına çıkacakları gün, sanki onlar dikili bir şeye
yönelmişler gibidirler. Gözleri korkudan ve dehşetten düşük, yüz¬lerini de bir zillet kaplamış; işte bu, kendilerine va'dedilmekte olan (kıyamet ve azab) günüdür. (Meâric, 43-44).
Sözcük "dikme" fiilinden türetilmiştir. Bazı müfessirler En-sab'm ibadet için dikilen taşlar olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da onların Asnâm ile eş anlamlı olduğunu söylemiştir. Hâzin, bunu İbn Abbas'a nisbet edilen bir rivayette kaydetmiştir. Tercih etmesek de, Ensab'ın ibadet ya da ayin için dikilen canlı şekline sokulmuş ya da sokulmamış taşlar olduğu ihtimali vardır. Ayetlerde bunu gösteren karineler de vardır. Maide 3. ayeti dikili taşlar üzerinde, yani hey¬kellerin yanında kesilen ve bazı niüfessirlerin ayeti onunla açıkla¬dığı gibi, üzerinde onların adı anılan kurbanların etini yemeyi ha¬ram kılmaktadır. İbn Hişam'ın kaydettiğine göre Araplar kurban¬larını Ka'be'nin yanında bulunan ve adları "İsaf ve Naile" olan iki heykelin önünde keserlerdi. Arap geleneğinde bu iki heykel taşlaş¬mış bir kadın ve erkekti. Buradan hareketle dikili taşların da erkek veya kadın şeklinde olduklarını söyleyebiliriz. Yine kaydediyor ki Arapların bazı heykelleri (Asnâm) kaya parçasıydı. Bu da "Sa'd"' adı verilen ve canlı varlık şekli verilmeyen Beni Melikân heykeliydi.
Her ne olursa olsun Nusb ve Ensab kavramları Kur'an'da doğru¬dan Araplarla ilgili olarak geçmektedir. Bu isimlerin aynı zaman¬da "Evsân" kavramı gibi canlı varlık biçimi verilmiş olsun olmasın tüm maddi mabutları için kullanıldığı kuvvetle muhtemeldir.
320
2. Kur'a ir da Putların İsimleri:
Asnâm, Evsân ya da mabutlar türünden belli bir nesnenin adı¬nı gösteren Kur'an ayetleri ise Necm sûresinde geçmektedir (19-20. ayetler). Burada Lât, Uzza ve Menat isimleri geçmektedir.
İbn Hişam Uzza'nın Kureyş ve Kinane'ye, Menafin Evs ve Haz-rec'e Lâfın da Taif in S akîf kabilesine ait olduğunu zikretmektedir. Kitabu'l-Asnâm'ın sahibi Kelbî özet olarak diyor ki: Menat onların üçünün de en eski olanıydı. Mekke ile Medine arasında Kadid'teki Müşellel bölgesinde deniz sahilinde dikilmişti. Arapların hepsi ona saygı gösterip kurbanlar kesse de, Evs ve Hazrec ona daha fazla say¬gı gösterir ve onunla tanınırdı. Lât, Menat'tan daha yeniydi. Dört kö¬şe bir kaya idi. Taifte bulunuyordu. Hizmetçileri Sakîf kabilesinden-di. Araplar ve Kureyş de ona saygı gösterirdi. Ancak Taif halkı da¬ha fazla ona tutkundu ve onunla biliniyordu. Uzza ise üçünün en ye¬ni olanıydı. Mekke'den dokuz mil uzaklıkta Nahle vadisinde bulu¬nan bir ağaçtı. Kureyşe göre Ensâm'ın en ulusuydu. Onu ziyaret eder, bağışta bulunur, yanında kurban keserlerdi. Hizmetçileri Şeyban oğullarıydı. Bu tanrıların kulu olduğunu ifade eden isimler, kitap¬lar doluşudur. Abdu'1-Lât, Abdu Menat, Abdu'1-Uzza, Zeydü'1-Lât, Teymu'1-Lât, Abdu Menaf v.s. gibi. Bunlar Peygamber asrı ve çev¬resinde yaşayan şahıslardı. Bunun yanında diğer bir rivayet bu üç tanrının canlı biçimde yapılıp Ka'be avlusuna dikilen heykeller ol¬duğunu kaydetmektedir. Bir çok müfessirin belirttiğine göre Hicaz'lı-lar Men'at ile yağmur talep ediyordu ve onun ismi de yağışın önün¬deki rüzgâr anlamındaki Nev'den türetilmişti.
Bu rivayetler hakkında kesin bir şey söylemek mümkün olmadı¬ğına ve bu meselede en doğru tavrın onlar hususunda muhafazakâr bir tutum takınmak olduğuna göre şu kadarıyla yetiniyoruz: a) Bu üç ma'budun Kur'an'da anılması, onların varlığını gösteren kesin bir delildir, b) Tüm rivayetlerin, onların maddi varlıklar olduklarının dışına çıkmamış olması onların maddi ma'butlar olduğunu bir ölçü¬de kesinleştirmektedir, c) Onların erken inen ayetlerde anılması. Peygamberin Mekke'nin dışı ile geniş bir ilişki ve temasa geçmedi¬ği bir zamanda inişi, yakınlara hitab eder gibi bir uslubla ifade edilmesi daha doğrusu Kur'an'ı ilk defa duyan dinleyiciler olan Mekke halkına hitab etmesi bu ma'butlarm Mekkelilerin ma'butla-rı olduğunu gösterir. Rasulullah döneminde birçok Mekke'li müşrik bu putların isimleriyle isimlendirilmişti. Mesela Ebu Talib'in adı Ab¬du Menaf tır. Ki Menaf isminin Menat'tan dönüşmüş olması olası-
321
lığı fazladır. Peygamber'in amcası Ebu Leheb'in adı Abdü'1-Uz-za'dır. Usdu'l-Ğâbe'de adları ya da babalarının adı Abdu'1-Lat, Zey-du'l-Lat ve Teymu'1-Lat olan sahabiler zikredilmiştir. Buna ilave ola¬rak Kureyş'in ve başka Arapların özellikle "Lât ve Uzza" kavramla¬rıyla yemin etmelerini belirten rivayetlere dikkat çekmeliyiz. Bunun¬la beraber bu ma'butların tüm Araplar için genel ma'butlar oluşu ay¬nı zamanda Sakîf in biriyle, Evs ve Hazrec'in diğeriyle, Kureyş'in de onların üçüncüsüyle özel bir ma'bud ilişkisinin olması da düşünü¬lebilir.
Bu her üç isim de dişi sigasıyla verilmiştir. Müfessirlerden bir¬çok kişi8 Lâfın "Allah" kavramının dişisi, "Uzza"nın "daha İzzetli" ya da "Aziz" kavramının dişisi, Nev'in Mef ale vezninde olduğunu ve onunla yağmur yağdıran dişi ma'bud kastedildiğini belirtmiştir.
Necin Sûresinin naklettiğimiz 19-20. ayetleri, Arap inanışında bu ma'butlar ve isimleriyle Melekler arasında bir ilişki olduğunu gös¬terir. Ayetler, kızların Allah'a nisbet edilişini hoş karşılamadığı gibi, Melekler'in dişi isimlerle adlandırılmasını da red etmektedir. Şefaatin ancak Allah'ın izni ve rızasıyla gerçekleşebileceğine dikkat çekmektedir. Yamsıra Meleklerin barınaklarının gökler olduğunu göstermektedir? Bunların hepsi üç ma'budun adının anıldığı ilk iki ayetle uyum içindedir. Daha önce geçen bir konuda meleklerin Allah'ın kızları oluşları inancına, onların Meleklere Allah'a daha faz¬la yakın olmak amacıyla ibadet ettiklerine değinmiş ve bununla il-gili ayetleri vermiştik. Bunların hepsi müşrik Arapların ya da on¬lardan bir grubun, bu ma'butlarını göklerde bulunan meleklerin yer¬yüzünde bir sembolü olarak saydıklarını, meleklerin Allah'ın kızla¬rı olduğuna inançlarına bağlı olarak.onlara dişi varlıkların adları¬nı verdiklerini, yine buna bağlı olarak onların ibadet ettiklerini, say¬gı gösterdiklerini, onlardan şefaat dilediklerini, onlara yöneldikle¬rini söyleyebiliriz. Necm sûresinin ayetleriyle ilgili açıklamasında Beyzavi'nin buna yakın bir şey söylediğini gördük: "Bu üç tanrı, me¬leklerin heykelleriydi." taberi de buna yakın bir şey söylemiştir. Şöy¬le ki: Onlar heykellerini melekler şeklinde düşünüyor (yapıyorlar¬dı. Onların Allah'ın kızları olduklarını sanıyor ve Allah dışında on¬lara ibadet ediliyor ve onlar için Allah'ın isimlerini türetiyorlardı. Allah'tan «Lat»'ı, «E'az» ya da «Aziz»den «Uzza»yı türetmişlerdi. Babil kalıntıları arasında «Latu» adı verilen bir ma'bud adı da keş-
8 Taberi, IX, 176.
fedümiş bulunmaktadır. Fakat biz bu isimle «Lât» adı arasında herhangi bir ilişki olup olmadığını bilmiyoruz. Durum ne olursa ol¬sun, bizim tercihimize göre, «Allah» ismi ve bu ismin Alemlerin Rabbi anlamında da kullanılması bu ma'bud'un adından geliştiril¬miş bir isimdir. Müfessirlerin, Lât adı Allah adının dişisidir demiş olmaları, açıkça görüldüğü.gibi, dediğimizi bir ölçüde ifade etmek¬tedir."
Sözü edilenlerin dışında Kur'an'da beş heykelin daha adı geçmek¬tedir. Nuh sûresinde, kavminin tavrı ve kendisiyle mücadele ediş¬lerini hikâye eden, konumuzla ilgili ayet şudur:
«Ve dediler ki: Kendi ilahlarınızı bırakmayın; bırakmayın ve Vedd'i, ne Suva'ı, ne Yeğus'u, ne Yeuk'u ve ne de Nesr'i.» (Nuh, 23).
İlk bakışta hemen farkedilen, bu heykellerin (Asnâm) Araplara yabancı oluşudur. Kur'an'da Nuh (a) ve kavminin kıssası sadedin¬de verilmiştir. Yalnız siret rivayetleri ve tefsircilerin kitapları pey¬gamberlikten önceki Araplarla bu heykeller arasında sağlam bağ¬lar bulunduğunu gösterecek şeyler kaydetmişlerdir. Onların kullu-ğunu ifade eden adlandırmaları ve onların bazılarını kendilerine ma'bud edinmeleri bunu göstermektedir. Ibn Hişam kaydediyor ki: Hüzeyl kabilesi bir heykele "Suva" adını verirdi. Hemdan kabilele¬ri bir heykele "Ye'uk" adını verirdi. Mezhac kabileleri bir heykele "Ye-ğûs" adı verirdi. -Kelb kabileleri bir heykele "Vedd" adını verirdi. Zu'l-Kila' kabileleri bir heykele "Nesr" adım verirdi. Yine o ve başkala¬rı9 Peygamber'in çağdaşı ve ondan az bir zaman Önce yaşamış oîan pek çok kişinin adını kaydetmektedir ki; bunlar sözü edilen heykel¬lerin adını, özellikle "Abdu Vedd", "Abdu Yeğûs" adını almışlardı. Ta¬biidir ki, böyle bir adlandırma ancak sözü edilen heykellerin Arap¬lar tarafından tanınması ve ma'bud olarak kabul edilişinden sonra söz konusu olabilir.
Diğer taraftan bu isimler az da olsa arapçanm tabiatıyla ve onun gelişme süreciyle uyum arzeder. Mesela "Yeğûs", Gavs, Gays ve Iğase sözcükleriyle uyum içindedir. Yalnız bu fasih olmayan üç harfli bir fiilin muzari zamanıdır. Aynı şey "Ye'ûk" için de söylene¬bilir. O da Akka, İ'aka ve Ta'vîk ile uyum sağlamaktadır10. Nesr (Kartal) ise bilmen yırtıcı kuşun adıdır. Fasih Arapça bir isimdir.
9 I. 240, 256, Usdu'1-Gâbe; FV, 87, 222. Usdu'l-Gâbe'de Avvam b. Cebel el-Mu-sahmî adında Hamedan'lı bır'sahabı vardır. Biyografisinde onun Yağûs putu¬nun hizmetçisi olduğu kaydedilmiştir. (IV, 153).
10 Kur'an'da bu ıkı sözcüğün kullanımları mevcuttur.
"Vedd" ve "Suva" kavramlarına fasih bir ilgi bulamıyorsak da bu de¬mek değildir ki, fasih arapçayla hiç ilgisi yoktur. Durum ne olursa olsun, rivayetler karşısında uyanık davranmak gerektiğim ne kadar belirtirsek belirtelim, bu isimlere fasih arapçadaki isimlerin lafzi ya¬kınlığı, sonra Arapların bu isimlerle adlandırıldığını, şahıs adı ola¬rak kullanıldığını gösteren bu rivayetler bazı Arap kabilelerinin hey¬kellerini ve şahsiyetlerim bu adlarla adlandırdığını, Peygamberlik¬ten önceki Peygamber asrı ve çevresinde bu adların var olduğunu ter¬cih etmemizi gerektirmektedir. Bu isimlerin Arapçaya geçişi, Kur'an'm fasih arapçası devresinden önce gerçekleşmiştir. Yalnız Araplar onları olduğu gibi muhafaza etmişlerdir. Çünkü artık onlar dokunulması kolay olmayan bir kutsallık çerçevesine girmişlerdi.
Saffat Sûresinde İlyas'm toplumuna hitabının hikâye edilişi sa¬dedinde bir heykel, bir tanrı olarak "BaT'den söz edilmektedir.
«Gerçekten İlyas'ta gönderilmiş peygamberlerdendi. Hani ken¬di kavmine demişti ki: "Siz sakınmaz mısınız? Siz BaTe tapıp da ya¬ratıcıların en güzeli (olan Allah'ı) mı bırakıyorsunuz?"» (Saffat, 123-125)
Yine hemen ortaya çıkan bir nokta da bu heykelin ya da ma'bud'un Araplarla ilişkisi olmayan yabancı bir nesne olmasıdır. Ancak bu ismin Kur'an dili olan Arapçayla ilişkisi bakış açımızı et¬kilemektedir. Çünkü bu kavram Kur'an'da gelecek ayetlerde gö¬rüldüğü gibi Koca'dan kinaye olarak kullanılmıştır:
1 Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme süresi bek-
lerler. Eğer Alİah'ave ahiret gününe inanıyorlarsa Allah'ın rahim¬lerinde yarattığını saklamaları onlara helâl olmaz. Kocaları, bu sü¬re içerisinde barışmak isterlerse, onları geri almada daha çok hak sa¬hibidirler. (Bakara, 228).
2 Karısı da ayaktaydı, bunun üzerine güldü. Biz de ona İshak'ı, İs-
hak'm arkasından da Yakub'u müjdeledik. "Vay bana" dedi, (Kadın) "Ben kocamış bir kadın iken ve şu kocam da ihtiyar iken doğuracak mıyım? Gerçekten bu, şaşırtıcı bir şey!.. (Hud, 71-72). Arapça tamlamalarda koca iki şekilde kinaye ile anılır: «Rabbu'l-Aile» ve «Rabbu'1-Beyt» (Aile sahibi, ev sahibi). Bu ise, bir açıdan Arapçadaki "Ba'l" kavramının anlamı ve koca için kullanılmasıyla ilişkilidir. Öte yandan İlyas toplumunun "Ba'l" ma'budu için kabul ettiği Rububiyet anlamıyla da ilgisi vardır.
Bal, İslam'dan önceki Şam ülkelerinin uzun zamandan beri
324
başlıca ma'butlarından biriydi. İnsan kılığına büründürülmüş bir heykel ile sembolize ediliyordu. Bu kavram bugüne kadar hâlâ yal¬nız yağmur suyu ile sulanan ülkeler için kullanılmaktadır. Bu ad¬landırma sanki eskiye dayalı bir gelenekten alınmış gibidir. Bunun¬la Allah'ın doğrudan gök suyu ile suladığı ekinlere işaret edilmek-tedir.
Bu kavramın peygamberlikten önce kısa görülmeyecek bir zaman¬dan beri Arapçaya geçmiş olduğunu, onun Şam ülkelerinden geldi¬ğini farzetmek, onun yalnız başına gelmediğini, adı olduğu nesne ile beraber geldiğini söylemek aşırılık olur mu? Yani "BaT'in, Şam'lı bir ma'but olarak Arap ülkelerine ya da Hicaz ülkelerine bir heykel ola¬rak girdiğini ya da onun Araplara ait bir ma'but olduğunu, isminin ailenin efendisi ya da ailenin sahibi olması hasebiyle kocaya mecaz olarak verilmiş olduğunu söylemek tutarsız olur mu? Biz bunda bir aşırılık ve tutarsızlık görmüyoruz. Aksine onun mümkün oldu¬ğunu ve pratik olarak gerçekleştiğini tercih ediyoruz. Arapça kitap¬lar ve rivayetler görebildiğimiz kadarıyla Arapların "Ba'l" adını ta¬şıyan bir ma'buddan ya da heykelinden söz etmiyor diye bu yakla¬şımı yıkmayı ve sağlıklı oluşunu red etmeyi düşünmüyoruz. Çünkü hiç kimse Arapların bize ulaşan hiç bir kitapta adı yazılmayan ve hiç bir rivayette nakledilmeyen pek çok heykelleri bulunduğu hususun¬da bizimle mücadeleye giremeyecektir.
İbn Hişam'da11 Amr b. Luhay hikâyesi kaydedilmiştir. Buna göre Şam halkı bir takım heykellere tapıyor, onlardan yardım dili¬yor ve onlardan yağmur istiyorlardı. Amr onlardan birini aldı, Mek¬ke'ye getirip, Ka'be'nin içine koydu. Bu heykelin adı "BaT'dı. Bu ri¬vayete göre, Arap ülkelerine heykellerin ilk girişi ve kökeni bu hey-kelle olmuştur. Bunun dışında, Amr b. Luhay'm Arap ülkelerine ilk olarak heykellere tapmayı sokan adam olduğunu ve orada ilk hey¬kelin "Hubel" olduğunu belirten rivayetler vardır. İlk olaylarla ilgi¬li rivayetleri desteklemek ve onları doğrulamak imkânsızdır de¬mesek de gerçekten zordur. Biz bu rivayetlerde yer alan düşünceyi ma'kul görüyoruz. Bazı Arap liderlerinin Şam seferleri sırasında ya biçimi, ya şekli ile dikkati çeken bir heykeli beğenmiş olması ya da her hangi olağanüstü bir olayın meydana gelmesi yahut da o heyke¬lin üstünlüğüyle ilgili anlatılan şeylerin hoşuna gitmiş olması ve on¬dan bir tane alıp Mekke'ye getirip onu Ka'be'ye koyduktan sonra in¬sanları ona ibadete çağırmış olması mümkündür.
11 I, 76
Kureyş'in "Hubel" adı verilen bir heykelinin bulunduğu, bunun onların yanında önemli heykellerden biri olduğu miitevatir rivayet¬lerdendir. Hatta onlar Uhud'da müslümanlara karşı üstün geldik¬lerini gördüklerinde onun adını yücelthıişlerdi12. Daha önce belirt¬tiğimiz gibi, Kureyş onların yanında fal oklarına bakıyor ve problem¬lerini, istiharelerim onunla çözüyordu. Eğer Arap liderlerinden bi¬ri Şam ülkelerinden bir heykel getirmişse, -ki biz bunu uzak görmü¬yoruz- ve bu heykel de Hubel ise, neden geçişte ya da ilk adlandır¬mada herhangi bir tahrifin olduğu kabul edilmesin? Şam'daki bili¬nen heykel "BaT'dır; "Hubel" değildir. Her iki kavram da birbirine yakındır. Birbirini tutan iki harf da vardır. Yabancıların "Ayın" harfini "Ha" olarak ya da ona benzer bir biçimde okuduğu bilinmek¬tedir. O zaman üçüncü harfin de ortak olması ya da benzer olması gerekir. Yer değiştirme ve dönüşme (i'îal ve ibdâl) tüm dillerde ve Arapçada bilinen bir şeydir. Daha önce "Ba'l" kavramının Fasih Arapçada ne kadar anlamlı olduğunu görmüştük. Bazı oryantalist¬ler (Doğu bilimciler)13 Hubel'in "Hâbeel" kavramından tahrif edil¬diğini, buradaki "Ha"mn tbranice ve Ken'anice'deki belirlilik takı¬sı olduğunu belirtmişlerdir. Ki buralarda Ba'l'e tapınılıyordu. "Ayn"ın düşmüş olması yakın bir olasılıktır. Onun düşüşünden son¬ra sözcük "Habel" ya da "Hubel" olur. Bu yaklaşım zaman zaman "Be'el" diye de okunabilen "Ba'l" sözcüğünün Hubel'e kadar gelişip-dönüşmesi için ma'kul bir çıkarımdır.
Burada akla bir soru gelebilir: Eski Şam'da bir isimden aktarıl¬mış olan "Ba'l" kelimesi nasıl olur da fasih Arapçada bulunur? Bi¬zim tercihimize göre Ba'l sözcüğü Peygamberlikten önceki Şam ül¬kelerinde geçerli olan ismin kendisi ve kökü değldir. Bu ancak Arapçalaştırılmış bir isim olabilir. Kitaplarda ve dillerde bu sözcü¬ğün yaygın bir şekilde kullanılması, aynı şekilde Şam'daki ma'bu-da da "Ba'l" adının verilişi "Habeel" olması tercih edilen ismin kö¬keninden daha çok onun Arapçalaştırıîmış bir sözcük olduğunu göstermektedir. Kureyş'e ait heykelin de "Hubel" adını muhafaza et¬mesi buna aykırı düşmez. Şam'dan "Habeel" diye oraya geçmiş,
12 İbnHişam; II. 277.
13 Caetani, İslâm Tarihi, Türkçe tercümesi, I. cild. Kelbî, bu putun nitelikleri hak¬kında şunları kaydediyor: insan seklinde kırmızı akîkten yapilmış, sağ eli kı¬rık bir puttu. Kureyş kırık eli yerine akından bir el yapmıştı. Bu putun ilk put olduğu hususunda İbn Hişam'a muhalefet etmiştir. İlk olarak bu putu dikenin Huzeyme b. Müdrike olduğunu belirtmiştir. O'na Huzeyme'nin putu deniliyor¬du, (s. 28)
326
sonra kısaca Hubel'e dönüşmüş, sonra da değişmesi ve başkalaşma¬sı doğru olmayan bir kutsallık kazanmış olması da mümkündür. Ta¬biatıyla dilin kendi sözcüklerinin durumu böyle değildir.
Kur'an'da Tağût ve ona ibadet etmekten söz eden bir dizi ayet var¬dır. Bunların bir kısmı Mekkî, bir kısmı Medenî'dir. Medenî ayetler¬den birinde "Tağût" kavramı "Cibt" ile birlikte anılmıştır. Şimdi bu ayetlere bakalım:
1 Dînde zorlama yoktur. Gerçek şu ki, doğruluk sapıklıktan apaçık ay-
rılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah'a inanırsa, o sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilen¬dir. Allah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çı¬karır. Kâfirlerin dostları da tâğuttur. (O da) onları aydınlıktan karan-' lığa çıkarır. Onlar ateş halkıdır. Orada ebedi kalacaklardır. (Baka¬ra, 256-257)
2 Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmedin mî? Onlar, tâğuta ve
cibte inanıyorlar ve diğer küfredenler için: "Bunlar, İman edenler¬den daha doğru bir yoldadır" diyorlar. (Nisa, 51).
3 İman edenler, Allah yolunda savaşırlar, küfrecienler de tâğutun yolun-
da savaşırlar; öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın. Hiç şüphesiz şeytanın hilesi/düzeni pek zayıftır. (Nisa, 76).
Ayrıca Bkz: (4/60; 5/60; 16/16; 39/17)
Yahudilerden bir kesimin kendisine iman ettiği bu Cibt ve Tâğut nedir? Allah'ın insanlara onâ ibadet etmekten sakınmalarını emret¬tiği, insanları aydınlıktan karanlıklara sürükleyen, kâfirlerin onun için savaştığı ve bir kısım Yahudilerin kendisine ibadet ettiği bu Tâ-ğüt kimdir?
Tefsircilerin bu konuda görüşleri ve rivayetleri çeşitli olmuştur. Onlardan bazısı14 Cibt ve Tâğut'un Kureyş'in iki heykelinin adı ol¬duğunu rivayet etmiştir. Nitekim Kureyşliler, kendileriyle Pey-gamber'e karşı anlaşmaya gelen Yahudilerin elçilerinden, bu iki hey¬kel önünde yemin etmelerini ve onlara secde etmelerini istemişler¬di. Müfessirlerden bir kısmı15 yalnız Cibt'in Kureyşlilerin bir hey¬keli olduğunu söylemiştir. Tâğut'un ise aşırı isyankâr, azgın anla¬mında olduğunu, Melekût, Ceberut gibi fealût vezninde geldiğim be¬lirtmişlerdir. Tâğut kavramının, Şeytan ve kafirlerin azgın olanla¬rı için kullanıldığım, Nisa 60. ayetindeki sözcüğün Yahudilerin az-
14 Nisa, 51- ayeti için bkz: Hazin, Taberî, Beyzavi.
15 Nisa, 60. ayeti için bkz: Keşşaf ve Taberi tefsirleri.
327
gın liderlerinden biri olan Ka'b b. Eşrefi kastettiğini ifade etmişler¬dir. Onlardan bazıları da16 Cibt ve Tâğüt'un herhangi bir nedenle şirke götüren her nesne olduğunu söylemişlerdir. Bu konuda heykel¬lerin, putların, dikili taşların, ibadetin, dostluğun, şefaat dilenme¬nin ve istihareye yatmanın farkı yoktur. Bu görüşle ilgili olarak Pey-gamber'den bir hadis rivayet edilmiştir. Hadiste Cibt kavramı şöy¬le geçmektedir: "Uğura, uğursuzluğa ve kehânete inanmak Cibt (Put, Şeytan) işidir."
Burada Nisa 72. ayet dikkatleri çekmektedir. Ayet, Şeytan ve Tâ-ğut'u beraber anmış ve şeytanı Tâğüt'un yerine kullanmıştır ki, bu iki sözcüğün eş anlamlı olduğunu gösterir gibidir. Diğer taraftan bu konudaki görüşlerin çoğu onların Kureyş'e ait iki heykeli göster¬mekten çok genel iki kavram olduğu noktasında yoğunlaşmaktadır. Daha doğru bir ifade ile son görüş noktasında düğümlenmektedir. Bunlara göre Cibt ve Tâğut kavramları şirk, putperestlik ve Allah'ın dışında başka varlıklara yönelmekten kinayedir, içimizi rahatlatan ve genel olarak ayetlerden de anlaşılan budur. Özellikle Allah'tan başka nesnelere ibadet etmeyi eleştirme sadedinde defalarca kulla¬nılan Tâğut kavramı bu açıdan önemlidir. Nahl 36. ayeti Mekkidir. Tâğüt'un anlamının genel olduğu görüşünü desteklemektedir. Bu ko¬nuda da daha açık bir destek sağlamaktadır. Ona şirk ve asılsız iba¬detler anlamını yüklemektedir. Zümer 17. ayeti de böyledir. Maide 60. ayetinde Tâğut'a bir dönem ibadet ettikleri ifade edilen Yahu¬diler, Tevrat nüshalarının da kaydettiği gibi, ancak Buzağı'ya, Ba'l'e ve heykellere tapınışlardı. Bu dahi Tağut'un genel bir kavram olduğunu, şirk, putperestlik, boş, anlamsız tapmlara ve inançlar an¬lamına geldiğini güçlü bir biçimde pekiştirmektedir- Buna ilave edilebilecek ve destekleyecek bir husus da tüm ayetlerin öz itibariy¬le Tâğut ve Cibt'in iki isim değil iki sıfat olduğunu, şirkin yerme ile ilgili nitelemeleri olduğunu ilham etmektedir. Bu özellikle müfes-sirlerin tuğyan (isyan ve azgınlık)dan türediğini söylediği Tâğut söz¬cüğü için daha açıktır.
İbn Hişam, Arapların, saygı duydukları, kendilerine kurban adadıkları, etrafında dolaşıp ziyaret ettikleri, heykellerini içine koydukları evleri olduğunu; bu evlerin Tevâğît (Tâğüt'un çoğulu) adıyla anıldıklarını, bu evlerin kendilerine Özgü bakıcıları ve hizmet¬çileri olduğunu kaydetmektedir. İbn Hişam, bu Tavâğit'in bazıları-
16 Nisa. 60 ve 76. ayetler için bkz Hazîn tefsiri 328
nın bakıcılığını yapan bir takım ailelerin adını vermiştir. Bu Tavâ¬ğit, büyük fetih gününe kadar varlığını sürdürmüş, bundan sonra Peygamber onu yıkacak kişileri göndermişti. Yine O'nun belirttik¬lerine göre: Araplar bu özel evlerin yanında Ka'be'nin üstünlüğünü kabul ediyor ve Haccedümesı gereken "En Büyük Ev" olarak sayı¬yorlardı. Kelbi'de "el-Asnâm" kitabında17 bundan bir nebze söz et¬miştir. Fakat bu evlerin Tavâğit olarak adlandırıldığını zikretme-miş aksine bunların bir kısmına Ka'be dendiğini ifade etmiştir. Mütevatir rivayetlerden biliniyor ki Ka'be'nin içinde ve avlusunda pek çok heykel vardı. Bunları hem Mekke'liler hem de diğer Arap¬lar saygı gösterip kutsuyorlardı. Bu rivayetler de Arapların bir ma¬halli Ka'be'leri bir de genel Ka'be'leri olduğuna destek olmaktadır. Nitekim Arapların mahalli heykellerinin yanında genel heykelleri de vardı. Fakat biz bu Ka'be'lere Tavâğit adının Araplar tarafından verildiğini değil, İslam'ın onlara bu ismi verdiğini sanıyoruz. Sade-ce, îbn Hişam'm kaydettiği bu isimlendirme ile ilgili rivayeti tercih etmiyoruz. Daha önce belirttiğimiz gibi bu adlandırma eleştiri için kullanılan bir nitelemedir. Bu Ka'be'lerin sahipleri tarafından on¬lara bu nitelemenin yapılmış olması mantıklı olmaz. Onlar arasın¬da yaygın olan adlandırma, Kitabu'l-Asnâm'ın yazarı tarafından da belirtildiği gibi Ka'be adıydı. Yazar'm bu Ka'be isminin bazıları için kullanıldığını bazıları için kullanılmadığını belirtmiş olması faz¬la önemli değildir.
17'BkZ: s. 11, 19,20,44,45.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
Alt 12. June 2011, 09:39 PM   #15
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

C) MELEKLER VE ARAPLARDA MELEK İNANCI:
1. Melek Kavramı:
Önceki iki konuda Meleklere ve Arapların onlarla ilgili inançla-j rina kısaca değinmiştik. Bu konu önemli olduğundan dikkatle ince-! lenmesi gerekmektedir. Meleklerin söz konusu edildiği Kur'an ayet-1 lerinin güzelce tetkik edilmesi lazımdır. Pek çok ayet, yoğun bir bi¬çimde, özellikle, değişik konu ve usîublarla Meleklerden söz et¬mektedir. Bu da onların önemini daha da arttırmaktadır.
Müfessirlerden bir kesim18 Bakara Sûresi 30. ayetiyle ilgili ola¬rak demişlerdir ki: "Melek" kavramı "Eluke" yani "mesaj" kökünden gelmektedir. Bazıları ise19 onun "Mel'ek"ten geldiğini "M" harfinin onda esas harflerden olduğunu söylemişlerdir. Bazı araştırmacılar ise, onun okunuşunda' ayrılıklar olsa da Samî dillerinde bulunan "Me¬lek" kökünden geldiğini ya da ondan geliştiğini belirtmişlerdir.
Kur'an'da Meleklerin Allah'tan mesaj taşıma görevine işaret eden ayetlerden hareketle bu sözcüğün "Eluke" kökünden geldiği şek¬lindeki görüşü desteklemek mümkündür. Meleklerin bu görevleri ge¬lecek ayetler örneğinde görülebilir:
1 Kullarından dilediğine, kendi emrinden melekleri ruh ile indirir: "Ben-
den başka ilah yoktur, şu halde benden sakının," diye... (Nahl, 2).
2 Allah, meleklerden de, insanlardan da elçiler seçer. (Hac, 75).
3 Hamd, gökleri ve yeri yaratan, ikişer, üçer ve dörder kanatlı melekle-
ri elçiler kılan Allah'ındır... (Fatir, 1)
Kavramın "Eluke" kökünden geldiği şeklinde cumhurun görüşü¬nü doğru kabul ediyoruz. Naklettiğimiz ayetlerde de bunun destek gördüğünü zannediyoruz. Zaten Kur'an'm pek çok ayeti ve sözcüğü birbirini açıklar ve Arapça'da en sağlıklı delil de budur. Yanisıra, kavramın Sami dilindeki "Melek" köküne dönüştürülmesini de faz¬la önemli bir iş olarak görmüyoruz. Çünkü bu kökün de müfessirle-rin işaret ettiği anlama gelmesi mümkündür. İkinci olarak Melek kavramının Kur'an'da yer alması, onun peygamberlikten önce Arap Dili ve edebiyatında Allah'ın birinci sınıf kulları olan "Melekleri" gös¬teren özel bir isim olduğunu göstermektedir.
Her ne olursa olsun Arapların, meleklerin varlığına inandığı ve
18 Bkz. Taberi, Razı, Hazin, Nesefi ve Ebu's-Sud.
19 Taben de kelimenin "Eluke"den geldiğini rivayet etmiştir.
330
onları bu özel isimle tanıdıkları, onların Allah ile ilişkilerinin oldu¬ğuna, Allah'ın onları insanlara gönderdiğine iman ettiklerinde kuş¬ku yoktur. Arapların onların varlığına inanması, bu adlandırmanın onların dilinde var olduğunu birinci derecede pekiştirmektedir. Bu¬nun dışında olarak Kur'an'da pek çok ayet onların meleklere inan¬dığını hikâye etmektedir. Meleklerin varlığı da bu inanç içinde yer alır. Meleklerin Allah ile ilişkili olduğu inancının Araplarda var ol¬duğunu gösteren pek çok Kur'an ayeti vardır. Onlar yer yer Peygam-ber'e meydan okuyarak melekler indirmesini ve onlarla peygamber¬liğini pekiştirmesini istemişlerdir. Eğer gerçekten Allah tarafından gönderilmiş olsa bunu yapabilir şeklindeki inançlarını açığa vurmuş¬lardır. Aşağıdaki ayetlerde bunu görüyoruz:
1 Ve derler ki. "Ona bir melek indirilmeli değil miydi?"... (En'am, 8)
2 Şimdi onların: "Ona bîr hazine indirilmeli ya da onunla birlikte bir me-
lek gelmeli değil miydi?" demeleri dolayısıyla göğsün daralıp sana vahyolunanlardan bir kısmım mı terkedeceksin?... (Hud, 12).
3 Ve dediler ki: "Ey kendisine zikir indirilen şüphesiz sen cinlenmişsin.
Eğer doğruyu söyleyenlerden isen, bizlere melekleri getirmeli değil miydin?" (Hicr, 6-7).
4 Dediler ki: "Bu peygambere ne oluyor ki, yemek yemekte ve çarşılar-
da dolaşmaktadır? Ona, kendisiyle birlikte korkutucu olacak bir melek indirilmesi gerekmez miydi?" (Furkan, 7).
Bunlar adlandırma ve anlamıyla ilgili olanlar...' Onların yaratı¬lışı ve kaynağı konusuna gelince, Kur'an'i Kerim'de Arapların me¬leklerin Allah'ın kızları olduğuna inandıklarını hikaye eden bir ta¬kım ayetler vardır. Geçen konuda naklettiğimiz Saffat, 149-155. ayet¬ler bunlardandır. İleride de aynı konuyla ilgili olarak kaydedeceği¬miz birçok ayet gelecektir. Kur'an'da yer alan bir ayet, Arapların Al¬lah ile cinler arasında bir soybağı kurduklarını hikâye etmektedir. Şöyle ki:
"Onlar Allah ile cinler arasında bir soybağı kurdular. Oysa an-dolsun, cinler de onların (yakalanıp) getirileceklerini bilmişlerdir." (Saffat, 158).
Tefsirciler bu ayetin tefsirinde diyorlar ki: Araplar Allah'ın cin¬lerle hısım olduğuna ve bu ilişkisinden kızları olan meleklerin doğ¬duğuna inanıyorlardı, bu görüşü destekleyebilecek bir nokta da, ayetin meleklerin Allah'ın kızları olduğu şeklindeki inançlarını hi¬kaye eden bir dizi ayetden sonra gelmesidir. Ayetler onları bu eylem-
331
lerinden dolayı eleştirmektedir. Bunlar işaret ettiğimiz 149-155. ayetler ve onlardan başka üç ayettir. Bunlar da aynı eleştiri ve de¬lili çürütmenin bir devamıdır. Ve aynı zincirlemeden olmaları kuv¬vetle muhtemeldir. Diğer üç ayet de şunlardır:
«(Allah) Kızları, erkek çocuklara tercih mi etmiş? Size ne oluyor, nasıl hüküm veriyorsunuz? Hiç mi öğüt alıp düşünmüyorsunuz? Yoksa sizin apaçık olan ispatlı bir deliliniz mi var? Eğer doğru söy¬leyenlerden iseniz, getirin kitabınızı.» (Saffat, 153-157)
Meleklerin mahiyetine gelince Kur'an'da Arapların bu konuda¬ki inançlarına ışık tutacak birşey yoktur. Yalnız bazı müfessirler Ba¬kara 30. ayetiyle ilgili olarak Peygamberden bir hadis rivayet etmiş¬lerdir. Özet olarak Meleklerin nurdan yaratıldığını belirtmekte¬dir. Bu hadise dayanarak Arapların ya da onlardan bir grubun bu¬na inandığını kesin olarak söylemenin mümkün olmadığına dikkat çekmekle beraber, Arapların meleklerin Allah ile ilişkisi ve onların Allah'tan doğduğuna inançları, onların ya da en azından onlardan bir grubun meleklerin nuranî ya da onların maddi olmayan varlık¬lar olduğuna inandıklarını ortaya çıkarmaktadır. Meleklerin, Al-lah'ın (Subhanehu) cinlerle hısım oluşundan doğduklarına inan¬maları da nuranilik inancına ışık tutabilir. Kur'an, cinlerin ateşten yaratıldığını belirtmiştir. Arapların Peygamberlikten önce de buna inandıkları görüşünü tercih etmesek bile uzak da görmüyoruz. On¬ların inançlarına göre, Allah'ın (Subhanehu) cinlerle akrabalık iliş-kisi ateşi arıtmış, neticede bu ilahi nur melekler olmuştur. Ayrıca onların meleklerin gelmesini istemeleri, üzerlerine inmelerini taleb etmeleri de onların melekleri insanların görebileceği, gözlerinin Önünde şekillenebileceği cisimler şeklinde hayal ettiklerini düşün¬dürtmektedir. Onların bu isteklerini İsra Sûresinde bir ayet tasvir etmektedir:
«Ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin..." (İsra, 92)
Furkan Sûresinde de bu anlamda bir ayet vardır: «Bize kavuşma¬yı ummayanlar, dediler ki: "Bize meleklerin indirilmesi ya da Rab-bimizi görmemiz gerekmez miydi?"». (Furkan, 21)
A. Arapların Melek İnancı:
Şimdi bu konuyla ilgili ayetleri görelim:
1 Ve Allah'a kızlar isnad ediyorlar. O, yücedir. Hoşlandıkları da ken¬dilerinindir. Onlardan birine dişi miijdelendiği zaman, içi öfkeyle ta-
şarakyüzü simsiyah kesilir. (Nahl, 57-58)
2 Rabbimz size erkekleri seçti de meleklerden dişileri mi edindi? Ger-
çekten siz büyük bir söz söylemektesiniz. (İsra, 40).
3 O gün onların hepsini bir arada toplayacak sonra meleklere diyecek ki:
"Sİze tapmakta olanlar bunlar mıydı?" Derler ki: "Sen yücesin, bi¬zim velimiz sensin, onlar değil. Hayır, onlar cinlere tapmaktaydı ve çoğu onlara iman etmişlerdi." (Sebe\ 40-41).
Ayrıca Bkz: (21/26-29; 37/49-59; 43/15-22; 53/19-27)
Bu ayetler gösteriyor ki:
1) Araplar ya da onlardan bir kısmı, meleklerin Allah'ın kızları olduğuna inanıyordu. İsra, Nahl, Zuhruf, Saffat ve Necm Sûrelerin¬de onların bu inançları reddedilir biçimde kaydedilmiştir. Arapla¬ra susturma ve eleştirme türünden diyor ki: Siz kızları, oğullardan daha aşağı saydığınız onlardan bu kadar tiksindiğiniz halde, nasıl olur da Allah'ın kızlardan çocuklar edindiğini söyleyebilirsiniz? Halbuki eğer O'nun çocuğu olması uygun olsaydı, mantıklı olan O'nun en üst derecede, en değerli çocuklardan evlad sahibi olmasıy¬dı.
2) Araplar meleklere ibadet ediyor, Allah'a yaklaşmak için onlar¬dan şefaat taleb ediyorlardı. Çünkü onlar Allah'ın kızlarıydı ve Al¬lah katında şansları daha fazlaydı. Ayrıca bu konu ile ilgili ayetler içerik yönünden çeşitlidir. Bazı ayetlerde meleklerin şefaatçi edinil -dikleri işleniyor. Bazılarında Arapların onlara ibadet ettikleri kay¬dedilmiş fakat ibadetin mahiyeti ve hedefinin belirtilmesine gidil¬memiştir. Yani bu ibadetin köklü bir ibadet mi yoksa şefaat dilen¬me şeklinde bir ibadet mi olduğu belirtilmemiştir. Ayetlerin bu çe¬şitliliği şöyle bir yaklaşımda bulunmamızı kolaylaştırmaktadır: Onlardan bazılarının Meleklere ibadeti Allah ile beraber ortak koş¬ma şeklinde gerçek bir ibadetti. Onlardan bazıları da meleklere şefaat dilenme türünden ibadet ediyor olabilirler. Eğer bu tercih doğ¬ruysa, şefaat dilenme şeklindeki İbadetin daha sonra ortaya çıkmış olması tercihe şayan olabilir. Yani bu ileriye doğru atılmış bir adım kabul edilebilir. Artık onlar Allah'ı en ulu Tanrı olarak görecek, me¬lekler ise ancak vasıtalar ve şefaatçılar olabilecektir. Tabiidir ki, bu şefaat anlayışına sahip olanlar daha çok, aydınlanmış, dünya ile iliş¬ki kurmuş, özellikle de kitaplılarla teması olmuş sınıf arasında yer alacaktır. Bu çeşitlilik aynı zamanda Peygamber toplumu ve asrın-daki, düşünsel farklılıkları da yansıtmaktadır. Buna daha önce ge¬çen bir münasebetle dikkat çekmiştik.
333
3) Arapların melekler hakkındaki inançları atalardan gelmeydi. Daha doğru bir ifade ile yeni ortaya çıkmış değildi. Nitekim (Zuh-ruf ayeti), onların bu inanca yapışmalarının nedeni olarak, daha Ön¬ceden atalarını bu yolda görmüş olmalarım ve onların yolunda git¬meye çalışmalarını göstermektedir.
4) Melekleri Tanrılaştıranlar, ya da onlara ibadet edenlerden bir kısmı Lât, Menat ve Uzza'yı, gökte bulunan meleklerin yeryüzün¬deki birer sembolü ve heykeli olarak sayıyorlardı. Onlara saygı gösterip, kendilerine karşı ibadet görevlerini yapıyorlar ve bu anla¬yışları ile onlara kurbanlar kesiyorlardı. Bunu gösteren Necm Sû¬resi ayetleri, aynı zamanda bu ma'butlarm meleklerle ilgisi olduğu¬na inananların, melekleri şefaatçılar olarak gören sınıf olduğuna işa¬ret etmektedir.
5) Araplar tarafından melekler için somut sembollerin yapıl¬ması da, onların meleklerin maddi olmayan ve görülmeyen varlık¬lar olduğuna inandıklarını gösterir. Onların meleklere inançlarının gaybi ve soyut olduğunu ele verir. Kendi inançlarına göre melekle¬rin babası olarak kabul ettikleri Allah inançları da öyle... Zira on¬lardaki dini gelişme onları bu gaybi ve soyut inançla yetinmeye götürecek seviyede değildi. Onlar bu görülen sembolleri gaybi ve so¬yut inanç ile maddi inanç arasında, bir ara halka olarak görüyorlar¬dı. Bizim tercihimize göre, üç ma'bud dışında özel ve genel somut ma'butları bulunanlar, aynı zamanda Allah'ı en ulu Tanrı olarak ka¬bul ediyorlardı. Onlar da bunu aynı sebepten dolayı yapıyorlardı.
6) Arapların inançları ve dini düşünceleri sırf cansızlarla ve taşlarla sınırlı değildi. En azından bu halde kalmamıştır. Önceki klâ¬sik kitapların ve ravilerin öyle göstermeye çalışmasına ve müslüman-lardan bazı yeni (çağdaş) yazarların da onları izlemeye gayret etme¬sine rağmen (gerçek hiç de sanıldığı gibi değildir).
Anladığımız kadarıyla Arabm melek inancı, Allah'a ortak koşma-sıyla, onları şefaatçi olarak almasıyla ya da onların varlıklarına, Al¬lah ile ilişkilerine inanmasıyla dini açıdan ileriye atılmış bir adım¬dır. Melek inancıyla ilgili birkaç adımın atılmış olması da düşünü¬lebilir: ilk adım meleklerin varlığına inanma, sonra onları tanrılaş¬tırma, sonra Allah'ın kızları olduklarına inanma, onlara bir ortak ya da şefaatçi olarak tapınma şeklinde gelişmiştir. Bu konuda şöyle bir yaklaşımda bulunmak herhalde doğru olur. Arapların inancı, baş¬ta putperestlik ya da sınırlandırılmamış doğal güçlere tapınma ya¬hut her ikisine beraber İnanma biçimindeydi. Öyle ki birincisi ikin-
cismin sembolü durumundaydı. Daha sonra bir adım daha ilerleye¬rek gizli olan rahatsız edici, kötülük kaynağı güçlerin bilincine varıldı. Bunlara cinler adı verildi. Sonra iyilik, güzellik ve acıma güç¬lerinin farkına varıldı. Daha sonra Allah inancı kendisini açığa vurdu. Ya da bu inanç eski Arap uluslarından, onların peygamber-lerinden ya da Ehli Kitap'tan kendilerine geçti. Fakat bu inanç açık ve net değildi. Daha sonra meleklerin uluhiyet, onlara tapın¬ma inancı gelişti. Allah ile aralarında ortaklar ya da şefaatçılar ola¬rak arabulucular halkasını oluşturdu. Böyle bir gelişme gösteren bu inanç somut bir inançtan soyut bir inanca doğru kaydı. Yalnız bu so¬mut ma'butlarda yine de yaygın ve egemen olan nitelikler muhafa¬za edildi. Duada, yönelişte, ibadette, kurban adamada bir Tanrı olarak ya da Tanrı yanında bir şefaatçi olarak onlara saygı gös¬teriliyor ve kutsanıyorlardı. Bunun yanında en ulu Tanrı olarak Al¬lah'ın varlığına, Allah'ın kızları olarak da meleklerin varlığına inanılıyordu. Allah katında meleklerin şanslarının daha fazla ol¬duğuna, zarar ve fayda vermede, alma ve vermede onların da etkisi olduğuna inanılmaktaydı. İslam geldiği zaman, aralarında mede¬nilik, bedevilik, dünya ile ilişkilerinin olup olmamasının getirdiği farklılıklara rağmen Arapların ezici bir çoğunluğu bu inanç mer¬halesinde bulunuyordu.
Saffat ve Zuhruf Sûresi ayetlerinde Araplardan, meleklerin di¬şi ve Allah'ın kızları olduklarını gösteren, inançlarını destekleyen ve doğrulayan bir kitap getirmeleri istenmiştir. Bu soruya bağlı olarak biz de, bu isteğin sırf meydan okuma, küçümseme ve delil¬lerini çürütmeden mi ibaret olduğunu, yoksa bu inancı sahiplenen kimselerin kendilerinin doğru yolda olduklarına, semavi kitapların kendilerini desteklediğine mi inandıklarını sorgulamak istiyoruz. Eğer onların böyle bir zanna dayanmış olmaları doğru ise, o zaman onlar meleklerin şefaat etmesi, Allah katında şans sahibi oluşları türünden bir takım şeyleri Kitaplılardan mı almışlardı? Onlardan iktibas edip kendi zihinlerinde şekillendirmiş ve ayetlerin onların inançlarına işaret ettiği biçimde bir noktaya mı varmışlardı? Bizim tercihimize göre Kitaplılar, Arapların melekler hakkındaki düşün¬celerinin, bilgilerinin ve inançlarının başlıca kaynağını oluşturur¬lar. Muhtemelen Arapların inandıkları, merhametlerini ve yardım¬larını umdukları iyilik, merhamet ve hayır güçlerini melekler ola¬rak adlandırmaları bu kaynağın etkilerinden biriydi. Kitaplıların meleklerle, onların Allah ile, Risaletleriyle ve hizmetleriyle iliş-
kileri hakkındaki bilgilen gerçekten eskiye dayanıyordu. Çünkü bun¬lar Tevrat ve inci] nüshalarında kaydedilen şeylerdi. Al-i İmran Süresindeki bazı ayetlerin belirttiği gibi onları şefaatçılar olarak ka¬bul ediyorlardı:
«Hiç bir insana yakışmaz ki, Allah ona Kitap, hüküm ve peygam¬berlik versin de, sonra fo kalksın) insanlara: "Allah'ı bırakıp bana kullar olun" desin; fakat "Öğrettiğiniz ve okuduğunuz Kitap gereğin¬ce Rabbaniler (halis kullar) olun" der. Ve size: "Melekleri ve Peygam¬berleri tanrılar edinin" diye de emretmez...» (Al-i imran, 79-80).
Ayetlerin bildirdiğine göre Peygamber ve Kitaplılardan bazısı arasında, peygamberlere ve meleklere saygı gösterilmesi sadedin¬de bir tartışma çıkmıştır. Tartışmada konusu edilen saygı, ibadete yakın bir saygı olarak değerlendirilmiştir. Onları birer Rab ya da kendilerini Rububiyet ve şefaat etmeye daha yakın varlıklar olarak algıladıklarını, onların etkisine inanan birisinin şefaat dilemesi gibi şefaatlarına bağlılık gösterdiklerini dile getirmektedir.
Durum bu olduğuna göre, Arapların, kendi inançlarını Semavî Kitaplar'm desteklemekte olduğunu söylemiş olmaları mümkün¬dür. Çünkü onlar, Kitaplıların bu konuda bir kitaba dayandık¬larına inanıyorlardı. İşte bunun için Kur'an, işaret ettiğimiz şekil¬de, bu iddialarını ispat etmelerini istemiştir.
Aşağıdaki ayetlerde de Arapların melek inancı tasvir edilmek¬tedir:
Bize kavuşmayı ummayanlar, dediler ki: "Bize meleklerin indirilmesi ya da Rabbimızi görmemiz gerekmez miydi?" Andolsıın, onlar Jcendi nefislerinde büyüklüğe kapıldılar ve büyük bir azgınlıkla baş kaldır¬dılar. (Furkan, 21).
Ayrıca Bkz. (6/7; 11/12; 15/6-7; 25/7; 17/92)
Bu ayetler Arapların meydan okuma ve böbürlenmelerini tasvir etse de, meleklerin onların zihninde ya da en azından onlardan bir grubun zihninde ulu ve olağanüstü bir yeri, bir biçimi olduğunu gös¬termektedir. Onların Peygamber asrında ve toplumunda durumları buydu. Meleklerin varlığına ve Allah ile" ilişkilerine inandıklarını gö¬rüyoruz. Bu nedenle Peygamberden (s.) Peygamberlik iddiasını ve Allah'tan aldığı emirleri, Allah'ın indireceği meleklerle destek¬lemesini, kendilerine görünmesi gereken meleklerle iddiasını pekiş¬tirmesini istiyorlardı. Hicr ayetlerinde birinci istekleri açıkça görül¬mektedir. Çünkü ayetin bildirdiğine göre müşrikler Peygamber'e: Sen
336
Zikr'in -yani Kur'an'm- Allah'tan sana indiğini iddia ediyorsun. Eğer gerçekten doğru söylüyorsan, Allah ile ilişkileri bulunan ve on¬dan tebliğde bulunan melekleri bize getir diyorlardı. İkinci mesele ise, İsra, 12 ve Furkan, 21. ayetlerde açıkça belirtilmiştir.
3. Kur'an'da Meleklerin Değeri:
1 De ki: "Allah'ın izniyle Kur'an'ı, kendinden öncekini doğrulayıcı ve
inananlara yol gösterici ve müjdeci olarak senin kalbine indirdiği için kim Cebrail'e düşman olursa, (Evet) kim Allah'a, meleklerine, Pey¬gamberlerine, Cebrail'e ve Mikâil'e düşman olursa bilsin kİ Allah da inkâr edenlerin düşmanıdır." (Bakara, 97-98).
2 Sen mü'minlere: "Rabbinizin size meleklerden İndirilmiş üç bin kişiy-
le yardım iletmesi size yetmez mi?" diyordun Evet, sabrederseniz, sakınırsanız, onlar aniden sîze safdirsatar da, (Yine) Rabbiniz nişan¬lı beşbin melekle size yardım eder. (Al-iİmran, 124, 125).
3 De ki: "Ben size, Allah'ın hazineleri yammdadır, demiyorum. Gaybı
da bilmem; size, ben meleğim de demiyorum .. (En'am, 50).
4 Rabbin meleklere vahyetmişti ki: "Şüphesiz ben sizınleyİm, siz iman
edenleri destekleyin, ben de küfre sapanların kalbine amansız bir kor¬ku salacağım Öyleyse vurun boyunlarının üstüne, vurun onların bü¬tün parmaklarına " (Enfal, 12).
5 Göklerde ve yerde olan ne varsa, canlılar ve melekler Allah'a secde
ederler, onlar büyüklük taslamazlar. Üstlerinden (her an bir azab gön¬dermeğe kadir olan) Rablerinden korkarlar ve emrolunduklan şeyi yaparlar. (Nahl, 49-50)
6 "Biz ancak Rabbinin emnyle ineriz; önümüzde, ardımızda ve bunlar
arasında olan herşey O'nundur. Senin Rabbİn kesinlikle unutkan değildir."20 (Merye, 64).
7 Hiç şüphesiz, Allah ve melekleri peygambere salat etmektedirler. Ey iman
edenler, sîz de ona salat edin ve ona esenlik deliyin. (Ahzab, 56).
8 Melekleri de, arşın etrafını çevirmişler olarak Rablerini hamd ile teş-
bih ederken görürsün... (Zumer, 75)
9 Arş'ı yüklenmekte olanlar ve çevresinde bulunanlar, Rablerini teşbih
etmekte, O'na iman etmekte ve iman edenlere bağış dilemektedir¬ler: "Rabbimiz, rahmet ve ilim bakımından her şeyi kuşatrp-sardın, tevbe edenlere ve senin yoluna tâbi olanlara mağfiret et ve onları cehennem azabından koru." (Mû'mîn, 7).
10 Eğer isteseydik sizden melekler yapardık; sizden sonra dünyada ye-
20 Cumhura göre bunlar meleklerin sözleridir
337
rinize geçerlerdi. (Zuhruf, 60).
11 Ey iman edenler, kendinizi ve yakınlarınızı ateşten koruyun ki onun
yakıtı insanlar ve taşlardır, üzerinde oldukça sert, güçlü melekler var-dır. Allah kendilerine neyi etnretmİşse ona isyan etmezler ve emredil-diklenni yerine getirirler. (Tahrim, 6).
12 Ruh ve meleklerin saflar halinde duracakları gün, Rahman'ın ken-
dilerine izin verdikleri dışında olanlar, konuşmazlar. (îzin verilen de) doğruyu söyler. (Nebe\ 38).
Ayrıca Bkz. (2/161, 210, 3/18; 4/166, 172, 97; 6/111; 8/50; 16/32-33; 17/94-95; 33/43; 41/30-31; 42/5; 69/17; 70/4)
Meleklere verilen büyük öneme dikkat çekmek amacıyla çoğunu verdiğimiz bu ayetlerde, melekler takdir edilmekte ve onların Allah katındaki yeri vurgulanmaktadır. Öte yandan onlara yapılan ibadet dile getirilmektedir. Arapların sözleri, meydan okuyuşları ve küçüm¬semeleri reddedilmekte, Tanrılar ya da şefaatçılar edinmeleri ile il¬gili zihinlerdeki sakatlık düzeltilmektedir. Onların meleklerin ulu¬luğu, büyüklüğü, yüksek değerleri ve Allah ile ilişkileri konusunda zihinlerinde olanları bu ayetlerden hareketle tesbit etmek mümkün¬dür.
Allah, meleklere düşman olanların düşmanıdır. Onlar, O'nun yanında Arş'mı taşırlar. Etrafını kuşatırlar. Onu övgülerle kutsar, teşbih ederler. Önemli işlerin dışında aşağı inmezler. Allah ile bir¬likte, Peygamber'e (s.) indirilen Kur'an'm doğru olduğuna, doğru bir mesaj taşıdığına tanıklık ederler. Müminlere cihadlarmda destek olur, onları sağlamlaştırırlar. Allah ile birlikte onlara salat ederler. Ölüm anında onları müjde, selam, saygı ve hürmet ile karşılar, on¬ların bağışlanmalarını dilerler. Yanısıra, ölüm anında kâfirlere sert, katı ve acımasız davranırlar. Ahirette de onları aynı şekilde kar¬şılar ve Allah ile birlikte onları lanetlerler. Tüm bunlarla birlikte on¬lar, genel olarak başta ileri gelenleri olmak üzere Allah'a ibadet et¬me ve O'na boyun eğmede asi olmazlar. Hadlerini bilirler. O'nun izin ve rızası olmadan konuşmazlar...
Melekler hakkında yapılan bu açıklamalar, belirttiğimiz gibi, Arapların zihinlerinde onların yüce mertebeleri ve üstün değerleri ile ilgili güçlü, sarsılmaz bir tablonun bulunduğunu ifade eder. Kur'an'da ilk olarak muhatab alman müslüman-kâfır her Arabm an¬ladığı, bildiği sarsılmaz kabul ettiği bir nesneyi belirginleştirmek¬tedir. Hemen farkedilebileceği gibi, kendilerine tapınsaîar ve onlar¬dan şefaat bekleseler de meleklerin müşriklere şefaat etmelerinin
338
imkânsız olduğu da belirtilmektedir. Onların, bu tapınma ve şefaat¬çi kılmaları başlarına gelen bela ve kötülüğe dönüşecektir. Melek¬ler, ne kadar üstün derece sahibi olsalar ve kadirleri ne kadar yücelse de onlar Allah'a boyun eğen kullar olmaktan dışarı çık¬mazlar. O'ndan önce söze girişmezler. O'nun emrine göre hareket ederler. Ancak O'nun razı olduğu kişilere şefaat ederler. Onlar, onun korkusuyla titrerler21. Üstlerinden, Rablerinden korkarlar. Em-redildikleri işleri yaparlar. Bu tür açıklamalar, pek tabii olarak, zihinlerinde meleklerin büyük bir yer kapladığı insanları daha güç¬lü ve sağlam bir biçimde etkiler.
Burada ek bir açıklama olarak ve özellikle Adem ve meleklerin ona secde edişi kıssasının tekrar edilişine dikkat çekmemiz yerin¬de olur. Özellikle Mekkî sûrelerde özel bir ehemmiyet arzeden ayet¬ler şunlardır:
1 Ve (yine) andolsun, biz sizi yarattık, sonra size suret verdik, sonra da
meleklere: "Adem'e secde edin" dedik. Hepsi secde ettiler... (A'raf, 11).
2 Hani Rabb'in meleklere demişti1 "Ben kuru çamurdan, şekillenmiş bal-
çıktan bir beşer yaratacağım. Ona biçim verdiğimde ve onaTuhum-dan üflediğimde hemen ona secde edin". Böylece meleklerin tümü topluca secde etti. (Hicr, 28-30).
3 Hanİ meleklere1 "Adem'e secde edin" demiştik; secde ettiler... (İsra,
61;Kehf, 50).
4 Hani Rabb'm meleklere: "Gerçekten ben, çamurdan bir beşer yarata-
cağım"' demişti. Onu bir biçime sokup, ona ruhumdan üflediğim za¬man, onun için hemen secdeye kapanın; meleklerin hepsi topluca sec¬de etti. (Sa'd, 71-73).
Bu tekrarlarda meleklerin Allah'a kulluk yaptıkları pekiştiril-mektedir. Allah'ın emrine bağlılık ve emrin uygulanması için top¬raktan yaratılan Adem'e secde etmeye baş kaldırmamış oldukları vurgulanmaktadır. Burada değinilen konulardan biri de, müşriklerin meleklere yakıştırdıkları uluhiyet ve rububiyet niteliklerinin red¬de dilişidir.
Aşağıda görüldüğü gibi bu kıssa Bakara Sûresi'nde başka bir us-lubla ele alınmıştır:
«Hani Rabbin, Meleklere: "Muhakkak ben, yeryüzünde bir hali¬fe var edeceğim" demişti. Onlar da: "Biz seni övüp-yüceltir ve tak¬dis edip dururken, orada bozgunculuk çıkaracak ve orada kanlar akı-
21 Enbiya, 26-29 ayetler.
339
tacak birini mi var edeceksin?" dediler. (Allah:} "Şüphesiz, sizin bilmediğinizi ben bilirim" dedi. Ve Adem'e isimlerin hepsini öğret¬ti. Sonra onları meleklere yöneltip: "Eğer doğru sözlüler iseniz, bunları bana isimleriyle haber verin" dedi. Dediler ki: "Sen yücesin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Gerçekten sen, her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın." (Allah "Ey Adem, bun¬ları onlara isimleriyle haber'ver" dedi. O da, bunları isimleriyle haber verince, (Allah) dedi ki: "Size demedim mi, göklerin ve yerin gaybını ancak ben bilirim, gizli tuttuklarınızı da açığa vurduk¬larınızı da ben bilirim." Ve meleklere: ''Adem'e secde edin" dedik de, İblis'ten başka, secde ettiler. O ise, dayattı ve kibirlendi, kafirler¬den oldu.» (Bakara, 30-34).
Bu ayetler ve onların içerdiği diyalog, bir taraftan Allah katında meleklerin değerini ortaya koyarken diğer taraftan onların sağlam iradelerini dile getirmektedir. Yanısıra onların, O'na kulluklarını, O'na karşı hadlerini bilişlerini belirtmeyi hedef almaktadır. Az ön¬ce belirttiğimiz gibi, bu husus diğer ayetlerde de hedef alınmıştı.
Burada eklenmesi yerinde olacak bir nokta da ne Bakara Sûre¬si ayetlerinde ne de başka sûrelerde, ve onların hepsinin üslubun¬da Arapların bu kıssayı ilk olarak duyduklarını ifade eden birşey var¬dır. Bu da, ayetlerin onların katında bilinen bir şeyi belirtmeye çalıştığını göstermektedir. Onların Kur'an'da yer alması ve yer yer tekrar edilmesi ibret alma, öğüt verme ve örnek gösterme türünden bir açıklamadır. Bu kuşku etmediğimiz bir vakıadır. Nitekim aynı kıssa, Kur'an'daki ile uyum arzetmese de, Tevrat'ta yer almıştır. Tev¬rat'ın haberleri ve kıssaları Arap çevrelerin, özellikle de birçok vesilelerle ele aldığımız gibi, Peygamber çevresinin yabancı olduğu şeyler değildi.
Şimdi de meleklerin değeri ile alakalı olarak, onlara imanın ge¬reğini ve onların görevlerini ifade eden ayetleri görelim:
1 Asıl iyilik, Allah'a, abiret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygamber-
lere iman eden.. (Bakara, 177).
2 Peygamber, kendisine Rabb'inden indirilene iman etti, müminler de.
Tümü, Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberine inandı... (Bakara, 285).
3 Kim Allah'ı, meleklerim, kitaplarım, peygamberlerini ve ahiret gününü
inkâr ederse, kuşkusuz derin bir sapıklıkla sapılmıştır. (Nisa, 136).
4 Gök gürültüsü O'nu hamd ile, melekler de O'na olan korkularından tes-
340
bih ederler. (Ra'd, 13)
5 Hak olmaksızın biz melekleri indirmeyiz. . (Hicr, 8)
6 ...Biz de ruhumuzu (Cebrail'i) ona (Meryem'e) gönderdik. Ona düz-
gün bir insan şeklînde göründü. (Meryem) dedi ki- "Ben senden Rah-man'a sığınırım, eğer korkuyorsan." (Cebrail): "Ben sadece Rabb'inin elçisiyim, sana tertemiz bir erkek çocuğu hediye edeyim diye (geldim)" dedi. (Meryem, 17-19)
7 Bizim elçilerimiz İbrahim'e bir müjde ile geldikleri zaman, dediler ki:
"Gerçek şu ki, biz bu ülkenin halkını yıkıma uğratacağız. Çünkü onun halkı zalim oldular." Dedi ki- "Onun İçinde Lut da vardır." Dediler ki: "Onun içinde kimin olduğunu biz daha iyi bilmekteyiz. Kendi ka¬rısı dışında, onu da, ailesini de muhakkak kurtaracağız. O arkada ka¬lacak olanlardandır." Elçilerimiz Lut'a geldikleri zaman, o bunlar dolayısıyla kötüleşti ve bunlar dolayısıyla kolu (İçi) daraldı Dedi¬ler ki: "Korkuya düşme ve hüzne kapılma. Karın dışında, seni de, ai¬leni de muhakkak kurtaracağız. O ise, arkada kalacak olanlardandır. Şüphesiz biz, fasıklıkyapmalarından dolayı, bu ülke halkının üstüne gökten bir azab indireceğiz." (Ankebut, 31-34).
8 Allah bir insanla konuşmaz Ancak vahiyle yahut perde arkasından ko-
nuşur; yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder. (Şura, 51)
9 Yoksa onlar, bizim, sır tuttuklarım ve aralarındaki fısıldaşmalarmı işit-
mediğimizi mi sanıyorlar? Hayır, (işitiyoruz) ve onların yanlarındaki elçilerimiz de (her şeyi) yazıyorlar. (Zuhruf, 80).
10 ...Her nefis, yanında bir sürücü ve şahid ile gelmiştir. (Kâf, 21).
11 Hiç tartışmasız o (Kur'an), üstün, onur sahibi olan bir elçinin gerçek-
ten (Allah'tan getirdiği) sözüdür; (Bu elçi) Güç sahibidir; arşın sa¬hibi katında şereflidir. Ona itaat edilir, sonra güvenilir. Sizin sahi¬biniz cinlenmiş değildir. Andolsım o, onu apaçık bir ufukta görmüş¬tür. (Tekvir, 19-23).
Ayrıca Bkz. (3/42, 39, 45; 39/71, 73; 50/18, 53/5-14; 74/31; 82/9-12) Bu konunun ayetleri arasında değerlendirilmesi gereken ayet¬lerin bir kısmı, daha önceki konularla da ilgili olduklarından oralar¬da nakledilmişti. Özellikle Bakara, 97-98; AJ-i Imran, 18,124-125; Nisa, 166,172; En'am, 158; Enfal, 12. 50; Nahl, 28, 32-33, 49-50; Mer¬yem, 64; Ahzab, 56, 43; Zümer, 75; Mü'min, 6; Fussilet, 30-31; Tah-rim, 6; Hakka, 17; Enbiya, 26-29. ayetleri bu konuyla da ilişkilidir. Bütün bu ayetler meleklere iman etme inancını yerleştirmeyi, on¬ları inkâr edenleri kâfir saymayı, onların Allah için yerine getirdik¬leri hizmetleri (Allah'ın mesajlarını ve müjdelerini peygamberlere ulaştırmalarını, yerin ve göğün muhteşem varlıkları içinde O'nun
341
emirlerini uygulamalarını, Cennet ve Cehennem'e koruyuculuk yapmalarını, durumlarına göre insanları oraya yerleştirmelerini, in¬sanların eylemlerini gözetleme ve onları kaydetmelerini vs. dile getirmektedir. Ayrıca daha önceden değindiğimiz gibi bu bölümde naklettiğimiz ayetler de Arapların melek inancına ve keyfiyetine ışık tutmakta ve sakat inançlarını düzeltmektedir. Geçen konularda işaret ettiğimiz gibi, Araplar meleklerin varlığına, Allah ile iliş¬kilerine, Allah katındaki derecelerine, O'nun emriyle evrenin işlerini düzenleme görevini yerine getirdiklerine inanıyorlardı; bununla birlikte, onların Allah'ın kızları oldukları inancına saplanmış, ibadette onları Allah'a ortak koşmuş ve onların kendilerine fayda ve zarar verebileceğine inanmışlardı.
342
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
Alt 12. June 2011, 09:40 PM   #16
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

D) CİNLER VE ARAPLARDA CİN İNANCI:
"I.Cin Kavramı:
Cin konusu, peygamberlikten önceki Peygamber toplumu ve as¬rında yaşayan Arapların inançlarında ve düşüncelerinde önemli olan başka bir konuydu. Değişik münasebetlerle Kur'an'da çokça yer verilmiştir. Şunu da belirtmeliyiz ki: Cinlerle ilgili ayetler, melek¬lerle ilgili ayetlerden sayı bakımından azdır. Melekler konusunda olduğu gibi, bu ayetlere dayanarak Arapların cinlerle ilgili inançla¬rını ve düşüncelerini sağlam bir biçimde ve pekiştirerek tesbit ede¬bilecek bir açıklıkta değildir. Yalnız biz onlarla ilgili Kur'anî bir tab¬lo çizmeye çalışacağız. Umarız ki böylelikle sağlıklı ve yeterli bir bil¬gi elde ederiz.
a) İşe, kavramı inceleyerek başlayalım. Cin kavramı; Cenne, Cirme, Cenin gibi bazı türevleri ve benzer kelimeleriyle birlikte Arap dilinde saklanmayı ve gizli kalmayı ihtiva etmektedir. Bu da gösteriyor ki, Arapların zihninde, cinlerin gizli ve kapalı olduğu hu¬susu anlaşılır ve yer etmiş bir düşünceydi. Muhtemelen bu ismin on-lara verilişi, kavramın ihtiva ettiği anlam dolayısıylaydı. Tabii ki bu ismin verilişi, Allah'ın bu gizli yaratıklarının varlığına inanmala¬rı, ya da bu anlamın onların zihinlerinde belirginleşmesinden son¬ra olmuştur.
Bazı müfessirler, En'am, 100. ve Kehf, 51. ayetlerin tefsirinde, ikisinin de gizli olması sebebiyle, meleklere de cin denildiğini belir¬ten bir görüş ileri sürmüşlerdir. Biz bunu sağlıklı bulmuyoruz. Özellikle Kur'an'ın, onların herbirini ayrı ayrı ve özel isimlerle ad¬landırdığını gördükten sonra. Kur'an'ın inişinden önce Arap dilin¬de her iki varlığın da kendilerine ait ayrı ayrı isimleri vardı. Kaldı ki Kur'an'da bu iki varlığın ayrı ayrı iki tür olduğunu gösteren bir de ayet mevcuttur:
«O gün, onların hepsini bir arada toplayacak sonra meleklere di¬yecek ki: "Size tapmakta olanlar bunlar mıydı?" (Melekler) derler ki: "Sen yücesin, bizim velimiz sensin, onlar değil. Hayır, onlar cinle¬re tapmaktaydı ve çoğu onlara iman etmişlerdi."» (Sebe1, 40-41).
Fakat bu, söz konusu görüşü tamamen kaldırıp atmayı gerektir¬mez. Özellikle peygamberlikten önceki uzun zaman göz önünde bu¬lundurulduğunda, her iki adlandırma ve anlamlarının doğuşu ve ge¬lişmesi dikkate alındığında; Kur'an'ın inişi sırasında bu iki adlan-
343
dırmanm Arapların zihinlerinde iki Özel isim olduğunda kuşku ol¬mamasına rağmen Arapların cin ismini uzun bir süre boyunca mer¬hametli ve kötü ile gizli unsuru kapsayacak biçimde kullanmış ol¬ması ihtimalini de ortadan kaldırmaz. Önceleri umut kaynağı ve kor¬kunç iki gizli varlığı aynı isimle kullanmış olabilirler. Sonra birin¬cisine melek adını, ikincisine de cin adını vermiş olabilirler.
b) "Cinne" kavramı Kur'an'da cin sözcüğünün eşanlamlısı olarak kullanılmıştır. Gelecek örneklere bakalım:
1 Böylece Rabbinin sözü tamamlanıp gerçekleşmiştir: "Andolsım, ce-
hennemi hep emlerden ve insanlardan dolduracağım!" (Hud, 119)
2 Ki o, İnsanların göğüslerine vesvese verir. Gerek cinlerden, gerekse
insanlardan (olan her hannas'tan Allah'a sığınırım). (Nas, 5-6). Cinne kavramı, Cunun (delilik) kavramının gösterdiği anlamı ifa¬de etmek için kullanılmıştır: Aşağıdaki örneklere bakalım:
1 Arkadaşlarında hiç bir mecnunluk (cinne) yoktur, O apaçık bîr uyarı-
cıdır; bunu düşünmüyorlar mı? (A'raf, 184)
2 Yahut "onda bir mecnunluk mu var" demektedirler. Hayır, o onlara hak
ile gelmiş bulunmaktadır. (Müminun, 70).
3 Sizm arkadaşınız cinlenmiş değildir. Andolsun o, onu apaçık bir
ufukla görmüştür. (Tekvir, 22-23).
Cinne ile Cin ve Cinne ile Cunun arasındaki bu benzerlik Arap¬ların Cin ile Cunun (delilik) arasında bir ilişki olduğuna inandıkla¬rını gösterebilir. Onların, insandaki deliliği, cinlerin etkilerinden bi¬ri olduğuna bağladıklarım gösterir. Kur'an'da bu konuda açık sayı¬labilecek bir ayet vardır:
«Faiz yiyenler, ancak şeytanın dokunup çarptığı kimsenin kalk¬tığı gibi kalkarlar...» (Bakara, 275)
Şeytan kavramı Kur'an'da cin kavramının eşanlamlısı olarak kul¬lanılmıştır. Bazen de onların azgın-kötü olanları için kullanılmış¬tır. Gelecek Örneklerde bu işlenmektedir.
1 Onun için denizde dalgıçlık yapan ve bundan başka işleri de yapan şey-
(anlardan kimseleri de (emrine verdik). Biz onların koruyucuları İdik. (Enbiya, 82).
2 ...Onun eli altında Rabbinin izniyle iş görmekte olan bir kısım cinler
de vardı. Onlardan kim bizim emrimizden çıkacak olsaydı, ona çıl¬gın ateşin azabından taltırırdık. (Sebe\ 12).
344
3 Ve (göğü) itaattan çıkmış her azgın şeytandan koruduk; ki onlar Me-le'i A'iâ'ya kulak verip dinleyemezler ve onlar her yandan kovulur atılırlar. (Saffat, 7-8).
Bununla beraber bu inancın yalnız Araplara özgü bir inanç olma¬dığını, tüm uluslar demesek de, ulusların çoğunun hâlâ bu inançta olduğunu belirtmeliyiz.
2. Araplarda Cin İnancı:
Şimdi bu konuyla ilgili ayetleri verelim:
1 Cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa onları da o yaratmıştır. Bir de hiç-
bir bilgiye dayanmaksızın O'na oğullar ve kızlar uydurdular. O ise, nitelendirdikleri şeylerden yücedir, uzaktır. (En'am, 100).
2 Küfretmekte olanlar dediler ki: "Rabbimiz, cinlerden \e insanlardan
bizi saptırmış olanları bize göster, onları ayaklarımızın altına alalım... (Fussilet, 29)
3 Doğrusu insanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınırlar-
dı da onların kibir ve azgınlıklarını artırırlardı. (Cin, 6) Ayrıca Bkz: (6/128; 34/41-42; 37/158) Bu ayetlerden hareket ederek şu tesbitlerde bulunabiliriz:
a) Araplar ya da onlardan bir grup, cinlerden Allah'a ortaklar koş¬muşlardı. Onların güçlerine ve etkilerine inanmışlar22 ve onlara tap¬ınışlardır. En'am ve Sebe' ayetlerinden hareketle, daha önce gördü¬ğümüz insanların bazısının melekleri Allah'a ortak koşmaları gibi, insanlardan yine bir kısmının da cinleri Allah'a aslî ortaklar koştuk¬larını, onları ma'but kabul attiklerini söyleyebiliriz. Özellikle Sebe' ayetleri cinlere iman akidesinin geniş kapsamlı olduğunu göstermek¬tedir.
b) Araplar ya da onlardan bir grup, Allah (Subhanehu) ile cinler arasında bir akrabalık bağı olduğuna inanıyorlardı. Geçen konuda buna işaret etmiştik. Onun için burada tekrar etmeyi gerekli görmü¬yoruz.
c) Araplar ya da onlardan bir grup cinlerle anlaşma yaptıkları ku¬runtusuna kapılıyor, onlara dost oluyor ve onlara dayanıyorlardı. Müfessirler, En'am'ın 128; Çin'in 5. ayetlerinin tefsirinde kaydedi¬yorlar k::23 Araplardan bir kişi yolculuğa çıkar ve yolda ya da her-
22 Kelbî Kıtabu'l-Asnam'ında (s. 34), Huza a'dan Benî Mılh'ın cinlere taptığını kay¬detmiştir
23 Bkz: Taberı vd
345
hangi bir vadide özellikle de gece seferlerinde cinlerden korkarsa: «Ben bu vadinin efendisine sığınıyorum» derdi. Ve bu, cinlerden müsbet şekilde karşılık verilecek bir eman dileme, sığınma şeklin¬de değerlendiriliyordu. Özellikle En'am ayeti Arapların, cinlerle insanlar arasındaki ilişkilerin ve temasların çokluğuna inandıkla¬rı hususunda oldukça aydınlatıcıdır. Bu da Arapların cinlere sı¬ğınmalarının sırf yolculuklarla ve korktukları vadilerle ilgili ol¬madığını gösterir. Aksine onlar, her işlerinde her tür ilişkilerinde onlara sığınıyor ya da sığınmak istiyorlardı24. İster evlerinde olsun¬lar ister yolculuklarda olsunlar farketmiyordu. Özellikle gece karan¬lığında onlara'sığınıyorlardı.
Pelâk Sûresinde gece karanlığından sığınma Öğretilmektedir. Şöy¬le ki:
«De ki: Sabahın Rabbine sığınırım, yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden.» (Felak, 1-3).
Bu ayetler müslümanlan -inişi sırasında Arapları- gece karan¬lığından cinlere sığınma yerine Allah'a sığınmayı aşılama ile ilgili olarak gelmiş olabilir.
öyleyse, Arapların gece karanlıklarından korktuklarını söylemek aşırılık olmaz. Onların korkularının başlıca nedeni cinlere olan inançları, onların çarpmaları ve eziyet etmeleri kuruntusuna kapıl¬malarıdır.
Buna bağlı olarak şu yaklaşım doğru olur: Arapların, cinleri, iba¬dette, duada, eman dilemede, sığınmada ortak koşmalar* istek ve gö¬nül rızası, iyilik ve hayır elde etmekten çok, korku belası ve onlara karşı ürkekliklerinden kaynaklanıyordu. Burada belirtilmesi gere¬ken bir başka nokta daha var ki, o da bu yaklaşımı desteklemekte¬dir. Cinlerle ilgili ayetlerde Arapların meleklerden umdukları şefa¬at dileme anlamı ve teması yoktur. Melekler aracılığıyla, onların Al¬lah'a daha yakın oluşlarına elde etmek istedikleri Allah'ın hayır ve bereketi burada söz konusu değildir. Burada özellikle dikkat çeken tema sığınma ve eman dileme yolundadır ki, her ikisinin nedeni kor¬ku ve ürkekliktir. Başka bir ifadeyle Araplar, melekleri iyilik, ha¬yır, fayda ve yardım unsuru olarak görürken cinleri kötülük, eziyet ve zarar unsurları olarak görüyorlardı. Onun için birisine ibadet edip şefaatini dilerken iyilik, hayır ve fayda umuyorlardı. Beri taraftan diğerlerine ibadet etmek ve onlara sığınmakla kötülükten, zarardan
24 Usduİ-Gâbe; IV, 234'de: Koyun sahibi bir adamın, koyunlarından birini kapan kurda karşı, o vadinin cınn'İnden himaye istediği rivayet edilir.
346
ve eziyetten kurtulmak istiyorlar, kendilerini kollamak amacını taşıyorlardı.
Her ne olursa olsun, biz meleklerle ilgili olarak söylediğimizi bu¬rada da söylemek istiyoruz: Onlara iyi görünmek ve ibadet etmek su¬retiyle işkencesinden sakınılması zorunlu olan, gizli kötü bir unsu¬run varlığı düşüncesi, beşerî ortak bir düşüncenin bir merhalesidir. Bu düşüncenin diğer uluslarda belirdiği gibi Araplarda da belirmiş olması mümkündür. Zira bu düşüncenin nedeni ortak ve geneldir. Buna ilave olarak denebilir ki: Allah'ın cinlerle evlilik ilişkisine gir¬mesi ve bu yakınlıktan meleklerin ortaya çıkması düşüncesi, Arap¬larda gizli, kötü ve şerr kuvvetlere inanmanın, merhametli, iyi ve şefkatli güçlere inanmaktan daha önce oluştuğunu ve var olduğunu gösterir. Beşer tabiatına ve duyulara uygun olan da budur.
Bununla beraber ayetlerde, Arapların heykellerinden ve ma'but-larından cinlerin sembolü ve adını taşıyan birşey edindiklerini gös¬teren bir işaret yoktur. Halbuki melekler için böyle şeyler yaptıkla¬rını gösteren deliller vardı. Yalnız elde bir takım rivayetler var ki25 bu anlamda bazı şeylerle ilgili haberler kaydetmektedir. Hizmet-çilerin, bazı ma'butlarm içlerinden cinlerin seslerini duymaları, Uzza'dan saçı karmakarışık, nazik ve zarif bir cin'in çıktığını gör¬meleri bunlar mesabesindedir.
Bu tür rivayetlere karşı çekimser kalmayı daha uygun görmemi¬ze rağmen, düşünce olarak Arapların ma'butlarmın cinlerin yakın¬ları olduklarına inanmış olmaları uzak bir olasılık değildir. Onlar ma'butlarma karşı ibadetlerini yerine getirirken onların içlerinde bir cin olduğuna, kendilerini gözetlediğine, dualarını duyduğuna ina¬nıyor ve öyle düşünüyor olabilirler.
Şimdi bu konuyla ilgili başka ayetleri verelim:
1 Ve onlar, Süleyman'ın mülkü aleyhinde şeytanların uydurduklarına uy-
dular. Süleyman ise küfretmedi; ancak şeytanlar küfretti... (Bakara, 102).
2 De ki: "Eğer bütün ins ve cin bu Kur'an'm bir benzerini getirmek üze-
re toplansalar, onun bir benzerini getiremezler." (Isra, 88)
3 Onu (Kur'an'ı) şeytanlar indirmiş değildir. Bu onlara yaraşmaz ve güç
de yetiremezler. Çünkü onlar, işitmekten kesin olarak uzak tutulmuş¬lardır. Şuara, 210-212).
25 İbn Sa'd, Tabakât; I, 149-150, Hazin, IV, 195, Usdu'1-Gâbe; IV, 153, Kelbî, s. 12, 25.
347
4 Onun eli altında Rabbinin jzniyie iş gören bir takım cinler de vardı. On-
Ktıdan kim bizim emrimizden çıkacak olsa ona çılgın ateşin azabı¬nı taddırırdik. Ona dilediği şekilde kaleler, heykeller, havuz büyük¬lüğünde çanaklar ve yerinden sökülmeyen kazanlar yaparlardı. (Se-bc, 12-13).
5 Böylece bîz, rüzgarı onun buyruğu altına verdik. O'nun emriyle dile-
diği yere yumuşakça eserdi. Şeytanları da; her bina ustası ve dalgıç olanı ve «ağlam kementlerle birbirine bağlanmış diğerlerini... (Sâd, 36-38).
Ayrıca Bkz: (6/71; 15/6-7; 26/221-226; 27/39; 34/14)
Bu ayetlerin arasına Bakara, 275; A'raf, 184; Mü'minun 70; Nas, 4-7 gibi at önce naklettiğimiz ayetleri de kaydetmeliyiz.
Bu ayetler doğrudan Arapların sözlerini kültürlerini, düşünce¬lerini tasvir etmemiş olabilirler. Nitekim bunlar arasında Süley¬man'ın kıssalarıyla ilgili bölümler vardır. Fakat daha önceki bir ko¬nuda belirttiğimiz gibi, Kur'an kıssaları onun muhatabı olan Arap¬lar ya da onlardan bir grup tarafından ana hatları ile ya da detay¬lı olarak biliniyordu. Bu kural buradaki ayet bölümleri için de ge¬çerlidir. Başka ayetlerin üslubu, içeriği ve siyakında yer alan delil¬ler onlarda yer alan cinler ve şeytanlarla ilgili bilgilerin Kur'an'ın muhatabı olan Arapların düşüncelerinde, geleneklerinde ve kül¬türlerinde ilginç, hayret verici bir tarafı olmadığım göstermektedir-Bu nedenle sözkonusu ayetlerden hareketle onların, peygamberlik¬ten önce cinler hakkında nasıl düşündüklerini ne kadar bilgileri ol¬duğunu çıkarmamız hiç de yanlış olmayacaktır.
Konuyla ilgili çıkarımları burada verelim:
1- Araplar, şeytanî cinlerin göklere kulak verdiklerine ve orada duyduklarını, şairler ve kâhinlere aktardıklarına, böylece bu iki sı¬nıf insandan etkili şiir ve seci'lerin çıktığına inanırlardı. Bu, Şuara 210-212. ve 221-227. ayetlerin muhtevasına uygundur. îmanı bir tkım bilgileri ihtiva eden bazı şeyleri, şeytanların çalmaya çalıştık-larını ve onlara ateşler atıldığını ifade eden başka ayetler de vardır. Onları üçüncü konunun ayetleri sadedinde vereceğiz. Bu bilgilerle Arapların inançları arasındaki ilişki açıktır. Rivayetlerin kaydetti¬ğine göre onlar her şairin cinlerden bir şeytanı olduğuna, ona şiir¬ler ilham ettiğine inanıyor ve ona "Reiyyu" adını veriyor!^1 di. Hat¬ta bir takım rivayetler, ileri gelen bazı şairlerin şeytanların adını al¬dıklarını ifade etmektedir. Detaylara ait bu rivayetler hususunda çe¬kimser kalmak daha doğru olmasına rağmen onlardaki temel düşün-
348
ee doğrudur ve Şuara sûresinin kaydedilen ayetlerinin muhtevasıy¬la uyum içindedir. Aynı şekilde onlar cinlerle kahinler arasında bir ilişki olduğuna cinlerin gökten haber çaldıklarına ve onları ka¬hinlere ilettiklerine, böylece kahinlerin o gaybî imaları içeren seci'le-rini söylediklerine inanıyorlardı. Bu görüş de doğrudur ve sözü edi¬len ayetlerle uyum arzetmektedir.
2- Onlar, insanlara büyü öğretenlerin şeytanî cinler olduğuna, bü¬yücülerle ilişki kurduklarına ve işlerinde onlara yardımcı oldukla¬rına inanıyorlardı. Bu da Bakara'nm 102. ayetinden anlaşılmakta¬dır. Ayrıca bu ayetin, insanlara büyü öğreten şeytanlara uydukla¬rı için Yahudileri yerme sadedinde olduğunu belirtmeliyiz. Ancak bi-zim tercihimize göre bu, yahudiler açısından bir olguyu belirtmek mesabesindeydi. Fakat büyücülerin ve onların sihirlerinin şeytanî cinlerle ilgili olduğu hususu, Yahudilerle sağlam ilişkileri bulu¬nan, onlarla içli-dışlı olan Arapların yabancı olduğu bir düşünce de¬ğildi.
3- Onlar, cinlerin Süleyman'ın emrine girişinden ve ona yaptık¬ları büyük işlerden, olağanüstü güçlerden habersiz değildi. Bundan, ağızdan gelen rivayetler vasıtasıyla haberdar olmaları ve bu riva¬yetlerin gerçek olduğuna inanmaları, zihinlerinde iyice yerleşmiş ol¬ması muhtemeldir. Süleyman'ın cinlerinin Tedmur (Palmyra)'un büyük binalarını yaptıkları şeklinde anlayışı içeren bir takım cahi¬li şiirler rivayet edilmiştir. Şiirin sağlıklı olup olmadığı bir tarafa; önemli olan Arapların cinler hakkındaki, onların büyük binalar yapabilecek olağanüstü güçlere sahip olduğu, şeklindeki inançları¬dır.
4- Onlar, cinlerin insanların kalblerine kuruntu, şüphe, vesve¬se verdiklerine inanıyorlardı. Nas sûresinde, Peygamber'e ve müs-lümanlara bu vesvesenin şerrinden Allah'a sığınmalarının öğüt¬lenmesinden bu anlaşılmaktadır.
5- Onlar sara hastalığına yakalanmanın şeytanların çarpma¬sından kaynaklandığına inanıyorlardı. Zira Bakara Süresindeki temsilin, realiteye dayalı anlaşılır bir olgudan kaynaklanmış olma¬sı gerekir. Yanısıra cinlerin, insanların akıllarını karıştırdıklarına ve deliliğin bu karıştırmanın etkisiyle gerçekleştiğine inanıyorlar¬dı. (Bakara, 275; A'raf, 181; Hicr, 6-7; Al-i imran, 70)
6- Araplar, cin şeytanlarının, bazan bir insanı ıssız bir yerde gör¬düklerinde onu hükümleri altına aldıklarına, akıllarını aldıklarına, kendisinden geçirdiklerine inanıyorlardı. Böylece onların emri al-
349
tına giren bir insanın artık şaşkın şaşkın akılsızca yeryüzünde do¬laştığına, hiçbir ses duymayan ve kurtuluş yoluna ulaşamayan akılsız bir kimse olduğuna inanıyorlardı.
7- Arapların belleklerinde, cinlerin büyük işleri becerme gücü ve olağanüstü şeyleri yapabilme kudretinin büyük etkisi vardı. Bu bütün ayetlerden, yukarda saydığımız maddelerden ve Özellikle de İsra, 88; Saffat, 6-11. ayetlerinden anlaşılan bir gerçektir. İsra Sû¬resinde, cinler ve insanların, bir araya gelseler dahi Kur'an'm bir benzerini getiremeyeceği vurgulanmıştır ki, bu da cinlerin güçlü var¬lıklar olduğuna inanıldığını gösterir.
Saffat Sûresi ayetlerinde evrenden sözedilmiş sonra şeytanlar, güçleri ve azgınlıkları ifade edilmiş ve sonunda onların Allah'ın kudretinden ve azabından kurtulamayacaklarına işaret edilmiş¬tir. Sonra Araplara alaylı bir üslubla, kendilerini o kadar güçlü sandıklarına göre Allah'ın azabından kurtulup kurtulamayacak¬larını sorması için peygambere emir verilmiştir. Bu da Arapların an¬layışında cinlerin güçlü kuvvetli varlıklar olduğunu gösterir.
Kur'an'da, Arapların, cinlerin mahiyeti ve yapısı hakkında bir şey bildiklerini gösteren açık bir delil yoktu. Yalnız bu bölümlerdeki an¬layışa bakarak onların, cinlerin şeffaf ya da havai varlıklar olduk¬larına, olağanüstü işler becerdiklerine ve değişik şekiller alabildik¬lerine inandıkları gösterilebilir. Cinlerin, insanların akıllarını ka-rıştırmalarına, insanlar onları görmeden insanları görebilmelerine, insanların kalblerine vesvese vermelerine, göğe çıkmalarına, şair, kâhin ve büyücülere görünmedikleri ve nesnel varlıklarını hisset¬tirmedikleri halde öğretici ve direktif verici ilişkiler kurduklarına inanmalarını da buna bağlı olarak anlayabiliriz. Üçüncü konunun ayetleri arasında vereceğimiz bir takım ayetler de vardır ki, cinle¬rin ateşten, dumanlı bir alevden, yani ateşten bir alevden yaratıl¬dığını kaydetmektedir. Bu yaradılış da bu durumlarla uyum sağla¬maktadır ve onların Kur'an'm inişinden önce buna inandığını uzak bir olasılık olarak görmemizi engellemektedir. Allah (Sübhanehu) ile cinler arasında bir hısımlık olduğuna ya da Allah ile cinler ara¬sında bir soy bağı olduğuna inanmaları da bu uyumu desteklemek¬te ve Kur'anî deliller de bunu haber vermektedir.
Beşinci madde ile ilgili olarak önemli bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Biz A'raf, Hicr, Mü'minun Sûresi ayetlerinden hareketle Arapların, deliliğin, cinlerin insanların akıllarını karıştırmalarının bir sonucu olduğuna inandıklarım söylemiştik ve bunu cin, cinne, cu-
350
nun ve cenne sözcükleri rasmdaki ortak anlamdan çıkarmıştık. Daha önce onların Peygamber'i mecnun/deli olarak nitelemelerinin, anlayış gücünü yitirmiş, aklı noksanlaşmış bir hasta anlamına gel¬mediğini belirtmiştik. Çünkü onların Peygamber'den, akıllan dur¬duracak ve dehşete düşürecek nitelikleri taşıyan şaheser sözleri, üs¬tün hikmetleri dinlemeleri, O'nun Allah'tan aldığı emirleri bu ka¬dar güçlü ve etkili bir üslubla sunması, parlak ve etkili deliller ge¬tirmesi ve tüm bunlardan sonra akıl hastası -deli- olarak nitelendi¬rilmesi pek akıllıca ve anlaşılır bir şey değildir. Zira Rasulullah, pey¬gamberliğinden Önce üstün aklı, güzel ahlakı ve gereksiz işlerle il¬gilenmeyen bir şahsiyet olarak tanınıyordu. Nitekim bu ayetler onu dile getirmektedir:
1 De ki: "Eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım ve onu size bildir-
mezdim. Ben ondan önce sizin içinizde bir ömür sürdüm, siz yine de akletmeyecek misiniz? (Yunus, 16)
2 Onlar, yine de o sözü gereği gibi düşünmediler mi, yoksa onlara geç-
mişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi. Ya da kendi peygam¬berlerini tanımadılar mı ki, şimdi onu İnkâr etmektedirler. Yahut: "Onda bir delilik var" mı demektedirler? Hayır, o onlara hak ile gel¬miş bulunmaktadır ve onların çoğu haktan hoşlanmıyorlar. (Mümi¬nim, 68-70).
Onların bu "delilik" kavramını onun hakkında kullanmaları ge¬nel olarak mecnun kavramının kullanıldığı mana ile ilgiliydi. Yeni ve tepki alacak bir çağrıya girişen, alışılmamış görüşler ileri sûren ya da tehlikeli bir tavır takınan bir kimse anlamında ona deli diyor¬lardı.
Sonra onların bu kavramla, Peygamber ile ilişki kuranların me¬lekler değil cinler olduğunu amaçlamış olmaları da mümkündür. Bu¬nunla, Rasul'e yapılan telkinlerin cinlerden geldiğini, O'ndan sadır olan şeylerin cinlerin karıştırması ya da onun düşüncelerini karış¬tırmaları olduğunu ifade etmek istemiş olabilirler. Şuara Sûresi ayet-leri bu hususa bir nebze işaret etmekte; cin şeytanlarının şairlerle kahinlerle ilişkisi olduğu ve onlara bir takım telkinlerde bulun¬dukları şeklindeki Arap inancını hatırlatmaktadır. Buradaki çıka¬rıma göre onlar Peygambere mecnun diyorlardı. Kur'an onların bu zanlarına üç şekilde cevap vermiştir. Birincisinde Kur'an'ı an¬cak Ruhu'l-Emin'in Alemlerin Rabbinden Peygamberin kalbine in¬dirdiği vurgulanmıştır. "Gerçekten Alemlerin Rabbinin indirmesi-
351
d ir. Onu Ruhu'1-Emin indirdi. Uyarıcılardan olman için, senin kal¬binin üzerine (indirmiştir). Apaçık Arapça olan bir dille." (Şuara, 192-195).
İkincisinde, şeytanların Kur'an'ı indirmesi ve onu Peygam-ber'e telkin edişleri reddedilmiştir. (Şuara, 210-212. ayetler) Üçün¬cüsünde, Arapların, insanlarla ilişki kurduklarına ve onlara telkin¬lerde bulunduğuna inandıkları şeytanların yalnızca iftiracı yalan¬cılara ve her vadide şaşkın şaşkın dolaşan, yapmadıklarını söyleyen ve azgınların önderi şairlere indiği belirtilmiştir. Halbuki Peygam¬ber yalancı değildir. İftiracı da olmamıştır. Olgun akıllı kimselerden başkası da ona uymamıştır. Onun davası da sapıklık ve iftira değil¬dir. O yalnızca Allah'a ve güzel ahlaka bir çağrıdır. (Şuara, 221-227).
Tekvir Sûresi ayetlerinde Peygamberlerle ilişki kuranın şeytan değil melek olduğu pekiştirilmiştir. Şöyle ki:
«Kararmaya ilk başladığı zaman geceye andolsun ve nefes alma¬ya başladığı zaman sabaha; hiç tartışmasız o (Kur'an), üstün onur sahibi olan bir elçinin gerçekten (Allah'tan getirdiği) sözüdür. (Bu elçi) güç sahibidir; arşın sahibi katında şereflidir. Ona itaat edilir, sonra güvenilirdir. Sizin arkadaşınız bir deli değildir. Andolsun O, O'nu apaçık bir ufukta görmüştür. O gaybe karşı suçlanamaz. O (Kur'an) da kovulmuş şeytanın sözü değildir. Şu halde siz nereye gi¬diyorsunuz? O alemler için yalnızca bir zikirdir. (17-27. ayetler).
Bu eleştiride dahi, şeytanların seçkin kimselerle, öğretici, telkin edici ilişkiler kurdukları şeklindeki Arap inancı pekiştirilmektedir. Peygamber'in durumunu da kendi anlayışlarına göre algıladıkları, öyle yorumladıkları anlaşılmaktadır.
3. Kur'an'da Cinlerin Mahiyet!:
Şimdi üçüncü konunun ayetlerini verelim:
1 ... Böylece Rabbinin (şu) sözü tamamlanıp gerçekleşmiştir: "Andol-
sun, cehennemi hep cinlerden ve insanlardan dolduracağım. (Hud, 119).
2 Andolsun, biz gökte burçlar kıldık ve onu gözleyenler için süsledik.
Ve onu her kovulan şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı ya¬pan olunca, onu da parlak bir ateş izlemektedir. (Hicr. 16-18).
3 Andolsun, insanı kuru bir çumardan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık
Ve Çin'i de daha önce zehirli ateşten yaratmıştık. (Hicr, 26-27).
4 "Hanİ cinlerden bir kaçını, Kur'an dinlemek üzere sana yöneltmiştik.
352
Böylece onun huzuruna geldikleri zaman dediler ki: "Kulak verin" sonra (dinleme işi) bıtirilince de kendi kavimlerine uyarıcılar ola¬rak döndüler. Dediler ki: "Ey kavmimiz, gerçekten biz, Musa'dan sonra indirilen kendisinden öncekileri de doğrulayan bir kitap din¬ledik, hakkave dosdoğru olan yola iletmektedir. Ey kavmimiz, Al¬lah'a davet edene icabet edin ve ona iman edin ki, günahlarınızı ba¬ğışlasın ve sizi acıklı bir azabtan korusun." Kim Allah'a davet ede¬ne icabet etmezse, artık o, yeryüzünde (Allah'ı) aciz bırakacak de¬ğildir ve onun O'ndan başka velisi de yoktur. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler. (Ahkaf, 29-32).
5 însanı, ateşte pişmiş gibi kuru bir çamurdan yarattı. Cinni de duman-
sız bir ateşten yarattı. (Rahman, 14-15).
6 Ey cin ve ins topluluğu eğer göklerin ve yerin bucaklarından geçme-
ye güç yetirebilirsenİz, durmaksızın geçin; ancak üstün bir güç ol¬maksızın geçemezsiniz. (Rahman, 33).
7 Andolsun, biz en yakın olan göğü kandillerle donattık ve bunları şey-
tanlar İçin taşlama-birimleri kıldık. Onlar için çılgınca yanan ateş aza¬bı hazırladık. (Mülk, 5)
AyrıcaBkz: (6/112, 130; 7/38, 179; 37/6-11; 41/25; 55/71-74; 72/1-5)
Cinlerle ilgili olarak gördüğümüz diğer ayetleri de burada delil olarak verebiliriz. Zira bunlar da imanı ayetler arasına girmeleri ne¬deniyle, cinler ve şeytanlar hakkında Allah'tan gelen haberlerle il¬gili ayetlerdir.
Bu ayetler grubu ve onların paralelindeki ayetler cinlerle ilgili gaybî ve imanî hakikatleri ihtiva etse de, peygamberlikten Önceki Arapların cinlerle ilgili bir takım inanç, düşünce ve mefhumlarına ışık tutmaktadır. Bu husus ayetlerin üslup ve içeriğinde, Rasulul-lahı destekleyici mahiyetteki öğüt, hatırlatma ve yanlışları düzelt¬me ibarelerinde mevcuttur. Ayetlerin hedef aldığı doğrular ve kav¬ramlar, eğer muhatabın bunlar hakkında bir ön bilgisi varsa daha etkileyici olur. Ayetlere ilk olarak doğrudan muhatab alınanlar Peygamber'in çevresini oluşturan Araplar olmuştur. Dolayısıyla bu da ayetlerle Arapların anlayışlarının paralel olduğuna işaret etmektedir. Şimdi bu konuyu biraz daha açalım:
1- Hicr, 16-18; Saffat, 6-11 ve Mülk 5. ayetleri şeytanların bir ta¬kım şeylere kulak verdiklerini, bu yüzden taşlarla ve ateş korlariy-la kovulduklarını haber vermektedir. Cin Sûresinin ayetlerinin bil¬dirdiği şeyler arasında cinlerin sözleri de vardır. Gökten bir şeyler işitmek amacıyla değişik yerlere oturdukları, sonra birden katı
bekçiler ve ateş korlarıyla karşılaştıkları ifade edilmiştir. Şuara'nm 210-212. ayetleri şeytanların bir şeyler duymaktan alıkonduğunu di¬le getirmektedir. Bu halkaları birlikte değerlendirdiğimiz ve cinle¬rin lisan üzere hikaye edilen, aniden katı bekçiler ve ateş korlarıy¬la karşılaşmalarının gaybi bir şey olmayıp, evrende gelişen bir olay olduğunu düşündüğümüzde, peygamberlikten önceki Arapların, cin şeytanlarının göklere çıktıklarına ve orada bir takım haberler çal¬dıklarına ve insanlardan bir sınıfla ilişkiye geçerek onlaral bu ha¬berleri ilettiklerine inandıklarını çıkarabiliriz. Peygamberin peygam¬berlikle görevlendirilmesinden hemen önce pek çok gök taşlaması¬na şahid olmaları onları dehşete düşürmüş ve bundan dolayı da mü¬him bir olayın vuku bulmasının beklentisi içine girmişlerdi diyebi¬liriz. Belki de bu olaylar, birinci derecede kahinleri dehşete düşür-müş, böyle önemli bir olayın meydana geleceğini müphem, imalı bir dil ile ifade etmişlerdir.
Saffat ayetlerinde bunu destekleyen güçlü bir ipucu vardır. Şey¬tanları ve onların parlak ateş kurlarıyla kovulmasını kaydettikten sonra Peygamber'e, Allah'ın güçlü, büyük yaratıkları karşısında kendilerinin gücünün ne kadar olduğunu sorması emrediliyor. Ki on¬ları dahi Allah'ın azabı kuşatmıştır... Tabiidir ki, bu soru ancak bi-lenlere yöneltilebilir. Zira bu bilgi, delili daha da sağlamlaştırır ve karşı tarafın delilinin çürütülmesine neden olur. Bu açık bir reali¬tedir.
2- A'raf, 129,179; Hud, 119; Fussilet 25 ve Cin, 1-10. ayetleri ile belirtilmek isteniyor ki, cinler de insanlar gibi birbirinden farklı ve çeşitli gruplardan meydana gelmektedir; yalnız bu değerlendirme Kur'anî değildir (Arapların görüşünü aktarmadır). Araplar cinlerin varlığına inandıklarına göre, onların, cinlerin çeşitli gruplar ve farklı kesimlerden oluştuklarına inandıklarını da söylemek ayetle¬re aykırı bir şey değildir. Ayetleri dikkatlice incelediğimizde onla¬rın, üslub yönünden dinleyenlerin anlayışlarında yer alan bir şey¬den sözettiklerini görürüz.
Bu görüş buradaki ayetlerin belirttiği realitelerle uyum arzetmek-tedir. Cinlerin de insanlar gibi akleden varlıklar olduklarını, teklif ve hitab, mükafaat ve azab ile yükümlü olduklarını, onların içinde de insanlar gibi iyilerle kötüler, mü'minlerle kafirler olduğu, hatta onlardan bazılarının Ahkaf ayetlerinde belirtildiği gibi Tevrat'a inandıkları, Cin Sûresi ayetlerinde değinildiği gibi Hıristiyan olduk¬ları ortaya çıkmaktadır.
354
Burada Kur'an'ın melekleri; insanlar ve cinler düzeyinde ele al¬mayışı, onları da bunlar gibi, değişik tür ve gruplara iyi-kötü, mü-min-kâfir, yükümlülük, mükâfat, ceza gibi nitelemelerle tanıtmayı-şı, dikkati çekmektedir. Yine Kur'an'da meleklerle ilgili olarak, Arapların anlayışlarında buna benzer şeylerin varlığını gösteren bir şey yoktur.
3- En'am 112. ayetinde insanî şeytanlarla cin şeytanları arasın¬da vahiy ve telkin ilişkisinin varlığı belirtilmektedir. Bu vahiy süs-lü-püslü ve aldatma nitelikleriyle beraber kullanılmıştır. Bu da daha Önce Şuara ayetleri ve başkasından hareketle belirttiğimiz şey¬lerle uyum içindedir ve Arapların anlayışları arasında yer almıştır.
4- Ahkâf 29-32. ayetlerinin ve Cin Sûresi ayetlerinin, peygambe¬rin her iki seferinde de Kur'an dinleyen cinleri görmediğine dair ke¬sin bir delil, güçlü bir ipucu içerdiklerini söyleyebiliriz. Çünkü ayetler Peygamber'e olayı bir haber olarak vermektedir. Cin Sûre¬si ayetleri ise delalet yönünden daha güçlüdür. Çünkü Peygam¬ber'e, cinlerden bir grubun kendisinden Kur'an dinlediklerinin vah-yedildiğini söylemesi emredilmektedir. Buradan hareketle Kur'an'ın cinlerin şeffaf cisimler olduğunu, gördükleri halde görülmedikleri¬ni belirttiği söylenebilir.26 Bu da daha önce Arapların bu düşünce¬de olduğunu belirtmemizle paralel bir tesbittir.
5- Cinlerin ateşten ya da ateşin alevinden ve onların insanlardan önce yaradılışlarından sözeden ayetlerde verilen bilgilerin, Arapla¬ra ulaştırılan yeni bilgiler olduğunu gösteren bir şey yoktur. Başka bir ifade ile, bu ayetlerde sözkonusu malumatın Arapların bellekle¬rinde daha önceden olmadığına dair bir delil yoktur. Birinci ayetler grubunda gördüğümüze göre onlar, Allah (Subhanehu) ile cinler arasında bir soy bağından dem vuruyorlardı. Bu anlayış herhangi bir şekilde bir uyumun varlığına inanmadan gerçekleşemez. Cinle¬rin ateşin alevinden yaratılması ve onların şeffaf cisimler oluşu, Arapların anlayışında var olmalı ki ancak bu surette, cinlerle Allah arasında bir ilişk,i alaka kurabilsinler. Bu rahatça anlaşılabilecek bir husustur.
4. Araplara ve Kur'an'a Göre İblis
Kur'an'da Iblis'ten askerlerinden, zürriyetinden, şeytanların-
26 A'raf Süresindeki ayette İblis ve Soyunun insanları gördüğü, fakat insanların onları görmediği belirtilmektedir. Yine Kur'an İblis'm cinierden olduğunu belirtmiştir. Daha ilerde bu hususlara tekrar dönülecektir
355
dan, onları Allah'a ortak koşmaktan, onları dost edinmekten, onla¬rın çeşitli yöntemler ve değişik vesilelerle kuruntu, kuşku uyandır¬malarından sözeden bir çok ayet vardır. Ayetlerin birinde îblis'in cin¬lerden olduğu açıkça ifade edilmiş; yanısıra, şeytan birtakım ayet¬lerde İblisin eşanlamlısı, diğer bir grup ayetlerde ise cinlerden bi¬ri olarak anılmıştır. Böylece bu iki özel isimle cinler arasındaki ilişki de tesbit edilmiş ve bu fasılda bu iki kavramı da ele almanın yararlı olacağı ortaya çıkmış olmaktadır.
İblis ile ilgili oiarak:
a) Müfessirler bu kavramın "eblese" yani Rahmetten ümidini kes¬ti kavramından türetildiğinde ittifak etmişlerdir. Gelecek örnekler¬de görüldüğü gibi, Kur'an'ın bir dizi ayetinde bu fiil aynı anlamda kullanılmıştır:
1 Derken kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onların üzerlerine
her şeyin kapılarını açıverdik. Öyle ki kendilerine verilen şeylerle sevince kapılıp şımarınca, onları ansızın yakalayıverdik. Artık on¬lar bütün umutlarım yitirdiler. (En'am, 44).
2 Oysa onlar, bundan önce, (yağmurun) üzerlerine inmesinden önce
umutlarını kesmişlerdi. (Rum, 49).
Biz de burada müfessirlerin görüşünü tercih ediyoruz. Çünkü bu gerçekten parlak bir anlayıştır. Buna ilave olarak deriz ki: 3u kav¬ram kötüleme ile ilgili bir Özel isimdir. Kur'an inmeden önce de bu anlamda anlaşılıyordu. Burada delilimiz Kur'an'ın ifade biçimidir. Çünkü Kur'an, Arap Dili ile inmiştir.
Bazı müfessirler de bu kavramın yabancı olduğu ihtimali üzerin¬de durmuşlardır. Biz bu görüşü tutarlı görmüyoruz. Çünkü Kur'an "eblese" fiilini ve türevlerini rahmetten umud kesme anlamında kullanmıştır. Kur'an'ın İblis'e recim/kovulmuş ve kıyamet gününe kadar lanete müstehak olmuş, yerilmiş ve apar-topar dışarı atılmış vs. gibi sıfatlarla nitelemiş olmasından başka, bir ipucu ve işaret da¬ha vardır. Az sonra nakledeceğimiz Kur'anî kıssada bunlar ortaya çıkacaktır. Tartışma gereği olarak "eblese"nin kök olarak yabancı ol¬duğunu kabul etsek bile bu, peygamberlikten önce Arapçalaşmış ve Araplar arasında kullanılmış olmalıdır. Tabii ki bu görüş Arapların İblis sözcüğünü ondan türetmiş olmaları ve onu kullanmaları ger¬çeğiyle çelişmez. Zira siga/kip Arapça sigasıdır. Bunların hepsinden öte, eğer kök Sami Dili'nden ise, yabancı olarak kabul edilmesi zo¬runlu değildir. Zira Arapça da Sami dil grubundandır.
356
b) Kur'an açık olarak Iblis'in cinlerden olduğunu aşağıdaki ayet¬te görüldüğü gibi kaydetmektedir:
«Hani meleklere: "Adem'e secde edin" demiştir Iblis'in dışında sec¬de etmişlerdi. O cinlerdendi. Böylelikle Rabbinin enirinden dışarı çık¬mıştı. Bu durumda beni bırakıp da onu ve onun soyunu veliler mi edi¬neceksiniz? Oysa onlar sizin düşmanlarımzdır. (Bu) zalimler için ne kötü bir değiştirmedir.» (Kehf, 50).
Bazı müfessirler, Allah'ın İblis'e meleklerle birlikte hitab et¬mesi dolayısıyla; eğer İblis cinlerden olsaydı hitabın kapsamına girmezdi demişlerdir. Ve Allah'ın İblis'i istisna olarak göstermesin-deki çelişkiyi ortadan kaldırmak için, İbn Abbas'ın bu ayetteki cin kavramını maddelerle bir kabile şeklinde yorumladığını naklet-mişlerdir. Meleklere emirden sonra îblis'in istisna edilişi olayı söz-konusu ayette geçtiği gibi Adem ve îblis kıssasını veren diğer ayet¬lerde de geçmektedir- Buna rağmen diğer bazı müfessirler bunu doğru görmemiş ve ayetlerin ifadesini daha sağlıklı bir biçimde an¬lamışlardır. Tercihe şayan olan da budur. Özellikle Kur'an'ın "cin" dediği nesne ile "melek" dediği nesnenin birbirinden ayrı iki varlık olduğu kesindir. Bu iki isim daha önce geçen bir münasebetle nak¬lettiğimiz Sebe', 40-41. ayetlerinde tek bir ayette geçmişti. Sonra Kur'an cinlerin ateşten yaratıldığını belirtmiştir (Hicr, 27; Rah¬man 15. ayetleri). îblis'in de ateşten yaratıldığını kaydetmiştir. Nitekim bunu az sonra onun kıssasıyla ilgili ayetlerin bir kısmını ve¬rirken göreceğiz. Bunda kesin bir işaret daha vardır:
Bu da, o iki Kur'anî açıklama olmasına rağmen üslubu, Kur'an'ın indiği sırada peygamberin çevresini oluşturan Arapların bu konu¬lardan habersiz olmadığını göstermektedir. Bunun içindir ki, İs¬lam'dan önce de onların Iblis'in cinlerden olduğuna ve ateşten ya¬ratıldıklarına inandıkları söylenebilir. Muhtemelen insanların kalb-lerine vesvese verenlerin, Nas Sûresinde "Cinne" diye adlandırılma¬sında da kesin bir delil vardır. Bu iş aynı zamanda îblis ve zürriye-tinin de görevidir.
c) Kehf 50. ayetinde îblis'in zürriyetine bir işaret vardır. Şuara Sûresi'nin bir ayetinde ise, îblis'in askerlerine işaret edilmiştir: "Artık onlar ve azgınlar onun içine atılmışlardır. îblis'in bütün or¬duları da." (Şuara, 94-95).
A'raf Sûresinin bir ayetinde îblis ile Adem kıssasından sonra ge¬len bir ayette, şeytanın kabilesine değinilmiştir. Bu ayette sözü edilen şeytanın İblis olduğu kesin bir delille gösterilmiştir:
357
«Ey Ademoğulları, şeytanın anne babanızın çirkin yerlerini ken¬dilerine göstermek için, elbiselerini çıkartarak onları cennetten çı¬kardığı gibi sakın sizi de bir belaya uğratmasın. Çünkü o ve kabile¬si sizlerin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görmektedirler. Biz şey¬tanları inanmayanların dostları yaptık.» (A'raf, 27).
Ayetin üslubu ve içeriği de başka bir anlatım üslubudur. İçeri¬ği yönünden dinleyenlerin kulaklarının duymadığı bir nesne olma¬dığını ilham etmektedir. Buna bağlı olarak Peygamber'in çevresi ve asrının şeytanın, İblis'in bir zürriyeti ya da kabilesi yahut da asker¬leri olduğuna inandıklarını söylemek doğru olur.
d) İnsanların kalblerine vesvese veren cinlerin, bütün cinler ol¬madığı hususunda Kur'an ayetleri açıktır. Bazı ayetler cinlerden iyi ve doğru yolda olanların da bulunduğunu belirtmektedir. Yanısıra kabile, ordu ve zürriyet kavramları da yalnız îblis'e izafe edilmiş¬tir. Madem ki biz, Kur'an'm belirttiği konulara onların yabancı ol-madıklarını tercih ediyoruz öyleyse burada da diyebiliriz ki Arap¬ların, İblis'in ve zürriyetinin, ya da kabilesi ve ordusunun cinlerin tamamı olmadığına, yalnız onlardan bir grup olduklarına inandık¬larını söyleyebiliriz.
e) İblis adı, daha önce belirttiğimiz gibi, bir kötülük anlamı ta¬şımaktadır ve Araplar da İblis derken bu manaya ağırlık veriyorlar¬dı. Naklettiğimiz ayetler, İblis'in vesvese ve aldatma, bozguncu¬luk telkin eden bir şahsiyet için özel isim olduğunu da açıkça içer¬mektedir. Sebe' Sûresinde nakletmediğimiz bir ayet de bu anlamı ta-şımaktadır: «Andolsun, İblis, kendileri hakkında zanlarını doğrula¬mış oldu, böylelikle de, iman etmekte olan bir grup dışında onlar, ona uymuş oldular.» (Sebe', 20). Ayetin üslubu ve muhtevası Arapların bu hususa yabancı olmadıklarını ilham etmektedir. Bu anlam aynı zamanda yer yer tekrar içindir ki, İblis'in ve kabilesinin insanları aldatmaya çalışan ve kalblerine vesvese verenler, onlara günahla¬rı ve şehvetleri süsleyenler olduğuna, peygamberlikten önceki pey¬gamber çevresi ve asrında da inanıldığını söylemek doğru olur.
Bunun yanısıra, İblis'in ya da şeytanın şahsiyeti ve onun al¬datma ve vesvese vermeyi gösteren özel bir iim oluşu, isimde ve us-lubta farklılıklara rağmen Kur'an'darı önceki semavî kitaplarda da yer aldığı ve kitapların bildiği bir mesele olduğu bilindiğine göre Arapların bu düşünceyi onlardan iktibas etmiş olmaları uzak değil¬dir. Biz bu düşüncenin onların belleklerinde yeniden şekillendiğini, geliştiğini ve bir ölçüde farklılaştığını tercih ediyoruz. Eğer Kitap-
358
lılardan bu alıntılama eylemi doğru ise, bu alıntılama yalnız şahsi¬yet ve içeriği ile ilgili olabilir. Araplar ona (iblis) adını vermişlerdir. Onun kovuluşuna ve dışarı atılışına -ki bunu da kitaplılardan öğren¬miş olmaları gerekmektedir- bakarak ona, kötüleme için kullanılan özel bir isim bulmuşlardır.
f) Kur'an İblis ve Adem kıssasını yedi kere vermiştir. Altı tane¬si A'raf, Hicr, İsra 61-65; Kehf 50; Taha 116-123 ve Sâd 71-85. olmak üzere Mekkî, bir tanesi de Medenî olan Bakara Sûresi'dir. Kıssa her defasında siyakından anlaşılacağı gibi öğüt verme, örnek gösterme ve uyarıda bulunmayı hedef almıştır. Bununla beraber üslub ve muhteva olarak bir ölçüde farklılık göstermiştir. Bu aynı zamanda tekrar edilen tüm Kur'anî kıssaların da başlıca özelliğidir. Şimdi bu yedi kere tekrardan üç örnek verelim:
1 Ve meleklere: "Adem'e secde edin" dedik de Iblis'ten başkası secde
ettiler. O ise, dayattı, kibirlendi ve kafirlerden oldu. Ve dedik kî: "Ey Adem, sen ve eşin cennete yerleş. İkiniz de oranın neresinden diler¬seniz bol bol yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz. Fakat şeytan, oradan ikisinin ayağını kaydırdı ve böyle¬ce onları içinde bulundukları durumdan çıkardı. Biz de "Kiminiz ki¬minize düşman olarak inin, sizin yeryüzünde kalıp bir süre yaşama¬nız lazımdır" dedik. (Bakara, 34-36).
2 Ve andolsun biz sizi yarattık, sonra size suret verdik, sonra da melek-
lere: "Adem'e secde edin" dedik. Onlar da İblisin dışında secde et¬tiler. O secde edenlerden olmadı. (Allah) dedi: "Sana emrettiğimde, seni secde etmekten engelleyen neydi?" Dedi ki: "Ben ondan hayır¬lıyım; beni ateşten onu ise çamurdan yarattın." (Allah "Öyleyse ora¬dan in, orada büyüklenmek senin (hakkın) olmaz. Beklemeksizin çık. Kuşkusuz sen küçük düşenlerdensin." O da: "(İnsanların) dirilecek¬leri güne kadar bana mühlet ver." dedi. (Allah): "Sen mühlet veri¬lenlerdensin" dedi. Dedi ki: "Madem öyle, (yarattığın o şeye itaat et¬memi istemekle) beni azdırdığından dolayı onlar(ı saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunun üzerinde oturacağım. Sonra da muhakkak önlerinden arkalarından, sağlarından, sollarından kendi¬lerine sokulacağım. Onların çoğunu şükrediciler olarak bulmayacak¬sın. (Allah) Dedi: "Kınanmış alçaltilmış ve kovulmuş olarak çık. An¬dolsun onlardan kim seni izlerse, cehennemi sizin hepinizle doldu¬racağım, ve ey Adem, sen eşinle cennette yerleş. İkiniz de dilediği¬niz yerden yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olur¬sunuz. Şeytan kendilerinin örtülüp gizlenen çirkin yerlerini açığa çı-
359
karmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki: "Rabbinİzin size bu ağa¬cı yasaklaması yalnızca sizin iki melek olmamanız veya ebedi ya¬şayanlardan kılmmamanız içindir." Ve: 'Gerçekten ben size öğüt ve¬renlerdenim" diye de yemin etti. Böylece aldatma ile onları düşür¬dü. Ağacı tattıkları anda ise ayıp yerleri kendilerine beliriverdi ve üzerlerine cennet yapraklarından örtmeye başladılar. (O zaman) Rableri kendilerine seslendi: "Ben sizi bu ağaçtan menetmemiş miydim? Ve şeytanın da sizin apaçık düşmanınız olduğunu söyleme¬miş miydim?" Dediler ki: "Rabbimİz biz nefislerimize zulmettik eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten kayba uğrayanlardan olacağız." (Allah) Dedi ki: "Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde belli bir vakte kadar sizin için bir yerleşim ve meta var¬dır." Dedi ki: "Orada yaşayacak orada ölecekve oradan çıkarılacak-sınız." Ey Adamoğullan biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbi¬se ve size süs kazandıracak bir giyim indirdik. Takva ile donanma ise, bu daha hayırlıdır. Bu, Allah'ın ayetlerindendir. Umulur ki öğüt alıp düşünürler. Ey Ademoğullan, şeytan anne ve babanızın çir¬kin yerlerini göstermek için elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de bir belaya uğratmasın. Çünkü o ve taraf¬tarları, sizleri görmektedir. Biz gerçekten şeytanları, inanmayanla¬rın dostları kıldık. (A'raf, 11-27).
3 Andolsun insanı kuru bir çamurdan ve şekillenmiş balçıktan yarattık ve Cinni de daha önce zehirlenmiş ateşten yaratmıştık. Hani Rabbin meleklere demişti: "Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçık¬tan bir beşer yaratacağım. Ona biçim verdiğimde ve ona ruhumdan üfürdüğümde hemen ona secde edm." Böylece meleklerin tümü top¬luca secde etti; ancak İblis, secde edenlerle birlikte olmaktan kaçınıp dayattı. (Allah) Dedi ki: "Ey İblis, sana ne oluyor, secde edenlerle bir¬likte olmadın?" Dedi ki: "Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir bal¬çıktan yarattığın beşere secde edecek değilim." Dedi ki: "Öyleyse ora¬dan çık, çünkü sen kovulmuş bulunmaktasın. Ve şüphesiz din günü¬ne kadar lanet senin üzerinedir. Dedi ki: "Rabbim, öyleyse onların di-rileceği güne kadar bana süre tanı." Dedi ki: "Öyleyse sen, süre tanı¬nanlardansın; bilinen günün vaktine kadar" Dedi ki: "Rabbim beni az¬dırmana karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde onlara (sana başkal¬dırmayı, dünya tutkularını) süsleyip çekici göstereceğim ve onların tü¬münü mutlaka saptıracağım. Ancak onlardan muhlis olan kulların müs¬tesna." (Allah) Dedi kİ: "İşte bu, bana göre dosdoğru olan yoldur. Şüp¬hesiz saptırılmışlardan sana uyanlar dışında, senin benim kullarım üze¬rinde zorlayıcı bir gücün yoktur. Ve hiç şüphe yok, onların tümünün
360
buluşma yeri cehennemdir." (Hicr, 26-43).
İblis'in bu ayetlerdeki aldatıcı şahsiyeti açıktır. Sonra burada kul¬lanılan üslub açıklama üslubudur. Kıssanın diğer Kur'an kıssaları gibi dinleyicilere yabancı olmadığını göstermektedir. Çünkü onlar¬dan kastedilen; hatırlatma, uyarma ve öğüt vermektir. Umarım ki bu da kıssanın tekrar edilişindeki hikmetin anlaşılmasına yardım¬cı olacaktır. Araplar meleklerin, Allah'ın iyi yaratıkları olduğunu onunla ilişkili olduklarını ve iyiliklerinin umulduğunu; İblis ve zürriyetinin de kötü olduklarını, sapık ve saptırıcı olduklarını İblis'in ta baştan Allah'a isyan ettiğini biliyorlardı. Başka bir ifade ile bu re¬aliteler onlara yabancı değildi. Buna bağlı olarak onların kalbleri-ne daha fazla nüfuz etmesi amacıyla kıssa tekrar tekrar verilmiş¬tir. Kim Allah'ın emrine ve çağrısına bağlanırsa, meleklerin dostla¬rından olur. Kim de diretir ve isyan ederse. îblis'in ve zürriyetinin dostlarından olur.
5. Araplara ve Kur'an'a Göre Şeytan:
a) Müfessirler bu kavramın uzaklaştı anlamındaki "satana" fi¬ilinden, ya da bozuldu -batıl kavramından- anlamındaki "şâta"dan geldiğini söylemişlerdir. Şeytanın anlamının batıla dalan ya da haktan uzaklaşmaya dalan demek olduğunu, aynı zamanda zorba, isyankar, çirkin, bela anlamına geldiğini de belirtmişlerdir.
Bazı araştırmacılar iblis kavramının dışardan alınma olduğunu söyledikleri gibi şeytan kavramının da yabancı olduğunu söylemiş¬lerdir. Kur'an'da ne "sata" ne de "satana" kökleri geçmiştir. İblis kav¬ramı gibi onun da Arapça bir kavram olduğunda ısrar edemeyiz. Bu¬na rağmen sözcük Arapça kökenli de olsa, yabancı da olsa Kur'an'ın inişinden önce Arap dilinde kullanıldığında kuşku yoktur. Bu açı¬dan Arap dilinin sözcüklerinden biri olarak sayılması gerekmekte¬dir. Öte yandan eğer bu kavram sami dillerinden birinden alınmış¬sa, hem o dilde hem de Arap dilinde kökünün tek olması zorunlu de¬ğildir. Bu açık bir olgudur.
b) Bu kavram Kur'an'da çeşitli vesilelerle ve değişik anlamlar¬da kullanılmıştır.
Daha önce naklettiğimiz Bakara 14. ayetinde münafıklara ves¬vese veren Yahudiler ya da Yahudilerin liderleri için bu kavram kul¬lanılmıştı. Yine daha Önce naklettiğimiz En'am 112. ayetinde belir¬tildiği gibi, cinlerden olsun, İnsanlardan olsun peygamberlerden ve ilahi çağrıdan uzaklaştıranlara da şeytan denmiş; İblis sınıfının
361
dışında cinlerin büyük işler başaranlırma da şeytan adı verilmiştir. Bakara 102; Sad, 35-37 ayetleri bununla ilgilidir ve daha önce nak¬ledilmişti. Başka ayetlerde cinlerin Süleyman'ın (a) hizmetine gir¬diğinden söz edilmesi, Sâd ayetlerinin kaydettiği şeytanlara ait ey¬lemleri yaptıklarının zikredilmesi, burada kaydedilen cinlerin İblis sınıfından olmadığını gösteren kesin delillerdir. Gökten haber çalan ve onları bazı insanlara getiren cin sınıfina da daha önce nakletti¬ğimiz Hicr, 16-18; Saffat, 6-11; Mülk, 5; Şuara, 210-212, 221-227 ve Tekvir 17-27. ayetlerinde belirtildiği gibi şeytan adı verilmişti. Naklettiğimiz Cin Sûresi ayetleri de onlardan kastedilenin İblis sınıfı ve zürriyetinden başka cinler olduğunu gösteren kesin bir ipucudur. Şeytan kavramının îblis'i, askerlerini ve zürriyetini gös¬termek için, başka bir ifade ile onlarla eş anlamlı olarak kullanıldı¬ğı da olmuştur. Onun için tekil ve çoğul olarak kullanılmıştır. Ves¬vese, aldatma, fuhşiyyatı ve reddedilmiş şeyleri süsleme, kin ve düşmanlığı harekete geçirme, Peygamberden (s) uzaklaştırma, kı¬sacası İblis'in aldatmaya yönelik her eylemini yapma ile birlikte kul¬lanılmıştır. Bir tek siyakta İblis ile yer değiştirdiği de olmuştur. Ni¬tekim A'raf 11-27. ayetleri Adem ve İblis kıssasını hikaye etmiş ve bunun en güzel örneği olmuştur. Gelecek örneklerde de bunu göre¬ceğiz. Şuna da dikkat çekmeliyiz ki, kavram genellikle bu anlamda kullanılmıştır. Şimdi ayetlere geçelim:
1 Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helal şeylerden yiyin şeytana ayak
uydurmayın. Zira o sizin için apaçık bir düşmandır. Muhakkak sie kötülüğü, hayasızlığı, Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemeni¬zi emreder. (Bakara, 168-169).
2 Şeytan sizi fakirlikle korkutarak cimriliği ve hayasızlığı emreder... (Ba-
kara, 268).
3 işte o şeytan sizi kendi dostlarıyla korkutur, inanmışsanız onlardan
korkmayın benden korkun. (Al-i îmran, 175).
4 ...Dosdoğrusu şeytanlar dostlarına fısıldarlar, eğer onlara itaat eder-
seniz şüphesiz siz müşrik olursunuz. (En'am, 121).
5 Kur'an okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın. Doğ-
rusu şeytanın, inananlar ve yalnız Rablerine güvenenler üzerinde bir nüfuzu yoktur. Onun nüfuzu sadece onu dost edinenler ve Allah'a ortak koşanlar üzerinedir. (Nahl, 98-100).
6 ...Babacığım, şeytana itaat etme, çünkü şeytan Rahman'a baş kaldır-
mıştır. (Meryem, 44).
362
Ayrıca Bkz. (5/91; 7/11-27; 15/39-42; 17/27, 61-65; 35/6; 58/19) Bu sözcüğün çokça kullanılmasından, bilgi aktaran ve eleştiren ayetlerin üslubunun, onu dinleyenlerin o sözcüğün anlamı ve kap¬samından haberi olduklarını çıkarabiliriz. Sonra Kur'an'da geçen kavramların Araplar tarafından anlaşıldığı ve kullanıldığı gerçeği¬ne dayanarak diyebiliriz ki:
1- Araplar bu kavramla kötüleme ve yerme anlamını ifade edi¬yorlardı, isyankâr, azgın güçler anlamında kullanıyorlardı.
2- îblis kavramında olduğu gibi bu kavram da vesvese ve aldat¬ma için özel bir isimdi. Ancak bu, kullanım yönünden İblis kavramın¬dan daha geniş bir çerçevede kullanılmıştır, kavram, cinlerden olsun insanlardan olsun azgın, isyankar, güçlü kişilerin hepsi için kulla¬nılmıştır. Büyük işleri beceren ve vesvese veren sınıfın dışında ka-lan, büyük işleri becerebilen cinler için de kullanılmıştır. Aynı zaman¬da İblis kavramı ve şahsiyetinin eşanlamlısı olarak kullanılmıştır. Muhtemelen îblis İçin kullanılması ve onun yerine konması, İblis'i daha fazla kötüleme, isyankarlığının ve azgınlığının aşırılığını açık¬lamak içindir. Kur'an'm inişinden önce, isyankar, azgın, inatçı, ki¬şileri nitelemede, bu kavram kullanılıyordu. Bu açıdan iblis kavra¬mının eş anlamlısı ya da onun bir niteliği durumundaydı.
Şeytan ve iblis ile ilgili olarak araştırılmaya değer bir konu kal¬dı. Hatta bu konu peygamberlikten Önceki dinler ve inançların te¬melidir. Bu da İblis ve şeytana yapılan dualar, ibadetler, dost edin¬meler, onları ortak koşmalarla ilgilidir. Naklettiğimiz ve nakletme¬diğimiz pek çok ayetlerde sözü edilen bir meseledir bu.
Araplar, peygamberlikten önce İblis ve şeytan ile ilgili pratikte ilahî bir niteliğe inanıyorlar mıydı, yahut onları meleklere ve diğer cinlere yaptıkları gibi, birer ma'bud ve evliya olarak mı kabul edi¬yorlardı?
Ayet metinlerinin açık anlamı bu soruya kuşkusuz olarak müs-bet cevap vermeyi gerektirmektedir. Ancak biz iblis ve şeytan kav¬ramlarının, yerme ve kötüleme anlamlarını içerdiğini de değerlen¬dirmek istiyoruz. Bu anlamın Araplarca bilindiğine dikkat çekmek istiyoruz. Bu nedenle metinlerin açık anlamları ile Arapların onla-ra taptıkları ve Allah'a o ikisini ortak koştukları şeklindeki anlayı¬şı bağdaştırmayı çelişki olarak görüyoruz. Madem ki ayetlerin açık anlamlarını almak durumundayız o zaman ancak diyebiliriz ki: Onlar -sözde- onlara ibadet ediyor ve dost oluyorlardı. Ama bu, on¬lara şirin görünmek, saptırmalarından ve aldatmalarından korun-
363
mak içindi. İnsan hangi inanç üzere olursa olsun kendisinin sa¬pıklıkta olduğunu kabul etmeye yanaşmaz, isterse gerçekten sapık¬lık üzere bulunsun, farketmez.
Ayrıca ortaya çıkan bir nokta daha var: Ayetlerin özünden ve me¬tinlerinden anlaşıldığına göre ibadet ve dostluk kavramları, bazan mecazi anlamda müşrikleri ve kafirleri eleştirme sadedinde gel¬miş olabilir. Yine bir taraftan onları azarlamayı, diğer taraftan şeytan ile tblis'in onların başına ördüğü vesvese ve aldatma ağını tas-vir etmeyi, şeytanî planların onlar arasında başarıya ulaşmasına ve onlar arasında taraflar bulmasına ışık tutmayı hedef almış olabilir.
364
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
Alt 12. June 2011, 09:42 PM   #17
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

E) ALLAH VE PEYGAMBERLİK İNANCI
1. Allah İnancı:
Şirk inancının anlamı; Allah'tan başkasını, ibadette, yönelişte umutta ve korkuda Allah'a ortak koşmaktır. Daha önce işaret etti¬ğimiz gibi, İslam'dan önceki Arap müşriklerinin inancı böyleydi. Müş¬rik Araplar Allah'ın varlığını kabul ediyorlardı. Onun yüce bir ulu-hiyete ve büyük bir kudrete sahip olduğuna inanıyorlardı. İster bu şirk koşmalarında, ortaklarını tanrının dengi gibi kabul etsinler, is¬terse onları arabulucu, şefaatçi ve yakınlaştırma vasıtası kabul et¬sinler farketmez. Allah'a inançları buydu.
Maddi ve maddi olmayan, esas tanrılar ve şefaatçılar olarak kabul ettikleri ortakları ile birlikte Allah'ı kabul etmeleri, onlarda dini düşüncenin gelişmesini tasvir eden önemli bir noktadır. Bu önem Kur'an'da Arapların Allah'ın varlığını yüce uluhiyetini, büyük kud¬retini kabul ettiklerini pek çok tablolarla ve değişik münasebetler¬le ortaya koyan, onlarca Kur'an ayetini düşündüğümüzde daha da açıklık kazanır.
Aşağıda söz konusu ayetlerden bir grubunu veriyoruz:
1 "Rabbinden Muhammed'e bir ayet (mucize) indirilseydi ya" dediler.
De ki: "Doğrusu Allah bir ayet indirmeğe Kâdir'dir, fakat çoğu bilmezler. (En'am, 37).
2 Kendilerine bir mucize gösterilirse, mutlaka ona inanacaklarına dair
bütün güçleriyle Allah'a yemin ederler... (En'am, 109).
3 Müşrikler "Allah dilesey di babalarımız ve biz ortak koşmaz ve hiç bir
şeyi haram kılmazdık" diyecekler... (En'am, 148).
4 Sİzi karada ve denizde yürüten OMut. Bulunduğunuz gemi, içindeki-
leri güzel bir rüzgârla götürürken yolcular neşelenirler. Bir fırtına çıkıp da onları her taraftan dalgaların sardığı ve çepeçevre kuşatıl¬dıkları anda ise, dini Allah'a has kılarak: "bizi bu tehlikeden, kurta¬rırsan and olsun ki şükredenlerden oluruz," diye O'na yalvarırlar. (Yunus, 22).
5 De ki: "Gökten ve yerden size rızık veren kimdir? Kulak ve gözlerin
sahibi kimdir? Diriyi ölüden çıkaran kimdir? Her şeyi düzenleyen kimdir? Onlar: "Allah'tır" diyecekler. "O halde O'na karşı gel¬mekten sakınmaz mısınız?" de. (Yunus, 31).
6 Beğendikleri erkek çocukları kendilerine, kızları da Allah'a maledi-
365
yorlar. O bundan Münezzeh'tir. (Nahl, 57).
7 Dekİ: "Biliyorsanız söyleyin. Yeryüzü ve onda bulunanlar kimindir?"
"Allah'ındır" diyecekler. "Öyleyse ders almaz mısınız" de. "Yedi gö¬ğün de Rabbi, Yüce Arşın da Rabbi kimdir" de." "Allah'tır" diye¬cekler! Öyleyse O'na karşı gelmekten sakınmaz mısınız?" de "Bi¬liyorsanız söyleyin herşeyin hükümdarlığı elinde olan, barındıran, fakat himayeye muhtaç olmayan kimdir?" de "Allah'tır" diyecekler. "Öyleyse nasıl aldanıyorsunuz?" de. Hayır biz onlara gerçeği getir¬dik ama onlar yalancıdırlar. Allah, hiçbir çocuk edinmemiştir. Ve onunla birlikte hiçbir ilah yoktur. Eğer olsaydı her bir ilah kendi ya¬rattığını götürüverirdi ve bir kısmına karşı üstünlük sağlardı. Allah onların nitelendirdiklerinden yücedir. (Mü'minun, 84-91).
8 Gemiye bindikleri zaman dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalva-
rırlar; ama Allah onları karaya çıkararak kurtarınca, kendilerine ver¬diği nimete nankörlük ederek O 'na hemen eş koşarlar. (Ankebut, 65).
9 Yeminlerinin olanca güçleriyle, kendilerine bir uyarıcı gelecek olsa di-
ğer ümmetlerden mutlaka daha doğru yolda olacaklarına dair Allah'a ant içtiler... (Fatır, 42).
10 Allah'a ortak koşanlar, "Öncekilerde olduğu gibi bizde de bir kitap
olsaydı, Allah'ın, O'na içten bağlanan kulları olurduk" derlerdi. (Sftffat, 167-169).
11 And olsun ki onlara: «Gökleri ve yeri kim yarattı» diye sorsan, «on-
ları güçlü olan, herşeyi bilen yaratmıştır» derler. (Zuhruf, 9).
12 Onlar, Rahman olan Allah'ın kulları melekleri de dişi saydılar- Ya-
ratılışlarını mı görmüşler? Onların bu şahitlikleri yazılacak ve sor¬guya çekileceklerdir. Eğer Rahman dilemiş olsaydı biz bunlara kul¬luk etmezdik derler. Buna dair bir bilgileri yoktur. Onlar yalnız vehimde bulunuyorlar. (Zuhruf, 19-20).
Ayrıca Bkz: (6/8,124,136; 7/28; 10/18; 16/53-54; 17/67; 29/61-63; 30/33-35; 39/3, 8, 38; 43/87)
Konunun zihinde berraklık kazanması için kasıtlı olarak fazla¬ca naklettiğimiz bu ayetler Arapların Allah'ı kabul ettiğini tasvir eden ayetlerin tamamı değildir. İlerdeki konularda da göreceğimiz gibi onların Allah'ın varlığını kabul ettikleri, Peygamber'e zorluk çı¬karmalarının nedeni, onun Nübüvvetini ve Risaletini inkâr etmele¬ri ve bu ikisinin Allah ile ilişkisinin olmadığı yönünde olduğunu be¬lirten başka ayetler vardır.-Ayrıca melekler faslında arzettiğimiz ayetlerde onların Allah'ı, yüce uluhiyetini, meleklerin O'nun (sub-hanehu) kızları olduklarını, onun hizmetine ve evrende Allah'ın emirlerini uygulayan özel görevliler olduklarını kabul ettiklerini ifa-
366
de eden açıklamalar vardı. Bunun yanında burada ve geçen konu¬larda naklettiklerimizle yetinip vermediğimiz Kur'an ayetleri de var¬dır.
Bu ayetler ve onların paralelindeki ayetlerden yapılabilecek tesbitleri şöylece sıralayabiliriz:
a) Peygamber'in çevresinde yaşayan halk, ya da onlardan bir ke¬sim, ulu bir Tanrı, yeri, gökleri ve ikisindeki yaratıkların hepsini ya¬ratan bir yaratıcı, evrenin idare düzenini kuran, evirip-çeviren ve onların Rabbi olarak Allah'ın varlığına inanıyorlardı. Tabii ki bu ev¬renin içinde melekler ve cinler de yer alıyordu. Herşeyin dizginini onun eline veriyorlardı. Tabiat güçlerine egemen olan, Güneş, Ay, yıldızlar, denizler ve rüzgarlara hükmeden, onları canlıların yara¬rına uygun biçimde düzenleyenin O olduğuna, dirilten ve öldüren, insanlara rizik veren ve alanın yine O olduğuna inanıyorlardı.
b) Bu çevre ya da onlardan bir grup işlerin, büyük olanlarında, çok tehlikeli ve korkunç olanlarında Allah'ı en yüce sığınılacak varlık olarak görüyorlardı. Ondan başkasının zararı bertaraf etme¬ye, kötülüğü savmaya ve iyiliği vermeye gücünün yetmeyeceğine ina¬nıyorlardı. Onlar tehlikelerle, korkunç olaylarla karşılaştıklarında, felaketlerle, belalarla yüzyüze geldiklerinde O'na yalvarıyor ve yal¬nız O'na dua ediyorlardı. Çünkü onlar O'nu, kendilerini kurtaracak güç ve kudrette görüyorlardı. Kötülükleri savma, felaketleri ve bü¬yük tehlikeleri önleme üstünlüğü olduğuna inanıyorlardı. Bu şey¬lere kendi ortaklarının, tanrılarının ve şefaatçılarınm güçlerinin yet-meyeceğini kabul ediyorlardı.
c) Onlar ya da onlardan bir kesim, Allah'ın, peygamberler ve uya¬rıcılar gönderdiğine, onları kendi mucizeleriyle desteklediğine, on¬lara melekler gönderdiğine, öğretilerini, emirlerini, helallerini, ha¬ramlarını içeren kitaplarını onlara gönderdiğine inanıyorlardı.
d) Onlar ya da onlardan bir grup, kendi inançlarının, gelenekle¬rinin, ayinlerinin, helal kılma ve haram yapmalarının ancak Allah'ın emirleriyle alakalı olduğuna, O'nun ilhamından ve vahyinden kay¬naklandığına, bu eylemlerinde Allah'ın kendilerinden ve edindikle¬ri ortaklardan, şefaatçılardan razı olduğuna inanıyor ve eğer Allah bu işlerden razı olmasaydı onları yapmazdık diyorlardı.
Böylece anlıyoruz ki, dördüncü maddede yer alan gerçekler, es¬ki dini düşünce ile yeni dini düşünce arasındaki bağı oluşturan bir halka gibidir. Bu da Allah'ı kabul etmelerine rağmen ortaklar ve şe-faatçılar edinmelerini, onları ibadette, duada ve yönelişlerinde Al-
367
lah'a ortak koşmalarını açıklığa kavuşturur niteliktedir. Tahmin¬lere göre, araplar ilk zamanlarda putperesttiler. Maddeye ve doğa güçlerine tapıyorlardı. İyilik ve kötülüğü sembolize eden gizemli güç¬lerin, ruhların varlığı inancı onlarda henüz belirmişti. Onlar bu dev¬rede ulu bir tanrının varlığını ya da buna benzer bir şeyi düşünemi-yorlardı. Daha sonra bunların adını ve niteliklerini duymaya baş¬ladılar. Yavaş yavaş bunlar da onların belleklerine, anlayışlarına yer¬leşmeye başladı. Nihayet Kur'an'ın kendilerine inmeye başladığı za¬man dilimine girdiler. Bu sırada onlar göklerin ve yerin sahibi, ev¬reni evirip-çeviren ve doğa güçlerine egemen olan, insanların başı¬na gelebilecek her felakette onların sığınağı ve onlardan bunların tü¬münü savma gücü ve kudretinde olan, iyilik namına diledikleri her şeyde en büyük dayanağı oluşturan ulu bir tanrının varlığını teslim ediyorlardı. Yalnız onlar henüz somut-maddi olmayan gözle görül¬meyen şefaatçılardan, ortaklardan ve arabuluculardan tamamen so¬yutlanmış bir tek tanrı inancına ulaşabilecek, bu anlayışı kavraya¬bilecek düzeyde değillerdi, ilk üç maddede belirtildiği gibi onlar, Al¬lah'ın varlığını kabul ediyorlardı. Fakat bu sırada ilk tmceki tanrı¬larından bağımsız olamıyorlardı. Onların sembollerine daha fazla bağlanıyor, ibadette, yönelişte, yardım ve şefaat dilemede, kötü, ezi¬yet verici güçlere, belalara ve tehlikeli durumlara karşı onlardan me-ded ummaktan âzâde düşünemiyorlardı; ayrıca bu hareketlerinde doğruluk üzere olduklarına inanıyorlardı. Zira onlar bu kadar yü¬ce, ulu, üstünlük, güç ve kudrete sahip olma nitelikleri taşıyan ya¬ratma, geniş imkan tanıma, sıkıntıya sokma, alma, verme, yaratık¬larını dilediği gibi evirip çevirme, dilediği biçimi kazandırma kud¬retinde olan Allah'ın bu işlerden razı olmayacak olursa onların bu maddi-manevi ya da doğal ma'butlara ibadet etmelerine, ona yönel-melerine, onlardan yardım ve şefaat dilemelerine izin vermeyeceği kanısmdaydılar. Bu anlayışları ile aslında, atalarından miras aldık¬ları, gönüllerinde yer etmiş inançları, bu gözle görülen maddi sem¬bollerden ve ma'butlardan özgür olamayacaklarını taklidi bir anla¬yışla ileri sürüyorlardı.
Burada dikkat çekilmesi yerinde olan bir nokta da, Arapların bu işi ilk başlatanlar olmadığı ve bu anlayışın yalnız onlara özgü olma¬dığı, hatta onların çevresine ve asrına da mahsus olmadığı gerçeği¬dir. Bu anlayış, temeli ve sebebleri mantık kurallarıyla izah edile¬meyecek şekilde, daha sonraki değişik asır ve çevrelerde tekrar gö¬rülmüştür.
368
İşte bu tablo sayesinde onların dini düşüncelerinde ileriye doğ¬ru adımlar attıklarını görebiliyoruz. Yalnız maddi-manevi ve doğal şeylere tapma merhalesinden, Allah'ın anlamını anlama, O'nu dü¬şünme ve kabul etme merhalesine geçtiklerini farkediyoruz. Yalnız bu adım tam ve yeterli değildi. Çünkü onlar henüz yalnız Allah ile yetinme, O'na düşüncede, gaybî, soyut bir iman ile bağlanma olgun¬luğuna ulaşmamışlardı. Az önce bu noktaya işaret etmiştik. Onlar bu sırada henüz Yusuf Sûresi ayetinin ifade ettiği merhaledeydiler: «Onların çoğu ortak koşmadan Allah'a inanmazlar.» (106. Ayet).
Ayetlerin metinlerinden yola çıkılarak yapılan bu açıklamalar, Arapların dini düşüncelerinde bu katı, kaba, taş ve madde sınırla¬rını aşamadıklarını ileri süren görüşü çürütmektedir.
Kur'an'a dayanarak, bu Allah düşüncesinin onların belleklerin¬de, anlayışlarında ilk olarak ne zaman belirgin bir hâl aldığım tes-bit etmek mümkün değildir. Fakat onların bu anlayışlarının peygam¬berlikten çok önce oluştuğunu, var olduğunu tercih edebiliriz. Dış dünya ile ilişki kurdukları ve onlara gidiş-gelişlerinin çoğaldığı, bilgilerinin, kültürlerinin gelişip, genişlediği zamanlarda bu anla¬yışın belirginleştiğini söyleyebiliriz. Bazı ayetlerde bu zaman zar¬fının peygamberlik döneminden büyük ölçüde uzak olduğuna işaret edilmiştir. Onların: «Biz atalarımızı bir din üzere bulduk. Biz de on¬ların izinde gitmekteyiz.» (Zuhruf, 22) şeklindeki sözlerini, ataları¬nın dini üzere yürümelerini engelleyen Peygamber'e uymamaları için birbirine öğütte bulunduklarını görüyoruz. Aşağıdaki örneklere ba¬kalım:
1 Müşrikler, «Allah dileseydi babalarımız ve biz ortak koşmaz ve hiç-
bir şeyi haram kılmazdık» diyecekler. (En'am, 148).
2 Allah'a eş koşanlar: «Allah dileseydi O'ndan başka hiçbir şeye ne biz
ve ne de babalarımız tapardı...» (Nahl, 35)
3 Ayetlerimiz onlara apaçık olarak okunduğu zaman1 <<Bu adam sizi ba-
balarınızın taptıklarından alıkoymaktan başka birşey istemiyor» derlerdi... (Sebe', 43)
4 Onlardan ileri gelenler, "Yürüyün, ilahlarınıza bağlılıkta direnin, siz-
den İstenen şüphesiz budur. Önceki dinde de bunu işitmedik, bu an¬cak bir uydurmadır. Kur'an, aramızda O'na (Muhammed'e) mı in¬dirmeliydi?» dediler... (Sad, 6-8).
5 «Hayır, doğrusu biz babalarımızı bir din üzere bulduk, biz de onların
izinden gidiyoruz» derler... (Zuhruf, 22).
369
Arapların belleklerinde Allah düşüncesinin yeni olmadığının ve onun peygamberlikten çok önceleri gerçekleştiğinin ortaya çıkışını; tabiatıyla, "Allah" sözcüğünün Arap dilinde yeni olmadığı gerçeği iz¬ler.
Müfessirler, bu sözcüğün "İlahe" (Tanrıça) kavramının mu-za'afından, ya da hayrete düştü anlamında "velehe"den, yahut da bir nesnede huzura kavuştu anlamını taşıyan "lahe" sözcüğünden türe-tildiğini söyledikleri gibi, "lâfın Allah kavramının dişi varyantı ol¬duğunu da ifade etmişlerdir. Birinci görüşteki kökler, isabetli olmak¬la beraber ikinci görüşteki kök, daha isabetlidir. Gerçekten Arapla¬rın "Lât" yerine Allah kavramını koymuş olmaları ve onun erkek var¬yantı olarak kabul etmeleri mümkündür. Gerçekten Allah'ın onla¬rın anlayışlarında, yeni ve ulu bir Tanrı olarak şekillendiği sırada, O'na bu adı vermiş olabilirler. Tabii ki, bu başka bir münasebetle Lât adının Babil eski ma'budu "Lata" ile isimde benzerliğini gözardı et¬tiğimiz zaman böyledir. Sonra Lât kavramının ma'budu gösteren Arapça eski bir kavram oluşuyla ad ve ilişkisini görmezlikten gel-diğimiz zaman da böyledir. Kur'an'da Lâfın adı Uzza ve Menat'm adından önce gelmiştir. Rivayetler de önce onu anmaya özen göste¬rirler. Özellikle de yeminlerde önce o'nun adı getirilir. Zannediyo¬rum bu da Lât'm Araplar katında birinci derecede saygın olduğunu, ya da ulu bir ma'but olduğunu göstermektedir. Eğer Peygamber zamanında böyle değilse de, ondan önce böyleydi. Eğer bu yaklaşım doğru olursa, "Lât" ile "Allah" kavramları arasındaki aynı kökten gel¬me ya da birbirinin yerine kullanılabilme ilişkilerinin tercih edili¬şi pekiştirilmiş olacaktır.
Allah düşüncesinin, O'nun varlığım kabul eden Arapların anla¬yışlarında açıklık kazanması konusunda ek bir açıklama daha ver¬mek istiyoruz. Isra Sûresi'nde:
«Yahut da iddia ettiğin gibi, göğü tepemize parça parça düşürme-li, ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin.» (92. Ayet).
Furkan Sûresi'nde de:
«Bizimle karşılaşmayı ummayanlar bize ya melekler indirilme¬li, ya da Rabbimizi görmeliyiz derler.» (21. Ayet).
Aciz bırakma ve meydan okuma sadedinde de olsa bu sözlerin on¬lardan hikaye edilişi, onların Allah'ı gözlerinin önünde şekillenebi¬lecek bir nesne olarak hayal ettiklerini ilham edebilir. Şuna da dikkat çekmeliyiz ki: Araplar bu düşüncede ilk kimseler değildi. Bu düşünce sırf onlara özgü değildi, başkalarını da kapsıyordu. Bilin-
370
diği gibi İslâm Teoloji Bilimi'nde (Kelam İlmi) dünyada ya da Ahi-ret'te Allah'ın insanın gözleri önünde şekillenerek gör ülebilip-görü -lemeyeceğiyle ilgili konular vardır. Bu, diğer semavî dinlere inanan başka milletlerin de problemi olagelmiştir.
Bize göre, Allah düşüncesinin Arapların belleklerinde belirgin¬lik kazanması ve ileriye doğru adımlar atılmasında en büyük rol ki¬taplılara düşmüştür. Arapların yolculuk yaptıkları, gidip-geldikle¬ri ülkelerin çoğunda Hıristiyanlık egemen bulunuyordu. Yarımada¬nın iç kesimlerinde olduğu gibi dış taraflarında ikamet eden Arap-ların büyük kesimi onu din olarak kabullenmişlerdi. Hicaz'da bulu¬nan Yahudi azınlıklar güçlü-belirgin azınlıklardı ve Araplarla iliş¬kileri vardı. Ehli Kitap ve Araplar arasındaki ilişkiler neticesinde Arapların dini düşünceleri bu yeni devreye eklenmiş olabilir. Böy¬lece tıJu Tanrı inancını onlardan almış olabilirler. Ya da insanlık dü¬şüncesinde doğal olarak kaydedilen bu gelişme o düşünceye açıklık kazandırmış olabilir. Fakat bu anlayış onların köklü halde bulunan geleneksel inançlarına ağır basacak güce ulaşmamıştı. Onun için bir taraftan Allah'ın varlığını kabul ettiler, diğer taraftan kendi ma'but-larını, inançlarını ve geleneklerini de korudular. Anlayışların ve çev¬relerin şartlarına göre gelişme devam etti. Yavaş yavaş Allah anla¬yışları netleşti. Ona yönelme, yalnız ona ibadet etme, onu soyut ve gaybî bir anlayışla anlama merhalesine gelindi. Maddi-manevi ma'butlara ve onların sembollerine Allah ile beraber olarak tapma anlayışını, horlama düşüncelerini yeniden gözden geçirme merha¬lesine ulaşıldı. Artık onlar bu ma'butları ve sembollerim bırakacak merhaleye gelmiş bulunuyorlardı. Bunlar Hanifler, Sabitler, İbra¬him'in Hanif dinini araştıranlar sınıfıydı. İleride bunlardan söz edeceğiz. Ehli Kitap hakkında ya da onlarla ilgili Arapların anlayış¬ları hakkındaki pekçok Kur'an ayetleri görüşümüzü desteklemek¬tedir. Bunların çoğunu birinci bölümün konularında vermiştik. Bir kısmını ise, ileride vereceğiz. Ayrıca Yahudilik, Hıristiyanlık ve onların Arap inançları üzerindeki etkileri konusunda bu konuya tek¬rar döneceğiz.
Arapların Allah'ı ulu bir Tanrı olarak kabul ettiklerini bildi¬ren, gösteren ya da işaret eden ayetlerin çokluğuna, üslubuna ve içe¬riğine dikkat çekmek istiyoruz. Allah'ın varlığı düşüncesi ve bu şe¬kilde O'na inanma olayının Peygamber döneminde geniş alanlara ya¬yıldığını, şehir halkını ve köylüleri genel olarak kapsadığını söyle-yebiliriz. Arapların genel inancı olan şirk inancı da bunun bir deli-
371
lidir. Allah'tan başkasını Allah ile birlikte ortak koşma bunu da be¬raberinde getirir. Bu şirk koşma ister temelden ortak koşma, ister¬se ikinci derecedeki şirk koşma olsun farketmez. Bu anlayış Peygam¬ber asrının tüm Araplarını, onlardan küçük bir azınlığı oluşturan ki¬taplıları dışarıda bırakırsak, medeni olanları ve göçebe olanlarını bü¬tünü ile düzene koyuyordu. Kur'an ayetleri ağır basan genelliğiyle, hatta onların maddi-manevi ve doğal ma'butlarına saldırılarda bu¬lunanları bile, Arapların ibadette ve yönelişte Allah ile beraber başkasını ortak koşma ile, bunun tutarsız bir eylem olduğunu dile getirip eleştirmekle, onun Allah inancı düşüncesiyle bağdaşmaya¬cağını pekiştirmekle alakalıdır. Ayetleri dikkatli olarak incelediği¬mizde bu gerçeği rahatlıkla görebiliriz.
Arap yarımadası ve çevresinde yaşayan kitlelerin, aralarındaki farklılıklara rağmen, medenisi ve göçebesiyle Hac mevsimlerinde, Hac ibadetlerinde bir araya gelişlerini bu genel yönelişlerinin bir te¬zahürü olarak görebiliriz. Tabii ki burada Hac faslında kaydettiği¬miz, onların düşünce, sınıf, Putlar ve Tanrılar düzlemindeki ayrı¬lıkları burada gözardı edilmiştir. Bu ibadetleri yerine getirmek Al¬lah'ın tertemiz Evi'nin etrafında tavaf etmek amacıyla belli bir mevsimde oraya gelişleri, genel bir barış atmosferinin havasını te¬neffüs etmeleri bu anlayışın bir sonucu olarak anlaşılabilir.
Burada Arapların Allah'a kabul etmelerinin bir sonucu olarak ye¬minlerinde "Allah" kavramını kullanmalarına da işaret etmekte yarar görüyoruz. Naklettiğimiz ayetlerde bu hususa işaret ede bö¬lümler vardı. Yanısıra onlar "Allahümme" (Allah'ım!) sözcüğünü du¬alarında kullanmayı alışkanlık haline getirmişlerdi. Nitekim Enfal Sûresi 32. ayetinde buna işaret edilmiştir:
«Allah'ım! Eğer bu Kitab, gerçekten senin katından ise bize gök¬ten taş yağdır veya can yakıcı bir azab ver, demişlerdi.»
Rivayetlerin kaydettiğine göre onlar bu kavramı antlaşmala¬rında ve yazışmalarında da kullanıyorlardı. Sonra onlar arasında Ab¬dullah ismi çok yaygındı. Açıkça anlaşılacağı gibi, bunların hepsi, Arapların Allah inancı düşüncesinin geniş alanlara yayıldığını pe¬kiştiren delillerdir.
Az önce verdiğimiz bazı ayetlerde, Arapların içine girdiği yeni di¬ni düşünce döneminin zihinsel yeni hareketim yansıtacak bir takım ipuçları yer almaktadır. Fatır Sûresi 42. ayeti peygamberlikten ön¬ceki Arapların, kendilerine Allah'tan bir uyarıcı geldiğinde doğru yo¬la giren ulusların en ilerisinde yer alacakları şeklindeki ağır, kesin
372
yeminlerini tasvir etmektedir. Saffat Sûresi 165-169. ayetleri ise, yi¬ne onların peygamberlikten önceki sözlerine değinmektedir. Eğer kendilerine, önceki uluslara geldiği gibi, bir Kitab gelecek olursa O'na uyacaklarını ve Allah'ın samimi kulları olacaklarını, söylüyorlardı.
«Doğru yola giren uluslar» ifadesiyle Arapların, Yahudileri ve Hı-ristiyanları amaçladıklarından kuşkulanmaya gerek yoktur. Zira, yanlarında Allah'tan bir Kitab olanlar, onlardan başkası değildi. Çünkü (Yahudi ve Hıristiyanlar) kendilerini mümin olarak kabul et¬tikleri gibi, başkaları da onları, Allah'ın Elçileri'nin getirdikleri ve Allah adına insanları uyardıklarına inanan kimseler olarak biliyor¬du. En'am Sûresinde yer alan bir takını ayetlerde de bu durum açıkça işaret edilmiştir:
«İşte bu (Kur'an) da mübarek kitâbdır. O'nu biz indirdik. O'na uyun ve (Allah'tan) korkun ki size rahmet edilsin. (Onu size indir¬dik ki) "Kitab, yalnız bizden önceki iki topluluğa (Yahudilere, Hıris-tiyanlara) indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik" deme-yesiniz. Yahut: "Eğer bize kitâb indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk" demeyesiniz. İşte size de Rabbinizden açık de¬lil, hidâyet ve rahmet geldi. Allah'm âyetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha zâlim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çeviren¬leri, yüz çevirmeleri yüzünden azâbm en kötüsüyle cezalandıraca¬ğız.» (En'am, 155-157).
Bu yeni hareketin kendisine Özgü önemli bir anlamı vardır. Arap dini düşüncesinin, gelişmesini sürdürdüğünde ve Allah'a doğ¬ru yönelişinde ileriye doğru gittiğinde kuşku yoktur. Hıristiyanla¬rın ve Yahudilerin durumlarıyla ilgilenmeleri ve onlar hakkında git¬tikçe daha fazla bilgi sahibi oldukları kuşkusuzdur. Bu dönemde Hı¬ristiyanlık ve Yahudiliğin onlar üzerindeki etkilerinin daha da faz¬lalaştığı açıktır.
Konuyla ilgili ayetleri şu şekilde açıklamak mümkündür:
a) Allah'ın varlığını kabul eden, O'nun yüce bir dayanak ve Ulu bir Tanrı olduğuna inananlardan bir grup, dini açıdan apaçık ve dos¬doğru yolu görmede kendilerini yeterli bulmuyorlardı. Ortaklar, Veliler, Şefaatçılar edinmelerini, duada, boyun eğişte ve yönelişte onlara Allah ile beraber ibadet etmede, onları ortak olarak görme¬de tutarsız ve sakat işler yaptıklarını farkediyorlardı. Onun için ken¬dilerine dosdoğru yollarını açık bir biçimde gösterecek bir Peygam-ber'in gönderilmesini şiddetle arzuluyorlardi. O'na uyma ve O'nun-la doğru yola ulaşmanın özlemini çekiyorlardı.
573
b) Araplar, Yahudilerin ve Hıristiyanların elleri altında bulunan semavî kitaplar'm haberlerini, Allah'ın kendi kitaplarını, onlara gön¬derdiği peygamberlerin haberlerini, o kitaplardaki 3'asalan ve açık¬lamaları duyuyorlardı. O kitaplara uyanların, kendilerini Allah'ın gösterdiği doğru yol üzere görmelerini, Allah'ın nitelikleri ve ken-dilerinin O'na karşı görevleri, helal ve haram konularında daha bilinçli hareket ettiklerini görüyorlardı. Sonra Yahudilerin Pey¬gamberlerin kendilerinden oluşu, Allah'ın Risaletleri ve Kitapları için seçtiği milletin kendileri olması nedeniyle kendilerine karşı üs¬tünlük, büyüklük taslama, bilginlik pozlarına girdiklerini görüyor¬lardı. İşte bu tür tavır ve tutumlar soz konusu kesimin kıskançlığı¬nı ve egoizmini harekete geçirmiş ve onların Hıristiyanların te'vil yolu ile iman ettiği Allah'a inanmalarına neden olmuştur. Onlar da Allah'ın, uluslara kitaplar ve açıklamalar yapmaları için Peygam¬berler gönderdiğine inanmışlardır. Buna bağlı olarak Araplar din ve dünya işlerinde yol gösterecek bir peygamberin Allah tarafından gön¬derilmesini arzu ediyor ve onu arıyorlardı. Araplara ait bir peygam¬berin olmasını, kendilerinin övünç kaynağı ve gururu olmasını is¬tiyorlardı. Yahudiler ve Hıristiyanların kendilerine karşı üstünlük vasıtası kıldıkları semavî bir kitaplarının olmasını diliyorlardı. Böylece makam, gurur ve doğru yolda olma açısından onlardan ge¬ri olmayacaklardı. Daha önceki konularda27 çoğunu naklettiğimiz ayetlerin pek çoğu Yahudi ve Hıristiyanların özellikle de Yahudile¬rin bu konudaki üstünlük taslamaları, bilgiçlik satmaları ve büyük iddiaları hikaye edilmişti. Bize göre bu iddianın bir benzeri ya da da¬ha fazlasını peygamberlikten Önceki zamanlarda da söz konusuydu, özellikle kendilerinin insanlardan farklı bir yapıda oldukları; Hi¬caz'daki maddi ve edebî konumları açısından bakıldığında mesele da¬ha da açıklık kazanır. İşte onların bu tutumları Arapların kıskanç¬lık ve zillet duygularını, isteklerini daha da kamçılıyordu.
c) Bir peygamberin gönderilişini bekleyen, ona uyacaklarına ve gösterdiği yoldan yürüyeceklerine yemin eden Araplardan bir kıs¬mı, Yahudilerle Hıristiyanlar arasında dini işler nedeniyle büyük ay¬rılıkların, tartışmaların, nefret duygularının olduğunun, birbirleri¬nin kuyusunu kazdıklarının farkındaydılar. Hatta onlar arasında bir-birine tuzak kurmalar ve çatışmalar olduğunu görüyorlardı. Bu her iki milletin, öncelikle kendi içlerinde, daha sonra da birbirleri-
27 Bkz Birinci Bolum, uçtıncu konu Ayrıca bkz: 2/76, 79, 80, 111, 135, 4/46, 50, 5/19 374
ne karşı düşmanca bir tutum içinde olduklarını göz Ilıyorlardı. İşte Arapların gündeme getirdiği, akıl erdiremeyip garip karşıladığı, eleştiri ve alay konusu yaptığı şey de buydu. Onun için Patır Sûre¬si ayetinin bildirdiği sözleri söylüyorlardı. Belki de, onlardan bazı¬ları bir kitap, bir Rasûl sahibi olmak için Hıristiyan yahut Yahudi oluyordu. Nitekim diğer Araplardan bazıları böyle yapıyordu. Fakat çok geçmeden bu ayrılıkların, boğuşmaların iç yüzünü öğreniyor, ku¬laklarıyla duyup, gözleriyle görüyorlardı. Sonra da durup seyredi¬yor, afallayıp kalıyorlardı.
Kur'an'da bu dini ayrılıklara işaret edilmiştir. Konuyla ilgili pek çok Mekkî ve Medenî ayeti daha Önce nakletmiştik. Şimdi nak¬ledeceklerimiz de onlardan bazılarıdır:
1 Yahudiler dediler ki: «Hıristiyanlar bir temel üzere değillerdir.» Hı-
ristiyanlar da: «Yahudiler bir temel üzere değillerdir» dedi. Oysa on¬lar, Kitab'ı okuyorlar. Bilmeyenler de, onların söylediklerinin ben¬zerini söylemişlerdi. Artüc Allah, kıyamet günü anlaşmazlığı düştük¬leri şeyde aralarında hüküm verecektir. (Bakara, 113).
2 .. .Ancak kitap verilenler, kendilerine açık deliller verildikten sonra ara-
larındaki ihtiras 3'üzünden, onda ayrılığa düştüler... (Bakara, 213).
3 Allah katında din şüphesiz İslâm'dır. Ancak Kİtab verilenler, kendi-
lerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzımden ayrılığa düş¬tüler... (Al-i îmran, 19).
4 «Biz Hıristiyanız» diyenlerden söz almıştık onlar kendilerine belleti-
lenin bir kısmını unuttular bu yüzden aralarına kıyamete kadar düş¬manlık ve kin saldık. Allah, yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir. (Maide, 14).
Burada naklettiğimiz ve daha önce verdiğimiz ayetlerin üslubu, gerçek din ve Semavî Kitapları savunması, onların kutsiyeti ve ni¬teliği üzerinde durması, aralarındaki ihtilaflara, düşmanlıklara, çe-kememezİlklere, azgınlıklarına, heva ve heveslerine tabi oluşlarına işaret etmesi, evet bütün bunlar gösteriyor ki, Risalet dönemi önce¬si, özellikle Mekke ve Medine Arapları, Yahudiler ve Hıristiyanla¬rın kendi içlerindeki ayrılıkları, mezhep sürtüşmelerini, mücadele¬lerini... biliyorlardı. Bu da Arapların hayrete düşmesine ve şaş¬kınlığına neden oluyordu. Hatta Yahudi ve Hıristiyanlarca alay ediyor, onları eğlence konusu ediyorlardı. Ve «Eğer kendilerine bir uyarıcı ve kitap gelirse onlardan daha doğru yolda olacaklarını» te¬menni ve iddia ediyorlardı,..
375
d) Araplardan bir kısmı, bazı Yahudi din bilginlerinden ve ruh¬banlardan, Arap bir peygamberin gönderilmesinin yakın olduğu müjdesini almış olabilirler. Böylece O, artık gelmesi özellikle vur¬gulanmış biri olarak bekleniyordu. O'nun gelişiyle Arapların diğer uluslar gibi doğru yolu bulup toparlanacağı, birbiriyle boğuşan, sürtüşen, birbirine kin besleyen, diş bileyen gruplar ve partilere ay¬rılış durumundan kurtulacaklarına kesin gözüyle bakılıyordu:
Kur'an'da bunu destekleyici bir takım işaretler vardır. A'raf sû¬resinde şu bölüm dikkat çekmektedir:
«Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o Elçi'ye, ümmi Peygamber'e uyarlar...» (157. Ayet).
Bu Kur'an ayetinin Yahudilerin ve Hıristiyanların duyacağı şe¬kilde apaçık okunması, özellikle onlara yöneltilmesi, onların kendi kitaplarında bu ümmi Peygamber'in niteliklerini, kendi dini kitap¬larında herhangi bir üslubla görmüş olmaları ve onun ortaya çıkı¬şının yakın olduğunu öğrenmiş bulunmaları halinde ancak anlaşı-labileceğinden kuşku yoktur. Bu bilginin Peygamber'in çevresinde¬ki Araplara ya da onlardan bir gruba ulaşmış olması, muhakkaktır demesek de, büyük bir ihtimal dahilindedir.
Saf Sûresinde:
«Meryem oğlu İsa da, "Ey îsrailoğulları, ben size Allah'ın Elçisi¬yim, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir Peygamber'i müjdeleyici olarak geldim," demiş¬ti.» (6. Ayet).
Ayet Medenidir. Ayetin Müslümanlara göre yüzde yüz doğru olan, İsa (a.) tarafından îsrailoğullanna bildirilmiş imanî bir açık¬lama olduğuna ilave olarak denebilir ki: Eğer Isa bunu müjdeleme-mişse ve en azından Hıristiyanlar da onu destekleyip sözünü etme¬mişse, bir Kur'an ayetinin Yahudi ve Hıristiyanların duyacağı şekil¬de açık olarak okunmuş olması düşünülemez. Onların bu işten ha¬berdar olduklarında kuşku yoktur. Peygamberin çevresinde yaşayan Arapların ya da onlardan bir grubun bu işten haberi olduğu büyük ihtimalle kesindir.
Bakara Sûresinde:
«Vaktaki Allah katından onlara, kendilerinde olanı tastik eden Kitap geldi -ki onlar bundan önceleri inkar edenlere karşı kendile¬rine yardım gelmesini beklerlerdi- bildikleri gelince onu inkâr etti¬ler. Allah'ın laneti inkâr edenlerin üzerine olsun.» (89. Ayet).
Müfessirler, rivayetlere dayanarak ayeti şöyle açıklamışlardır:
376
Yahudiler, Araplara, kendilerinden bir peygamberin yakında orta¬ya çıkacağını haber veriyorlardı, O'nun kendi hizbinden olacağını söylüyorlardı. Araplara karşı O'nunla birleşeceklerini, bir üstünlük ve böbürlenme vasıtası olarak dile getiriyorlardı. Ayetin özü, özel¬likle de «onlara geldiği zaman onu tanımadılar» cümlesi bu açıkla-mayı tamamen desteklemektedir.
Yine Bakara Sûresinde İbrahim ve İsmail (a.) ile onların Al¬lah'ın Evi'nin duvarlarını yükseltmelerini, oraya sığınacak, ziyaret edip rüku ve secdelerde bulunacak insanlara hazırlanmalarını di¬le getiren bir ayet, bu meseleye ışık tutmaktadır:
«Rabbimiz! İçlerinden onlara senin ayetlerim okuyan, Kitabı ve hikmeti Öğreten, onları her kötülükten arıtan bir Peygamber gönder. Doğrusu güçlü ve Hakim olan ancak Sensin.» (129. Ayet).
Konuyla ilgili ayetlerin özü ve içeriği, ayetteki «onlar» zamirinin İbrahim ve İsmail'in (a.) zürriyeti olan Araplara yönelik olduğunu göstermektedir. Ayet müslümana göre yüzde yüz doğru, imanî bir gerçeği dile getirmekte, İbrahim ve İsmail'in duasını anlatmaktadır. Bununla beraber,"(başka bir münasebetle değindiğimiz, Tevrat'ta zik¬redilmeyen İbrahim (a.) kıssalarının peygamberlikten önceki Arap¬lar tarafından bilindiği, O'nunla atalık ve dini bağlarının bulundu¬ğu olasılığının güçlü oluşundan hareketle) Arapların peygamberlik¬ten önce İbrahim ve ismail'in (a.) dualarını nesilden nesile birbir¬lerine aktardıklarını, yakın zamanlarda kendilerinden bir peygam-berin gönderilişini beklemelerinde ve onu arzulamalarında, bu du¬aya dayanmış olmaları uzak bir ihtimal değildir.
2. Peygamberlik İnançları ve Peygambere Muhalefet:
Bu düşünce ve umutlara sahip olan ve yeni dini gelişmelerinin bu merhalesinde bulunan Arapların, Peygamberin (s.) çağrısına karşı ta ilk merhalesinden, özellikle Mekke döneminden beri bu an¬laşılmaz tavırlarını araştırmamız tabii olacaktır. Çünkü onların bu tavırları o zamanki düşüncelerine, umutlarına ve dini alanda kay¬dettikleri gelişmelere tamamen aykırı düşmekteydi.
Herşeyden önce önemli bir noktaya dikkat çekmeliyiz: Arapların Peygamberin çağrısına karşı tutumları, özellikle Mekke dönemin¬de ve Mekke'deki tutumları, Mekke'nin liderleri, büyükleri, efendi¬leri, eşrafı, soyluları ve zenginlerinin etkisiyle oluşmuştu. Nite¬kim ikinci bölümün sosyal ve idari düzen konusunda bîr kısmını ver-
377
diğimiz Kur'an ayetlerinin belirtmeye çalıştığı <İa bu paralelde¬dir28. Ayrıca Peygamberin çağrısına karşı mücadele, tartışma, mu¬halefet, engelleme bayrağını kaldıran liderler, büyükler ve egemen sınıf, genellikle Patır, 42. ve Saffat, 165-169. ayetlerinde sözleri an¬latılan liderlerdir. Ayetler onların Peygamberlikten önceki sözleri¬ni nakletmiştir. Bu uyarıdan sonra, Mekke liderlerini ve büyükle¬rini bu işte mağlub eden ve onları bu ilginç çelişkiye düşüren etken¬leri, Kur'an'da yer alan pek çok ayetden hareketle tesbit edebiliriz: Bu etkenlerin birincisini; kin, büyüklük taslama, bizzat Pey-gamber'e uymayı kendilerine yedirememe, onu küçük görme, ken-dilerinin değil de, onun ilahi Risalet ile görevlendirilmesine öfkelen¬me şeklindeki tesbit edebiliriz. Zira onlar kendilerini makam ve mev¬ki yönünden daha ileri, ondan daha geniş servet sahibi, daha büyük şöhreti olan, daha geniş nüfuzu bulunan, sözü daha fazla dinlenen kimseler olarak görüyorlardı. Bu pek çok ayetin de dile getirdiği bir olgudur. Onlardan bir kaçını verelim:
1 Yeminlerinin bütün gücüyle Allah'a yemin ettiler: "And olsun, ken-
dilerine bir uyarıcı gelirse herhangi bîr milletten daha doğru yolda olacaklar," diye. Fakat kendilerine uyarıcı gelince 'bunun, onlara, hak¬tan uzaklaşmaktan başka katkısı olmadı. Yeryüzünde büyüklük tas¬lamalarını ve kötü tuzaklar kurmalarını (artırdı)... (Fatır, 42-43).
2 Gerçek kendilerine geldiği zaman: "Bu bir aldatmacadır. Doğrusu biz
onu inkar ediyoruz." dediler. (Ey Muhammedi) Rabbmin rahmeti¬ni onlar mı taksim edip paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların ge¬çimliklerini aralarında biz taksim ettik; birbirlerine iş gördürmele¬ri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha iyidir. (Zuhruf, 30-32}
3 "Bizim aramızda O'na mı züdr indirildi?" (Sad, 8)
Bu etkenlerden biri de, kendilerinin ve Mekke'nin diğer Arapla¬ra karşı imtiyazlarını ve bu imtiyazlar dolayısıyla kendilerine ula¬şan büyük menfaatlerini yitirme korkusudur. Ki onların bu imtiyaz¬ları ve menfaatları Ka'be'nin ve Hac ibadetlerinin Mekke'de oluşu¬na ve Beytü'l-Haram bölgesi'nin güvenliğine bağlıydı. Bu önemli nok¬ta Kasas Sûresi ayetlerinden birinde açıkça tasvir edilmiş bulunmak¬tadır:
«Dediler ki: "Eğer biz seninle beraber doğru yola (hidayet) uyar¬sak yurdumuzdan sürülürüz"...» (Kasas, 57).
28 Örneğin, Sebe', 31-33, Bakara, 166; Ahzab, Ğ7.'ye bkz. 378
Ayetin ifadesine göre Mekke'li liderler Peygamber'e uydukları za¬man kendilerinin ve ülkelerinin imtiyazlarını, yürürlükte bulunan tüm geleneklerini yitireceklerini düşünüyorlardı. Geçimleri için gereken gelirlerini, izzet ve şereflerini kaybedeceklerini hesaplıyor, büyük tehlike ile karşı karşıya geleceklerini ve herkes tarafından ra-hatlıkla yutulabilecek bir hazır lokma, her yağmacının yağmalaya¬bileceği bir konuma geleceklerini düşünüyorlardı. Muhtemelen bu, liderlerin Mekkeli kitleleri korkutup Peygamber'e uymaktan vazgeç¬meleri için kullandıkları, sömürdükleri bir durumdu. Çünkü Peygam¬ber'e uymaları onları maddi, hem de manevi kayıplara uğratacak¬tı.
Bu etkenlerden biri de onlarda köklü biçimde yer eden ve kolay kolay üstesinden gelinemeyecek olan geleneklere duyulan bağlı¬lıktı. Çünkü bu geleneklere bağlılık onların görüş açılarını daraltı¬yor, sönükleştiriyor, muhakeme güçlerini zayıflatıyor ve basiretle¬rini, görme duygularını köreltiyordu. Bu asabiyeti ve etkilerini ikinci bölümde kaydettiğimiz bir takım ayetlerle açıklamıştık. On¬ları burada tekrar etmeyi gerekli görmüyoruz.
Bu etkenlerden biri de onların "Peygamber ve "Peygamberlik" hakkındaki ön yargı ve anlayışlarıdır. Peygamber asrında ve top¬lumunda bu kavramların anlamları ve çağrıştıkları şeyler farklıy¬dı. Arap düşüncesinde başka şekilde anlaşılıyorlardı. Onların Pey¬gamber ve Peygamberlik anlayışları ile Peygamber şahsiyeti, gö¬rünümü ve gücü birbirinden farklı olunca karşı çıktılar. Onlara göre, Peygamberlik, Peygamberi insan olma tabiatı dışına çıkarıyor ve onu üstün bir varlık yapıyordu. Artık o Peygamber olunca evren¬deki yasaları ve alışılagelen sünnetullahı aşıyordu. Onları değiş-tirebiliyordu. Hiç kuşkusuz onların Peygamberi bu şekilde düşün¬melerinde daha önce duyup-öğrendikleri ulusların ve Peygamberlerin kıssaları da etkili olmuştur. Daha önce başka bir münasebetle belirttiğimiz gibi, onların Peygamberlikten önce bu kıssalardan haberdar olmaları gerekir. Zira bu kıssaların Arap çevrelerde bili¬nen şeyler olduğunu daha önce açıklamıştık. Allah'ın Musa ile konuşması, dağa tecelli etmesi, levhaları ona gökten yazılı olarak in¬dirmesi, İsrailoğullarmm onları görmesi ve dokunması, Asa'sının kor¬kunç bir ejderha'ya dönüşmesi, önüne gelen herşeyi yutması gibi kıs¬saları duydukları gibi, O'nun Mısır ülkesine bir takım musibetler gönderdiğini, tufandan daha korkunç bir dehşet'i, çekirgeyi, kı-mıl'ı, kurbağaları, kanı vs.yi üzerine çektiğini, Asa'sı ile denize vu-
379
rup onda Hipkuru yollar açtığını, israil oğullarının oradan yürdük-lerini, Firrvun ve ordusunun kurtulduklarını, Asa'sıyla taşa vurup oradan on iki kaynak fışkırttığını, îsrailoğullarımn boyları sayısın¬ca çeşmeler akıttığını, Allah'ın onları bulutlarla gölgelediğini, on¬lara yiyecek olarak Menn ve Selva'yı indirdiğini, bir kısmını eğitmek amacıyla öldürüp tekrar dirilttiğini biliyorlardı. Yanısıra, onların Yahya'nın ve daha önce de Ishak'ın Rabbani bir mucize eseri olarak Piri fani bir babadan, ihtiyar bir anneden doğduklarım İsa'nın ha¬rikulade bir mucize eseri olarak babasız dünyaya gelişini, bu neden¬le Hıristiyanların, O'nun Allah'ın oğlu olduğuna inandıklarını, O'nun daha beşikteyken Peygamberlerin sözlerini söylediğini, kör ve cüzzamlı kimseleri iyileştirdiğini, ölüleri dirilttiğini, çamura üfürüp bir kuş yaptığını, Allah'ın, Havarilerin gözü Önünde gökten O'na bir sofra indirdiğini, Havarilerin ondan yemek yediğini de duymuş ve bilmiş olmalıdırlar. Sonra onların, Allah'ın Davud'un hiz¬metine dağlan ve kuşları verdiğini, Süleyman'ı rüzgara ve cinlere egemen kıldığını, bilmeleri gerekir. Nuh Tufanı mucizesi ve gemisin¬den haberdar olmaları, İbrahim'e inen, sonra Lut'un yanına geçen meleklerin kıssasını, işledikleri günahlar nedeniyle Lut kavminin yerin dibine geçirildiğini bilmeleri lazımdır. Ehl-i Kitap yoluyla kendilerine ulaşmayan, Araplar arasında yaygın bulunan kıssaları da bildikleri söylenebilir: Hud, Salih ve Şuayb'ın peygamberlik¬lerini, Salih Peygamberin kayadan çıkan dişi deve mucizesi ve kav¬minin helak edilişini, Ad kavmini helak eden fırtına biçiminde esen rüzgarı, Şuayb kavmini yok eden kara bulutu bilmeleri gerekmek-tedir. Daha buna benzer Peygamberlere ait kıssaları bildikleri söy¬lenebilir. Onlar buna bağlı olarak daha önceki Peygamberler hak¬kında du3'duklan normlar ile "Peygamber'i" değerlendirmeye kalk¬tılar. Zihinlerinde yer eden Peygamber anlayışına göre onun şah¬siyetini değerlendirdiler. Muhammed'in onlara, Allah'ın kendisine vahyettiğini, kendisine peygamberlik verdiğini, insanları, hidaye¬te ve hak dine iletmesi için kendisini elçi olarak görevlendirdiğini bildirmesi, Allah'ın melekler aracılığıyla kendisine indirdiği, haber verdiği kitabın ayetlerini kendilerine okumasına tanık oluyorlardı. Tüm bunlara rağmen O, kendilerinden biriydi. Kendileri gibi bir in-sandı. Yedikleri gibi o da yiyordu, içtikleri gibi o da içiyordu. Onların çarşıda-pa zarda dolaştığı gibi gezip-dolaşıyordu. Kendilerinin başına gelen musibetlerin hepsi onun başına da geliyordu. Muhtaç olduk¬ları herşeye o da muhtaç bulunuyordu. Kendilerinin faydalandığı her
380
şeyden o da faydalanıyordu; bu nedenle onda özel bir nitelik, açık bir alamet ve olağanüstü bir güç bulamıyorlardı. Kendisine inen melek¬leri de gör emiyor lar di. Buna karşı dehşete kapılıp ayetler (mucize¬ler) ve deliller istediler. Nitekim daha önceki peygamberler buna ben¬zer şeyler gösteriyorlardı. Araplar da Rasul'den kendisini destek¬lemesi için meleklerin inmesini, elle dokunacakları ve okuyacakları bir kitabı gökten indirmesini, yerden sular fışkırtmasını, yerin ha¬zinelerini dışarı çıkarmasını, önceki atalarını diriltmesini ve daha nice Kur'an ayetlerinin hikaye ettiği meydan okumalara baş vuruyor¬lardı. Biz bu ayetlerden pek çoğunu zora koşmalar, büyü ve büyü¬cülük, kehanet ve kahinlik, şiir ve şairler, melekler ve cinlerle ilgili konularda nakletmiştik. Fakat Peygamber'in tüm bu iddialara kar¬şı tutumu, sürekli olarak olumsuz oluyordu ve o yalnızca kendisine indirilen Kur'an'a İşaret etmekle yetiniyordu. Şöyle ki:
1 Deki: "Size Allah'ın hazineleri yanımdadir, demiyorum: Gaybı da bil-
miyorum. Size ben meleğim de demiyorum. Ben ancak bana vah-yolımana uyuyorum." De kî' "Görenle görmeyen bir midir? Düşün¬müyor musunuz?" (En'am, 50)
2 De ki: "Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar ve-
recek durumda değilim. Eğer gaybı bilseydim daha çok hayır yapar¬dım ve bana kötülük de gelmezdi. Ben sadece İnanacak bir toplum için uyarıcı ve müjdeleyici bir peygamberim." (A'raf, 188)
3 Dediler kİ: "Bize yerden kaynaklar fışkırtmadıkça sana inanmayacağız.
Veya hurmalıkların, bağların olup aralarında ırmaklar akıtmalısın. Yahut da iddia ettiğin gibi göğü tepemize parça parça düşürmeli ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut altundan bir evin olmalı ya da göğe çıkmalısın. Bununla beraber, sen, bizim üzerimize okuyacağımız bir kitab İndirmedikçe senin göğe çık-mana da inanmayız." De ki: "Allah'ı tenzih ederim, (Subhanallah) ben sadece elçi olan bir insan değil miyim?" (îsra, 90-93) AyrıcaBkz: (6/109; 10/15; 13/7; 29/50-51)
Yalnız samimiyet ve doğruluğun ortaya çıktığı bu Kur'anî cevap¬lar ve karşılık vermeler, onları mucizeler ve harikulade şeyleri is¬temekten alıkoymadığı gibi, o ana kadarki "Peygamberlik" hakkın¬daki düşüncelerini de değiştirmeyecek yeni bir peygamberlik an¬layışı için ikna etmeyecekti. Daha sonra bu anlayış farkları yerini şid-detli çatışmalara terk edecektir. Elektriklenen havaya kin, kıskanç¬lık ve öfke egemen olunca, onların apaçık gerçeği, hakikatleri, üstün
381
aldı, doğruluğu, samimiyeti; sözde, eylemde, Allah'a ve güzel ahlaka çağrıda gösterilen ihlası görmelerini engellerdi. Böylece onlar, Pey-gamber'in çağrısını kendi zihinlerinde bulunan bilgilerle, inançlar¬la ölçüp-tartmaya ve ona göre değerlendirmeye kalktılar. Ona, bazen şair, bazen kahin, bazen sihirbaz, bazen büyülenmiş, bazen de mec¬nun demeye başladılar. Rasulün söylediklerinin şeytanın fısıltıları olduğunu iddia ettiler. Kendilerine okuduğu şeylerin, başkasından öğrenilmiş olduğunu eski milletlerin hikaye ve masallarından aktar¬malar olabileceğini ileri sürdüler. Bu iddiaların herbirisiyle ilgili olan ayetlerin çoğunu ilgili yerlerde vermeye çalışmıştık, onların bu tavırları, Peygamberin çağrısı siyasal yönden güçlenip askeri alan¬da üstünlük elde edinceye, liderlerin, diretenlerin mücadele edenlerin, tartışmaya girenlerin, inatçı, müstekbir ve kin besleyen düşmanların çoğu yok oluncaya kadar, aynı çizgide seyretmiştir.
3. Ahiret İnancı:
Peygamberlik davasının en temel ilkelerinden biri de ölümden sonra dirilme inancıdır. Muhtemelen bu husus Mekke döneminde en büyük ve en aşılmaz engellerden birini oluşturuyordu. Mekkî Kur'an'ın tekrar ve yoğunluk bakımından en önemli konularından birini bu inanç oluşturuyordu. Kur'an ayetleri, Kur'an'ın belir-lediği, müjdeleyip-uyarıda bulunduğu ahiret günü, insanların ölüm¬lerinden sonra dirilişi, dünya hayatlarında yaptıklarından hesaba çekilişleri, herkesin iyilik ve kötülük yönünden yaptıklarının kar¬şılığını bulacakları, iyilik yapan müminlerin bağışlanması, Allah'ın rızasına kavuşması ve cennetle mükafatlan dmlacakları, kötülük ya-pan kafirlerin ziyana uğrama, horlanma ve cehenneme sokulmak¬la cezalandırılacakları şeklindeki açıklamalarını Arapların hemen inkar, yüz çevirme, karşı koyma ve alaya almakla karşıladıklarını bildirmektedir. Bunlarla ilgili olarak gelecek örneklere bakalım:
1 "Hayat ancak bu dünyadakinden ibarettir. Biz dirilecek değiliz," de-
diler, (En'am, 29)
2 Onlara: "öldükten sonra dirileceksiniz" desen, inkâr edenler mut-
laka: "Bu apaçık bir büyüdür" derler. (Hud, 7)
3 Ölen kimseyi Allah'ın dıriltemeyeceği üzerine bütün güçleriyle Allah'a
yemin ederler. (Nahl, 38)
4 "Öldüğümüz, toprak ve kemik haline geldiğimiz zaman mı diril-
tileceğiz?" dediler. "Andolsun, bu tehdid bize de, bizden önce ata-
382
larımıza da yapıldı. Bu evvelkilerin masallarından başka bir şey değildir" (dediler). (Müminim, 82-83)
5 "Hayat, ancak bu dünyadaki hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız, bizi za¬manın geçişi yokluğa sürükler." derler. Onların bu hususta bir bil¬gisi yoktur. Sadece böyle sanırlar. Ayetlerimiz onlara açıkça okun¬duğu zaman: "Doğru sözlü iseniz babalarımızı getirin bakalım" demekden başka delilleri yoktur. (Casiye, 24-25) Ayrıca Bkz: (17/49-51; 34/7-8, 3-4)
Ahiret gününü, o günde hesaba çekilişi, mükafatı ve cezayı müj¬deleyen, uyarıda bulunan ayetlerin çokluğu, içerdikleri Rabbani hikmet ve imani hakikatin yanında, problemin bazı sınıflarla ilgili olup, bazılarıyla ilişkin olmadığını değil, tam tersine problemin herkesin problemi olduğunu göstermektedir. Mesele müşriklerin, Al¬lah ile beraber ortak koşanların ve O'na şefaatçılar ve arabulucular¬la yaklaşanların problemidir. Öyle ki, o zamanlarda insanların dar¬madağın olup, toprak haline geldikten sonra ikinci bir defa diril¬melerine akılları eriniyordu demek doğru olabilir. Onlar tekrar dirileceklerine, dünya hayatlarında işledikleri iyilik, kötülük, sevap, günah, yararh-zararlı, iman, küfür gibi herşeyden tekrar hesaba çekileceklerine akıl erdiremiyorlardı.
Bizim tercihimize göre, Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerinde ölümden sonra diriliş, ahiret günü, hesaba çekilme, mükafat al¬ma, cezaya çarptırılma gibi konularda açık bir beyanat ve net bir gö¬rüş açısı olmayışı, Arapların zihinlerinde, düşüncelerinde mesele¬yi çözümlemesi mümkün olmayan bir düğüm haline getiriyordu. Bu nedenle onlar bu konuda yapılan uyarı ve tehditleri, yüz çevirme ve alaylı bir tavırla karşılıyorlardı. Çünkü onların bu gaybî-imanî ha¬kikati kabul etmeleri için bir hazırlıkları yok sayılırdı. Burada me¬sele soyut Allah düşüncesi, melek düşüncesi, peygamberlerin gön¬derilişi, Allah'ın onlara ayetleri ve kitapları vahyetmesi ve onları mucizelerle desteklemesi gibi değildi çünkü.
öyle ise; "Arapların herhangi bir dine bağlanmakla, Allah'ı ka¬bul etmekle, O'na ya da ortaklarına, şefaatçılarma ibadet görevlerini yerine getirmekle, kendi içlerinde bir peygamberin gönderilmesini, kendilerine Rabbani bir kitabın indirilmesini, O'na uymaları ve O'nun gösterdiği yolda yürümelerini arzu etmekle amaçladıkları he¬def neydi?" diye sorulabilir.
Bu soruya cevap niteliğinde diyebiliriz ki: İlk etapta akla gelen odur ki dinin insanda yaklaşık olarak vazgeçilmez bir duygu ol-
383
duğunu, inançların, insanda kökleştiğini ve üzerinden uzun zaman¬lar geçtiğinde insanda bir bilinçsizliğe dönüştüğünü, düşünceye ve doğru değerlendirmeye bağlılık göstermediği gerçeğini gözardı ede¬rek, onlar bu dindarlıklarında, diğer tüm insanların herhangi bir din¬darlığı seçmekle amaçladıkları hedeflerin aynısını hedefliyorlar¬dı. Ahiret hayatının hiç bir anlam taşımadığı ve özellikle Kur'an'ın belirlediği biçimde bir ahiret inancı olmayan dinleri seçen insanların amaçladığı şeyin aynısını amaçlıyorlardı. Bu amaç da Allah'ın rı¬zasını, merhametini, iyiliğini, yardımını, himayesini elde etmekti. Onu razı eden ve öfkelendiren şeyleri tanımaktı. İyiliği elde et¬mek, zararlı olan şeyleri başlarından savmayı garanti etmekti. Kendilerinin dünya hayatında bir takım istekleri, umutları vardı. Korkuları, endişeleri bulunuyordu. Yağmur onların bu istek ve umutlarını zedeleyebiliyor, kıtlık gırtlaklarına dayanabiliyordu. Musibetlere, felaketlere, hastalıklara maruz kalıyorlardı. Deniz yolculukları yapıyorlardı. Büyük tehlikeleri göğüslüyorlardı. Yol¬culuklara çıkıyorlardı. Aralarında çatışmalar, savaşlar alevleniyor¬du. Rizık korkusu çoluk-çocuk derdi bellerini büküyordu. Karanlık hayaller, rüyalar, kabuslar, gizemli kötü ruhlar kendilerini kor¬kutuyordu. Fırtınalar, depremler, ay tutulması, güneş tutulması, yıl¬dırım, gök gürültüsü, şimşekler kendilerim dehşete düşürüyordu. İş¬te bunların hepsi onları dindarlığa, Allah'a ya da O'nunla beraber tanrılara ve şefaatçılara dua etmeye, onlara ibadet etmeye, onlara şirin görünmeye, onları hoşnud eden ve öfkelendiren şeyleri öğren¬meye rağbet etmelerine neden olabilir. Yani onların dindarlığı, sırf dünya ve dünya olayları içindi. Ya başlarına gelmiş ya da gelecek olan bir felaket korkusuyla, kendilerini bulmuş ya da bulacak olan. bir kötülükten kurtuldukları bir nimeti, rızkı, iyiliği, kazancı veya zaferi elde etmek için dindar oluyorlardı.
Kur'an'da sırf bu dini düşünceyi sembolize eden bir dizi ayet var¬dır. Ayrıca Kur'an onların Allah dışında çağırdıkları ortaklarının kendilerine ne bir fayda ne de bir zarar verebileceğini, ne bir yardım¬ları ne de destekleri olabileceklerini belirtip, onların anlayışlarını reddederken de Arapların bu düşüncelerini kaydetmektedir. Kur'an zaman zaman dünya mallarının geçici olduğunu, onlara yapışma ya da onlarla yetinmenin ne denli büyük bir hata ve hoş bir şey olaca¬ğını kavratmak için bir takım örnekler vermektedir. Böylece Kur'an, onların dindarlık ve ibadetten başlıca amaç olarak gördükleri ve önem verdikleri nesnelere, onların bu sırf dünyalık düşüncelerine
384
karşılık veriyor ve onları reddediyordu.
Şirk konusunda bu hususla ilgili bir dizi ayet kaydetmiştik. Şimdi bir takım örnekler daha verelim:
1 Hac ibadetinizi bitirdiğinizde atalarınızı andığınız gibi hatla ondan da-
ha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın "Rabbimiz1 Bize dünyada ver" di¬yen insanlar vardır. Öylesine ahirette bir pay yoktur. (Bakara, 200).
2 Dünya hayatı sadece oyun ve oyalanmadır; ahiret yurdu sakınanlar için
daha iyidir. Düşünmüyor musunuz?" (En'am, 32).
3 Bizimle karşılaşmayı ummayan ve dünya hayatından hoşnut olup, ona
bağlananların ve ayetlerimizden habersiz bulunanların, işte bunların kazandıklarına karşılık varacakları yer cehennemdir. (Yunus, 7-8).
4 Dünya hayatım ve güzelliklerini isteyenlere, orada işlediklerinin kar-
şılığını tastamam veririz; Onlar orada bir eksikliğe de uğratılmazlar. İşte ahirette onlara ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler ora¬da boşa gitmiştir. Zalen yapmakta oldukları da batıldır. (Hud, 15-16)
5 Dünyayı isteyene -İstediğimiz kimseye dilediğimiz kadar- hemen ve-
ririz. Sonra da Cehennem'i hazırlarız; yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya girer. (İsra, 18).
6 Hayır, hayır; ey insanlar! Sizler çabuk elde edeceğiniz dünya nimet-
lerini seversiniz. Ve ahireti bırakırsınız... (Kıyame, 20-21).
7 Doğrusu insanlar çabuk elde edilen dünya nimetlerini severler de, ağrr-
lığı çekilmez günü arkalarında bırakırlar. (İnsan, 27) Allah'ın, Kur'an ayetleriyle kendilerine bildirdiği tehditleri on¬lar, hep kendi anlayışlarında, dünyada kendilerini yakalayıverecek bir azab olarak anlıyorlardi. Çünkü onların kafalarında Ad, Se-mud, Lut ve Ashabı Medyen'in cezaya çarptırılması, aniden yok edilişleri vardı. Ontın için bekliyor... bekliyorlardı! Fakat Allah'ın azabı kendilerine gelmeyince afallıyor, garip karşılıyor ve bu tehdidi inkara kalkışıyorlardı. Bir taraftan meydan okuma ve yalanlama niyetiyle onun hemen gelmesini isterken öte yandan ahiret azabı¬na da inanmıyorlardı ki ölümden sonra dirilince o azaba uğrama ola¬sılığını kabul etsinler. Aşağıdaki ayetlerde bunu görüyoruz:
1 Andolsun ki, onların azabını sayılı bir süreye kadar ertelersek, "onu
alıkoyan nedir?" derler. Bilin ki, onlara azab geldiği gün, artık ge¬ri çevirilmez, alaya aldıkları şey onları mahvedecektir. (Hud, 8)
2 İnsanların iyiliği acele istemeleri gibi, Allah da azabı çarçabuk versey-
di, süreleri hemen bitmiş olurdu. Bizimle karşılaşmayı ummayanları, azgınlıkları içinde bocalar bir vaziyette bırakırız." (Yunus, 11)
385
3 İnsan aceleci olarak yaratılmıştır. Size ayetlerimi göstereceğim, bu-
nu benden acele istemeyin. Doğru sözlü iseniz bildirin bu tehdit ne zamandır? derler. Kafirler, ateşi yüzlerinden ve sırtlarından men' edemeyecekleri ve yardım da göremeyecekleri zamanı keşke bil¬seler. Belki aniden gelecek de onları şaşırtacaktır. Artık O'nu geri çevİremezler; kendileri de ertelenmez. (Enbiya, 37-40)
4 Bununla beraber, Rabbin mağfiret ve merhamet sahibidir. Eğer onları,
yaptıklarından dolayı hemen hesaba çekmek isteseydi, azaba uğrat¬makta acele ederdi. Ama onların bir vadesi vardır. Ondan kaçıp sı¬ğınacak yer bulamazlar. (Kehf, 5S)
5 Senden azabı acele bekliyorlar. Eğer süre belirtilmiş olmasaydı, azab
onlara hemen gelirdi. Ama yine de onlar farkına varmadan baş¬larına ansızın gelecektir. Cehennem inkarcıları kuşatmış iken, on¬lar hala senden azabı çabuk getirmeni istiyorlar. (Ankebut, 53-54)
6 Biz ilk yaratışla yorulduk mu? Hayır, onlar yeniden yaratılmaktan şüp-
he etmektedirler. (Kaf, 15)
Burada bir noktaya daha temas etmek istiyoruz: Arapların, Kur'an'ın müjdelediği ve uyardığı biçimde, ölümden sonra diril¬meyi, hesaba çekilmeyi, mükafat ve cezayı kabul etmediklerini, bu inancın peygamberin çağrısı önündeki büyük problemden birini oluşturduğu ve karşı çıkılmasına neden olduğu... şeklindeki değer-lendirmemizin yanında, onların ölümden sonra Ruh'un ölümsüz¬lüğüne inandıklarını da belirtmeliyiz. Bu konuyu ilerde başka bir fasılda ele alacağız.
386
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
Alt 12. June 2011, 09:43 PM   #18
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

F) IBRAHİMİ DİNİN DtVAWitiLMMi:
Peygamberlikten hemen önceki dönem ve çevrede ortaya çıkan yeni dini gelişme hareketine, bu hareketin içinde Hanifler, Sabiîler; ibrahim Dinini izleyenler sınıfının rolüne geçen konuda kısaca de¬ğinmiştik.
Bu konu, sözü edilen hareketin tasviri ve olgunlaşması, daha doğ¬rusu olgunluğa yaklaşması açısından çok önemlidir. Eu nedenle söz konusu sınıfı, ortaya çıkış şartlarını ve bunun taşıdığı anlamı ele almak amacıyla özel bir konu açma ihtiyacı duyduk.
1. Sabiîler:
Kur'an'da Sabitlerden söz eden üç ayet vardır, iki ayette, onlar, Müminler, Yahudiler ve Hıristiyanlarla yalnız olarak söz konusu edilmiş; üçüncüsünde ise, bunlrın yanında Müşrikler ve Mecusiler de zikredilmiştir. İşte ayetler:
1 Şüphesiz iman edenler; Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiîler, bunlar¬dan kim ki Allah'a ve ahiret gününe inanır, İyi bir iş yaparsa elbet¬te onlara Rabb'leri katında mükâfat vardır; onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. {Bakara, 62)
t2 Doğrusu inananlar, Yahudiler, Sabiîler ve Hıris uyanlardan Allah'a ve ahiret gününe inanan, yararlı iş yapan kimselere korku yoktur. On¬lar üzülmeyeceklerdir. (Maide, 69)
3 Doğrusu İnananlar, Yahudiler, Sabiîler, Hıristiyanlar, Mecusiler, Müşrikler arasında, kıyamet günü Allah kesm hüküm verecektir. Doğrusu Allah herşeye şahiddir. (Hac, 17)
Müfessirler Sabiîlerle ilgili olarak şu görüşleri kaydetmişler¬dir29:
1- Bunlar mecusilerden bir gruptur;
2- Meleklere tapanlardır;
3- Yıldızlara tapanlardır;
4- Güneşe tapıp günde beş vakit ona namaz kılanlardır;
5- Yahudiler ile Hıristiyanlar arasında bir anlayışa sahip kim¬selerdi, Allah'ın varlığını kabul ediyor, Zebur okuyor, meleklere tapıyor ve Ka'be'ye doğru namaz kılıyorlardı, her dinden bir şey al¬mışlardı;
6- Bunların dinlerinin temeli, Hz. Nuh'un dini idi;
29 Bakara, 62 ayetin tefsin için bkz: Taberi, Nesefi, Razî, Ebu's-Suud, Hazîn, Bey-zavî, Tabersî, vd.
387
7- Bunlar herhangi bir dine bağlanmayan kimselerdi.
Hac sûresi ayetinde Mecusiler ve Müşriklerin, Sabitlerle beraber zikredilmesi, Sabiîleri, mecusilikten ve Allah ile birlikte yıldızlara ve meleklere ibadet etmeyi kapsayan şirkten uzaklaştırmış olmalı¬dır. Onların Bakara ve Maide sûrelerinde müminlerle, Yahudiler¬le ve Hıristiyanlarla yani apaçık ya da te'vile dayalı bir tevhidi inanca sahip olan Muvahhidlerle zikredilmesi, onların da herhan¬gi bir şekilde Tevhid inancına bağlı muvahhidler olduğunu çağrış¬tırmaktadır. İşte müfessirler bu noktaya dikkat çekmemiş bulunu¬yorlar.
Bu ismin şu anda Irak'ta bulunan ve kendilerine "Subbe'e" ya da "sabe'e"nin bozulan biçimi sanılan "Subbe" adı verilen dini çağrış¬tırması zihinlerde yer etmiş bulunmaktadır. Hatta bazı zmifessirler bu görüşte olduklarını belirtmişlerdir. Ayrıca bilindiğine göre, Klâ¬sik Arap Edebiyatının Önde gelen şahsiyetleri arasında bu inançta oldukları bilinen kimseler vardır. Bunlar kendi inançlarına bağlı-lıklarıyla tanınmaktadır. Bunlardan biri "Ebu İshak es-Sabiî'dir" Ba¬zı müfessirler, bu inançla ilgili bir hikaye kaydetmişlerdir: Me'mun, içindeki bir grup insanın yıldızlara taptığı bir köyden geçmiş ve on¬ları müşriklerden sayıp, onlardan cizye almak istememişti. Bunun üzerine kendisine tunların, Kur'an'da Yahudiler ve Hıristiyanlar¬la beraber sözü edilen Sabiîler oldukları ve onlara uygulanan hük¬mün bunlar için de geçerli olacağı hatırlatıldı. O da onları zimmet ehlinden saymaya devam etti ve kendilerinden cizye aldı.
Bunun yanında bu kavramın "Sabee" ya da "Sabâ", (eğilim duy¬du, saptı anlamında) Arapça kökenli bir sözcük olduğunu da belirt¬meliyiz30. Yusuf Sûresinde bu kökten kaynaklanan bir kip aynı an¬lamda kullanılmıştır:
"... Eğer tuzaklarım benden uzaklaştırmazsan onlara meyleder ve cahillerden olurum." (Yusuf, 33).
Peygamber asrındaki Arapların, atalarının dininden ayrılan ve yeni bir dine girenlere de "Sabiî" adını verdiklerini buna bağlı ola¬rak Peygamber'i ve ilk müslümarvlara bu isimle yad ettiklerini belirt¬meliyiz. Onlara "Sebee ve Sabiîler" diyorlardı. îbn Hişam'm Ömer'in müslüman oluşu ile ilgili kaydettikleri arasında şunları da görüyo¬ruz. Ömer, önceleri Peygamber'e Sabiî diyordu. Müslüman olduktan sonra Kâ'be avlusuna başı dik olarak girdiğinde orada bulunanlar
30 Lısanu'1-Arab "Sebe'e" maddesi 388
şöyle dediler: «Hattab'ın oğlu, bir Sabiî suratı ile size geldi.» Sahi¬hi Buhari'de bedevi bir kadının Peygamber'i şu sözleriyle tanıtma¬ya çalıştığı kaydedilir: «Şu kendisine Sabiî denilen adam»31 Us-du'1-Gâbe'de Haris el-Gâmidi'den rivayet edilen bir hadiste kayde¬diliyor ki O, Kureyş'ten bir topluluğun Mekkeli bir adamın başına toplandığını görmüş ve babasına: Bu kalabalık nedir, diye sormuş¬tu. Babası da: Bunlar, kendilerinden bir Sabiînin etrafında toplanan bir kalabalıktır, cevabını vermişti. Sonra ona yaklaştık. Bir de ne gö¬relim! Resulullah insanları, yalnız Allah'a ibadet etmeye çağırı¬yor.
İslam'ın ilk dönemlerinde Peygamber'e ve O'na iman edenlere Sa¬biî adı verilmesi, bu Kur'anî kavramın herhangi bir şekilde muvah-hid bir kesimi gösterdiği biçimindeki yaklaşımı güçlendirmekte¬dir. Zira Kur'an bu düşünce sahiplerini Bakara ve Maide ayetlerin¬de muvahhidler düzleminde ele almış ya da en azından onların Arapların dininden ve şirke bulaşan geleneklerinden ayrı kimseler olduğunu ifade etmiştir. Bu kavramın Kur'an'da kullanılmış olma¬sı, onun peygamberlikten önce de kullanılan kavramlardan biri ol¬duğunu gösterir. Buna bağlı olarak söz konusu kavramın ilk defa peygamber ve arkadaşları için kullanılmadığına inandığımızı söy¬leyebiliriz. Zira eğer böyle olsaydı ayetlerde önce müslümanlardan söz etmek için "Sabiîler" denmesi, ikinci olarak onlara "iman eden¬ler" kavramının kullanılması için bir hikmet olmazdı. Yani Araplar onlara bu ismi kullanmış olsa da, Kur'an'm adlandırmasına göre on¬lar Peygamber ve müslümanlardan ayrı bir kesimdir. Kesin olan, Sa-biîlerin, peygamberlikten Önce, Arapların şirke dayalı inançlarını ve geleneklerini terk edenlerden oluştuğuydu.
Tüm bunlara bağlı olarak Kur'an ayetlerinde kullanılan bu kav¬ramın, Risalet öncesi dönem ve çevrede de, herhangi bir biçimde Tev¬hide inanan bir topluluğa işaret etmek, ya da onları ifade etmek için kullanıldığını söylemenin makul olduğu görüşündeyiz. Onlara bu adın verilişi kelimenin sözlük anlamından hareket etmekten kaynak¬lanıyordu. Çünkü onlar, atalarının dininden sapmış, tevhide daya¬lı yeni bir dine ya da inanca boyun eğmiş ya da onu izlemiş bulunu¬yorlardı ve seçtikleri din Yahudilik ya da Hıristiyanlık da değildi. Bu isim Peygambere ve ona iman edenlere hemen yapıştırılmıştı. Çünkü herkesçe bilinen kullanılan bir yakıştırmaydı bu. Onların, di-
31 Tecrîd, I 47
389
ğer dinlere bağlı bulunanlarla birlikte Medenî ayetlerde anılmala¬rı, onlardan bazı bireylerin o zamana kadar kendi dinleri üzerinde kaldıkları ve Peygambere tabi olmadıklarını gösterebilir. Rivayet¬ler de, Ümeyye b. Sait'in kendisini Peygamberliğe aday gördüğün¬den, Peygamberle yarıştığını belirtmekle bu yaklaşımı destekle-mektedir.
Müfessirlerin Sabitlerle ilgili değerlendirmelerini ise bu konuda yapılan tahminler olarak görüyoruz. Ayrı ayrı görüşler ileri sürme¬leri ve bu konuda zik zak çizmeleri de, onların tahminde bulunduk¬ları görüşünü pekiştirmektedir. Aynı şekilde bugünkü Irak Subbe'le-riyle Me'mun zamanında ve ondan sonraki Sabiîler arasında bir bağ¬dan ve Kur'an'ın adlandırmasından söz etmek de bir kuruntu ve tah¬minden öte bir anlam ifade etmez. Daha doğrusu İslam'dan iki ya da daha fazla asır sonra ortaya atılan bir yakıştırma, sonradan uydu-rulan bir hikayedir. Çünkü: 1- Arapça kökenli ve türevleri Arapça olan bir sözcüktür. 2- Bu kavram Peygamber döneminde de kulla¬nılıyor ve Araplardan atalarının dininden sapan kimselere bu ad ve¬riliyordu. 3- Bu geleneğin bir devamı olarak Peygambere ve ilk müslümanlara bu ad verilmişti. 4- Peygamber döneminde Arap ya-rımadasında ve çevresinde bu isimle anılan bir kesimin varlığını ha¬ber veren hiçbir klâsik Arapça kitap yoktur. 5- Irak'ta yıldızlara ta¬pan bu kesim, kendi dillerinde Sabiî adını ya da köken olarak buna yakın bir ismi taşımıyorlardı ki, "Yahudiler" ve "Hıristiyanlar" kav¬ramında olduğu gibi bunun da tahrif edilmiş ya da Arapçalaştırıl-mış bir isim olduğu söylenebilsin. 6- Mecusilerden ve Yıldızlara ta¬panlardan cizye alınması Peygambere ve Raşid halifelere ait, bili¬nen, alışılan ve kitaplarda kaydedilen bir sünnetti. Bu da Me'mun dönemindeki "Sabiîler" ismi ve onlardan cizye alınmasının caiz olu¬şuyla ilgili olarak kaydedilen rivayeti zayıflatmaktadır.
Bunlar kimdi; atalarının bağlı bulunduğu inançları ve gelenek¬leri bırakıp, onun yerine bağlı bulundukları yeni inançları nasıldı?
Siret ve tefsir kitaplarında kaydedildiğine göre32 Hicaz Arapla-rından bir takım kimseler semavî kitaplara yönelmiş, akılları aydın¬lanınca atalarının taptıklarına tapmayı, Allah ile beraber başka tan¬rılar edinmeyi ya da şefaatçi ve dost tanrılar tutmayı reddetmiş ve onların hepsinden ayrılmışlardı. Onlardan bazıları İbrahim'in (a) di¬ni olan Hanifliği araştırmak amacıyla yeryüzünde dolaşmaya, ba-
32 Ibn Hışam, I, 215-223, II, 103, 177-178, Ibn Sa'd, I, 202, Razı, I, 369-370 390
zıları Hıristiyan olmaya bir kısmı ibrahim'in dinine göre ya da O'nun dini olarak sandığı şekilde ibadet etmeye başlamıştı. Bunla¬rın Mekke'de olanları olduğu gibi, Medine'de olanları da vardı. Bu kitaplar, onlardan küçümseneyecek kadar bir kesimin adını da ver¬mişlerdir. Bunlar arasında: Zeyd b. Cahş, Ümeyye b. Sait, Ebu Kays en-Neccar el-Yesribi, Ebu'l-Heysem b. Teyhan el-Yesribi, Ebu Amir el-Evsi, Selman el-Farisi ve Ebu Zerr el-Gifari'yi görüyoruz.
Sahihi Buhari'ae 33 yer alan bir hadisin özeti şöyledir: Hz. Ha¬tice fr) Peygamber'i amcasının oğlu Varaka'ya -semavî kitapları okumuş, Ibranice bilen bir ihtiyardı- götürmüş ve onun durumunu öğrenmeye çalışmıştı. O da Peygamberin bu müjdesini duyunca kendisine gelen şeyin, Musa Peygamber'e (a) inen Nâmus'un aynı¬sını olduğunu söylemiş, kendisine cesaret vermiş, teskin etmiş^ve di¬nini açıkladığında, çağrısını yaptığında O'na destekte bulunacağı¬nı va'detmişti.
îbn Hişam'da34 bu şahısların ilk dördü, özellikle de Zeyd ile ilgi¬li uzun bir hadis vardır. Burada Zeyd'in kavmini nasıl ayıpladığı, on¬lara karşı, İbrahim'in dinine bağlı olmakla övündüğü, İbrahim'in di¬ni olan Hanifliği aramak amacıyla dolaşmaya ne kadar önem verdi¬ği, amcasının ona nasıl eziyet ettiği ve onu dininden çevirmeye ça-lıştığı dile getirilmektedir.
Usdu'l-Gâbe'de35 Zeyd'e izafe edilen bir dua ve yalvarış biçimi yer almaktadır. O, bununla Rabbine niyazda bulunur ve şöyle derdi: "Sa¬mimi olarak emrine hazırım. Kul olarak, köle olarak... İbrahim'in sı¬ğındığına sığındım. Sana boyun eğdim. Ne kadar beni zora koşsan hep göğüs gereceğim..." Zeyd, bineğinin üzerinde secdeye kapanır¬dı. Peygamber Peygamberlikten önce onunla bir araya gelmiş ve O'nun yalnız bir ümmet olarak dirileceğini söylemişti. Zeyd, Said b. Zeyd'in babasıydı. Said ise İslam'a ilk girenlerden ve Aşere-i Mübeş-şeredendi. Kardeşinden önce kocasıyla beraber müslüman olan Hattab'ın kızı Fatıma'nın kocasıydı.
Aynı şekilde İbn Hişam'ın Ebu Amir el-Evsi ile ilgili olarak kay¬dettiğine göre, Hicretten sonra Medine'de Peygamber'le karşılaştı¬ğında bile kendisinin, İbrahim'in dinine, Hanifliğe bağlı olduğunu iddia ediyordu.
33 Tecrîd, î 7
34 I, 215. 223
35 II. 227-339
391
2. Hanifler:
Kur>an'daa"Hanif ve "Hanifler" kavramının geçtiği bir dizi ayet vardır. Bu ayetlerin bir kısmı Mekkî, bir kısmı Medenîdir. Bir kıs¬mı İbrahim ve dini ile, bir kısmı Peygamberin çağrıda bulunduğu dini nitelemekle ilgilidir. Bir kısmı ise geneldir. Hepsi de "Tevhid" ve,"Muvahhidler" anlamını taşıyor, gelecek örneklere bir göz atalım:
1 "Yahudi veya Hıristiyan olun ki, doğru yolu bulaşınız." dediler, ha-
yır, de ki: "İbrahim'in hanif (dosdoğru) dînine (uyarız). O müşrik¬lerden değildi..." (Bakara, 135)
2 İbrahim ne Yahudi ne de Hıristiyandı. O Hanîf bir Müslümandı. Müş-
riklerden değildi. Doğrusu, insanların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar; bu peygamber ve müminlerdir. Allah da müminlerin1 ve-lisidir. (Al-ı îmran, 67-68)
3 Sana, "Hanıf olarak doğruya yönelen, müşrik olmayan İbrahim'in di-
nine uy" dîye vahyettik. (Nahl, 123)
4 ...Artıkopıs'putlardan ve yalan sözden sakının Allah'a ortak koşma-
dan, Hanifler olarak (Allah'ı birleyin)... (Hac, 30-31)
Ayrıca Bkz: (6/161; 10/104-105, 30/30-31)
Müfessirler "Hanif kavramının "Hanefe" kökünden türediğini ve düzeldi, doğruldu anlamına geldiğini söyledikleri gibi, onun "Hani-fe" kökünden türeyip eğilim duydu, saptı anlamına geldiğini, nite¬kim ayağında biraz eğrilik bulunan kişinin "Ahnef' diye adlandırıl¬dığını da belirtmişlerdir. Bu ikinci görüş tutarlıdır. Onlara göre Hanif kavramı ve onun çoğulu olan Hunefâ'kavramı Peygamberlik¬ten önce şirk dininden sapan ve Allah'ı birleyen, Tevhide inanan Araplar için kullanılıyordu. Açıktır ki, bu anlam ile Sabee ve Sabi-îler kavramlarının anlamı arasında bir paralellik vardır. Araların¬daki fark Hanif ve Hunefâ' kavramının Kur'an'da daha fazla ve sık olarak, Tevhidin anlamı ve Muvahhidlerin niteliklerini daha açık bi¬çimde ifade eden cümlelerde geçmiş olmalarıdır. Yalnız bunlar, Sa¬bitler kavramının kullanıldığı gibi, dini bir inanç sahibi kimseleri niteleme sadedinde kullanılmamıştır.
Biz bazı araştırmacıların, Hanif ve Hunefâ' kavramları ile ilgi¬li olarak bir takım görüşleri olduğunu biliyoruz. Bunlardan bir kıs¬mı, onların peygamberlikten önce varolan bir grup ya da inanç ol¬duğunu göstermeye çalışmaktadır. Başka bir kesim ise, bu inancın Arap inancı olmadığını belirtmek suretiyle, sözcüğün de Arapça ol¬duğundan kuşkulandırma yolunu izlemekte ve onun yabancı bir
392
inanç olduğunu savunmaktadır. Bazıları da Hanifler ile Hanife-oğullan ve Müseylemetu'l-Kezzab arasında bir ilişki kurmaya çalış¬maktadır. Diğer bir kesim ise, daha da ileri gidip sınırı aşarak bu kavramın Peygamber'in zihinde kapalı-karmaşık olduğunu zan¬netmişlerdir. Bununla ilgili olarak doğruluğuna inandığımız yakla¬şım, az önce belirtmeye çalıştığımız yaklaşımdır. Ve bu kelime Arapça kökenlidir. Her halükârda kavramın Kur'an'da kullanılmış olması, onun Kur'an'in inişinden önce Arap dilinde kullanıldığında kuşkuya yer bırakmamaktadır. Ve kavramın daha önce de Kur'an'm ona yüklediği Tevhid ve Allah ile beraber ortak koşmama anlamı¬nı taşıdığını ifade etmektedir. Diğer görüşler ise, bize göre üzerin¬de durulmaya ve tenkid edilip çürütülmeye bile değmez.
Durum ne olursa olsun biz Sabitler ile Haniflerin aynı şey oldu¬ğu ya da bir sınıf olduğunu tercih etmeğe eğilim duyuyoruz. Onla¬rın, atalarının şirke dayalı dinlerinden ya da putperestliklerinden ayrılan, Hicaz'ın aynı düşüncedeki kişileri olduklarını tercihe şayan buluyoruz. Bunlar tevhid inancına bağlanıp Allah'ı birleyen, Yahu¬dilik ve Hıristiyanlığa gönülleri yatmayan ya da en azından bir kı¬sımları bu iki dinde huzur görmeyen kimselerdir. Çünkü bu dinler¬de bir takım problemler ve bölünmeler görüyorlardı. Sonra o dine bağlı olanlarda sapmalar ve çelişkiler farkediyorlardı. Onlardan ibrahim'in dinine göre ya da ibrahim'in dini olarak sandıkları şekil¬de Allah'a ibadet eden bir takım kimseler de vardı. Bunlardan bir kısmı da, İbrahim dinine göre kulluk yapmak amacıyla, bu dini araştırıyordu.
En'am 161. ayetinde, Risaletten önce Rasulullah'ın da din veya İbrahim'in dini hususunda bir tür çıkmazda olduğunu belirten izler vardır. Bu nedenle Allah'ın ona doğru yolunu gösterdiğini vahyet-tiğini söyleyebiliriz. Belki de, ilk inen sûrelerden biri olan Duha sû¬resinin 8. ayetinde işaret edilen de budur:
"Seni yetim blup barındırmadı mı? Seni şaşırmış bulup doğru yo¬la iletmedi mi." (6-7. Ayetler)
En'am ve Duha ayetleri yine gösteriyor ki: Peygamber, bir ölçü¬de gelişme göstermiş olsa da atalarının izlediği şirk ve putperestli¬ğe karşı çıkmış ve onları kabul etmemişti. Onun için şöyle bir yak¬laşım aşırılık olmaz: Peygamber de Peygamberliğinden önce, atala¬rının inançlarından uzaklaşan, fakat Hıristiyanlık ve Yahudiliğe de gönülleri yatmayan; sarsılmaz hakikati, gerçeği, hiç bir eğriliği bu-
393
lunmayan Allah'ı birlemede (Tevhid'te), Haniflik olan ibrahim'in di¬nine göre O'na ibadet eden, bununla beraber bu din hakkında her¬hangi bir şekilde bir şaşırmışhktan, yolunu kaybetmekten kurtula¬mayan ve kendilerine Sabiîler adı, Hanifler sıfatı verilen bu birey¬lerden biriydi. Nihayet Allah, O'nun, Risalet için gerekli nitelikle¬ri taşıdığını görmüş ve Rasul olarak O'nu seçmişti. Allah mesajını kime vereceğini çok iyi bilmekteydi. Kendisini seçtikten sonra şöy¬le söylemesini emretti: "Şüphesiz Rabbim bei doğru yola, gerçek di¬ne, doğruya yönelen ve ortak koşanlardan olmayan ibrahim'in dini¬ne iletmiştir." (En'am, 161)
Aynı şekilde, ibrahim'in, O'nun dininin Kur'an'da çokça geçme¬si; bu dinin şirkin karşıtı oluşuna, aslına atıflarda bulunulmasına, ondan sonra ortaya çıkan Yahudilik ve Hıristiyanlığın hak yoldan sapmış olduğuna dikkat çekilmesi gösteriyor ki:
1- İbrahim'den (a.) ve onun Haniflik dininden sözetme, peygam¬berlikten önceki Hicaz Arapları çevresinde özellikle de aydınlar arasında gündemde olan bir konuydu. Atalarının dinini bırakıp yo¬lunu şaşıran ve ibrahim'in (a.) dinini arıştırmaya kalkışan bireyler¬le ilgili işaret ettiğimiz siret rivayetleri de bu anlayışı desteklemek¬tedir.
2- Hicaz Araplarmm ya da onların aydın olanlarının anlayışla¬rına göre, ibrahim'in dini parlak bir tablo oluşturuyordu. Onlar bu dini tertemiz, dupduru olarak kabul ediyorlardı. Onların anlayışla¬rına göre bu dine, Yahudilik ve Hıristiyanlığa bulaşan şaibeler, sapmalar, ayrılıklar ve cedelleşmelerin hiç biri bulaşmamıştı.
Bu mesele Peygamber (s.) ile Yahudiler ve Hıristiyanlar arasın¬da tartışma ve mücadele konusu oluyordu. Nitekim Kur'an, onları beyinsizlik ve hatalı olarak gösteren reddiyeler getirmiş, onların çe¬lişkilerini ve sapıklıklarını belirtmiştir. Aşağıdaki ayetlerde bunu görüyoruz.
1 Kendini bilmezden başkası İbrahim'in dinînden yüz çevirmez. Andol-sun ki dünyada O'nu seçtik, şüphesiz O ahirette de iyilerdendir. Rabbi ona: "Teslim ol" buyurduğunda, "Alemlerin Rabbme teslim oldum" demişti. İbrahim, bunu oğullarına vasiyet etti. Ya'kub da "Oğullarım, Allah bu dini sizin için seçti, siz de ancak O'na teslim olmuş olarak can verin." dedi. Yoksa Yakub can verirken sizler yanında mı idiniz? O oğullarına: "Benden sonra kime kulluk edecek¬siniz1?'' diye sormuştu. Onlar da: Senin İlahına ve ataların İbrahim,
394
İsmail, İshak'ın ilahı olan tek ilaha kulluk edeceğiz, bizler O'na tes¬lim olmuşuzdur," demişlerdi Onlar geçmiş bir ümettir. Kazandık¬ları kendilerine, kazandıklarınız da sizedir. Onların yapmış olduk¬larından sorumlu değilsiniz. Yahudi veya Hıristiyan olun ki doğru yolu bulaşınız" dediler. De ki: "Doğruya yönelmiş olan ve Allah'a eş koşanlardan olmayan İbrahim'in dinine uyarız." "Allah'a, bize gönderilene, ibrahim'e, İsmail'e. İshak'a, Yakub'a ve torunlarına gönderilene, Musa ve İsa'ya verilene, Rableri taralından peygamber¬lere verilene, onları birbirinden ayır d etmeyerek inandık, biz ona tes¬lim olanlarız" deyin. Sizin inandığınız gibi İnanmış oîsalar, doğru yolu bulmuş olurlar. Yüz çevirirlerse, şüphesiz onlar, çıkmazdadır¬lar. Onlara karşı sana Allah yetecektir. O, işitir ve bilir. Allah'ın ver¬diği renge uyun; rengi Allah'ınkinden daha güzel olan kim vardır? "Biz O'na kulluk edenleriz" deyin. De ki: "Bizim ve sizin Rabbiniz olan Allah hakkında bize karşı hüccet mi gösteriyorsunuz? Bizim yaptıklarımız kendimize, sizin yaptıklarınız da kendinize aittir. Biz, Ona karşı samimiyiz." "Yoksa İbrahim, İsmail, Ishak, Ya'kub ve to¬runlarının Yahudi veya Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? Pe¬ki siz mı yoksa Allah mı daha iyi bilir?" de. Allah tarafından ken¬disine bildirilen bir gerçeği gizleyenden daha zalim kim vardır. Al¬lah yaptıklarınızdan gafil değildir. (Bakara, 130-140) 2 Ey Kitap Ehli! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Tevrat da İn¬cil de şüphesiz ondan sonra indirilmiştir. Akletmiyor musunuz? Siz hadi bilginiz olan şey üzerinde tartışanlarsınız. Ama bilginiz ol¬mayan şey hakkında niçin tartışırsınız? Oysa Allah bilir, sizler bil¬mezsiniz. İbrahim, Yahudi de. Hıristiyan da değildi. Ama doğruya yönelen bir Müslimdi, müşriklerden de değildi. Doğrusu İbrahim'e en yakın olanlar, ona uyanlar, bu peygamber (Muhammed) ve ina¬nanlarıdır. Allah İnananların dostudur. (Al-i İmran, 65-68) Bu tartışma ve delil getirmelerin bir benzerinin, Yahudilerle Arapların aydın kesiminin, İbrahim'in dinine bağlanan ya da ona yö¬nelen, araştıran, soran kesiminin arasında meydana gelmiş olma¬sı uzak bir olasılık sayılmaz. Peygamberlikten önce yaşamış bulu¬nan bu insanların bir kısmım rivayetler zikretmiş, bir kısmını da zik-retmemiştir. Çünkü bu sırada Yahudiler Araplara karşı üstünlük po¬zuna giriyor ve onlara karış övünüyorlardı. Kendilerinin İbrahim'e ve onun dinine daha yakın olduklarını iddia ediyorlardı. Arapların bu aydın kesimi ise Yahudiler ve Hıristiyanlar arasında bölünme¬ler, parçalanmalar, ayrılıklar ve sapıklıklar olduğunu farkediyor, on¬ların sözlerine aldırmıyor ve inançlarında onlara uymuyorlardı.
395
Biz bu görüşü tercih ediyoruz. Çünkü Yahudiler, daha önceleri bir¬kaç defa işaret ettiğimiz gibi, Arapların dini konularda, başvurduk¬ları en önemli kesimdi. Bu aydın kesimin de kendi toplumlarının an¬layışlarını horlamaya başladıktan sonra Yahudilerin bazı bilginle¬ri ve hahamları ile ilişki kurup İbrahim dininin gerçek yüzünü or¬taya çıkarmaya, onu görüp alıntılamaya çalışmış olmaları; kendile¬rinin bu din üzerinde olduklarını iddia eden insanlarla tartışmış ol¬maları, sapıklıklarını ve yoldan ayrılışlarını onların yüzüne vurmuş olmaları gerekir. Bu ilişki kurma, tartışma ve mücadele etmenin yal¬nız Yahudilerle sınırlı kalmamış olması, Hıristiyanları da kapsamış olması olasılığı da vardır. Çünkü onların arasında da ilim ve öğret¬me niteliklerini taşıyan kimseler vardı. Nitekim daha önce başka bir münasebetle işaret ettiğimiz Nahl, 103. Furkan, 4. ayetlerinin de gös¬terdiği gibi, kafirler, Peygamber'in söylediklerini onlardan öğrendi¬ği ve onlardan destek aldığını iddia etmişlerdi. Daha önce de Hicaz Araplarmdan bazılarının Yahudilik ve Hıristiyanlığı kabul ettikle¬rini söylemiştik. îşte Arapların bu dinlere geçişlerinin, bu İlişki kurmalar, tartışmalar ve mücadelelerin sonucu olarak ortaya çık¬mış olması güçlü bir olasılık sayılır. Hatta bu sözkonusu ilişkilerin, tartışmaların, mücadelelerin İbrahim'in dini ve onun soruşturulma¬sı ile ilgili olarak gerçekleştiğini, bu eylemlerin, atalarının inançla¬rından ve geleneklerinden tiksindikten sonra onlarda görülmeye baş¬ladığını da gösteren bir gelişme sayılmalıdır.
Burada Al-i Imran'ın 68. ayetine dikkat çekip, bu ayetin üç sını¬fa işaret ettiğini belirtmek istiyoruz. Bunlar: "İbrahim'e tabi olan¬lar" "Bu peygamber" ve "İman edenler" bizim tercihimize göre "İb¬rahim'e tabi olanlar"dan amaç peygamberlikten önce cahiliye gele¬neklerini ve inançlarını bırakıp, İbrahim'in Haniflik dinine göre Al¬lah'ı birleyenlerdir. Onların Peygamberden önce anılması zaman sı¬ralaması içindir. Ya da en azından bu ifade ile onlar da kastedilmiş¬tir. Hatta biz bunun ayetin içeriğinden hareketle, kesin olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü ayette "Bu peygamber ve iman edenler" ayrı¬ca belirtilmiştir. "Ona (İbrahim'e) tabi olanlar"dan kastın, tekrar "Peygambere uyanları" kapsaması hikmete uygun düşmez.
3. İbrahimİ Din:
Arapların ibrahim'in dinine bu kadar yoğun biçimde ilgi duymuş olmaları, onun dininin kendi gelenekleri arasındaki ilişkiyle ilgili
396
haberleri kendi aralarında yaymaları bu aydın smıfi ibrahim'in di¬nini araştırmaya, soruşturmaya, kendi toplumlarının onu şirk, put¬perestlik ve çürük temellere dayalı olarak anlamalarına karşı çık¬maya, içinde şirki barındırmayan tertemiz bir tevhid olarak ortaya çıkarmalarına yardımcı olmuş gibidir. İşte bu nedenle Kur'an, İbra¬him'in babası ile toplumuna karşı tavırlarını, onlarla tartışmasını, kendisini ve çocuklarını putlardan uzak tutması için Allah'a duası¬nı, putlara saldırışını, onları eleştirmesini, yerle bir etmesini yüzü¬nü Allah'a teslim ettiğini açığa vurmasını tekrar tekrar hikaye et¬miştir. Bunların hepsi aslında Araplara birer öğüt, birer hatırlatma, dini durumlarını gözler önüne sermekten ibarettir. Bu tür hikaye et¬meler bir çok sûrede geçmektedir. Daha önce başka bir münasebet¬le naklettiğimiz İbrahim Sûresi 35-41. ayetleri bununla ilgilidir. Şim¬di bazılarını da aşağıya alıyoruz:36
1 İbrahim babası Azer'e demişti ki: "Sen putları ilah mı ediniyorsun? Doğrusu ben, seni ve toplumunu açık bir sapıklık içinde görüyorum." Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin muhteşem varlıklarını gös-teriyorduk ki, kesin inananlardan olsun. Üzerine gece basınca bir yıl¬dız gördü, "Budur Rabbim" dedi. Yıldız batınca, "batanları sevmem" dedi. Ayı doğarken görünce budur Rabbim" dedi. O da batınca "Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi elbette sapan topluluklar¬dan olurdum," dedi. Güneşi doğarken görünce "İşte bu benim Rab¬bim, bu daha büyük" dedi. Batınca "Ey toplumum! Doğrusu ben or¬tak koştuklarınızdan uzağım" dedi. "Doğrusu ben yüzümü, gökleri ve yeri yaratana çevirdim, ben ortak koşanlardan değilim." Toplu¬mu onunla tartışmaya girişti. "Beni doğru yola eriştirmişken, Allah hakkında benimle mi tartışıyorsunuz? Ona ortak koştuklarınızdan korkmuyorum, meğer ki Rabbim bir şeyi dilemiş ola. Rabbim ilim¬ce her şeyi kuşatmıştır, halâ öğüt kabul etmez misiniz?" dedi. "Al¬lah'a koştuğunuz ortaklardan nasıl korkarım? Oysa siz, Allah'ın, hak¬kında size bir delil indirmediği bir şeyi O'na ortak koşmaktan kork¬muyorsunuz. İki taraftan hangisine güvenmek daha layıktır, bir bil¬seniz. Güven, inanıp imanlarına haksızlık karıştırmayanlaradır. On¬lar doğru yoldadırlar." Bu, İbrahim'e, toplumuna karşı verdiğimiz hüccetimİzdir. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Doğrusu Rab-bin hakimdir, bilendir. Ona İshak'ı Yakub'u bağışladık, her birini doğru yola eriştirdik. Daha önce Nuh'u ve soyundan Davud'u, Sü-
36 Ayrıca bkz Şuara, 69-89, Ankebut, 16-27; Saffat, 73-99, Zuhruf, 26-28
397
leyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı ve Harun'u -ki iğlerini iyi ya¬panlara böylece karşılık veririz. - Zekeriyya'yı, Yahya'yı, İsa'yı ve İiyas'ı -ki hepsi iyilerdendir.- İsmail'i, Elyesa'yl, Yunus'u, Lut'u -ki hepsini dünyalara üstün kıldık- doğru yola eriştirdik. Bu, Allah'ın kullarından dilediğini eriştirdiği yoludur. Ortak koşarlarsa amelle¬ri boşa çıkar. Kendilerine kitab, hüküm ve peygamberlik verdikle¬rimiz işte bunlardır. Kafirler onları inkar ederlerse, inkar etmeyecek bir milleti onlara vekil kılarız. İşte bunlar Allah'ın doğru yola eriş¬tirdik] eridir, onların yoluna uy." Sizden buna karşılık bir ücret iste¬mem, bu sadece herkes için bir hatırlatmadır" de. (En'am, 74-90) Ayrıca Bkz: (21/51-71)
Bir kısmını nakledip bir kısmına da işaret ettiğimiz bu Kur'an ayetlerinin sözünü ettiği tutumlar, Tevrat'ın, ibrahim'in hayatı ile ilgili olarak kaydetmediği tutumlardır. Ve ayetlerin ekseriyeti Mek-kîdir. Bunlar ana hatlarıyla, şirk koştuklarından ve bu işten vazgeç¬mediklerinden dolayı Arapları eleştiren bir içeriğe sahiptir. Bu ayetlerin Medenî sûrelerde yer alanları da Arapları eeştirmekle il¬gilidir ve Mekkî sûrelerdekinin bir devamıdır. Yahudileri eleştirmek¬le ilgili değildir. Zira bu konuyu ele alan daha başka ayetler vardır ve bunların hepsi de Medenîdir. Onları daha önce başka bir müna¬sebetle aktarmıştık. Adı geçen tutumları örnek verip eleştiriye geç-mek, dinleyiciler bu konuları bildikleri zaman, daha etkili ve oturak¬lı olur. Bu nedenle biz, eleştiriye hedef olarak seçilen ve eleştirilmek istenen dinleyici düzlemindeki Arapların ibrahim'in bu tavır ve tutumlarıyla ilgili haberleri birbirine ulaştırdıklarına inanıyoruz. Artık bu kıssaların Tevrat'ta geçenleri ile geçmeyenleri arasında bir ayırıma gitmeye gerek görmüyoruz. Onlar, bu kıssaları nesilden ne-sile aktarmışlar, bunun yanında İbrahim'le atalık ilişkilerini belirt¬meyi, dini geleneklerinin onunla ilişkisini vurgulamayı da ihmal et¬memişlerdir. Bu çıkarımın doğru olduğunu, pek çok ayetlerin alışıl¬mış ve yoğun üslubuna vakıf olan ve onları dikkatlice gözden geçi¬ren, herkesin kabul edeceğini sanıyoruz.
Bu düşüncenin, temel olarak atalık yönünden İbrahim'e bağlı bu¬lunan Muvahhid Yahudilerden Araplara geçmiş olması olasılığı vardır. Özellikle de Tevrat'ın, İbrahim'den sözeden birinci ve en es¬ki kitap olduğunu düşündüğümüzde bu olasılık daha güç kazanır. Yalnız Araplar, kendi toplumlarının bu dinden saptığını gördükle¬ri gibi Yahudi ve Hıristiyanların da ondan saptığını görmüşlerdir. Böylece Hicaz Arapları genel olarak İbrahim'in dini ve gelenekleri
398
konusunda sapık bir düşünceye sahip bulunuyordu. Sonra onlardan bir sınıf, İbrahim'in her türlü şaibeden arınmış, gerçek Haniflik di¬nine döndüler ya da dönmeye çalıştılar. Tabiatıyla bu din, Yahudi¬lik ve Hıristiyanlık değildi. Bu ancak Allah'a teslim olmak, ona şirk koşmadan tertemiz olarak yalnız ona ibadet etmekti. İşte bu ey¬lemi gerçekleştirenlere Sabitler ya da Hanifler adı verildi.
Biz Sabiîlerin, Haniflerin, İbrahim'in dinine göre ibadet edenle¬rin az sayıda birkaç kişi olmadıklarını tercihe şayan buluyoruz. Eğer her yönü ile algılanabilecek ağırlıkta bir çoğunluk olmasalar¬dı, Kur'an onları özel bir grup olarak saymaz, onlara bu yoğunluk¬ta işaret etmez ve onları Ehl-i Kitab ve mü'minlerle aynı paralelde tutmazdı. Ayrıca onları, ana hatlarıyla bağımsız dinlerin mensub-larıyla bir arada ve müstakil bir isim altında vermezdi. Onlardan yaklaşık on kişinin isimlerinin rivayetlerle, bir buçuk-iki asır ya da daha fazla bir zaman sonra kaleme alman kitaplarda kaydedilip bi¬ze kadar gelmiş olması, bu uzun zaman boyunca sözü edilen isimle¬rin dilden dile gönülden gönüle geçip muhafaza edilmesi tercih et¬tiğimiz bu çokluğa bir delil olmaktadır. Diğer taraftan bunların bir tek yerde değil de, değişik yerlerde belki de ayrı ayrı zamanlar¬da ortaya çıkışı, Peygamber asrında ve çevresindeki Aydın Arapla¬rın düşüncelerinde, gittikçe güçlenmeye başlayan yeni bir düşünce¬nin ortaya çıktığı anlamını taşımaktadır. Bu düşünce de, inanç ve dini gelenekler alanında doğruya ve gerçeğe daha yakın olan şeyle¬re yönelme düşüncesidir. Başka bir ifade ile bunun peygamberin gön¬derilişinden önce ortaya çıkan, aklî ve dini hareketin meydana ge¬tirdiği din ve düşünce alanında ileriye doğru atılan, büyük önem ta¬şıyan adımlardan biri olarak değerlendirilmesi mümkündür. Bu adımlar peygamberlikten hemen önce yaygınlık kazanmış ve güçlen¬miştir. Böylece dini hareket Araplarda ve Peygamber çevresinde ile¬riye doğru bir gelişme göstermiştir. Maddeye, doğaya ve doğa güç¬lerine dayalı bir putperestlikten maddi olmayan, manevi ve gizli bir putperestliğe, oradan Allah düşüncesine, Allah'ın tüm evrenin ya¬ratıcısı ve düzenlerin kurucusu bir ulu tanrı olarak kabul edilişine, yanısıra maddi ve manevi putlarına da pay çıkarma düşüncesine; bu ortak koşulan tanrıları Allah katında şefaatçılar ve arabulucular ola¬rak görme, bu maddi putları birer sembol olarak algılama, bir neb¬ze yolunu şaşırmışlıkla birlikte yalnız Allah'a yönelme, kendilerini bu şaşkınlıktan kurtaracak dosdoğru yola iletecek, Arapları diğer
399
ulusların ayrılıklarına, tartışmalarına, bölünmüşlüğüne ve birbiriy¬le mücadele etme ortamından kurtarıp, onlardan daha doğru bir yo¬la sokacak bir uyarıcıyı ya da peygamberi bekleme düşüncesine ulaştırmıştır. Eu esnada onlar, kendi aralarında bölünmüş, birbir¬lerini beyinsizlikle suçlamaya başlamış ve birbirleriyle savaşlara tu¬tuşmuşlardı. Nihayet Allah'ın ilminde uygun olan zaman gelmiş, yü¬ce Allah, yalnız Allah'a yönelen, İbrahim'in tertemiz Haniflik dini¬ne dönmek isteyen, toplumunun içinde bulunduğu sapıklık anlayı¬şını horlamaya başlayan, bu sınıf arasından Kureyş'li, Mekke'Ii, Hi-caz'lı Arap bir kişi olan Muhammed b. Abdullah'ı -salat ve selam üze¬rine olsun- risale ti/elçiliği için seçmişti. O da sınırları apaçık, ana hatları besbelli, sağlam bir dine çağırmaya başladı. Bu din; ulu Al¬lah'ın bütün kemal sıfatlarıyla nitelendiği, her türlü şaibeden, mü¬nezzeh, alemlerin Rabbi olduğuna imandan oluşan temel inancıyla, sağlam ve net bir anlayışa sahipti. Yahudilerin yaptığı gibi özel bir millete özgü değildi. Hıristiyanların anladığı biçimde bir te'vile de ihtiyacı yoktu. Sonra bu din, imana ve ibadete dayalı görevleri açı¬sından insanı ve insanlığı hak, adalet, iyilik, ihsan, onur ve şeref üze¬rine kurulu bulunan olgunluğa, kemale doğru çıkarması gereken, sos¬yal ve ahlaki ilkeleri açısından da sağlam Ve berrak bir anlayışa sa¬hipti. Hareket noktası Allah'ın sözüne çağırmaktı.
... Hakka yönelerek kendini, Allah'ın insanlara yaratılışta ver¬diği dine ver. Zira Allah'ın yaratışında değişme yoktur, işte dosdoğ¬ru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler. » (Rum, 30).
Kur'an, Allah'ın ona Peygamber Hz. Muhammed'e İbrahim'in ger¬çek dinini gösterdiğini ilan ediyordu:
«"Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, gerçek dine, doğruya yöne¬len ve müşriklerden olmayan ibrahim'in dinine iletmiştir." de.» (En'am, 161).
O; Kur'an lisanıyla, müslüman Araplara hitabını yöneltiyordu:
«Ey insanlar! Rüku edin, secdeye varın. Rabbinize kulluk edin. İyilik yapın ki saadete erişesiniz. Allah uğrunda gereği gibi cihad edin. O sizi seçmiş, babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır. Daha önce ve Kur'an'da, peygamberinizin size şahid olması, sizin de insanlara şahid olmanız için, size müslüman adını veren O'dur. Artık namaz kılın, zekat verin. Allah'a sarılın. O sizin sahibinizdir. Ne güzel sahib ve ne güzel yardımcıdır.» (Hac, 77-78).
400
Tüm bu tezahürlerin bir anda ortaya çıkması doğaldır. Çünkü her dönemde, akıllarda, zekalarda, bilgilerde, deneyimlerde, ufuklarda, çalışmalarda ve ilişkilerde farklılıkların olduğunda kuşku yoktur. Her çevrede akıllı, ahmak, zeki, geri zekalı, bilgin, bilgisiz, çalışkan, tembel, hareketli, girişken, kendi halinde -çekingen, ince duygulu-anlayışlı, yüzeysel bakan, iyi ve kötü yanyana bulunabilir. Ve bun¬ların her biri, aklının erdiği, çalışması ve yeteneklerinin elverdiği sahada hareket ederler. Bu beşeri işlerde böyle olduğu gibi, din iş¬lerinde de böyledir. Buna bağlı olarak Peygamber asrında ve toplu¬munda anlayış ve kavrayış taşlara ve ağaçlara tapmaktan öteye geç¬meyen, geri zekalı putperestler olduğu gibi, süfli şeylerden ulvi şeylere yükseîebilen, önce tabiat güçlerine ibadet ettiği halde son¬ra meleklere ve cinlere tapmaya başlayan putperestlerin de bulun¬ması tabiidir. Her ihtiyaç için ayrı ayrı putlar edinen geri zekalı müş¬riklerin yanında, evrenin büyüklüğünü kavrayan ve onun bir yara¬tıcısının olmasının zorunlu olduğu sonucuna ulaşan, onun varlığı¬nı kabul etmenin yanında algılanabilen ortakları ihmal etmeyen, ze¬ki müşriklerin de var olması normaldir.
Doğrudan doğruya şirkten kurtulup, dolaylı yoldan şirke yükse¬len, ortakları şefaatçılar olarak görmeye başlayan, kendisini Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye onlara tapmaya çalışan, zeki müşri-ğin yanında, dünya menfaatlarına göre hareket eden ve tavrını ona paralel olarak belirleyen, egosunun büyüklenmesinin, zorbalığının ve geleneklerinin ardından yürüyen akıllı otorite sahibinin yanısı-ra, bunların hepsini boş ve anlamsız gören, elini ortaklardan ve şe-faatçılardan geri çeken, egosuna, zorbalığına ve geleneklere bağlı¬lığına üstün gelen, yalnız Allah'a yönelen, O'na belirlenmemiş sınır¬lar dahilinde ibadet eden, henüz bu sınırları belirleyecek yol göste¬rici biri olmadığından, kendisini de kendi kendine bu sınırları belir-leyemediğinden ona belirlenmemiş sınırlar dahilinde ibadet etme¬ye çalışan samimi -akıllı insanların bulunması da tabiidir. Bu çev-rede ve bu asırda göçebeliğin içine alabildiiğine dalan ve aşırı bir yal¬nızlık hayatı yaşayan, göçebeliğin yanında medeniyete biraz daha yakın, şt-hirle ilişkisi bulunan göçebelik vardı. Bir ölçüde yalnız yaşayan medeni insanlar olduğu gibi, yalnızlığı daha az ve daha önemsiz medenîler vardı. Ayrıca her ikisinde de okuyabilen, yaza¬bilen, elinin ulaştığı kadarıyla kitap karıştıranlar vardı. Dinler ve semavî kitaplar konusunda kendisinden daha ilerde bulunan kişi-
401
lerden yararlananlar vardı. Ufukları aşan ve dünyaya açılan yolcu¬luklar, maddi ve akli medeniyet alanında kendilerinden daha ileri seviyelerde bulunanlara temasa geçiren ilişkiler onlara iktibat ve taklid fırsatı vermişti. Sonra iktibas ettiği, taklid ettiği ve dışardan aldığı şeyleri sindirmesi; yararlısını-zararlısını, iyisini-kötüsünü, za-yıfmı-güçlüsünü, bir birinden ayırma yoluna gidenler vardı.
Peygamberlikten önceki peygamber asrını ve çevresini en gerçek¬çi ya da ona yakın biçimde ifade ettiğini umduğumuz çeşitli tablo¬ları ihtiva eden bu çerçeveye bir şey ilave etmek gerekirse deriz ki: Bununla beraber bu tabloları, bu ölçüde birbirine bağlayan iki dü¬şünce daha vardı. Ve bu iki düşünce onlarda bir ölçüde eylem birli¬ği sağlıyordu. Bu iki düşünce de «Allah» düşüncesi ve «Hac, haram aylar ve gelenekleri» düşüncesiydi. Daha Önce belirttiğimiz gibi bu ikisi uygarıyla, göçebesiyle Arapların çoğunluğunu egemenliği altın¬da tutuyordu. Ve yine bu ikisi dini ve sosyal hayatta Araplara ait önemli bir gelişmenin bariz iki görünümünden sayılırdı.
402
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
Alt 12. June 2011, 09:44 PM   #19
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

G) YAHUDİLİK, HIRİSTİYANLIK VE ETKİLERİ
Birinci bolümün üçüncü konusunda Hicaz'daki Yahudilerden ve Hıristiyanlardan söz etmiş ve onlarla ilgili ayetlerin çoğunu ora¬da vermeye çalışmıştık. Onların ne konumda olduklarını ve ahlak¬larını incelemeye gayret etmiş, onların peygamberin çevresi ve as¬rında yaşayan kitleler üzerindeki etkilerini incelemeye tabi tut¬muştuk. Başka konularda da onların Arap kültürü, dini ve dini ol¬mayan düşünceleri üzerindeki etkilerine değinmiştik. Yine, onlar¬dan Araplara geçebilme olanağı bulunan alışkanlıklardan, gele¬neklerden, alıntılardan, din ve dini olmayan düşüncelerden sözet-miştik.
Bu konuda Kur'an'm Yahudiler ve Hıristiyanlar hakkındaki tablosunu tamamlamak istiyoruz. Önce onların Peygamber asrında ve çevresinde ne ölçüde yaygınlık kazandıklarını tesbit edeceğiz. îkin-ci olarak, Yahudilik ve Hıristiyanlık düşünceleri ve inançlarıyla il¬gili tartışmaları, cedelleşmeleri ele alacak ve buradan hareketle, bu düşünce ve inançların Arapların zihinleri, düşünceleri ve kültürle¬ri üzerindeki etkilerinin önemini belirtmeye çalışacağız. Üçüncü ola¬rak, Kur'anî alıntılarla oluşturmaya çalıştığımız tabloyu tamamla¬maya yardımcı olan, geri kalan ayetleri verecek ve onların tesbît et¬tiği verileri tedkik edeceğiz.
1. Yahudilik
Birinci bolümde, Yahudilerin Hicaz'da, daha doğru bir ifade ile Yesrib ve çevresinde kitleleşmesi peygamberlikten kısa sayılama¬yacak bir zaman önce gerçekleşmişti, demiş ve delil olarak da, Ya¬hudilerin bu bölgede sosyal, ekonomik, zirai, yerleşim ve güç açısın¬dan önemli bir konuma sahip oluşlarını göstermiştik. Yanısıra, Kur'an ayetlerinin de küçümsenmeyecek ölçüde değindiği gibi, on¬ların Arap hayatı ile sağlam bir kaynaşma içine girmiş olduklarını hatırlatmıştık. Bununla beraber, Kur'an'ın onlara İsrailoğulları diye hitab etmesinin sebebi olarak onların dışardan gelmesini gös¬termiştik.
Şimdi ise diyoruz ki, Kur'an'da Yahudi Arapların varlığını, baş¬ka bir ifade ile, Yahudiliğin Arapların arasında yayıldığını gösteren açık bir ifade yoktur. Bu açıdan ele alınabilecek tek ayet Yahudiler-
403
den de ümmiler olduğunu gösteren ayettir:
«OıJarm bir kısmının okuyup yazması yoktu. Kitab'ı bilmezler¬di, bildikleri sadece bir takım yalan ve kuruntulardı. Onlar ancak vehim içindedirler.» (Bakara, 78)
"Ümmî" kavramı, kendilerini Allah'ın seçilmiş ulusu olarak gö¬ren îsrailî olmayanlar için kullanıldığı gibi, bu anlayıştan hareket¬le Araplar için de kullanılıyordu. Aşağıdaki ayetler bunu ifade et¬mektedir:
1 Kitap Ehli arasında öyleleri vardır ki, kantarlarla emanet bıraksan, onu
sana öder ve yine öyleleri de vardır ki bir dinar emanet etsen tepe¬sine dikilmerîikçe onu sana ödemez. Çünkü onlar "ümmiler&.karşı bize bir sorumluluk yoktur," demektedirler. (Al-i İmran, 75)
2 Ümmi kimseler arasından, kendilerine ayetleri okuyan, onları arıtan,
onlara Kitab'ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur. On¬lar daha önce şüphesiz apaçık bir sapıklık içinde idiler. (Cuma, 2)
Bakara ayetinde sözü edilen ümmilerin, Yahudileşen Araplardan bir grup olduğunu, ya da onların İsrailoğulları Yahudilerinden bil¬gisiz bir kesim olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü kavram bu manaları kapsayabilmektedir. Fakat ayetin siyakı, birinci manadan daha çok ikinci mananın kastedildiğini ilham etmektedir. Özellik¬le ayetin siyakının, îsrailî Yahudiler hakkında olduğunu düşündü¬ğümüzde, bu yaklaşım daha da netlik kazanır. Bununla beraber ayet¬ten, îbranice yazılı bulunan dini kitapların dilini bilmeyen, ya da okuma-yazmaları olmayan ya da, cahillikleri ağır basan Yahudileş-miş Araplardan bir kesimin kastedilmiş olması da muhtemeldir.
Kur'an çerçevesi dışına çıktığımızda bazı Hicaz Araplarmm özellikle de Yesrib'tekilerinin Yahudileştiğini belirten birtakım ri¬vayetlerle karşılaşırız. Bunlara göre İsraillilerle Araplar arasında soy ilişkileri meydana gelmişti. Bu nedenle Yahudilerden dayıları olan Araplar vardı. Peygamberin de Hayber'li bir Yahudi kadınla ev-lendiği malumdur. Sonra Kur'an, müslümanlann kitaplı kadınlar¬la evliliğini kayıtsız şartsız mubah kılmıştır. Bu daha önce yürür¬lükte bulunana dönüş ya da o uygulamanın devamı olabilir. Yahu¬di dininin bir araya getirdiği birtakım insanlar arasında soy ilişki¬lerinin oluşturulmuş olması da ihtimal dahilindedir.
Her halde Yahudiliğin Hicaz Arapları arasında bir ölçüde yayıl¬mış olduğunu söylemek mümkündür. Fakat gerçekten tercihe şayan bir yaklaşım da, onların birbirinden kopuk bireyler halinde olduğu
404
ve dar çerçeveli kaldığıdır. Kur'an ayetlerinin hitabından ilham alarak Hicaz'da Yahudileşen Arap kabileleri olmadığını söyleyebi¬liriz. Eski ve yeni yazarların bu konuda kaydettiklerini sağlıklı bir temele dayanmayan aşırılıklar ve haddi aşmalar olarak görüyo¬ruz. Çünkü Kur'an Medeni ayetlerde, çağdaşı olan Yahudilere îsra-iloğulları diye hitab etmiş, onların ahlakları ve gelişme dönemleriy¬le Musa (a) zamanından ve ondan sonraki dönemlerden beri var ola¬gelen, eski îsrailoğullarınm ahlakları ve gelişme dönemleri ara¬sında bağlar kurmaya çalışmıştır. Peygamberin ders olsun diye ce¬zalandırdığı, sürgün ettiği kimseler de Kur'an nasslarınm ilhamı¬na göre îsrailî azınlıklardandı. Bunlar, kendilerine ait özel köyler¬de ve mahallelerde yaşıyorlardı. Görebildiğimiz kadarıyla hiçbir rivayet Medine'deki Beni Kurayza, Beni Nadir, Beni Kaynuka Ya¬hudileri; Hayber, Vadi'1-Kura ve Şam yolu üzerine düşen birtakım küçük köylerde yaşayan Yahudiler dışında kitleleşmiş Yahudilerden söz etmektedirler.
Sürtüşme Peygamber ile onların öncekileri arasında başgösteri-yordu. Kur'anî eleştiri ve hitabın îsrailoğulları diye kendilerine yöneltildiği kimseler de onlardı. Bunlar ile sonrakiler arasındaki kan, gelenek, alışkanlık, dil ve asabiyet bağları gerçekten sağlamdı.
Hicaz'da durum bundan ibaretti. Müfessirler ve siret ravileri Bu-ruc Sûresinin ayetleri sadedinde kaydediyorlar ki:
«Kahrolsun o ateş dodurulup tutuşturulmuş hendeğin adamla¬rı. Onlar, hendeklerin başında oturmuşlardı; müminlere yaptıkla¬rını seyrediyorlardı. Mü'minler sırf Aziz, övgüye layık Allah'a inan¬dıkları için onlar bu mü'minlerden öc almışlardı.» (1-8 ayetler).
Yahudilerden birtakım hahamlar, Yesrib'ten Yemen'e gittiler ve orada bölgenin Kralı Zu Nuvas'a Yahudiliği kabul ettirdiler. Memleketin Yahudiliği kabul etmesi için çalışmasını sağladılar. Bu arada memlekette Hıristiyanlar da vardı. Onlar bu harekete kar¬şı şiddeti tepki gösterdiler. Yahudiler onları krala ispiyon ettiler. Kral uzun hendekler kazdırdı. İçlerinde ateşler yaktırdı ve Yahudi¬liği kabul etmeyen her Hıristiyanm yakılmasını emretti. Bu rivaye¬te göre Habeşlilerin, Yemen'e karşı savaşmaları ve orayı işgal etme¬lerinin başlıca nedeni, Yemen Hıristiyanlarının zorda kalmalarıdır.
Eğer bu rivayet doğru ise -çünkü rivayet içeriği yönünden tartış¬ma götürdüğü gibi, ayetlerin bununla tefsiri de tartışma götür¬mektedir- Yahudiler dinlerini (Yemen'de) yaymayı büyük ölçüde
405
başarmışlar demektir. Yalnız Kur'an'da bu olaya ışık tutan açık ya da kapalı bir işaret olmadığını da belirtmeliyiz. Şuna da dikkat çekmeliyiz ki: Ne siret kitaplarrne de eski tarihler, Ömer b. Hattab döneminde Peygamberin "Arap yarımadasında iki din kalmalıdır."37 şeklindeki vasiyetinin uygulanması gereği olarak Hıristiyanların sü¬rüldüğü sırada, Yahudilerin de Yemen'den sürüldüğünü kaydet¬mektedir. Hatta Ebu Ubeyde Rasulullah'ın söylediği son sözün "Ya¬hudileri Hicaz'dan çıkarın, Yemen'in Necran bölgesindeki Hıristi-yanları Arap yarımadasından çıkarın."38 şeklindeki vasiyeti olduğu¬nu rivayet etmiştir.
Bu da Peygamberin son dönemlerinde Yemen'de Yahudilerin olmadığını, yalnız onlardan Hicaz'da birtakım kırıntılar, döküntü¬ler kaldığım göstermektedir.
Açık olan görüş odur ki: Habeşliler Yemen'le savaştıktan, onla¬ra karşı zafer kazanıp kısa sürmeyen bir zaman boyunca oraya ha¬kim olduktan sonra -ki bunlar Hıristiyan kimselerdi Yahudileri Yemen'den dışarı sürdüler, çünkü Yahudilikle Hıristiyanlık arasın¬da düşmanlık, gerçekten köklü bir düşmanlıktı. Orada Yahudilerin var olduğunu, ya da Arapların Yahudiliği kabul ettiği rivayetini sağ¬lıklı olarak kabul etsek de, durum değişmez. Oraya hakim olduktan sonra Yahudileri teşvik ve tehditle Yahudilikten vazgeçirmişlerdir. Habeşlilerin oraya hakimiyetinden sonra Yahudilerin orada bir gü¬cü kalmamıştı. En azından, rahatlıkla algılanabilecek bir varlıkla¬rı kalmamıştı. Bu savaştan daha önce varolduklarını kabul etsek de nafile. Sonra bu gözle görülmeyecek derecede zayıflayan varlıkları, çok geçmeden başka bir güç tarafından yutulmuştur. İslam'ın ege¬menliğine geçmiş ve orada tükenmiştir.
Biz bugün Yemen'de Yahudi bir grup olduğunu ve bunların ken¬dilerini peyamberlikten önceki Yahudilerin torunları olarak gördük¬lerini biliyoruz. Fakat tercihimize, daha doğrusu inancımıza göre bu düşünce doğru değildir, sırf cahillik ve böbürlenmekten kaynaklan¬maktadır. Onlar da Endülüs'teki Arap devleti yıkıldıktan sonra do¬ğu ülkelerine dağılan Yahudiler gibi dışarıdan Yemen'e gelmişlerdi.
Yemen'deki Yahudiler için durum bu olduğuna göre, Arap Yarı¬madasının diğer bölgelerindeki Yahudiler için de durumun böyle ol¬ması pek tabiidir. Daha doğrusu orada da Yahudi bir azınlığın,
37 Hâzin, II, 212, Kıtabu'l-Emval; s. 98.
38 Kıtabu'l-Emval, s 99
406
Araplardan oluşan bir Yahudiliğin bulunmaması normal karşılana¬caktır.
Peygamberin Peygamberlikten önceki çevresinde, Yahudi dindar¬lığın geniş alanlara yayılmamış olması, Arapların onun etkisinde kal¬madığı anlamına gelmez. Biz Arapların büyük ölçüde onlardan et¬kilendiğine inanıyoruz. Dini düşüncenin gelişmesinde özellikle "Al¬lah" düşüncesinde, Arapların kendilerini İsmail ve İbrahim'in torun¬ları olarak görme geleneklerinde, bundan kaynaklanan diğer gele¬neklerinde, Nebiler ve Rasuller ile ilgili haberlerde, onlarla ümmet¬lerinin kısslan, meleklerle ilgili haberler, meleklerin Allah'a bağlı¬lıkları, Adem ile İblis kıssası, gibi dini bir nitelik taşıyan düşünce¬lerinde, bilgilerinde ve kültürlerinde onlardan etkileniyorlardı. On¬ların arasındaki görüş ve mezhep ayrılıklarına, dini kitaplarına ve dini makamlarına, aralarındaki tartışmalara, sürtüşmelere, kitap¬larında yer alan niteliklere, Araplardan bir peygamberin gönderil¬mesiyle ilgili geleneksel anlayışlara varıncaya kadar her şeyde on¬lardan etkilenme sözkonusuydu. Çeşitli ayinlerde ve geleneklerde de bu etkileşim gözlenebiliyordu.39 Sünnet olma, cünüplükten yıkan¬ma, hayz halindeki kadından uzaklaşma, Arube gününde -bu cuma günüdür- toplanmalar düşüncesinde bu etkinin tezahürleri gözlene-biliyordu. Geçen fasıllarda değişik münasebetlerle daha başka etki¬leşim alanlarından sözetmiştik. Buna ilave olarak onların dini, kültürel, sosyal ve ekonomik olarak toplumdaki konumları da, da¬ha önceleri değindiğimiz gibi, Arapların yaşamları üzerinde etkili olmalarını sağlıyordu.
Kur'an'da, Peygamber ile Yahudiler arasındaki tartışmalar ve mücadelelerle ilgili olarak kaydedilen ve peygamberlikten önceki du¬ruma ışık tutabilecek birtakım ipuçları taşıyan Yahudilerle ilgili bir dizi ayet vardır.
Bu ayetlerin bir kısmı, İbrahim ve İbrahim'in dini, Yahudilerin kendilerinin ona daha yakın olduklarını, kendi dinlerinin de onun dini olduğunu iddia etmeleriyle ilgilidir. Aynı şekilde bunların bir kısmı onların Kâ'be, Kâ'be'nin eskiliği, fazileti, İbrahim ve İsmail ile ilişkisi sadedindedir. Onların aldatma ve inkara dayalı tutumları-nı eleştirmektedir. Bu ayetler, bir kısmını geçen konuda, bir kısmı¬nı da hac konusunda naklettiğimiz Bakara, 125-140; yine geçen konuda naklettiğimiz Al-i İmran, 65-68 ve 96-97 ve Hac konusunda
39 Hâzin; I, 103
407
naklettiğimiz Hac Sûresi, 20-27. ayetleridir. Bu ayetler şu noktaları belirtip açıklıyor:
1- İbrahim ve İsmail'in Kâ'be ile, onu inşa etmekle Haram bel¬de ile ilişkisi, orasının güven ve huzur ortamı oluşu ve rızkının ko¬laylaşması için dua etmeleri.
2- Allah'ın evi olarak Kâ'be'nin Önemi, insanlardan gücü yeten¬lerin, ona yol bulanların orayı ziyaret etmesinin farz oluşu, Haccın ve ibadetlerinin önemiyle, İbrahim'in (a) ilişkisi.
3- İbrahim ve İsmail'in (a) Araplarla ilişkisi ve ikisinin onların babası oluşu. Zürriyetlerinin -Bakara 128-129. ayetlerindeki delile göre bundan kastedilenler Araplardır- müslüman olmaları, kendi¬lerine Allah'ın ayetlerini okuyacak, onları arındıracak, onlara kita¬bı ve hikmeti öğretecek içlerinden bir peygamber göndermesi için dua etmeleri.
4- İbrahim ve Ya'kub'un kendi çocuklarına, sırf Allah'a boyun eğ¬melerini, ona teslim olmalarını vasiyet etmeleri; İbrahim, İsmail, İs-hak, Yakub ve torunlarının (Esbat) Musa, îsa ve diğer peygamber¬lerin bağlı bulunduğu dinin bu olduğu.
5- Yahudilerin, İbrahim bizim dinimizdendi, demelerinin tutar¬sızlığı. Onun ne Yahudi ne de Hıristiyan olduğu, müşriklerden ol¬madığı, tertemiz bir Müslüman olduğu, insanların kendisine en yakın olanının, onun torunu olduklarını söyleyenlerin değil, onun yo¬lunu izleyenler olduğu, Allah'ın İbrahim'e vaadinin onun soyundan gelen zalimlere, sapmışlara ulaşamayacağı, tabii olarak da Yahudi¬lerin İbrahim'in soyundan gelmiş olmalarının onların İbrahim'e daha yakın olduğunu göstermeyeceği ve kendilerinin onun dininden sapmış olduğu.
Bakara ve Al-i İmran ayetlerinin siyakından hareketle bu Kur'an'î beyanatların, ancak Yahudilerin iddialarım, delillerini, tartışmalarını ve büyüklük taslayışlarını reddetmeye yönelik oldu¬ğunu çıkarabiliriz.
Yahudilerin bu iddiaları aynı zamanda peygamberlikten önce de büyüklük taslama ve Araplara karşı övünme, kendilerinin onlar ara¬sındaki önemli konumlarını sağlamlaştırma yoluyla gündeme geli¬yordu. Onlar hicretten sonra peygamberin hareketinin gittikçe güç¬lendiği ve kendi konumlarını zedelemeyi de hedeflediğini anladık-larında onunla tartışmaya münakaşaya deliller ileri sürmeye baş¬ladılar. Araplara karşı ileri sürdükleri iddialarıyla çelişmeye baş-
408
ladılar. Bu nedenle, birinci bölümün üçüncü konusunda naklettiği¬miz Bakara 87-88. ayetlerin eleştirisine hedef olmuşlardı. Belirtti¬ğimiz gibi bu iddiaların peygamberlikten önce de ileri sürüldüğünü destekleyen bir nokta da Kur'an'm bu reddiye ve beyanatlarının, ta¬şı gediğine yerleştirme ve onların önündeki tüm kapıları kapatma şeklinde gelmiş olmasıdır. Bunların hepsinde, herhangi bir neden¬le öne sürülen Yahudiler ve Yahudilik ile ilgili tablolar vardır.
Yine bizim tercihimize göre, Araplarla Yahudiler arasında, İbra¬him'i ata kabullenmede, İbrahim ve İsmail'in inşa ettiği, Kâ'be, hac ve hac gelenekleriyle ilgili tartışmalar oluyordu. Yahudiler tüm peygamberlerin, kendi ataları olan İshak'm soyundan geldik¬lerini ileri sürerek Araplara karşı üstünlük taslıyorlardı. Onların bu tavırları, üstünlük taslamaları ve tartışmaları hicretten sonra da sürmüştü. Kur'an İbrahim ve İsmail'in Arapların atası olduğunu be¬lirtmiş, onların ikisinin Kâ'be, Kâ'be'nin yapılışı, eskiliği ve fazile¬tiyle ilişkilerinin olduğunu ifade etmiş, İbrahim'in Hac ve Hac iba-detleriyie ilişkisini tesbit etmiş ve Arapların görüşünü desteklemiş¬tir. Nesilden nesile bir birine aktardıklarına paralel açıklamalar ge¬tirmiştir. Sonra İbrahim ve İsmail'in niyazını; kendilerim arındır¬ması, kitap ve hikmeti olanlara öğretmesi için Araplardan bir pey¬gamber göndermesini Allah'tan dilemelerini, Allah'ın onların duası¬nı kabul edip Muhammed'i onlara göndermesini dile getirmiştir. Cu¬ma Sûresinde şöyle denmiştir:
«Ünımi kimseler arasından kendilerine ayetlerini okuyan, onla¬rı arıtan, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur. Onlar daha önce şüphesiz apaçık bir sapıklık içinde idiler. On¬lardan başkalarına da -ki henüz onlara katılmamışlardır- Kitap ve hikmeti öğretmek üzere peygamber gönderen Allah'tır. O güçlüdür hakimdir. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği lûtfudur. Allah büyük lü¬tuf sahibidir. Kendilerine Tevrat Öğretildiği halde onun gereğini yap¬mayanların durumu, sırtına kitap yüklenmiş merkebin durumu gi¬bidir. Allah'ın ayetlerini yalanlayan kimselerin durumu ne kötüdür. Allah zlimlerî doğru yola eriştirmez.» (2-5. ayetler)'
Yine bu Kur'anî beyanatlarda, Ümmi-Arap olan Rasulün gönde¬rilişi vurgulanmakta, Allah'ın kendi faziletini dilediği kimseye ve¬rişinde herhangi bir sakınca olamayacağı belirtilmekte, Tevrat'ta yer alan müjdelemeleri ve ilkeleri bilmezlikten gelen Yahudiler eleşti¬rilmektedir. Bu da gösteriyor ki Yahudiler peygamberliğin yalnız
409
kendilerine özgü olduğunda ısrar ediyor, Ümmi-Arap Peygamber'in peygamberliğini inkâr ediyorlardı. Halbuki onların bu tavırlarında üstünlük taslama vardı. Daha önceleri söyledikleri ve Araplara karşı kendisinin çıkışını bekledikleri anlayışla çelişiyorlardı. Bildik¬leri şeyleri bilmezlikten geliyorlardı. Bunların hepsi de, açıkça gö-rüldüğü gibi, belirtmeye çalıştığımız konu ile ilişkili şeylerdir.
Al-i İmran'ın 96-97. ayetlerine dikkat çekip, onların siyakların¬dan ve içeriğinden hareket ederek bu ayetlerin, Yahudilerin kıble de¬ğişikliği ile ilgili olarak çıkardıkları bir tartışma üzerine indikleri¬ni söylemek istiyoruz. Onlar Peygamber 'in önce Mescid-i aksa'ya yö¬neldikten bir süre sonra, Kâ'be'ye yönelişini dillerine dolamışlardı. Yahudiler kıble değişikliğine büyük önem verdiler. Onlar bunda, ken¬dilerinin konumlarını sarsan başka şeyler görüyorlardı, iddiaları¬nın ve üstünlük tasladıkları şeylerin birer birer yokolduğunu farke-diyorlardı. Onun için mücadeleye başladılar; kuşku yaratmaya, ka¬ralamaya ve düzenbazlıklara başvurdular. Nitekim Bakara Sûresin¬de bir dizi ayet bu tavırlarına değinmiştir. Onlar artık Kâ'be ile Mes¬cid-i Aksa arasında üstünlük yarışına girmiş bulunuyorlardı ki, Al-i İmran'ın bu ayetleri inmiş, Kâ'be'nin üstünlüğünü, faziletini ve önemini dile getirmiştir.
Sözü edilen ayetlerden Yahudilerin tartışma ve deliller getirme¬siyle ilgili bir kısmı şöyledir:
«İnsanların beyinsizleri "yöneldikleri kıbleden onları çeviren nedir?" diyecekler; de ki: "Doğu da batı da Allah'ındır. O dilediğini doğru yola eriştirir." Böylece sizi, insanlara şahid ve örnek olmanız için, orta bir ümmet yaptık. Peygamber de size şahid ve örnektir. Se¬nin yöneldiğin kıbleyi, Peygambere uyanları, cayacaklardan ayırdet-mek için kıble yaptık. Doğrusu Allah'ın yol gösterdiği kimselerden başkasına, bu ağır birşeydir. Allah ibadetlerinizi boşa çıkaracak de¬ğildir. Doğrusu Allah insanlara şefkat gösterir merhamet eder. Yü¬zünü göğe çevirip durduğunu görüyoruz. Hoşnud olacağın kıbleye, seni elbette çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i haram'a çevir; bulun¬duğunuz yerde yüzlerinizi, o yöne çevirin. Doğrusu kitap verilenler, bunun Rabblerinden bir gerçek olduğunu bilirler. Allah onların yaptıklarından gafil değildir. Sen kitap verilenlere her türlü delili getirsen yine de kıblene uymazlar; sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Andolsun ki eğer sana gelen ilimden sonra, onların heveslerine uyarsan şüphe-
410
siz o zaman zulmedenlerden olursun. Kendilerine kitap verdikleri¬miz, Onu, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Onlardan bir takımı doğrusunu bile bile hakkı gizlerler. Gerçek Rabbindendir sakın şüphelenenlerden ol olma.» (Bakara, 142-147).
Yukardaki ayetlerden önce de, bu konuyla yakından ilgili olun. Kâ'be'nin faziletini İbrahim ve İsmail ile ilişkisini anlatan 125-140. ayetler okunmalıdır.
Bu ayetlerin hepsi de, kıble değişikliği nedeniyle Yahudilerin ser¬gilediği aldatma, yüz çevirme ve kuşkulandırma çabalarını anlat¬maktadır. Öyleyse biz buradan hareket ederek, onlarla Araplar arasında peygamberlikten önce de Kâ'be ile Mescid-i Aksa'nın üstün¬lüğü konusunda bir takım cedelleşme ve tartışmaların meydana geldiğini söyleyebiliriz. Çünkü Araplar, Kâ'be'yi Allah'ın yüce evi ola¬rak kabul ediyor, O'na yüce bir değer veriyorlardı. Yahudilerin on¬lara tam üstünlük sağlayabilmeleri için, kendi mescidleri olan Bey-tül-Makdis'in Arapların Kâ'be'sinden üstün olduğunu ileri sürme¬leri gerekiyordu!
Konumuzla ilgili olarak dikkat çekilmesi gereken bir nokta da 142-147. ayetler dizisinde yer alan iki bölümdür;
1 Kendilerine kitap verilenler O'nun Rablerinden (gelen) Hak olduğu-
nu biliyorlar... (144. ayet)
2 Kendilerine kitap verdiklerimiz, çocuklarını nasıl tanıyorlarsa, O'nu
da tanıyorlar. Onlardan bir grup bildikleri halde Hakkı gizliyor¬lar... (146. ayet)
Bu iki bölüm Yahudilerin Kâ'be'nin önemi ve fazileti konusun¬dan habersiz olmadıklarını, onu bilip, itiraf ettiklerini güçlü bir bi¬çimde ilham etmektedir. İşte bu nedenle onlar kendi kendileriyle çe¬liştiklerinde, bildikleri şeyleri kıble değişikliği sırasında inkâr et¬meleri nedeniyle, Kur'an'ın sert eleştirisine müstehak oldular. Ter¬cihe şayan odur ki, onların bu bilgileri ve itirafları Hicret'ten önce de, hatta peygamberlikten önce de vardı. Zira bu değişiklik Hicre¬tin başlarında gerçekleşmişti. Müslüman Araplar ve onlardan Ya¬hudilerle temas halinde olanlar, bunu biliyor ve onlardan duyu¬yorlardı. Açıktır ki, Yahudilerin, Arapların dini gelenekleri üzerin-da, ya da onları destekleme ve sağlamlaştırmada etkileri vardı. Pek tabii olarak onların, Kâ'be'nin değerini ve faziletini kabul etme¬leri ile üstünlük taslama türünden Mescid-i Aksa'yı üstün tutmuş olmaları arasında bir çelişki yoktur.
411
Peygamber ile Yahudiler arasında, yenecek maddelerin haram sayılması konusundaki tartışmayla ilgili Al-i İmran Süresindeki, aşa¬ğıdaki ayetler de bu konuyla ilgilidir:
«Tevrat'ın indirilmesinden önce, İsrail'in kendilerine haram et¬tiğinden başka bütün yiyecekler İsrailoğullarına helaldi. De ki: "Doğru sözlü iseniz Tevrat'ı getirip okuyun." Bundan sonra Allah'a karşı kim yalan isnad ederse işte onlar zalimlerdir» (Al-i İmran, 93-94).
Bu ayetlerin ifadesine göre, Yahudiler, kendilerine haram kılı¬nan şeylerin, daha önce İsrail'e -Bu ad Yâkub (a) için kullanılıyor¬du- de haram kılınmış olduğunu ve bu haram saymanın İbrahim'in dinine dayandığını iddia ediyorlardı. Bu konuyla ilgili olarak, onlar ile Peygamber arasında bir tartışma çıkmış, ayetler de gerçeği açık-lamak için inmişti. Onlara Tevrat'ı getirmeleri ve tartışma toplan¬tısının içinde okumaları şeklinde meydan okumuştur. Eğer iddiala¬rında doğru kimseler ise böyle yapmalarının bekleneceğini bildirmiş¬tir. Bu da onların bu tutumlarında büyüklük tasladıklarını, insan¬ları aldatmaya çalıştıklarını göstermektedir.
Yiyecek maddelerinin haram sayilmasıyla ilgili olarak En'am ve Nahl Sûrelerinde bir takım ayetler vardır. En'am ayetleri, keyfi ola¬rak helal ve haram kılma dolayısıyla müşrik Arapların eleştirildi¬ği, tenkid edildiği bir çok ayeti içermektedir. Nahl ayetleri de müs-lümanlara keyfi olarak helal kılıp, haram saymaya kalkmamaları-nı emretme, Allah'ın haram kıldığına uymalarını, teiniz ve halal kıl¬dıklarını da yemelerini öğütleme konusuyla ilgili olarak gelmişler¬dir. Şöyle ki:
/ 1 De ki: "Bana vahy olunanda leş, akıtılmış kan, domuz eti -ki pistir- ve günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başka¬sını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum; fakat darda kalan, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aş-, mamak üzere bunlardan yiyebilir." Doğrusu Rabbin bağışlar ve me:rhamet eder. Yahudilere tırnaklı her hayvanı haram kıldık. On¬lara sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik yağları hariç, iç yağla¬rım da haram kıldık. Aşırı gitmelerinden ötürü onları bu şekilde ce¬zalandırdık. Biz şüphesiz doğru sözlüyüz. (En'am, 145-146) 2 Yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız, Allah'ın size helal ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin, O'nun nimetini şükredin. Allah size ancak leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkasının adına kesilenleri
412
haram etmiştir Darda kalan, aşın gitmemek ve başkasının hakkına el uzatmamak şartıyla bunun dışındadır. Allah şüphesiz bağışlar, mer¬hamet edeı. Diliniz yalana alışmış olduğu için, "Şu haram, bu helal¬dir" demeyin, zira Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Al¬lah'a karşı yalan uyduranlar İse iflah olmazlar. Az bir geçim ve ar-dından can yakıcı azab onlaradır. Sana anlattıklarımızı daha önce Ya¬hudi olanlara da haram kılmıştık. Biz onlara zulmetmedik, onlar ken¬dilerine zulmediyorlardı. (Nahl, 114-118).
Bilindiği gibi Tevrat ölü etini, kanı, domuz etini, tırnaklı hayvan¬ları vesaireyi haram kılmıştı. En'am'ın, 135-144. ayetleri müşrik Arapları, keyfi olarak haram kılma.ve helal saymaya girişip onla¬ra dini boya çektiklerinden dolayı eleştirince, En'am ayetlerinin ilham ettiğine göre Yahudilerin de bir takım haram kılma ve helal saymalara giriştiklerini ileri sürdüler. Buna bağlı olarak sûrenin 144-145. ayetleri de, genel olarak haram olan şeylerin, ölü eti, kan, domuz eti, Allah dışında başka varlıkların adına kesilen şeyler ol¬duğunu, Yahudilere haram kılman bunların dışındaki şeyler, pis ve kötü olduğundan değil, yalnız onların taşkınlıklarına, azgınlıkları¬na bir ceza olarak haram kılındığını belirterek müşriklerin yakla¬şımlarını reddetti. Öyle anlaşılıyor ki, ya müşriklerin karşı çıkışla¬rı, ya da Arapların eski gelenekleri sebebi ile, bu konu ikinci defa müslümanlar arasında da tartışılmış, bunun üzerine ilahi hikmet gereği olarak Nahl ayetleri inmişti. Ve pis ve kötü olduğundan ha¬ram kılman şeylerin yalnız dört tane olduğunu, bunların dışında ola¬rak Yahudilre haram kılınan şeylerin bu açıdan değil, onların zulüm¬leri nedeniyle haram kılındığını belirttiler. Buradan da açığa çıkı¬yor ki, peygamberlikten önce Araplar, Yahudilere haram kılman şey¬leri biliyorlardı. Öyle anlaşılıyor ki, Araplar haram kılma ve helal yapmalarında, Yahudilerin bu durumlarını kendileri için bir maze¬ret olarak görüyorlardı. Burada da Yahudiler ve Yahudiliğin Arap¬ların dini gelenekleri üzerindeki etkisi ortaya çıkmaktadır.
Bu ayetlerin bir kısmı da Yahudiliğin yasama ve yargı organla¬rıyla ilgili olarak gelen ayetlerdir. Şu ayetlerde bunu görüyoruz:
«Ey Peygamber! Kalbleri inanmamışken, ağızlarıyla "inandık" di¬yenler, Yahudilerden yalana kulak verenler ve başka bir topluluk he¬sabına casusluk edenlerden inkara koşanlar seni üzmesin. Sözleri asıl yerlerinden değiştirirler de "Böyle bir (fetva) size verilirse alın, verilmezse kaçırtın" derler. Allah'ın fitneye düşmesini dilediği kim¬se için, Allah'a karşı senin elinden bir şey gelmez. İşte onlar Allah'ın
413
kalblerini arıtmak istemediği kimselerdir. Dünyada rezillik onlara¬dır. Onlara ahirette de büyük azab vardır. Onlar yalana kulak ve¬rirler, haram yerler. Eğer sana gelirlerse ister aralarında hükmet, isterse onlardan yüz çevir; yüz çevirirsen sana bir zarar veremezler. Eğer hükmedersen aralarında adaletle hüküm ver. Allah adil olan¬ları sever. Allah'ın hükmünün bulunduğu Tevrat yanlarında iken, ne yüzle seni hakem tayin ediyorlar da sonra bundan yüz çeviriyor¬lar? İşte onlar inanmış değillerdir. Doğrusu biz yol gösterici ve nur-landırıcı olarak Tevrat'ı indirdik. İslam olmuş Peygamberler, onun¬la Yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Allah'a vermiş rabba¬niler ve alimler de Allah'ın kitabını korumakla görevlendirildikle¬rinden (onunla hüküm verirlerdi) ve onu gözleyip kollarlardı. O halde insanlardan korkmayın, benden korkun, ayetlerimi hiçbir değerle değiştirmeyin; Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte on¬lar kafirlerdir. Orada onlara cana can, göze göz, buruna burun, ku¬lağa kulak, dişe dişle ve yaralara karşılıklı ödeşme yazdık. Kim hak¬kından vazgeçerse bu onun günahlarına keffaret olur. Allah'ın in¬dirdiği ile hükmetmeyenler işte onlar zalimlerdir.» (Maide, 41-45).
İçerik olarak ayetler, Yahudilerin, şeriatlarının bir takım hüküm¬lerini ihlal ettiklerini, bazı adamlarını Peygamber'e, problemlerin¬den birinde kendi arzularına uygun hüküm verir umuduyla, ona mahkeme olması için gönderdiklerini göstermektedir. Bu nedenle ayetler onların hareketlerini akıl almaz şeyler olarak değerlendir-miştir. Nasıl kendi yanlarında bulunan, Allah'ın indirdiği, Pey¬gamberin kendisiyle hükmettiği hidayet ve aydınlık rehberi Tevrat'ı hakem kabul etmiyorlar da Peygamberi hakem tayin ediyorlar! Sonra Tevrat'ın kanunlar ve yaralamalarla ilgili hükümlerini kay¬detmiş ve bu konularda kendisiyle hükmedilmesi gerekenin de on¬lar olduğunu ifade etmiştir.
îbn Hişam ve Müfessirler bu ayetlerin zina eden bir kadm-erkek meselesiyle ilgili olarak indiğini belirtmektedir, Peygamber (s.) Tevrat'ın hükmü gereği olarak bu meselede recm hükmünü uygula¬mak istemiş, Yahudiler bu hükmü kabul etmemiş Peygamber de on¬lardan Tevrat'ı getirmelerini istemiş, bu konuda müslüman olmuş bir Yahudi bilginden yardım istemiş ve verdiği hükmün Tevrat'a uy¬gun olduğunu ispat etmesini taleb etmiştir. Fakat ayetlerin siyakı¬na baktığımızda yalnız kısas hükümlerinin kaydedilmiş olduğunu görüyoruz. Bu durumda sözkonusu rivayeti kabul etmemiz pek ko-
414
lay değildir. Netice olarak; ayetler, İslâm'dan önce Arapların mese¬lelerinde ve problemlerinde baş vurduğu kaynaklarından birinin de Yahudiler olduğunu ilham etmektedir. Yahudilerin yanlarında bu¬lunan semavî yasalar, ilimler, bilginler ve hahamlar nedeniyle Araplar üzerinde olumlu-olumsuz etkileri oluyordu. Bu da işlediği¬miz konuyla ilgili bir meseledir.
Ayrıca bu ayetlerden anlaşıldığına göre:
1- Yahudilerde yargı görevini üstlenenler, Tevrat şeriatının ko¬ruyucuları olmaları, yargının temelini de bu şeriatın oluşturması ha¬sebiyle hahamlar ve rabbani bilginlerdir.
2- Bu ayetlerde, Yahudilerin şeriat karşısındaki tutumlarından bir tablo sunulmaktadır. Peygamberin asrında ve çevresinde bulu¬nan Yahudi bilginlerin ve hahamların bazı hükümleri ihlal ettikle¬ri, onlar hakkında bir takım düzenbazlıklara giriştikleri ifade edil¬mektedir.
Bu son tablo, başka ayetlerden de açıkça anlaşılmaktadır. Buna göre onların bu tutumları Tevrat'ın bütün metinleri için geçerliydi ve Peygamberlikten önceki durumları da buydu:
1 Vay kitabı kendileri yazıp, sonra da onu az bir değere satmak için, "Bu
Allah kalındandır" diyenlere! Vay yazdıklarına! Vay kazandıkları¬na (Bakara, 79).
2 Onlardan bir grup, kitapta olmadığı halde kitaptan zannedesinîz diye
dillerini eğip bükerler. O Allah katından olmadığı halde: "'Allah ka-tmdandır" derler. Bile bile Allah'a karşı yalan söylerler. (Al-i İm-ran, 78).
3 Allah kitap verilenlerden: "Onu insanlara açıklayacaksınız, gizleme-
yeceksiniz" diye ahid almıştı. Onlar ise, onu arkalarına atıp az bir değere değiştiler. Alış verişleri ne kötüdür. Ettiklerine sevinen ve yapmadıklarıyla övünmekten hoşlananların; sakın onların azabdan kurtulacaklarını sanma, elem verici azab onlaradır. (Al-i îmran, 187-188).
Ayetler, onların bu tutumlarını, dünya menfaatlerini istemele¬rine, başkalarına karşı büyüklük taslamayı arzu etmelerine ve di¬ni sömürmelerine bağlamaktadır.
Yahudilerin, Üzeyr'in Allah'ın oğlu olduğuna inanmaları sade¬dindeki ayetler de bu ayetlerdendir. Nitekim aşağıdaki ayette bu¬na işaret edilmiştir:
«Yahudiler, "Üzeyr Allah'ın oğludur" dediler.» (Tevbe, 30).
415
Ayet, bu inancın Peygamber asrında ve çevresindeki Yahudile¬rin ya da onlardan bir grubun inancı olduğunu göstermektedir.
Hz. Meryem'e iftira atmaları ve Mesih'in öldürüldüğünü iddia et¬meleriyle ilgili ayetler de bu ayetlerdendir:
«Sözleşmelerini bozmaları, Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri, Peygamberleri haksız yere öldürmeleri, "Kalblerimiz perdelidir" demelerinden ötürü (başlarına bela getirdik). Allah, inkarlarına karşılık onların kalblerini mühürledi, onun için bunların ancak pek azı inanır. Bu bir de inkarlarından, Meryem'e büyük bir iftira¬da bulunmalarından ve: "Meryem oğlu İsa Mesih'i -Allah'ın elçisi-öldürdük" demelerinden ötürüdür. Oysa onu öldürmediler ve asma¬dılar, fakat onlara öyle göründü. Ayrılığa düştükleri şeyde doğrusu şüphededirler, bu husustaki bilgileri ancak zanna uymaktan ibaret¬tir. Kesin olarak onu öldürmediler, bilakis Allah onu kendi katına yükseltti. Allah güçlüdür, hakimdir.» (Nisa, 155-158).
Ayetler, Yahudilerin Peygamber asrında ve çevresinde, açıktan açığa Hz. Meryem'e iftira attıklarını ve Mesih'i öldürmekle kasıldık¬larını göstermektedir. Bunun, daha önce açıkladığınız gibi, onların inançlarıyla ilgili olduğu açıktır.
Peygamberin Tevrat ve İncil'de yer alan sıfatlarıyla ilgili olan ayetler de bu ayetlerdendir. Aşağıdaki Mekkî ayette bunu görüyo¬ruz:
«Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları, o Elçiye, o Üm-mî peygambere uyanlar; O Peygamber onlara, uygun olanı emreder ve fenalıktan men'eder, teiniz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılar..» (A'raf, 157).
Şu ayetlerde de görüleceği gibi, Yahudilerden Allah'a, Peygam-ber'e ve Kur'an'a iman edenlerin olduğunu gösteren ayetler vardır:
1 Kitap ehlinden Allah' a, sîze indirilene ve kendilerine indirilmiş ola-
na -Allah'a huşu duyarak- inanıp, Allah'ın ayetlerini az bir değere değişmeyenler vardır. İşte onların ecirleri Rabb'Ierinin kalındadır. (Al-iİmran, 199).
2 Fakat içlerinden ilimde ileri gitmiş olanlar ve müminler, sana indiri-
lene ve senden önce indirilene inanırlar... (Nisa, 162).
3 îsrailoğıiflan bilginlerinin bunu bilmesi de onlar için bir delil değil mi?
(Şuara, 197).
4 De ki: "Eğer bu kitap Allah katından ise ve siz de onu İnkar ederse-
niz; İsraİloğullarından bir şahid de bunun böyle olduğuna şehadet
416
edip te İnanmışken, siz yine de büyüklük taslarsanız, bana söyleyin kendinize yazık etmiş olmaz mısınız?" (Ahkaf, 10).
Pek tabii olarak A'raf ayeti de diğer Kur'an ayetleri gibi, Yahu¬dilerin ve Hıristiyanların gözleri önünde okunuyordu. Buradan ha¬reketle diyebiliriz ki: Peyamber asrında ve çevresinde Yahudilerin ellerinde bulunan Tevrat'ta, kendi sapıklıklarını düzeltmeye yara¬yacak, yükümlülüklerinin bir kısmını hafifletecek, hükümlerle bir¬likte, Peygamber'in sıfatlarına açıkça ya da işaret yoluyla yer veril¬miştir. Ayrıca onlardan Peygamber'e iman edenler ise, Muhamme¬di Risalette, daha önceki kitapları tasdik edici bir doğruluk buluyor, ıslahata yönelik yüce hedefler peşinde olduğunu idrak ediyordu. O'nun sıfatlarının daha önceleri kendi kitaplarında geleceği müjde-lenen peygamberin sıfatlarına uyduğunu biliyorlardı.
İnkâr edenlerin inanmamaları ise, bu konuda ve daha başka yerlerde naklettiğimiz pek çok Kur'an ayetinde, özellikle de birin¬ci bölümün üçüncü konusunda verdiğimiz ayetlerde değinildiği gi¬bi başka nedenlere dayanıyordu Arada kıskançlık, kin> büyüklük tas¬lama, sarsılmakta olan özel menfaatlara ve makamlara dört elle sa¬rılma, içlerine sinmiş bulunan karakter, ulusal egoizm v.s. gibi ne¬denler vardı.
Muhtemelen, adı geçen konuda ve başka münasebetlerle naklet¬tiğimiz Bakara 89. ayetinde yer alan, «Bildikleri şey kendilerine ge¬lince, onu inkâr ettiler» bölümü, Yahudilerin, Arap olan bir peygam¬beri bekledikleri, kendi yanlarında yazılı bulunan sıfatlarından sö-zettikleri ye onun kendi taraftarlarından olacağını ileri sürerek Araplara karşı onunla galib geleceklerini ifade ettiklerini kesin bi¬çimde göstermektedir,..
Onların Tevrat yasasına aykırı hareket etmeleri, hahamlarının ve bilginlerinin dini görevlerini hakkıyla yerine getirmemeleri, ma¬kam ve mevkilerini istismar etmeleriyle ilgili ayetler de bunlardan¬dır:
a) Onlara faiz haram kılınmıştı:
«Menedildikleri halde faiz almalarından ve haksız yere insanla¬rın mallarını yemelerinden ötürü (böyle yaptık)...» (Nisa, 161).
b) Birbirleriyle savaşmaları haram kılınmıştı:
«Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz. Birbirinizi yurtlarınız¬dan çıkarmayacaksınız! diye sizden kesin sz almıştık. Göre göre bu¬nu kabul etmiştiniz. Sonra siz birbirinizi öldüren, aranızdan bazı¬larını memleketlerinden çıkaran, onlara karşı çıkarmak haram-
417
ken günah ve düşmanlıkta birleşen kimseler oldunuz. Size esir ola¬rak geldiklerinde de fidyelerini vermeye kalkıyorsunuz. Yoksa siz, Kitab'm bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?» (Ba¬kara, 84-85).
c) Onların bilginleri, düzenbazlık ve sömürme amacı ile Allah'a nisbet edilmesi doğru olmayan şeyleri O'na nisbet ediyorlardı. Ge¬lecek ayetlerde görülen budur:
1 Vay kitabı kendileri yazıp sonra da onu az bir değere satmak için: "Bu
Allah kalındandır» diyenlere! Vay yazdıklarına! Vay kazandıkları¬na! (Bakara, 79).
2 Onlardan bir takımı, Kitapta olmadığı halde Kitap'tan zannedesiniz di-
ye dillerini eğip bükerler. O, Allah katından olmadığı halde: "Allah katındandır" derler, bile bile Allah'a karşı yalan söylerler. (Al-i îmran, 78).
d) Aynı amaçla bildikleri gerçeği gizliyorlardı:
1 Kendilerine kitap verdiklerimiz, O'mı, oğullarını tanıdıkları gibi ta-
nırlar. Onlardan bir takımı, doğrusu bile bile hakkı gizlerler. (Baka¬ra, 146).
2 Allah, kitap verilenlerden, "onu insaniara açıklayacaksınız ve gizle-
meyeceksiniz," diye ahid almıştı. Onlar İse onu arkalarına atıp, az bir değere değiştiler. Alış verişleri ne kötüdür! (Al-i İmran, 187).
e) Onların hahamları ve Rabbanileri, kendi toplumlarının birey¬lerini günahlara dalarken görüyor, onları görmezlikten geliyor, öğütlerinden ve yasaklamalarından vazgeçiyorlardı: Aşağıdaki ayet¬lerde bu işlenmektedir:
«Onlardan bir çoğunu görürsün ki, günaha girmekte, düşmanlık etmekte ve haram yemekte birbirleriyle yarışırlar. Yapmakta olduk¬ları şey ne kadar kötü!,. Rabbaniler ve hahamların, onları günah söz söylemekten, haram yemekten menetmeleri gerekmez iniydi? Yap¬tıkları şey ne kötüdür.» (Maide, 62-63).
f) Hahamların çoğu, halk kitlelerinin kendilerine körü körüne ita¬at edişlerini sömürüyor, bunun ardından, büyük servetler edinme¬ğe çalışıyorlardı. Hatta onlar bu nüfuzlarını, insanları Peygam-ber'in çağrısından alıkoymak için bile kullanıyorlardı. Şu ayetler¬de bunu görüyoruz:
1 Onlar, âlimlerini ve rahiblerini, Allah'tan başka Rabler edindiler.
(Tevbe,31).
418
2 Ey iman edenler! Gerçekten Yahudi bilginlerinden ve Hıristiyan ra-hiblerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah yo¬lundan çevirirler. (Tevbe, 34).
g) Tevrat metinlerini anlamada aralarında anlayış farkı vardı. Bu ayrılık onları gruplara ve hiziplere ayırmıştı. Onların bu duru¬ma düşmelerinde heva hevesin de etkisi vardı. Gelecek ayetlerde iş¬lenen de budur:
1 ... Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf arala-
rındaki kıskançlıktan ötürü, ayrılığa düştüler... (Al-i îmran, 19).
2 Gerçekten bu Kur'an İsrailoğullarma, ihtilâf edip durdukları şeylerin
çoğunu anlatıyor. (Nemi, 76).
3 Andolsun biz Musa'ya Kitab'ı verdik, onda da ayrılığa düşüldü...
(Fussilet, 45).
4 (Geçmiş ümmetlerin veya ehli kitabın) ayrılığa düşmeleri ise, kendi-
lerine İlim geldikten sonra sırf aralarında hased ve azgınlıktan do¬layıdır. Eğer Rabb'inden tayin edilmiş bir vakte kadar azabın gecik¬mesine dair bir söz geçmiş olmasaydı aralarında helak işleri mutlak bitirîverilirdi. Onlardan sonra Kitab'a varis kılınanlar (Yani Rasu-lullah dönemindeki Kitap Ehlİ) ondan, kuşku veren bir şüphe için¬dedirler. Onun için sen onları tevhide davet et ve emrolunduğun gi¬bi, doğru ol. Onların heveslerine uyma ve de ki: "Ben Allah'ın in¬dirdiği her kitaba iman ettim. Aranızda adaleti yerine getirmekle em-rolundum. Allah bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size.. Sizinle aramızda bir hu¬sumet yok. Allah hepimizi (kıyamette) bir araya toplayacak ve dö¬nüş de ancak onadır. (Şura, 14-15).
5 Gerçekten biz, vaktiyle İsrailoğullarma kitab, hüküm ve Peygamber-
lik vermiştik. Kendilerini temiz rızıklardan da nzıklandırmiştık. Hem onları (bulundukları devirde) alemlerin üstüne faziletli kılmış¬tık. Onlara açık deliller (ayet ve mucizeler) de vermiştik. Şimdi ay¬rılığa düşmeleri, sırf kendilerine ilim geldikten sonra, azgınlık ve ih¬tirastan dolayıdır. Muhakkak ki Rabbin, onların ihtilaf ettikleri ko¬nularda kıyamet günü aralarında hüküm verecektir. (Casiye, 16-17). Burada kaydettiğimiz ayetler her ne kadar peygamberlikten sonra davetin şartları ve konumuyla ilgili olarak inmiş olsalar da, öz ve içerik itibariyle, aslında Yahudilerin Peygamberlikten önce¬ki durumlarını tasvir etmektedir. Ayetlerin iniş sebebi olarak orta¬ya çıkan davetle ilgili şartlar ve durumlar daha önce yürürlükte bu¬lunan uygulamaların bjr devamı olmaktan öteye geçmez.
419
Şimdiye kadar belirtilen şeylere ilave olarak deriz ki: Arapların, Yahudiler kanalıyla Tevrat'ta kaydedilen kıssaları, Tevrat nüsha¬larından peygamberlerin, onların mucizelerinin ve ümmetlerinin ha¬berleriyle ilgili pek çok şey öğrendikleri kuşkusuzdur. Arapların ken¬di bilgilerini, düşünce, din ve dünya kültürlerini arttırmalarında on-lardan yararlandıkları kesindir. Tevrat'taki hikayelerin çoğuna ay¬nı zamanda Kur'an'da da işaret edilmiştir. Arapları eleştirme, on¬lara hatırlatma da bulunma ve hitab etme sadedinde bu kıssaların çoğuna değinilmiştir. Bu da bizim yaklaşımımızı desteklemektedir. Zira bu kıssayı bilen ve bildiğini kabul eden kişiye karşı, delil da-ha sağlam ve daha etkili olur. Sonra kullanılan üslub, onu dinleyen insanların ondan hiç habersiz olmadığını ilham etmektedir. Bu et¬kinin bir sonucu olarak sözkonusu bilgiler, onların Peygamber'le tar¬tışmalarının, O'na karşı delil ileri sürmelerinin vasıtalarından bi¬ri olmuştur. Kasas ayetinin de tasvir ettiği gibi, onların Peygam-berden, önceki peygamberlere verilen mucizelere benzer bir muci¬ze getirmesini istemelerine neden olmuştur:
«Fakat, şimdi onlara tarafımızdan hak gelince: "Musa'ya verilen¬ler, O'na da verilmeli değil mi?" dediler.» (Kasas, 48).
Enbiya ayeti de bunun gibidir:
«O halde bize, öncekilerin gönderildikleri gibi, O da bir mucize getirsin.» (Enbiya, 5).
Ayrıca onların bu bilgileri, Fatır 43. ayetin de ifade ettiği gibi, kendilerinden önceki ümmetlerden daha doğru bir yola gelmeleri için, kendilerine bir peygamberin gönderilmesini arzu etmelerine ne¬den olmuştur. Bunların hepsi pek tabii olarak, ancak öncekilerin ha¬berlerini, şimdikilerin durumlarını bilmelerine bağlı olarak ger¬çekleşebilir.
Aynı şekilde Kur'an Araplarla tartışırken, onları davet eder¬ken, kendilerini eleştirirken birçok defalar zikir ehlini, kitap ehli¬ni -ki Yahudiler de bunların içine girer-, semavî kitapları, Mu¬sa'nın Suhuflarını,'lsrailîleri ve bilginlerini açıkça şahid olarak göstermiştir. Bu konuyla ilgili ayetlerin çoğunu birinci bölümün üçüncü konusunda ve bu konuda vermiştik: En'am, 114; Yunus, 94; Nahl, 43; Şuara, 197; Ankebut, 47; Sebe', 6; Ahkaf, 10; Kasas, 52-55; Ra'd, 36. ayetleri bunlar arasında yer aldıkları gibi, gelecek ayetler de aynı hususa işaret etmektedirler:
1 Dediler ki: "Rabbinden bir mucize getirse ya!..." Onlara, evvelki ki-420
taplarda olan apaçık delil gelmedi mi? (Taha, 133).
2 Yoksa, çok vefalı İbrahim'in ve Musa'nın sahif esinde olan kendisine
haber verilmedi mİ? (Necin, 36-37).
3 Bu elbette ilk sahifelerde de vardır. İbrahim'in ve Musa'nın sahifele-
rinde. (A'la, 18-19).
Bunların hepsinde delilin sağlam ve mükemmel oluşu, Kur'an-i dinleyen Arapların ve onların eşrafının, Yahudilerin kitaplarından, haberlerinden ve bilgilerinden haberdar olmasına bağlıdır. Arapla¬rın tüm bu bilgi kaynaklarına güvenmeleri az ya da çok onlardan et¬kilenmeleri ile açıklanabilir.
2. Hıristiyanlık
Hıristiyanlığa gelince, daha önceleri birinci bölümün üçüncü faslında yaptığımız çıkarımla Mekke'de yabancı Hıristiyan bir azın¬lığın bulunduğu, Yesrib'te de yabancı Hıristiyan bir azınlığın var ola¬bileceği kanısına varmıştık. Ayrıca peygamber asrında ve çevresin¬de yerli halktan hıristiyanlaşan Arapların var olduğu görüşünü tercih etmiştik.
Burada ise diyoruz ki: Hıristiyanlığın Hicaz Arapları arasında ya¬yılışı dar bir alanı kapsıyordu. Bireysel çıkışların ötesine varabile¬cek bir hareket değildi. Bu yaklaşımı, Kur'an-ı Kerim'de Peygamber ile Hıristiyanlar arasında yankı yapacak güçlü bir sürtüşmenin varlığını gösteren bir açıklamanın bulunmayışından çıkarıyoruz. Ne Mekkî ayetlerde ne de Medenî ayetlerde, Yahudilerle, Yesrib'te ol¬duğu gibi benzer olaylara r as dayamıyoruz. Eğer Peygamber çevre¬sinde genel olarak Hıristiyanlığın özellikle de Arap Hıristiyanlığı¬nın güçlü bir etkinliği ve geniş bir kapsamı olsaydı, Kur'an bunıin yankısını verirdi. Pek çok ve çeşitli olaylar meydana gelir, rivayet¬ler onları nakleder ve bu olayların varlığını gösterecek bir takım bil¬giler bize kadar ulaşırdı.
Hicaz'ın dışındaki bölgelere gelince, Kur'an'da bu konuda açık bir metin yoksa da Hıristiyanlığın Araplar arasında ne ölçüde yayıldı¬ğına işaret edebilecek bir takım işaretler vardır ki bu işaretlerin, ri¬vayetlerin kaydettiği, Peygamber ile Yemen'li, Şam'lı Arap Hıristi¬yanların elçilerinin buluşmasıyla ilgili olduğu hemen hemen kesin¬dir. Bu işaretlerde, rivayetlerin kaydettiğini destekler mahiyette iz¬ler vardır. Çünkü bu ayetlerden bir kısmında, dinleyenlerin gözle¬rinin yaşaracağı ölçüde etkilendiğine işaret edilmektedir. Bu da onların Kur'an'ın metnini gerçekten yeteri kadar anladıklarını gös-
421
terebiUr. Bunun da, hemen fark edileceği gibi, ancak Araplar için ge¬çerli olabileceği pek tabiidir. Yine Kur'an'da belirtildiğine göre, Al¬lah'ın ve Rasulünün haram kıldığını haram saymayan ve gerçek di¬ne boyun eğmeyen Ehl-i Kitap'la savaşılması gerekmektedir. İlave bir kaç ayetten sonra onları geniş kapsamlı bir savaşa seferber ol-maya çağırmaktadır ki, bu savaşın Tebük savaşı olduğunda rivayet¬ler ittifak halindedir. Bu savaş Şam'ın yüksek ovalarında oturan, za¬man zaman yolculara ve kafilelere saldıran ve çoğunluğu Hıristiyan olan Arap kabilelerine karşı yapılmıştı. Bu Kur'anî işaretler, riva¬yetlerle açıklanmıştır. Onların içeriklerine aykırı değildir. Buna bağ¬lı olarak denebilir ki, Hıristiyanlık Şam'ın yüksek bölgelerinde ge¬niş ölçüde yayılmış bulunuyordu. Sonra Yemen Arapları arasında kü¬çümsenmeyecek bir kitle arasında yayılmıştı40. Yakîn derecesinde mütevatir rivayetler de bunu desteklemektedir. Öte yandan Hıris¬tiyanlığın, Şam'ın ve Irak'ın şehirleri, köyleri ve göçmenleri arasın¬da ve Mezopotamya/iki nehir arası halkı arasında yayıldığını gös¬termektedir. Bizim görebildiğimiz Kur'anî işaretler ise şunlardır:
Birinci bölümün üçüncü konusunda naklettiğimiz Isra 107-109; Kasas, 52-55; Araf, 157; Meryem, 16-37; Tevbe, 35; Nisa, 171-172; Maide, 72-79, 82-84. ayetler. Ayrıca ravilerin, Necran Hıristiyanla-rı arasında vuku bulan bir tartışma ile ilgili olduğu hususunda it¬tifak ettikleri Al-i İmran Sûresinin 35-64. ve Tevbe Sûresinin bir kaç ayeti. Al-i İmran'daki ayetler şunlardır:
«İmran'ın karısı: "Ya Rabbi! Karnımda olanı, sadece sana adadım, benden kabul buyur, doğrusu işiten ve bilen ancak sensin" demişti. Onu doğurduğunda -Allah onun ne doğurduğunu bilirken-; "Ya Rab¬bi! Kız doğurdum. Erkek kız gibi değildir, ben ona Meryem adını ver¬dim, ben onu da soyunu da kovulmuş şeytandan Sana ısmarladım" dedi. Rabbi onu güzel bir kabulle karşıladı, güzel bîr bitki gibi ye¬tiştirdi; onu Zekariya'nin himayesine bıraktı. Zekeriyya mabedde onun yanına her girişinde, yanında bir yiyecek bulurdu. "Ey Meryem! Bu sana nereden geldi?" demiş, o da :"Bu, Allah'ın katındandır" ce¬vabını vermişti. Doğrusu Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır. Orada Zekeriyya Rabbine dua etti: "Ya Rabbi! Bana kendi katmdan temiz bir soy bahşet, doğrusu Sen duayı işitirsin." Mabedde namaz kılarken melekler ona seslendiler: "Allah sana, Allah'tan bir kelime¬yi doğrulayıcı, efendi, iffetli, iyilerden bir peygamber olarak Yahya'yı
40 Ibn Hışam, II. 165-176. 422
müjdeler". "Ya Rabbi! Ben artık iyice kocamış, karım da kısırken na¬sıl oğlum olubilir?" dedi. Allah: "Böyledir, Allah dilediğini yapar" de¬di. "Ya Rabbi! Bana bir alamet ver" dedi. "Alametin üç gün işaret¬le anlaşma dışında insanlarla konuşmam andır; Rabbini çok an, ak¬şam sabah teşbih et" dedi. Melekler şöyle demişti: "Ey Meryem! Allah seni temizledi, dünyaların kadınlarına, seni üstün kıldı. Ey Meryem! Rabbine gönülden boyun eğ, secde et, rükû edenlerle bir¬likte rükû et." (Ey Muhammed!) Bu sana vahyettiğimiz gayb haber-lerindendir. Meryem'e hangisi kefil olacak diye kalemlerini atarlar¬ken sen yanlarında değildin, çekişirlerken de orada bulunmadın. Me-Iekîerdemişti ki: "Ey Meryem! Allah sana, kendinden bir sözü, adı Meryem oğlu tsa olan Mesih'i, dünya ve ahirette şerefli ve Allah'a yakın kılınanlardan olarak müjdeler. İnsanlarla, beşikte iken de, ye¬tişkin iken de konuşacaktır ve o, iyilerdendir". Meryem: "Rabbim! Bana bir insan dokunmamışken nasıl çocuğum olabilir?" demişti. Me¬lekler şöyle dediler: "Allah dilediğini böylece yaratır. Bir işin olma¬sını dilerse ona 'ol' der ve olur. Ona kitab'ı, hikmeti, Tevrat'ı ve İn¬cil'i öğretecek, îsrailoğullarına şöyle diyen bir Peygamber kılacak: 'Ben size Rabbinizden bir ayet getirdim. Ben size çamurdan kuş gi¬bi bir şey yapıp ona üfleyeceğim; Allah'ın izni ile, hemen kuş olacak¬tır; anadan doğma körleri, alacalıları, sakladıklarınızı da size haber vereceğim. İnanıyorsanız bunda size bir delil vardır. Benden önce ge¬len Tevrat'ı tasdik etmekle beraber, size yasak edilenlerin bir kıs¬mını helal kılmak üzere, Rabbinizden size bir ayet getirdim. Allah'tan sakının ve bana itaat edin; çünkü Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz'dir. Ona kulluk edin, bu doğru yoldur". İsa onların inkar-larını hissedince: "Allah uğrunda yardımcılarım kimlerdir?" dedi. Ha¬variler şöyle dediler: "Biz Allah'ın yardımcılarıyız, Allah'a inan¬dık, O'na teslim olduğumuza şahid ol. Rabbimiz! İndirdiğine inan¬dık, Peygambere uyduk; bizi şahid olanlarla beraber yaz". Fakat hi¬le yaptılar, Allah da onları cezalandırdı. Allah hile yapanların ceza¬sını en iyi verendir. Allah demişti ki: "Ey İsa! Ben seni vefat ettire¬ceğim, seni kendime yükselteceğim, inkar edenlerden seni tertemiz ayıracağım; sana uyanları kıyamet gününe kadar, inkar edenlerin üstünde tutacağım, sonra dönüşünüz Banadır. Ayrılığa düştüğünüz hususlarda aranızda hükmedeceğim. İnkar edenleri de dünya ve ahi¬rette şiddetli azaba uğratacağım. Onların hiç bir yardımcıları olma¬yacaktır. İnanıp, yararlı iş işleyenlerin ecirleri ise tastamam veri-
423
lecektir. Allah zalimleri sevmez". İşte bu sana okuduklarımız, ayet¬lerden ve Zikr (Kur'an) dendir. Allah'ın katında İsa'nın durumu -ken¬disini topraktan yaratıp sonra "ol" demesiyle olmuş olan- Adem'in durumu gibidir. Gerçek Rabb'indendir, o halde şüphelenenlerden ol¬ma! Sana ilim geldikten sonra, bu husukta seninle kim tartışacak olursa, de ki: "gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve ka¬dınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra lanetlenelim de, Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim". Şüphesiz bu anlatılanlar gerçek olaylardır. Allah'tan başka ilah yoktur. Doğru¬su Allah güçlüdür. Hakimdir. Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah bozguncuları bilir. De ki: "Ey Kitab Ehli! Ancak Allah'a kulluk et¬mek. O'na bir şeyi eş koşmamak, Allah'ı bırakıp birbirimizi Rab ola¬rak benimsememek üzere, aramızdaki müşterek bir söze gelin". Eğer yüz verirlerse: "Bizim müslüman olduğumuza şahid olun" de¬yin.» (Al-i İmran, 35-64).
Şimdi de Tevbe Sûresi ayetlerine gelince:
1 O kendilerine kitab verilenlerden, Allah'a ve ahiret gününe İnanma-
yan, Allah'ın ve Peygamberin haram ettiği şeyi hram tanımayan ve hak dinini (İslam'ı) din edinmeyen kimselerle; küçülerek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın. (Tevbe, 29).
2 Ey iman edenler! Gerçekten hahamlardan ve rahiplerden bir çoğu in-
sanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah yolundan çevirirler. (Tevbe, 34).
3 Ey iman edenler! Size ne oldu ki "Allah yolunda topluca savaşa çı-
kın, seferber olun" dendiği zaman yere ve meskenlerinize çivilenip ağırlaştmız? Yoksa ahiretten vaz geçip, dünya hayatına mı razı ol¬dunuz? Fakat ahıretin yanında, dünya hayatının zevk ve faydası pek az bir şeydir. (Tevbe, 38).
4 Ey mü'minler! Gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak seferber olun ve mal-
larınızla, canlarınızla Allah yolunda savaşın. Eğer bilirseniz, bu sizin için pek hayırlıdır. Yakın bir dünya menfaati ve orta bir yol¬culuk olsaydı (o münafıklar) elbette Sana tabi olurlardı. Fakat güç aşılacak mesafe, kendilerine uzak geldi... (Tevbe, 41-42). Hıristiyanlığın yayıldığı alan, Özellikle Peygamber çevresinde dar bir alanda kalıyorsa, bu onun etkisinin zayıf olduğunu göstermez. Biz daha Öndeki konularda, Yahudiliğin Hicaz Araplarınm dini dü¬şünceleri ve bilgileri üzerinde ne kadar etkili olduğunu belirtip, onunla ilgili bir dizi ayet delil olarak gösterdiğimiz gibi, Hıristiyan-
424
lığın da onlar üzerinde etkili olduğuna inanıyoruz. Özellikle Allah düşüncesinde; Allah'ın oğullar, kızlar edinmesi, melekler ve onların Allah'ın kızları olarak sayılması gibi düşüncelerin, onlardan etkile¬nerek geliştiği söylenebilir. Şefaat, şefaatçüar, meleklerin şefaatçı-lar olarak kabul edilişi gibi düşünceler aslında Arapların Hıristiyan-lardan, onların keşişlerini şefaatçi olarak görmelerinden, alıntı yaptıkları düşüncelerdir.
Daha önce melekler konusunda kaydettiğimiz ve onunla ilgili ola¬rak Arapların, melekleri ilah edinmelerinde, kendilerini, isa'yı ilah olarak kabul eden Hıristiyanlardan daha doğru yolda gördükleriy-le ilişkin açıklama yaptığımız Zuhruf Sûresi, 57-65, ayetlerinde, Arapların Allah'ı, kabul ettiklerini açıkladığımız konuda verdiğimiz En'am, 157. ayetlerinde, Arapların kendilerine bir uyarıcı geldiğin¬de ona uyacaklarına, diğer ümmetlerden herhangi birinden daha doğ¬ru yola gireceklerine yemin edişlerini tasvir eden Fatjr 42. ayetin¬de, Hıristiyan grupların, hiziplerin arasındaki ayrılıklara, tartışma¬lara ve parçalanmalara değinen bu konuda ve daha önceki konular¬da kaydettiğimiz Mekkî ayetlerde; Hicaz Araplarının, özellikle de Mekke Araplarının Hıristiyanlığa, onun inançlarına, kıssalarına, Me¬sih'in doğuşu, peygamberliği ve soyu ile ilgili problemlerine, bunlar¬la ilgili görüşlere ve mezheplere büyük ilgi duyduklarını gösteren de¬liller vardır. Bunların hepsinin onların psikolojik yapıları, kültür¬leri, düşünceleri ve inançları üzerinde bir karşıt tepkiye neden ol¬ması tabiidir. Buna ilave olarak, az önce Yahudiler konusunda Eh¬li Kitab'ın şahid olarak gösterilmesi ve bu konuda naklettiğimiz ayet¬ler de birer delil sayılır. Çünkü bu, Yahudileri ve Yahudiliği kapsa¬dığı gibi Hıristiyanları ve Hıristiyanlığı da içine alır. Bu ayetleri din¬leme durumunda olan Araplar, Yahudilere olduğu gibi, Hıristiyan-lara ve onların bilgilerine de güveniyorlardı. Bu da tabii olarak on¬lardan etkilendiklerini gösterir.
Şöyle diyenler olabilir: Rasulün çevresinde, Yahudilerin çok-luklarıyla etkileme imkanına sahip oldukları gibi, Hıristiyanlardan bu etkiyi yapacak bir çoğunluk yoktu ki Araplara etkide bulunsun¬lar...
Daha önceki ilgili yerlerde işaret ettiğimiz gibi, Mekke'de ilim ve öğretme nitelikleriyle bilinen Hıristiyan bireylerin, Peygamber'e mu¬halefet hareketinin önderliğini yapan, Kur'an'ın genellikle tutum¬larını, tavırlarını ve sözlerini anlattığı, tercihe şayan görüşe göre,
425
bu düşüncelerin kaynağı ve diğer Araplar arasında ki yayıcıları pozisyonundaki eşraf takımım etkisi altına alabilecek yeterlilikte ol¬duğunu, hatta bizzat Mekke müşriklerinin Peygamber'in de onlar¬dan bilgi öğrendiğini, onlardan etkilendiğini iddia ettiklerini unut¬mamalıyız. Nitekim Nahl, 103 ve Furkan, 4. ayetleri onların bu id-dialarını hikaye etmiştir. Özellikle Hicazlılarm yolculuklarında ve kervanların uğrak yeri olarak sabah akşam kendileriyle ilişki için¬de bulunduğu, bir kardeş gibi kaynaştığı, ulusal dilleriyle kendile¬riyle anlaşabilen binlerce HıristiyarJaşan Arabın varlığını unutma¬malıyız. Bunlardan çoğunun hac mevsimlerine ve panayırlarına da katıldıklarını, üstelik onlardan bazılarının, Kus b. Saide gibi, mis¬yonerlik yaparak hitabelerde bulunduğunu, bu ilişkilerin, kabilesel geleneklerin; Arapların Hıristiyan olanlarım babalar ve atalar ba¬ğı ile bir araya getirdiğini, onları sağlam bir biçimde kaynaştırdığı¬nı böylece nıaddi-manevi bağlarını ortaya çıkarıp, varlıklarını sür-dürdüğünü gözardl etmemeliyiz. Hıristiyan olmayan pek çok Ara¬bın, özellikle Hicazlı olanlarının, Hıristiyan Araplarla akrabalık bağ¬ları kurduklarını, Hıristiyanların da Araplarla hısımlık bağları kurduklarını, böylece bu maddi-manevi bağlarının ve dış görünüş¬lerinin gittikçe güç ve kuvvet kazandığını unutmamalıyız. Tüm bu ilişkilerin Hicazlı Araplara, onları tanımaları, onlardan haberdar ol¬maları, bir takım şeyleri öğrenmeleri ve etkilenmeleri için pek çok yeterli imkânlar sağladığını unutmamalıyız.
Bunun yanında Hıristiyanlar ve Hıristiyanlık inançları ile ilgi¬li pek çok ayetler vardır. Bunlardan hareketle Peygamber asrında ve çevresindeki Hıristiyanların, bu çevrede olmayıp onun ahalisiy-le ilişkileri bulunan Hıristiyanların inançları, adetleri ve düşünce¬leriyle ilgili bir çok şeyi öğrenmek, mümkündür. Arapların bunları onlardan öğrenmiş olmaları ihtimal dahilindedir:
1 Meryem'in oğlu Mesih ancak bir peygamberdir. Ondan önce de bir çok
peygamberler geçti. Anası çok doğru bir kadındı. Skisi de 3'emek yer¬lerdi. Bak, ayetlerimizi onlara nasıl açık açık anlatıyoruz. Sonra bak haktan nasıl çeviriliyorlar. (Maide, 5).
2 Allah: "Ey Meryem oğlu îşa, sen mi insanlara 'Beni ve annemi, Al-
îah'dan başka iki ilan edinin' dedin"... (Maide, 116).
a) Hıristiyanlar ya da onların bir kesimi, yukarıdaki ayetlerden anlaşıldığı gibi, meryem'i ilahlaştırıyorlardı:
b) Hıristiyanlar Mesih'in, Allah'ın kendisi olduğunu, tanrıların
426
üç tane olduğunu söylüyorlardı. Nitekim gelecek ayetlerden anlaşı¬lan da budur:
1 Ey Kitab Ehli! dininizde ağın gitmeyin, Allah hakkında gerçek olma-
yanları söylemeyin. Meryem'in oğlu îsa Mesih, ancak Allah'ın el¬çisi ve Meryem'e attığı kelimesi ve O'ndan bir ruhtur. Allah'a ve el¬çilerine iman edin. (İlah) üç tanedir demeyin. Bundan sakının. Bu si¬zin için daha iyidir. Allah ancak bir tektir. O, bir çocuk edinmekten münezzehtir. (Nisa, 171).
2 "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir" diyenler küfre gitmişlerdir... (Ma-
ide, 17).
3 "Allah üç ilahdan üçüncüsüdür" diyenler, elbette kafir olmuşlardır. Hal-
buki bir tek ilah'dan başka hiç bir ilah yoktur... (Maide, 73).
c) Onların, İsa'nın uluhiyetini kabul etmelerinde ya da O'na ila¬hi bir nitelik kazandirmalarmdaki başlıca dayanakları, O'nun ba¬basız doğmuş olması mucizesidir. Bu yaklaşım, Kur'an'm bu muci¬zeden bu sonucun çıkarılmasını çürütmeye önem vermesi, daha doğrusu tüm ağırlığıyla ona yönelmesinden çıkarılmıştır. Aynı yak¬laşım, Mekkî olan Meryem Sûresinde, Medenî olan Al-i İmran Sû¬resinde bu konuya geniş yer verilmesinden, onlarla tartışılmasından çıkarılabilir. Birinci bölümün üçüncü konusunda Meryem Sûresi ayetlerini vermiştik.
d) Babasının ihtiyarlığı, annesinin kısırlığına rağmen Yahya (a.)'nm doğuşu mucizesi, Hıristiyanların kabul ettiği bir olaydı. Nitekim Kur'an, Mesih'in doğuş mucizesinin, Yahya'nınki gibi, ona uluhiyet niteliği kazandırmayacağına bir delil ve destekleyici bir olay olarak bu konuyu bir kaç defa tekrar etmiştir. Yani olağanüstü bir biçimde doğmuş olmak Yahya'yı tanrılaştırmıyorsa, İsa'yı da tanrı-laştırmamalıdır. Bunu Al-i İmran Sûresinin bir dizi halindeki ayet¬lerinden anlayabiliyoruz. Nitekim burada Yahya'nın doğuşu, İsa'nın doğuşu için bir hazırlık, bir giriş mesabesindedir. Aşağıda görüle¬ceği gibi Meryem Sûresinde de aynı şekilde bir anlatım vardır:
«Kaf, Ha, Ya, Ayn, Sad. Bu, Rabbinin kulu Zekerİyya'ya olan rah¬metini anmadır. O Rabb'ine içinden yalvarmıştı. Şöyle demişti: "Rabbim! Gerçekten kemiklerim zayıfladı, saçlarım ağardı. Rab¬bim! Sana yalvarmakla şimdiye kadar, bedbaht olup bir şeyden mahrum kalmadım. Doğrusu benden sonra yerime geçecek yakınla¬rımın, iyi hareket etmeyeceklerinden korkuyorum. Karım da kı¬sırdır. Katından bana bir oğul bağışla ki bana ve Yâkub oğullarına
427
mirasçı olsun. Rabbim! O'nun Senin rızanı kazanmasını da sağla." Allah: "Ey Zekeriyya! Sana Yahya isminde bir çocuğu müjdeliyoruz. Bu adı daha önce kimseye vermemiştik" buyurdu. Zekeriyya: "Rab¬bim! Karım kısır, ben de son derece kocamışken nasıl oğlum olabi¬lir?" dedi. Allah: "Rabbin böyle buyurdu: Çünkü bu bana kolaydır ni¬tekim sen yokken daha önce seni yaratmıştım" dedi. Zekeriyya: "Rabbim! Öyleyse bana bir alamet ver" dedi. Allah: "Senin alametin sağlam ve sıhhatli olduğun halde üç gün, üç gece konuşmamandır" buyurdu. Zekeriyya bunun üzerine mabedden toplumuna "Sabah ak¬şam Allah'ı teşbih edin" diye işarette bulundu. "Ey Yahya kitab'a iyi¬ce sarıl" deyip daha çocukken ona hikmet, katımızdan rahmet ve sa¬fiyet verdik. O, Allah'tan sakınan ve anasına babasına karşı iyi davranan bir kimse idi. Başkaldıran bir zorba değildi, doğduğu gün, Öleceği gün ve dirileceği gün o'na selam olsun. Kitab'da Meryem'i de an. O ailesinden ayrılarak doğu tarafına çekilmişti. Sonra insan¬lardan gizlenmek için bir perde germişti. Ruhumuzu (Cebrail'i) göndermiştik de, O'na tam bir insan olarak görünmüştü. Meryem: "Eğer Allah'tan sakınan bir kimse isen senden Rahman'a sığınırım", dedi.» (Meryem, 1-19).
Burada dikkat çekilmesi gereken bir nokta da, her iki ayetler di¬zisinde, İsa {a.)'nın, ayetlerin sonlarında sözlerin bağlanışı ve onun bir sonucu biçiminde Verilişidir. Al-i İmran Sûresi 35-36. ayetleri ile Meryem Sûresi ayetlerinde verildiği gibi:
«İşte hakkında şüpheye düştükleri, Meryem oğlu İsa, gerçek sö¬ze göre budur. Allah çocuk edinmez. O münezzehtir. Bir işin olma¬sına hükmederse ona ancak "Ol" der, o da olur.» (Meryem, 34-35).
Böylece Kur'an'm delili daha da sağlam ve mükemmel olmuştur. Hıristiyanların kabul ettiği Yahya'nın doğuşu kıssasını, İsa'nın do¬ğuşu kıssası için bir giriş biçiminde vermiştir.
e) Aşağıdaki ayetin de gösterdiği gibi, İsa'nın asılması olayı Hı¬ristiyan, çevrelerde tartışmalı konulardandı.
«Bu bir de inkârlarından, Meryem'e büyük bir iftirada bulunma¬larından ve: "Meryem oğlu İsa Mesih'i-Allah'm elçisini öldürdük" demelerinden ötürüdür. Oysa onu öldürmediler ve asmadılar. Fakat onlara öyle göründü, ayrılığa düştükleri şeyde doğrusu şüphededir¬ler. Bu hususdaki bilgileri ancak zanna uymaktan ibarettir.» (Nisa, 157).
f) Hıristiyanlar, inançları, mezhepleri ve bizzat Mesih hakkındaki
428
görüşleri açısından ayrı ayrı gruplara, hiziplere ayrılmışlardı. Bu¬nu az önce verdiğimiz Nisa, 157, daha önce verdiğimiz Bakara, 253; Zuhruf, 63-65 ve Meryem, 37. ayetlerden çıkarıyoruz. Sonra Arap¬ların kendilerine bir uyarıcı geldiğinde Hıristiyanlardan ve Yahudilerden daha doğru yolda olacaklarına yemin edişlerini tas¬vir eden Fatır, 42. ayetinin Özünden de anlaşılan budur. Bu da Arapların, sapıklığı, yanıltmak amacıyla kullanılan sözleri ve anlaş¬mazlıkları gördüklerini, dehşete kapıldıklarını ve bu esnada söy¬leyeceklerini göstermektedir.
g) Peygamber döneminde, inançları Kur'an'ın belirttiği ilkelere uygun düşen Hıristiyan gruplar da vardı. Başka bir münasebetle naklettiğimiz Maide, 82-84. ayetlerinden bu anlaşılıyor. Bu ayetler¬de belirtildiğine göre, keşiş ve ruhbanları bulunan Hıristiyanlar, Kur'an'ı duyduklarında gözleri yaşarıyordu. Orada bildikleri haki¬kati, gerçeği görüyor ve ona iman ettiklerini açıklıyorlardı41. Mek-kî sûrelerde bir takım ayetler daha vardır ki, birinci bölümün üçün¬cü konusunda, onların Hıristiyanları kasdettiğini tercih etmiştik. Bu ayetlerde de görüşümüzü destekleyen deliller vardır. Bunlar daha önce naklettiğimiz Ra'd, 36; Isra, 107-109; Kasas, 52-53. ayetleridir.
Kur'an'ın belirttiği gerçekler arasında Mesih'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğu, O'nun doğuşu mucizesinin Yahya ve Adem (a)'ın doğuşları mucizesi gibi bir mucize olduğu ve O'nun yalnız Allah'a çağırdığı olgusunun var olduğu malumdur. Ayetlerin Hıristiyanlar¬dan hikaye ettiği bu tasdik, aynı zamanda ve tabiatıyla Kur'an'ın açıkladığı bu gerçekleri de kapsıyordu. Sûrelerin üslubları ve iniş sırasına göre dizilişinden de anlaşılacağı gibi Kur'an'ın bu Mekkî açıklamaları erken zamanlarda yapılmıştı. Muhtemelen İsra'nın az önce andığımız iki ayetinin ardından gelen son ayet, buna ışık tut¬maktadır:
«De ki: "Çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan, acizlikten Ötü¬rü bir yardımcısı da olmayan Allah'a hamdolsun..."» (îsra, 111). Çünkü ayet Hıristiyanların sözlerini hikaye ettikten sonra, «...Ço¬cuk edinmeyen, ortak edinmeyen...» cümlesini ilave ediyor. Hatta bu «hamdolsun» cümlesinde, Hıristiyanlardan bir grubu bu konuda Kur'an'ın dediğini tasdik eder hale getiren ve bu meselede onlardan bir şahid kılan «Allah'a hamdoîsun» anlamı gizli gibidir.
Bir taraftan Kur'an ayetlerinin üslubundan, bir taraftan da ts-
41 Bkz. Ibn Hişam, II, l67
429
lam davasının kitab sahibi Hıristiyan azınlıklardan bazı şahsiyet¬ler tarafından güzel karşılandığı gibi, bir takım Hıristiyan çev¬relerde özellikle de Habeşistan'da güzel sözlerle karşılandığını kay¬deden rivayetlerden anlaşılıyor ki, onu olumlu karşılayan Hıristiyan grup, sayıca azınlıkta ve kural dışı kalan bir kaç kişiden ibaret değildi. Bunlar geniş bir kitle oluşturuyorlardı. Bu aynı zamanda Şam ve Mısır ülkelerindeki Hıristiyanların, İslam'ın ilk dönem¬lerinde İslam'a yönelmelerini bir ölçüde açıklayabilir. Bu anlamda ele alınabilecek bir nokta da, daha önce başka bir nedenle naklet¬tiğimiz Saf, 6. ayetinin ihtiva ettiği, îsa'nın peygamber Hz. Muham-med (s.)'i müjdeleme sidir. Daha önce verdiğimiz, ellerindeki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları Ummi Nebi-Resûle uyanların, takdirle yadedildiği A'raf 157. ayetinin kaydettikleri de bununla ilgilidir. Da¬ha önce belirttiğimizi tekrar ediyoruz: Bu iki ayet Hıristiyanların ve Yahudilerin kulağı dibinde okunuyordu. Her iki ayetin, Hıristiyan-ların bildiklerine uygun ya da onlardan bazı grupların inandığı, ba¬zı incil'lerinin ihtiva ettiği açık ya da kapalı niteliklere uygun şey¬ler kaydettiklerinde kuşku yoktur. Onların bunu kabul edip, onun¬la sevinmelerinin nedeni de buydu.
h) Hıristiyan olan ruhbanlardan pek çoğu kitlelerini sömürüyor ve bunun ardından büyük servetler elde ediyorlardı. Ruhbanlar, az önce Yahudiler konusunda naklettiğimiz Tevbe, 34. ayetinin de işaret ettiği gibi, kendi çıkarlarını ve nüfuzlarını korumak için in¬sanları Allah yolunda alıkoyuyorlardı.
i) Hıristiyanlar dan, ruhban olacağını söyleyip, gelecek ayette gö¬rüleceği gibi, ona gerçek anlamıyla riayet etmeyenler de vardı: «Al¬lah'ın rızasını elde etme dışında kendilerine farz kılmadığımız bir ruhbanlık uydurdular ve ona hakkıyla bağlı da kalmadılar.» (Hadid, 27).
j) Hıristiyanların üç uknum (Baba, oğul ve Ruhû'l-Kudus)'dan bi¬ri olarak gördüğü Ruhû'l-Kudus kavramı Kur'an'da da, Allah'ın O'nunla İsa'yı desteklediği sadedinde bir kaç defa kullanılmıştır. Ge¬lecek ayetlerde bunu görüyoruz:
1 Meryem'in oğlu İsa'ya açık deliller ve O'nu Ruhû'l-Kudus ile destek-
ledik. (Bakara, 87, 253).
2 Hani Allah, Meryem oğlu isa'ya: "Sana ve annene olan nimetimi
hatırla ki seni Ruhû'l-Kudus ile destekledim". (Maide, 110). Kur'an'm Peygamber'e inişi sadedinde de, gelecek ayette görül-
430
düğü gibi ondan söz edilmiştir:
«De ki: İnananları sağlamlaştırmak müslümanlara yol gösterici ve müjdeci olmak üzere onu, Ruhû'l-Kudus (Cebrail), Rabb'inden hak gereğince indirdi.» (Nahl, 102).
Burada mesele şudur: Ruhû'l-Kudus kavramı, Arapça kökenli bir kelime miydi, yoksa Arap olmayan Hıristiyanların kullandığı kav¬ramın bir karşılığı mıydı? Risaletten önce yalnız Hıristiyanların uk¬numu (teslis) için mi kullanılıyordu yoksa başka bir anlamı daha var mıydı?.
a) "Kudüs" sözcüğünden türetilen bir kaç kelime Kur'an'da kul¬lanılmıştır: "Vadi'l-Mukaddes" (Taha, 12); "Ardu'l-Mukaddese" (Ma-ide, 21); "Ve Nukaddisulek" (Bakara, 30) ve "Kuddûs" (Cuma, 1). Bu, onun diğer sami dillerinden alınma olduğunu söyleyen varsa da, söz¬cüğün Arapça kökenli olduğunu göstermektedir. Kelimenin kökü baş¬ka sami dillerinde bulunmuş olsa bile, daha bundan başka bir çok sami kökenli kelimeyi kullanan Arap diline bu kelimenin dışardan girdiği söylenemez. Durum ne olursa olsun, bu kök ve "Ruhûl-Ku-dus" kavramının, Arapça iki ifade olarak kabul edilmesi ve onların, Kur'an'm inişinden Önce, kullanıldıkları anlamda Araplar tarafın¬dan kullanıldığını kabul etmek gerekir. Çünkü Kur'an, ancak apa¬çık Arapça olarak inmiştir.
b) Kavramın anlamı, Hıristiyan inancındaki temel konulardan birinin anlamı olduğu ve Arapların bu anlamı kastederek onu kul¬lanmalarını sağlayacak Rabbani bir vahiy dönemi olmadığı için, bu kavramın, Arap olmayan Hıristiyanların kullandığı dillerde ve okudukları Arapça olmayan kitaplarda geçen bir kavramın, Arap-Ça karşılığı olduğunu tercih ediyoruz.
c) Bu kavramı Arapçaya çeviren ve inançları gereği olarak ona "Hıristiyanların Uknumu" anlamını verenlerin, Hıristiyan Araplar olduğunu tercih ediyoruz. Biz bunu tercih etmekle beraber, az ön¬ce değindiğimiz gibi, inanç ve düşünceleri Kur'an'ın belirttiği hakikatlere paralel olan Hıristiyan grupların, bu kavramı, Allah'ın meleğine ve vahyine işaret etmek için kullanmış olabileceğini de, uzak bir ihtimal olarak görmüyoruz. Zaten Kur'an'da, gerek İsa'nın desteklenmesiyle ve gerekse, Kur'an'ın indirilme siyle ilgili olsun, Ru¬hû'l-Kudus'tan kastedilen anlam da budur. Nitekim Kur'an metin¬lerinin özü bunu gösterdiği gibi, tefsircilerin çoğunluğu da bu görüş¬tedir.
431
Bu çoğunluk, aynı zamanda "Ruhû'l-Kudüs" kavramının her¬hangi bir mejek olmadığını, Allah'ın meleği Cibril anlamına geldiğini belirtmiştir. Şuara Sûresinde bununla ilgili iki ayet vardır ki metin¬leri şöyledir:
«Onu, Ruhu'I-Emîn indirdi, senin kalbine; uyarıcılardan olman için...» (Şuara, 93-94).
Bakara sûresinde ise başka bir ayet daha vardır:
«De ki: Cebrail'e düşman olan kimse (Allah'a düşmandır.) Çün¬kü O, Kur'anı Allah'ın izniyle kendinden Öncekini tasdik ederek, yol gösterici ve inananlara müjdeci olarak senin kalbine indirmiştir.» (Bakara, 97).
Böylece açık olarak Cibril ile Ruhû'l-Kudus arasında ortak bir ni¬telik ortaya çıkmaktadır.
Allah'ın meleği Cibril, hem Ahdi Kadîm'in, hem de Ahdi Ce-dîd'in bazı nüshalarında Allah'ın elçilerine haber ulaştırma ve Al¬lah'ın emirlerini uygulama vasıtası olarak zikredilmiştir. Bakara, 97. ayeti Yahudileri yadırgama sadedinde inmiştir ve onların, Cib¬ril'e düşmanlıklarını açığa vurduklarını ilha*m etmektedir. Bu da O'nun adının Yahudiler arasında da Allah'ın meleği şeklinde yay¬gınlık kazandığını göstermektedir. îrtançları Kur'an'ın bildirdiği gerçeklerle çakışan ve Ruhû'l-Kudus kavramını Allah'ın meleği için kullanan Hıristiyan grupların, bununla bizzat Cibril'i kastedip etmediklerini bilmiyoruz. Yalnız bunu tercih ediyoruz.
Hıristiyanlar konusunun sonuna gelirken, konunun başında ve bu bölümler esnasında belirttiklerimize ilave olarak deriz ki: Arap¬ların, Yahudiler kanalıyla olduğu gibi, Hıristiyanlar yoluyla da Tevrat ve İncil'in kıssalarını, Mesih'in mucizelerini, Hıristiyanlık ve ilk Havarilerin tarihinden çok şeyi Öğrendiklerinde kuşku yoktur. Bu bilgilerin onların dini ve fikri bilgileri ve kültürleri üzerindeki etkisi büyüktü. Maide (Sofra) kısasasi -Maide, 112-115-, Ashabı Kehf kıssası -Kehf, 9,26-, Yasin Süresindeki Ashab-ı Karye kıssası -13-27-, Al-i Imran Sûresi ve Saf, 14.'deki Havariler kıssası gibi. Ger¬çek Hıristiyanlıkla ilgili Kur'an'daki kıssalar, üslublarıyla ya bir sakındırma, bir teşvik ya da bir hatırlatma, bir Örnek göstermeyi içer¬mektedirler. Ve bu kıssaları Araplar peygamberlikten önce onlar kanalıyla Öğrenmişlerdi. Bu ilgilenmeleri ve onları iktibas etmeleri, Özel anlamda İsra ve Hıristiyanların anlaşmazlıkları konularında, genel anlamda ise, O'nun şahsiyeti ve çağrısı etrafında Peygamber¬le tartışmalarına vasıta olmuştu. -
432
3. Tevrat ve İncil Kavramları
Son olarak Tevrat ve İncil kavramlarının peygamberlik öncesi dönemdeki içeriğini soruşturmak ve mümkün olduğunca, buna Kur'an'dan ışık tutmak istiyoruz.
Tevrat ile ilgili olarak diyoruz ki:
a) Bu sözcüğün Arapça bir kökü yoktur. Bu, Musa'nın beş bölüm¬lük kitabına, İbranicede verilen isimdir. Ve hâlâ bu ad kullanılmak¬tadır. Meselenin aslı, Kur'an'da geçen Tevrat kavramının sonradan Arap çal aş tığıdır. Tevrat, "Fâ'lat" vezninde Arapçalaştırılmıştır. öyle anlaşılıyor ki, bu Arapçalaştırma Kur'an'dan öncedir. Kur'anî bir kavram olarak Tevrat, Kur'an'ın inişinden önce Arap dilinde kul¬lanıldığı biçimiyle kullanılmıştır.
b) "Tevrat" sözcüğü Kur'an'da onsekiz defa kullanılmıştır. Bun¬ların sadece bir tanesi Mekkî bir ayette, diğerleri Medenî ayetler¬dedir. Bazılarında Tevrat'tan kastedilen şeyin, Allah tarafından gönderilen, Yahudi yasasını içeren Kitap olduğu açıkça belirtilmiş¬tir. Bu konuda başka bir münasebetle daha önce verdiğimiz Maide, 43-44 ve Al-i İmran, 93. ayetleri bu tür ayetlerdendir. Bu ayetlerin bir kısmı geneldir. Bir kısmı Yahudilerin İbrahim hakkında yak¬laşımlarını ele almakta, Allah'ın ve Peygamberlerinin kitaplarıyla onların kitapları arasındaki uygunluğa dikkat çekmektedir. Bura¬da kastedilen Tevrat'ın, yalnız Yahudilerin Tevrat olarak kabul ettiği beş bölümlük Tevrat olması olasılığı uzak değildir. Bu kav¬ramın serbest olarak geçtiği ayetler, bir ilgisinden dolayı daha ön¬ce naklettiğimiz A'raf, 157; Saf, 6 ve Al-i İmran, 65. ayetlerdir. Aşağıdaki ayetler de bunlardan sayılır:
«...Daha Önceleri insanlara yol gösterici olarak Tevrat ve İncil'i de O indirmişti...» (Al-i İmran, 3-4).
Kur'an'da, Tevrat'ın Musa ile birlikte zikredilmediğine dikkat çekmek isteriz. Musa ile beraber kullanılan sözcükler "Kitab" ve "Levhalar" sözcükleridir. Şu ayetlerde görülen de budur:
1 Andolsun Musa'ya Kitab'ı verdik. Ve ardından elçiler gönderdik. (Ba-
kara, 87).
2 Kendisinden önce de Musa'nın Kitab'ı Önder ve rahmet olarak
bulunuyordu... (Hud, 17).
3 Levhalarda, O'na herşeyden bir öğüt yazdık ve herşeyi uzun uzadıya
açıkladık... (A'raf, 145). Levhalar ayeti, herşeyi açıklayan, herşeyden öğüt çıkaran yasalar
433
ve hükümler belirleyen beş bölümlük kitabın kastedildiğini işaret etse de, Yahudi Tarihinde bilinen şeylere göre bu levhalar beş bölümlük kitap değildir. Bakara ve Hud ayetlerindeki ve naklet¬mediğimiz ayetlerdeki ktab kavramıyla ise, tercihe şayan görüşe gö¬re, Tevrat ya da beş bölümlük kitab kastedilmiştir.
Hangi görüşü tercih edersek edelim, Al-i imran, 93; Maide, 43-44 ve az sonra nakledeceğimiz Maide, 65-68. ayetleri açıkça gös¬teriyor ki: Kur'an, Tevrat kavramı ile Yahudilerin ellerindeki kitabı kastetmiştir. Eu isim, hem peygamber döneminde hem daha önceki dönemlerde nesilden nesile nakledilmiş ve onun tarihi belirtil¬memiştir.
c) Kur'an'm birincisi Mekkî, ikincisi Medenî olan iki ayetinde, Al¬lah'ın O'nu Davud'a verdiğini belirttiği ve metnin her ki ayette bir olarak kaydedildiği; "Davud'a da Zebur'u verdik..." (Nisa, 163 ve îs-ra, 55) açıklamayı dışarda bırakırsak -bu tercihe şayan görüşe gö¬re Ahdi Kadîm'in beş bölümünden bîri olan mezamir bölümüdür-Kur'an bugün bu Ahdin kapsadığı diğer bölümlerin hiçbirine işaret etmemektedir.
Davud'un Zebur'unun Kur'an'da geçmesi, Ahdi Kadîm bölüm¬lerinin ya da onlardan bazılarının çpeygamber asrında ve çevresin¬de Yahudilerin elinde bulunduğunu göstermektedir. Aynı şekilde beş bölümün dışında kalan, başka bölümlerde geçen kıssaların, Eyüp ve Yunus kıssaları gibi bazılarını yaklaşık olarak Kur'an'ın da kaydet¬miş olması, Musa'dan sonra îsrailoğullarmm başına gelen olaylar, felaketler, gelişmeler sapıtmalar, Tâlut ve Câlut savaşlarının hatır¬latma, eleştirme veya öğüt verme yoluyla işaret edilmesi de buna de¬lil olabilir. Bununla beraber biz, Tevrat isminin bugünkü Yahudi¬lere göre, ya da en azından Nablus'taki Samirîler gibi bazılarına gö¬re kabul edildiği gibi, ancak beş bölümlük kitap için kullanıldığı gö¬rüşünü tercih ediyoruz. Ve diğer bölümlerin onunla birlikte bir arada derlenmemiş olduğuna inanıyoruz.
Bugün Tevrat'a ait olan ve olmayan bölümlerin o günkü bölüm¬lerin aynısı olup olmadığını, sayı olarak ve tamı tamına benzeyip ben¬zemediğini kesin bir biçimde söylemek pek tabii olarak mümkün değildir.
İncil ile ilgili olarak da deriz ki:
a) Bu sözcük de Arapça kökenli değildir. Arapçalaştırılmıştır. Öl¬çü olarak Ifîl veznindedir. Bu kavramın Arapçalaştırılışı ve kul-
434
lanilışı Kur'an'ın inişinden önce gerçekleşmiştir.
b) İncil kavramı Kur'an'da on iki kere geçmiştir. Isa ile birlikte de kullanılmıştır. Allah'ın incil'i ona verdiği ve onu kendisine öğret¬tiği, ayetlerde açıkça belirtilmiştir. Bu, Al-i İmran'ın uzun bir dizi ayeti arasında, 48. ayette geçmiştir, ki bu ayeti daha önce vermiş¬tik. Yine daha başka ayetlerde de kullanılmıştır:
«Onların ardından, yanlarındaki Tevrat'ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa'yı gönderdik ve ona, içinde hidayet ve nur bulunan İncil'i verdik...» (Maide, 46).
Takdir etme ve delil getirme sadedinde zikredildiği olmuştur. Da¬ha önce verdiğimiz Al-i İmran, 3; A'raf, 156 ve başkaları gibi. Buna ilave olarak Kur'an'da İsa ile birlikte, kitap sözcüğü de yer almıştır. Nitekim bunu Meryem sûresinin ayetlerinden birinde görmekteyiz.
«Dedi ki: "Ben Allah'ın kuluyum. Bana Kitab'ı verdi ve beni Ne¬bi yaptı...» (Meryem, 30).
Bazı ayetlerde bu kavram ile amaçlanan kitabın, peygamber asrı ve çevresinde bulunan Yahudilerin elleri altındaki İncil ol¬duğu kuvvetli olarak vurgulanmaktadır. Şöyle ki:
1 İncil ehli de, Allah'ın onda indirdiği hükümlerle hükmetsin. Allah'ın
indirdikleriyle hükmetmeyenler fasıklann kendileridir. (Maide, 47).
2 Şayet Kitap Ehli inanıp, karşı gelmekten sakınsalardı, kötülüklerini Ör-
terdik ve onları nimet cennetlerine koyardık. Eğer onlar Tevrat'a, İn¬cil'e ve Rablerinden kendilerine indirilen Kur'an'a gereğince uysalar-dı, her yönden nimete ermiş olurlardı. İçlerinde orta yolu tutanlar da vardı, çoğunun İşledikleri ise ne kötüdür. (Maide, 65-66).
3 "Ey Kıtab Ehli! Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni gereğin-
ce uygulamadıkça bir temeliniz olmaz", de... (Maide, 68).
c) Bilindiği gibi bugün Hıristiyanların elinde bulunan İncil bir ta¬ne değildir. Dört tanedir. Hatta daha fazla oldukları da söylen¬mektedir. Diğer taraftan bu încillerin üslubları açıkça gösteriyor ki, onlar İsa'dan bir süre sonra yazılmıştır. Çünkü, İsa'nın hayat hi¬kayesi, risaleti, öğretileri ve mucizelerinin hikaye edilmesi ancak O'ndan sonra mümkün olur. Burada akla şöyle bir soru geliyor: Acaba Rasulullah döneminde de İnciller ayrı ayrı mıydı? Metin ve üslub olarak bugünkü İncillerle aynı mıydı?
Kur'an çerçevesinde bu soruya olumlu cevap vermek mümkün değildir. Kur'an bir taraftan İncil'i, İsa'ya inen, O'na öğreten ve Rab¬bani eğitimden geçiren sıfatlarla anarken, diğer taraftan Tevrat gi-
435
bi, inen bir kitap olduğunu belirtmekte. Öte yandan da incil'in, bu ad ile Hıristiyanların elinde bulunan kitap olduğunu ifade etmek¬tedir. Burada kavram çoğul olarak kullanılmadığından, Incillerin bir kaç tane olmadığı çıkarılabilir. Ruhbanları ve keşişleriyle Hıristiyan¬ların Kur'an hakkındaki sözlerinin hikaye edilişinden, O'nun Rab-lerinden indirilen gerçek olduğunu kabul edişlerinden, daha ön¬ceden müslüman olduklarını söylemelerinden anlaşıldığına göre, el¬lerinde bulunan metinlerde Kur'an'ın belirttiği gerçeklerle çakı¬şan, İsa'nın, Ümmî Peygamber Muhammed (s.)'i müjdelemesini içe¬ren şeyler vardı. Ayrıca Kur'an'ın, İsa'nın doğuşu ile ilgili açık¬lamaları bir ölçüde o dönemde, eldeki bazı İncil'lerin açıklamalarıy¬la uyum arzediyordu. Bu İndilerden bazılarının da o zamanki Hıris¬tiyanların eli altında bulunduğunu söylemek mümkündür.
Bu konuyla ilgili olarak, Arap Yahudiliği, Hıristiyanlığı ve da¬ha genel anlamda Arap kültürü ile ilgili olan bir nokta daha vardır: Peygamber asrında ve çevresinde, İncil ve Tevrat adı verilen kitap¬lar Arapçaya çevrilmiş miydi, çevrilmemiş miydi?
Kur'an bir yandan dini konuda cedelci ve tartışmacıların karşısın¬da Rasulün durmunu hikaye ederken, diğer yandan Rasulün Hıris¬tiyan ve Yahudilerle olan münazara ve tartışmalarını nakletmek¬tedir. Onlardan bazılarının Kur'an'dan etkilendiğini, onu tasdik ettiklerini, ona iman ettiklerini tasvir etmektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi Rasulullah ile, Araplar diyalog kurduğu gibi, Arap olmadığı halde Arapçayı anlayan ve bilen kimseler de O'nunla di¬yalog kuruyorlardı. Bir taraftan Kur'anî deliller, diğer taraftan müşahedeye dayalı tarihi veriler, binlerce Arabın Hıristiyan ol¬duğunu onlardan bazılarının göçebe, bazılarının yerleşik olduğunu, onlardan bazılarının Şam ve Irak bölgelerinde etkinlikleri ve egemenliklerinin varlığını, kendilerine özgü keşişleri, azizleri ve ruh¬banları, kiliseleri ve pek çok yerleşim bölgelerinin olduğunu haber vermektedir. Buna bağh olarak İslam'dan önce Ahdi Kadîm ve Ah¬di Cedîd'in tamamı olmasa da bazı bölümlerinin Arapça tercüme edil¬miş olmasını söylemek mümkündür. Arapça olarak yazılan bir çok eserin ve tercümenin inkılaplar, fitneler ve fetihler esnasında 5'itiril-miş olmaları düşünülebilir. Böyle diyoruz, çünkü bu bölümlerin, pey-gamberlikten önce bir tercümeleri olduğunu gösteren herhangi bir kaynağa rastlayamadık. Bize ulaşan haberlerin tamamı ortaçağ Islamî asırlarına izafe edilen bir takım tercümelerdir ve bunlar
436
bazı bölümlerin tercümesidir. Muhtemelen Kur'an'da geçen pek çok Arapçalaşmış isim, sözcük, bu bölümlerin içerikleriyle ilgili olarak tercüme bir takım ifadeler, bu yaklaşımı destekleyen delil¬ler olabilir. Tevrat, İncil, Ruhû'l-Kudus, Cibrîl, Mikâl (Mikâil), Ze¬bur, Nuh., İbrahim, İsmail, îshak, Ya'kub, İdris, Yusuf, Musa, Ha¬run, karun, Fir'avn, Davud, Süleyman, Tâlut, Câlut, Uzeyr, Mesih, îsa, Zekeriyya, îlyas, Elyesa, Zü'1-Kifl, Yunus, Eyyûb, Havariler, Sî-nâ, Sînîn, Yahudiler, Hıristiyanlar, Tabut vs. Bize göre onbinlerce Arap Hıristiyan, binlerce rahip ve keşiş, yüzlerce kilise ve manas¬tırın varlığı ile çelişmeyecek görüş budur. Biz burada sözü Ahdi Ka-dîm'in bölümlerinin hepsim kapsayacak şekilde geniş tuttuk. Çün¬kü Hıristiyanlık onların hepsini, şeriatın tamamlayıcısı olarak gö¬rür; Kur'an bunu metin olarak belirtmiştir. Pek çok Kur'an ayetin¬de İsa'nın kendisinden önceki Tevrat'ı tasdik ettiği bildirilmiştir. Al-i îmran'ın ayetleri arasında naklettiğimiz bazı ayetler bununla il-gilidir. Eğer bu yaklaşımımız doğru olursa, sözü edilen bu tercüme, Arap kültürünün, özellikle peygamberlikten önceki Hıristiyanlık ve Yahudilik bilgilerinin başlıca yazılı kaynaklarından, biri olarak ka¬bul edileceği açıktır.
437
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
Alt 12. June 2011, 09:46 PM   #20
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

H) ÇEŞİTLİ ALIŞKANLIKLAR, İBADETLER, DÜŞÜNCELER:
Bu konuda Kur'an'dan delillere dayandığımız kadarıyla Risalet öncesi dönem ve çevrenin, dini bir nitelik taşıyan ayinlerini, adet¬lerini, geleneklerini, düşüncelerini ve kuruntularını araştırmaya ça¬lışacağız. Kur'an'm dinler ve inançlar konusundaki açıklamasını ve tablosunu tamamlamak amacıyla geçen konularda ele alınmayan noktaları inceleyeceğiz.
1. Güneş'e, Ay'a, Yıldızlara ve Ateşe Tapma:
Dinler ve inançlar konusunda başlıca önemli konulardan biri ola¬rak bilinen, Arapların yıldızlara ve ateşe tapmalarını inceleyeceğiz. Bu konuyu buraya aldık, çünkü konu, tek başına işlenebilecek kap-samlılıkta değildi.
Kur'an'da Güneş'e ve Ay'a secde etmeyi yasaklayan bir takım ayetler vardır. Şöyle ki:
«Gece ve gündüz, Güneş ve Ay Allah'ın ayetlerindendir. Güneş'e de Ay'a da secde etmeyin, onları yaratan Allah'a secde edin. Eğer O'nu kulluk ediyorsanız...» (Fussilet, 37).
Hac Sûresinin bir ayetinde diğer dinlerle birlikte Mecusilikten de söz edilmiştir. Şöyle ki:
«Doğrusu inananlar, Yahudiler, Sabiîler, Hıristiyanlar, Mecusi-ler, Müşrikler arasında kıyamet günü Allah kesin hüküm verecek¬tir. Doğrusu Allah herşeye şahiddir.» (Hac, 17).
Bu ayetlere bağlı olarak, Arapların ya da onlardan bir grubun, gök cisimleri ve doğal cisimlere tapmaları sadedinde, özellikle bu ko¬nuda peygamber asrı ve çevresinin ne durumda olduğunu araştır¬mak gerekir.
Bnrada dikkat çeken bir nokta Fussilet ayetlerinin, diğer ümmet¬lerin kıssaları sadedinde değil, İslam'a davet, Allah'ın ululuğuna dik¬kat çekme ve bu arada yakın muhataba hitab etme sadedinde gel¬miş olmalarıdır. Ayrıca ayet, Mekkî'dir. Özellikle de Peygamber (s.)'in özel çevresini, Kur'an'ı duyan ve O'nunla muhatab kılınan aha¬liyi hedef almaktadır.
Dikkat çeken başka bir nokta da Kureyş'in "Abdu Şems" (Güne¬şin Kulu) adını kullanmasıdır. Bu isim, kesinlik ifade edebilecek mü-tevatir kaynaklarda belirtildiğine göre, Beni Ümeyye'nin ataların¬dan birinin adıdır. Pek tabii olarak, yalnız bu adam bu ismi taşımı¬yordu. Biyografi kitaplarında42 ve başka yerlerdeki kayıtlara göre
42 Usdu'1-Gâbe, III, 97-111 438
bu ismi taşıyan başkaları da vardı. Öyleyse anlamsız bir isim olma¬sı doğru olmayan bu isimlendirme nereden kaynaklanıyordu?
Biz burada bu soruya olumlu ya da olumsuz olarak yeterli bir ce¬vap veremiyoruz. Özellikle de biz, Peygamber çevresinde Güneşe, Aya tapıldığını gösteren herhangi bir rivayete rastlayabilmiş deği¬liz. Şunu söyleyebiliriz: Kur'an'da bu iki varlığa secde etmeyi yasak¬layan bir ayetin bulunması ve buradan emir kipi ile sözün yakın mu¬hataba yöneltilmiş olması Peygamber çevresinin de bu alanda ilk mu-hatablar konumunda bulunması ve bu çevrede "Abdu Şems" isminin de yaygın halde bulunması boşuna değildir. Bu nedenle biz bu çev¬re halkının gönlünde, Güneşe ve Aya karşı bir çeşit kutsama ve kor¬ku bulunduğuna eğilim duyuyoruz. Onların, bu iki varlığa tapma amacıyla bir takım ayinler, merasimler düzenlemiş olmaları da ih¬timal kapsamına girer.
Bu çevrenin dışına çıktığımızda, konuyla ilgili bir takım metin¬ler ve rivayetlerle karşılaşırız. Peygamberlikten öncekilere oranla eski ve yeni duruma daha açık ve güçlü bir biçimde ışık tutan bir üs-lubla meselenin ele alındığını görürüz.
Eskisi ile ilgili olarak Kur'an'da Sebe'den söz eden, onların kra¬liçesi Belkıs döneminden haber veren bir ayet vardır. Burada deni¬liyor ki:
«... Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp, Güneş'e secde ettiklerini gördüm...» (Nemi, 24).
Ayet eski zamanlarda, Sebe' ülkesinde gerçekten Güneş'e ta-pildığını belirtmektedir. Peygamber asrı ve çevresinin, Yarımada ahalisi ve başkalarıyla ilgili olarak dilden dile naklettikleri haber¬ler arasında bu olayı da naklettiklerinden kuşku duymuyoruz.
Yenisi ile ilgili olarak da îbn Sa'd Tabakat'inda, Kinane'nin Ay'a taptığını, Teym'in Debrân Yıldızına taptığını, Kelb'in ise Şî'râ (Sirius) Yıldızına taptığını kaydetmiştir. Kur'an'da bir ayette,'bu son yıldıza işaret edilmiştir:
«Ve O aynı zaman da Şi'râ yıldızının da Rabbıdır...» (Necm, 49).
Burada bu yıldızın, Fussilet ayetinde de Güneş ve Ay'ın bir ara¬da özellikle zikredilmesi, ayetlerin İhtiva ettiği şekilde Allah'ın ya¬rattıklarından bazılarına tapma ile ilgili olmaları uzak sayılmaz. Irak'da yıldızlara tapanların bulunduğunu bildiren pek çok müte-vatir haberler vardır. Ve onların kalıntıları hâlâ orada bulunmak¬ta ve kendilerine "Subbe" adı verilmektedir. Onların Arap oldu¬ğundan kuşkulu olsak da inançları böyledir. Netice olarak bizim ter¬cihimize göre ayette sözü edilen secdeler ve rivayet edilen tapınma,
439
şirk içerikli tapınma türümdendir.
Bilindiği haliyle ve mütevatir nakillere göre ateşperestlik olan Mecusiliğe gelince, Kur'an çerçevesinde bununla ilgili bir şey söy¬lemek mümkün değildir. Yalnız bu, Peygamber asrında ve çevresin¬de bilinen dinlerden, biriydi, a önce naklettiğimiz Hac ayeti dışında, Kur'an'd onunla ilgili açık ya da kapalı bir metin yoktur. Bunun o dönemde, îran bölgesinde resmi din olduğu bilinmektedir. Yarıma¬danın ve Hicaz'ın değişik bölgelerinden olan Araplar ve ticaret ker¬vanlarının buraya gidip-geldikleri de malumdur. Sonra Yemen böl¬gesi hükümdarları da -Peygamber asrında- İran'lıydı. Buna bağlı ola¬rak bu dindarlığın Peygamber asrında ve çevresinde bilinmesi ge-rekmektedir. Mecusiliğin Arapça bir kökeni yoktur. Bu da onun Arapçalaştırilan bir kavram olduğunu ve sözü edilen dindarlığı gösterdiğini tercih etmemize neden olmaktadır.
Kur'an'm bu konuda susmuş olması, tabiatı ile, Arap çevreler için¬de, özellikle Peygamber çevresinde bu dindarlığın ne ölçüde yaygın olduğunu bir ölçüde ifade etmektedir. Yalnız bu çerçeveyi aşarsak, meselenin daha ilerisine varabiliriz. Buna bağlı olarak denebilir ki: Yemen ülkeleriyle savaşıp, Risalet Öncesi dönemde orada egemen¬lik kuran, oraya hükmeden İranlıların varlığı kesinlik kazanmış bir olgudur. Orada kendi ulusal ibadet biçimlerini kurmuş olmaları, inançlarına paralel bir sistem kurmuş bulunmaları, insanları ona bağlamaya çalışmaları, bazı Arapların da onlara uymuş olmaları ve bunu onlardan İktibas etmeleri, mantıklı ve ihtimal dahilindedir43. Aynı şekilde Irak vatandaşı ve Basra körfezi sahillerinde yerleşmiş bulunan Araplardan bazılarının, bu çevrelerde nüfuz ve otorite sa¬hibi bulunan İranlılardan ateşperestliği, iktibas etmeleri de ihtimal dahilinde ve makul bir görüştür. Güvenilir bazı kaynaklarda belir¬tildiğine göre. Hicr, Bahreyn ve Amman'da yaşayan Arap kabilele¬ri Mecusi idiler. Ve fetihlerle görevli komutanlar, onlardan cizye al¬mayı kabul etmiş ve onları kendi dinleri üzere bırakmışlardır. Hat¬ta bunun Peygamber'in hayatındaki uygulamaların bir benzeri ol-duğu da ifade edilmiştir.
İbn Hişam, Yemen'de Yahudiliğin bazı hahamlar vasıtasıyla yayılmasıyla ilgili olarak bir rivayet kaydetmiştir. Buna göre Ye¬men'de bir mağara vardı. Buradan zaman zaman korkunç mavi bir alev çıkıyordu. Büyük bir gürültüsü vardı. İnsanlar birbirleriyle an-
43 İbn Sâd, Tabakatu'i-Umem'de, Yemen'dekİ bazı Hımyer kabilelerinin ateşe tap¬tıklarını kaydetmiştir.
440
laşamadıkları zaman mahkeme olmak için bu mağaranın yanma gi¬diyorlardı. Eğer bu rivayet sağhklıysa, orada bazı Yemenlilerin olağanüstü bir olay olarak gördüğü, kendisinden korkup, onu tan¬rıların bir sembolü olarak kabul ettiği bu doğal olayı Tanrılaştirmış olmaları uzak bir ihtimal değildir.
2. Risalet Öncesi Araplarda İbadetler:
A- Salât (Namaz):
Bu bölümün konularının çoğunda, müşriklerin kendi ortak koş¬tukları tanrılarına ibadet ettiklerine ve onlara karşı kullukla ilgi¬li görevlerini yerine getirdiklerine değinilmişti. Burada söz konusu olabilecek soru, Arapların bu ibadetleri hangi şekil ve biçimde ye¬rine getirdikleri ile ilgili olacaktır.
Dindar olan kesimlerin ibadet biçimlerinin en açık görünüşü "Namaz"dır. Namaz/Salat kavramı Kur'an'da da çokça kullanılmış¬tır. Bu ayetler Müslümanların Allah'a karşı kulluk görevlerini ye¬rine getirmelerinin gerekliliği sadedinde kaydedilmiştir. Aşağıda¬ki ayetler bununla ilgili misallerdir:
1 Namazlara ve orta namazlara devam edin, gönülden boyun eğerek Al-
lah için namaza durun. (Bakara, 238).
2 Namazı bitirdiğiniz zaman ayakta, oturarak ve uzanarak Allah'ı anın;
güvene kavuştunuz mu namazı (tam) kılın. Çünkü namaz mü'min-lere vakitli olarak farz kılınmıştır. (Nisa, 103).
3 Bunlaı namaz kılan zekât veren ve ahirete de kesin olarak inanan
mü'minlere doğruluk rehberi ve müjdedir. (Nemi, 2-3). Aynı kavram, peygamberlerin ve Ehl-i Kitab'm kulluklarına işaret etme sadedinde de kullanılmıştır:
1 Hakkı batıla karıştırmayın ve bile bile hakkı gizlemeyin. Namazı kı-
lın, zekâtı verin rükû edenlerle birlikte rükû edin. (Bakara, 42-43).
2 Zekeriyya, mabedde durmuş namaz kılarken melekler ona: "Allah sa-
na, Yahya'yı müjdeler"... (Al-i İmran, 39).
3 "Rabbim! Beni ve çocuklarımı namaz kılanlardan eyle, Rabbim! Du-
amı kabul buyur". (îbrahim, 40).
Bu kavramın, Allah'a namaz kılmayan kâfir Arap müşriklerinin eleştirilme siyle ilgili konularda da kullanıldığını görmekteyiz:
1 Onlar der ki: "Namaz kılanlardan değildik. Düşkün kimseyi doyurmu-
yorduk." (Müddesir, 43-44).
2 Ne doğruladı ne de namaz kıldı. Fakat yalanladı, döndü... (Kıyame, 31-32).
441
Ayrıca müşriklerin, Kâ'be'nin yanında namaz kıldıklarına işaret eden ayetler de vardır:
"Onların Beyt (Kâbe)nin yanındaki Salatlan da ıslık çalmadan ve el çırpmadan başka bir şey değildir..." (Enfal, 35).
Müfessirler ayette geçen "mukâen" sözcüğünün ıslık çalma, "Tasdiye"nin ise alkışlama olduğunu belirtmişlerdir.
Enfal ve diğer ayetlerden hareketle, netice olarak diyebiliriz ki:
a) Salat kavramı, peygamberlikten önce kulluk ya da dini bir ayi¬ni ifade etmek için kullanılıyordu. Bazılarının belirttiği gibi, yalnız dua anlamını ifade etmiyordu. Daha sonra bu kavram, İslam'da müslümanlarm günlük olarak yaptığı, bilinen şekilleri olan iba¬det için özel bir biçimde kullanılmaya başlandı. "Salat" kavramının Kur'an'da çokça kullanılması ve hep kulluk görevlerinin yerine ge¬tirilmesi şeklini ifade etmeyi amaçlaması, özellikle peygamberlik¬ten önceki ibadet biçimim yani peygamberlerin-ve Ehli Kitabın iba¬detleri sadedinde ve müşriklerle ilgili ayetlerde kullanılmış olma¬sı, bunu gösteren en kesin delildir. Bununla beraber kavramın as-lında, geniş anlamıyla, ya da vermek istediği anlamlar içinde dua, rahmet, bereket anlamlarını da taşıdığını reddetmemek gerekir. Özellikle Kur'an'da, bu anlamda da kullanılmıştır. Şu ayetler bunun örnekleridir:
1 Rablerinın bağışlama ve rahmeti (salatı) onlaradır... (Bakara, 157).
2 Bedevilerden, Allah'a ve ahıret gününe manan, sarfettiğini Allah ka-
tında ibadet ve peygamberin duasına (salatma) nail olmağa vesile sa¬yanlar da vardır... (Tevbe, 99).
3 Şüphesiz Allah ve melekleri peygamber'e salat ederler. Ey inananlar!
Siz de ona salat edin, O'na esenlik dileyin. (Ahzab, 56).
b) Araplar, Kâ'be yanında ve başka yerlerde tanrılarına, belli şe¬killeri bulunan ibadetler yapıyorlardı. Ve onların bu ibadetleri "Sa¬lat" adını alıyordu.
Enfal, 35. ayeti, onların, Beyt yanındaki namazlarını ıslık çalma ve el çırpmadan başka bir şey olmadığın bildirmiştir. Buna bağlı ola¬rak alkışlama ve ıslak çalmanın, onların geleneksel ayinlerini oluş¬turan namazlarının iki hareketi ve sesi olduğunu belirtmek doğru olacaktır. Bununla beraber şu noktaya da dikkat çekmeliyiz ki; tef-sircilerin, bu iki kavramı ıslık çalma ve alkışlama olarak açıklamış olmalarına rağmen, onların içeriklerini ve gerçek mahiyetini kesin biçimde belirtme konusunda bir açıklık getiremiyoruz.
Genel olarak yaptıkları ibadetin biçim ve şekli buydu. Kullukla
442
ilgili şekil ve hareketler açısından ise, bilindiği gibi, namazın üstün nitelikli hareketleri ve durumları vardır. Bunlar; "Kıyam", "Rükû" ve "Sucûd"tur. Namaz ve Allah'a tapınma sadedinde bu son iki kav¬ram ve onlardan türetilen sözcükler Kur'an'da pek çok ayette geç¬mektedir:
1 İbrahim ve İsmail'e- "Tavaf edenler, ibadete çekilenler, Rüku ve sec-
de edenler için Ev'imi temizleyin" diye emretmiştik. (Bakara, 125).
2 "Ey Meryem! Rabbİne gönülden boyun eğ, secde et, rükû edenlerle bir-
likte rükû et". (Al-İ îmran, 43).
3 De ki. "Kut'an'a İster İnanın, İster inanmayın. O'ndan önceki bilgin-
lere O okunduğu zaman, çeneleri üzerine secdeye varırlar". (İsra, 107).
4 Ey inananlar! Rükû edins secdeye varın. Rabbinize kulluk edin, iyilik
yapın ki saadete ensesiniz. (Hac, 77)
5 Gece, gündüz, Güneş ve Ay Allah'ın ayetlerindendir. Güneş'e ve
Ay'a secde etmeyin; onları yaratana secde edin... (Fussilet, 37).
6 Onlara "Rükû edin" denildiğinde rükû etmezler. (Mürselat, 48). "Kıyam" durumu da bir dizi ayetde anlatılmıştır. Şu misallerde
görüldüğü gibi, bu ayetler Sucûd ve Rükû ayetlerinden daha azdır:
1 Sen de içlerinde bulunup onlara namaz ikame ettiğin zaman... (Nisa, 102).
2 "Bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, orada kıyama duranlar,
rükû edenler ve secdeye varanlar içm Ev'imi temiz tut" diye İbra¬him'i Kâ'be'nin yanma yerleştirmiştik. (Hac, 26).
Kıyam durumu ile ilgili az ayet nakletmemizin nedeni; bu kıyam¬dan kastımızın namazın rükünlerinden biri olan kıyam oluşundan-dır. Yoksa namazı ikame etmekle ilgili emirler, namazı emreden yer¬lerin çoğu ile birlikte gelmektedir. Ancak buradaki ikame, namazın Özel bir hareketini göstermekten ziyade, hemen namaza kalkmayı ve namaza girmeyi ifade etmektedir.
Burada dikkat çekilmesi gereken bir nokta da, kıyam, rükû ve su¬cûd gibi namaz rükünlerinin söz konusu edildiği ayetlerin hepsi, Müslümanlara namazın rükünlerini emreden ayetler değildir. Bun¬lardan bazılarım peygamberlikten Önceki dönemle bir takım ilişki¬leri de vardır. Bu ayetlerin bir kısmı Allah'ın İbrahim'e Beytul-lah'ı, kıyam eden, rüku ve sucud edenlere hazırlamasını emretme-siyle, bir kısmı da Yahudilerle ya da müşriklerle ilgilidir. Bu her üç hareket de Hac ayetinde birlikte kaydedilmiştir. Buradan anlaşıl¬dığına göre, Kıyam, Rükû ve Sucûd Kâ'be'de ya da Kâ'be avlusun¬da, kulluk ve ibadet amacıyla yapılan hareketlerdi. Daha doğrusu bunlar, yine aynı ayette sözü edilen Tavaf gibi, ibadet amaçlı gele-
443
neklerdi. Buna ilave olarak, bu üç kavramın toplumun diliyle inen Kur'an'm inişinden önce, dinleyenler tarafından içerik olarak anla¬şılan kavramlar olması gerekmektedir.
Yine buna bağlı olarak bu üç hareketin, tapınmanın görünümle¬ri ve namazın hareketleri olarak Peygamberlikten önce de Arapla¬ra yabancı olmadığı kesinlik kazanmakta ve onların bu eylemleri Kâ'be yanında uyguladıkları açıklığa kavuşmaktadır. Daha önceki bir ilgisinden dolayı, İbrahim'in dini üzere ibadet eden muvahhid-lerden biri olan Zeyd b. Amr b. Nufeyl'in Kâ'be Önünde secde ettiği¬ni belirten bir rivayet kaydetmiştik. Sonra Sucûd ve Rükû halleri¬ne değinilen bazı sûre ve ayetlerin mekke döneminin ilk zamanla-rında indiklerine de özellikle dikkat çekmek gerekir. Bu da yukarı¬daki yaklaşımı desteklemektedir.
Bunun yanında Kur'an'da, Arapların İslam'dan önce ibadet ey¬lemlerinden önce abdest, pislikleri temizleme gibi bir takım temiz¬lenme hazırlıkları yaptıklarını bildiren bir şey yoktur. Sonra bunun¬la ilgili bir açıklığa yer veren herhangi bir rivayete de rastlayama-dık. Onun için bu konuya ayrı bir bölüm ayırma gereğini duymadık.
B- Oruç (Siyam):
Bu kavramın anlamı ile ilgili olarak kaydedilen anlamlardan bi¬ri "vazgeçmek", "terketmektir". Bu sözcük, ıstılah anlamında, İsla-mi yasamada, ibadet amacıyla yapılan terkedişler için kullanıl¬maktadır. Yalnız Kur'an'da, onu farz kılan ayet, Kur'an'ın inişinden önce bunun anlaşılan bir kavram olduğunu göstermektedir. Gelecek ayette görüldüğü gibi, Ehl-i Kitap dini bir ibadet olarak bir çeştî oruç tutuyorlardı.
"Ey inananlar, sözden öncekilere yazıldığı gibi, korunmanız için sizin üzerinize de oruç yazıldı (farz kılındı)." (Bakara, 183).
Arapların bu ibadete bu ismi vermeleri, Ehl-i Kitab'm onu uygu¬ladıklarını bilmelerinden, görmelerinden kaynaklanmış olabilir.
Burada söz konusu mesele, Arapların Risalet öncesinde, ibadet kastıyla oruç tutup tutmadıkları meselesidir. Bu konuya Kur'an çer¬çevesinde olumlu ya da olumsuz bir açıklama getirmek mümkün de¬ğildir. Çünkü burada durum namaz ve namaz halleri gibi değildir. Yardımcı olabilecek bir açıklama yoktur. Kur'an'm çerçevesini aş-tığımızda onların bir takım oruçlar tuttuklarını bildiren rivayetler vardır. Nitekim Hâzîn; Aişe (r)'den bir hadis rivayet etmiştir ki özeti şöyledir: "Kureyş, Cahiliye döneminde Aşura, yani Muhar-rem'in onuncu günü oruç.tutuyordu. Bu aynı zamanda Kâ'be örtü¬sünün de yenilendiği gündü. Peygamberlikten önce Resulullah da o
444
gün oruç tutardı."
Bu rivayette orucun mahiyeti hakkında herhangi aydınlatıcı bir husus yoktur. Fakat müfessirler aşağıdaki ayetin tefsirinde bir takım görüşler ileri sürmüşlerdir. Ayet:
«Oruç tuttuğunuz günlerin gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız size helâl kılındı, onlar sizin örtünüz siz de onların örtülerisiniz. Al¬lah, nefsinize güvenemeyeceğinizi biliyordu, bu sebeple tevbenizi ka¬bul edip sizi affetti.» (Bakara, 187).
Bu ayet, ilk oruç ayetlerinden bir süre sonra inmiştir. Bu sıra¬da müslümanlar, gece yeme içmelerinden yatsı namazına ve yatın-caya kadar yararlanabiliyorlardı. Bundan sonra oruç haline geçiyor¬lardı. İsterse daha tanyeri ağarmış olmasın. Onlardan bazıları bu¬na aykırı hareket ederek hanımlarıyla buluşuyorlardı. Durum Pey-gamber'e bildirilince bunu hoş karşılamamıştı. Çok geçmeden ayet geldi ve durumu hafifletti... Ayetin muhtevası ve müfessirlerin ri¬vayet ettiklerinden hareketle şöyle diyebiliriz: Rasul, oruç ve iftar durumunu kendi içtihadı ile belirtmişti. Daha sonra ayet başka bir sınırlama koyarak durumu kati bir hale soktu. Yahudilerin, oruç, tut¬tuklarında çoğu zaman yirmi dört saat boyunca oruç tuttukları da bilinmektedir. Peygamber (s.)'in ve günahlardan sakınanların, pey¬gamberlikten önce oruç tuttuklarında, bu sınırlar dahilinde oruç tut¬tukları olasılığı da vardır. Bu sınırlandırma İslam'da Ramazan orucu farz kılındığında da bir takım tadilatla kabul edilmişti. Ne¬tice olarak ayet gelmiş, bu uygulamayı yeniden düzenlemiş ve tan yerinin ağarmasından, güneşin batışına kadarki zaman dilimi içi¬ne sığdırmıştır.
C- İ'tikaf (İbadete Çekilme)
Bu konu iki meseleyi kapsamaktadır. Genel olarak Kâ'be yanın¬da i'tikâf, ikinci Ramazan ayında İ'tikâf. Birincisiyle ilgili olarak kı¬yam eden, rükû ve sucûdta bulunanlarla beraber kaydedilen "Aki-fûn" kavramının geçtiği Bakara, 125. ayetini az önce nakletmiştik. "Ukûf kavramı genel anlamda istikrara kavuşma, ikamet etme anlamına gelir ve hassaten de aşağıdaki ayette bu anlamda kulla¬nılmıştır.
"...Onu, gerek orda ikamet edenler, gerekse dışarıdan gelen in¬sanlar için ibadet yeri yaptığımız..." (Hac, 25).
Bakara ayetinde sözü edilen i'tikaf, ibadete delalet eden tavaf, secde ve rükû ile birlikte kullanılmıştır. Bu nedenle buradaki i'tikâf kavramında, ibadet anlamında bir mana olduğu tercih edilebilir. Za¬ten ayetin özünün ilham ettiği de budur.- Buna bağlı olarak, ibadet niyeti ile yapılan i'tikâf in Kabe ibadetleri ve ziyaretlerinden ya
445
da O'na saygı gösterme hallerinden, onun yanında kulluk etmenin tezahürlerinden biri olarak kabul edildiği anlaşılmaktadır.
Buhari tarafından rivayet edilen bir hadisin özeti şöyledir; Ömer b. Hattab, Peygamber'e, cahiliye döneminde Kâ'be'de bir gün i'tikaf yapmayı adadığını söylemişti. Peygamber de onu adağını yerine getirmeye teşvik etti. Bu haber ayetten yaptığımız çıkarımın doğru¬luğunu pekiştirdiği gibi, peygamber çevresi ve asrında yaşayan Arapların bu tür bir ibadeti ya da ruhsal arınmayı peygamberlikten Önce de yaptıklarını açığa çıkarmaktadır.
İkinci çeşit i'tikâf a gelince bu da, İslami orucun yasallaştığı sı¬rada, Kur'an'da kaydedilmiştir. Bakara ayetinde bunu görüyoruz:
"...Mescidlerde i'tikafa çekilmiş iken kadınlara yaklaşmayın..." (Bakara, 187).
Peygamber döneminden bu yana tevatürle gelen haberlere göre Peygamber ve bazı arkadaşları Ramazan'da bir kaç gün mescide ka¬panıyor ve oradan zorunlu haller dışında çikmıyorlardı. Daha son¬ra i'tikâf günahlardan titizlikle sakınanların Ramazan'da uygula¬dığı bir sünnet haline dönüştü.
Biz bu meseleyi peygamberlik öncesiyle hiçbir ilişkisi olmadığı halde açıkladık. Amacımız bu açıklama ile kesinlik kazanacak de¬recede mütevatir olan rivayeti birleştirmektir.44 Peygamber, (s) Peygamberlik öncesinde Ramazan ayında Hira mağarasında i'tikafa Çekiliyordu. Kur'an'ın Rabbani vahiy olarak kendisine inmeye baş¬laması yine bu i'tikâf sırasında gerçekleşti. Kur'an'ın ilk defa Rama¬zan ayanda Peygamber'e indiği şu ayette belirtilmektedir:
"Ramazan ayı; ki İnsanlara yol gösterici, hidayeti, doğruyu ve yan¬lışı birbirinden ayirdedip açıklayıcı olarak Kur'an o ayda indirilmiş¬tir..." (Bakara, 185).
Yine bu açıklamayı başka bir rivayetle beraber değerlendirmek istiyoruz: "Kureyş'İn bazı günahlardan sakınanları, bu ayın birkaç gününde i'tikafa giriyorlardı." Bu iki yaklaşım, i'tikâf m peygamber¬likten önce peygamber çevresinde, Ramazan ayında dini bir ibadet ya da ruhsal bir riyazat olarak uygulandığını söylemeye yardımcı ola¬caktır.
Bunu söyledikten sonra, şunu da söylemek gerekir: Peygamber¬likten önceki dönemde Ramazan'ın dini bir özelliği vardı. Yalnız bu¬nun mahiyeti ve kapsamı bize kapalı kalmıştır. Kğer Ramazan'ın böy¬le dini bir niteliği olmasaydı Peygamber, Peygamberlikten önceki bu i'tikâf lan ve ruhsal riyazetleri için ramazan'ı seçmeyeceği gibi, Kureyş'İn günahtan titizlikle kaçınanları da ibadet ya da ruhsal ri-
44 Ihn Hışam. I, 224-225. İbn Sa'd, I, 177-178. 446
yazet amaçlı i'tikâf lan için Ramazan ayını seçmezlerdi. Ayrıca İs¬lâm açısından en büyük olayın, özellikle Ramazanda meydana ge¬lişi de tesadüfi olmasa gerek. Ramazan ayında Kur'an'ın ilk olarak Peygamber'e vahyedilmeye başlanması, peygamber (s.)'in Peygam¬berliğini ilan etmesi, sonra Ramazan'ın, oruç, zikir ve mescidlerde i'tikâf a çekilme ayı olarak seçilişi de rastlantı değildir.
D- Cuma Günü Toplantıları
Kur'an'da, bu toplantıların peygamberlik öncesi dönemde de varlığını göstren açık bir delil yoktur. Yalnız, günün adı, ayetin Cu¬ma namazına teşvik eden üslubu, ayetin inişinden önce bu namazın varlığı ve Cuma toplantılarının olduğunu bildiren rivayetler, bu konuya önem vermemizi ve araştırmamızı gerektirmiştir.
Cuma'nın Risaletten önce de bu güne ad olduğunda kuşku yok¬tur. Adından da anlaşılacağı gibi bugün, toplantı, toplanma ya da be¬raber olma günüydü. Gün bununla adlandırılınca ister istemez her¬hangi bir toplanma halini gösterir olmuştur. Rivayetler de pekişti¬riyor ki; Cuma günü "Arûbe" günü diye adlandırılıyordu. Kâb b. Lu-ey, bu günü, genel bir tolantı günü olarak belirlemişti. Ve günün adı¬nı Cuma günü diye değiştirmişti. Aynı şekilde Yesrib'liler de, Yahu¬dilerin Cumartesi, Hıristiyanların pazar günleri gibi bir günlerinin olmasını istemişler ve kendilerine cuma gününü seçmişlerdi. Günün böyle adlandırılmış olması ve bu günden amaçlanan hedef Yesrib çev¬resini aşar. Ayrıca bu iki rivayette, herhangi bir müdahale ya da mantık kuralları dışında bir şey olduğunu sanmıyoruz. Cuma günü toplantılarının ihmal edilip önemini yitirmeye başladığı gözlenmiş olabilir. Yesrib'liler Yahudilere ve Hıristiyanîara bakarak bu günün toplantılarını diriltmeye çalışmış olabilirler.
Cuma ayetlerinin üslubu, kuvvetle hatta kesinlikle gösteriyor ki, Cuma namazı bu ayetlerin inişinden önce de kılınıyordu. Nitekim bu, ayette rahatlıkla görülebilmektedir:
«Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağırıldığınız zaman Al¬lah'ı anmaya koşun; alım satımı bırakın; bilseniz, bu sizin için da¬ha iyidir. Namaz bitince yesyüzüne dağılın; Allah'ın lûtfundan rızık isteyin; Allah'ı çok anın ki saadete erişesiniz. Onlar bir kazanç ve¬ya bir eğlence gördüklerinde, seni ayakta bırakarak oraya yöneldi-ler. De ki: "Allah katında olan, eğlenceden de kazançtan da hayır¬lıdır. Allah rızık verenlerin en iyisidir"» (Cuma, 9-11).
Burada ayetler yeni bir yasama değildir. Yalnızca alış-verişi terketme, cuma namazına çağırıldığında hemen ona yönelmeye teş-
447
vik etme sadedindedir. Sonra, bir oyun ya da ticaret gördüklerinde peygamberi mescidde ayakta bırakanları eleştirme ile ilgilidir. Günlük namaz vakitleri beş tane olduğu halde burada namaz vak¬tinin belirlenmemiş olması da ayrı bir delildir. Bu da gösteriyor ki: Söz konusu edilen namaz bu günde kılındığı bilinen ve şöhret bulan namazdır. Tefsirciler rivayet ediyorlar ki: Cuma namazı için topla¬nanların çoğu, günün birinde bir ticaret kervanının geliş haberini ya da kafile sahibinin tef sesini duyduklarında dağılmış ya da mes-cidden dışarı çıkmışlardı. Peygamber'de buna öfkelenmiş ve şöyle de¬mişti: "Canımı elinde tutana yemin olsun ki, eğer siz hiç biriniz kal-mayıncaya kadar birbirinizi izlemiş olsaydınız, vadiden üzerinize ateş akardı." Siret rivayetlerinde belirtildiğine göre, Peygamber Mekke'den hicret edip geldiğinde, Beni Avf kabilesinin bulunduğu bölgede Cuma namazı kıldırmıştı. Medine'nin içine girmeden önce namaz vakti girmişti. Yine, Yesrib müslümanlarlnm liderlerinden biri olan Es'ad b. Zurare'nin hicretten Önce Yesrib'teki müslüman-lara Cuma namazı kıldırdığı da rivayet edilmektedir. Burada kul¬lanılan ifade "Kâne yucemmi'u" (topluyordu, Cuma kıldırıyordu) biçiminde nakledilmiştir. Sıralamaya göre Cuma Sûresinin inişi gerçekten çok sonradır. Bu da Peygamber'in ve müslümanların ayetlerin inişinden çok önce Cuma namazı kıldıklarını pekiştiren bir delildir. Buna bağlı olarak Peygamber'in Cuma namazına ve onun için müslümanları toplamaya önem verişinin, peygamberin hicretin¬den önce Yesribli müslümanların Cuma namazı kılışlarının, eski ve gerçekten hakimane bir adetin devamı ya da diriltilmesi olduğunu gösterir. Bu tür uygulamaların Kur'anî yasama ve Nebevi sünnet¬lerde nadir rastlanan bir eylem olmadığı bilinmektedir.
Peygamberlik öncesi bu toplanma günlerinde yapılan toplantı¬ların mahiyetine ışık tutacak bir bilgi elimizde yok. Yeni olarak uy¬gulamaya konan ve bu nedenle günün adının önem ve ilgi kazanma¬ya başladığı bu değişimle ilgili bir açıklamaya rastlayamadık. Yal¬nız biz bugün toplantıların dini bir nitelik taşıdığını, ibadete yöne¬lik yanları bulunduğu görüşünü tercih ediyoruz. Bu genel toplantı¬lara katılmayı sağlama, dini bir nitelik', dini bir boya olmadan ger¬çekleşemez ve uygulanamazdı. Nitekim Arapların diğer gelenekle¬ri de böyleydi.
E- Çocukların Tanrılara Kurban Edilmesi:
Peyamber asrında ve çevresindeki Arapların dini bir nitelik ta¬şıyan adetlerinden biri de şuydu: Birine herhangi önemli bir iş ağır
448
geldiğinde, ya da çok değerli bir isteği olduğunda, arzu ettiği bir işin olmasını dilediğinde, çocuğunu tanrılar için kurban etmeyi adardı. Felaketi savdıkları ya da istediğim, dilediğini yerine getirdiklerin¬de tanrılara erkek çocuğunu kurban ederdi.
Bu adetin varlığına En'am sûresinin şu ayetiyle işaret edilmiş¬tir:
«...Yine ortakları, müşriklerden çoğuna evlatlarını öldürmeyi süslü gösterdi ki hem kendilerini mahvetsinler, hem de dinlerini ka¬rıştırıp bozsunlar...» (En'am, 137)
Aynı sûrenin başka bir ayetinde de, bazı dini-nitelikli cahili ge¬leneklerin haram ve helal kılmadaki tutarsızlığı ile ilgili olarak şöyle deniyor:
«Beyinsizlikleri yüzünden, körü körüne çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği nimetleri -Allah'a iftira ederek- haram sayanlar mahvolmuşlardır; onlar sapıtmışlar dır, zaten doğru yolda da değillerdi.» (En'am, 140).
Bu gelenek, başka ayetlerin kaydettiği, fakirlik ve utanç belası¬na erkek çocukların Öldürülmesi, kız çocukların gömülmesi gelene¬ğinden ayrı bir gelenektir. Zaten bu konuyla ilgili ayetler, öldürme nedenini açıkça bildirmektedir. İkinci bölümün birinci konusunda değişik ailevi gelenekleri açıklarken bu konuya değinmiş ve ilgili ayetleri nakletmiştik. En'am, 137. ayetinde şimdi ele aldığımız di¬ni nitelikli geleneklerle ilgili güçlü bir delil vardır. Bu ayet aynı za¬manda bu adetin çok yaygınlık kazanmış adetlerden biri olduğunu hissettirmektedir.
Siret kitapları, Peygamber (s)'in dedesi Abdulmuttalib'in, on erkek çocuğu olduğu zaman birini Allah'a kurban edeceği biçimin¬deki adama kıssasını kaydederler. Rivayetler, Abdulmuttalib'in bu adağını yerine getirmede gösterdiği sadakati ve çekilişin kendisine isabet ettiği Peygamber'in babası Abdullah'ı, kurban etmek için ne kadar çaba sarfettiğini, bununla ilgili meşhur uzun kıssayı detay¬lı olarak kaydederler. Buradan hareketle bu adetin varlığının doğ¬ruluk kazandığını söylemek tutarlı olabilecektir.
Ayrıca Kur'an'da İbrahim'in rüyası kıssasına yer verilmekte ve oğlunu kesmeye, ilahi bir ilham olarak yorumladığı bu rüyanın ge¬reği olarak uygulamaya kalkışması belirtilmekte ve bir adağın onun yerine gönderilişi anlatılmaktadır. Hac faslında naklettiğimiz saffat; 101-107. ayetleri bununla ilgilidir. Bu kıssa aynı zamanda Tevrat'ta da yer almıştır. Arapların da onu, İbrahim ve diğer pev gamberlerle ilgili olan diğer kıssalar arasından öğrendiklerini ter-
cih ediyoruz, durum bu olduğuna göre, çocukları kurban etme gele¬neğinin bu kıssadan alınmış olması ihtimal dahilindedir. Sonra bu gelenek, başka uluslarda da nadir rastlanan bir vakıa değildir. Muhtemelen bu geleneğin kaynağı, kişinin en büyük isteğinin ger¬çekleşmesi ya da Allah'ın büyük bir nimetine karşı şükür borcunu ödeme anlayışıyla kişinin kendisi katındaki en değerli şeyi Allah'a adamasıdır.
F- Tanrılara Kurbanlar Adama:
Arapların dini bir nitelik taşıyan geleneklerinden biri de tanrı¬lara kurbanlar adamalarıydı.
Hac konusunda, Hac mevsiminde kurbanları adama ve adak kurbanları geleneğini açıklamıştık.
Yalnız burada değinmeye çalıştığımız nokta, bu geleneğin sırf hac mevsimi ve Onun rükûnlarıridan biri olmakla sınırlı kalmadığını, her yerde ve zamanda geçerlilik kazanan bir gelenek haline dönüştüğü¬nü, tanrıya yakınlık sağlamak, belli bir arzuya ulaşmak ya da bir ni¬mete şükretmek, bir adağı yerine getirmek amacıyla sürekli bir geçerlilik kazandığını belirtmektedir. Bir ayette dikili nesneler adı¬na kesilen hayvanlardan söz edilmekte ve onların etlerini yemenin haram olduğu belirtilmektedir:
«...Dikili taşlar (putlar) için boğazlanan hayvanlar.,.» (Maide, 3)
Dikili nesnelere (putlar) kesilen şeylere işaret edilmesi, bunun¬la beraber ayetin Allah'tan başkası adına adanmayı -Yani kesim anında Allah'tan başkasının adının anılması- buradan kastedilen nesnelerin, işaret ettiğimiz gibi, tanrılara kurban kesilen şeyler olduğuna bir delil olabilir. İfadenin genel olarak kullanılması bu ge-leneğin genel olduğunu ve tüm zamanlarda geçerli olduğuna bir ka¬rine olabilir. Birçok rivayetin de bu konuyu pekiştirdiği açıktır.
G- Kesim Esnasında Allah'tan Başkasını Anmak: Onların geleneklerinden biri de, yemek için bir hayvanı kesmek istediklerinde, onun üzerinde Allah'tan başkasının adını ya da Al¬lah'ın adı ile birlikte başka tanrılarının adlarını anma adetleriydi. Genellikle bunu teberrük amacıyla yapıyorlardı. Bu nedenle bu ade¬ti dini bir nitelik taşıyan adetler arasında saymayı uygun gördük.
Bu adete, Allah'tan başkasının adının anıldığı hayvanların etini yemenin haram olduğu sadedinde bir dizi ayetle işaret edilmiştir. Bunların en önemlisi Maide, 3. ayettir. Diğer ayetler de şunlardır:
1 Allah size, ölü hayvan etini, kam, domuz etini, Allah'tan başkası 450
için kesilen hayvanı haram kılmıştır.. {Bakara, 173).
2 Deki. "Banavahyolunanda, leş, akıtılmış kan, domuz eti-ki pistir-gü-
nah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını ye¬menin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum... (En'am, 145).
3 Allah size ancak leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkasının adı-
na kesilenleri haram etmiştir... (Nahl, 115).
Bununla beraber Araplar, kendi kendine ölen, boynuzlanarak ya da sopa ile vurularak, yüksek yerden düşürülerek, boğularak yahud da yırtıcı hayvanlar tarafından ıırılarak öldürülen hayvanların et¬lerini yedikleri gibi bazan hayvanlarını kestiklerinde de hiç bir şey söylemeden kesiyorlardı. Bu da En'am Sûresinde Allah adının üze¬rinde anılmadığı hayvanların etini yemeyi kesin yasaklayan başka ayetlerden anlaşılmaktadır:
1 Üzerine Allah'ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin, bu-
nu yapmak Allah'ın yolundan çıkmaktır. (En'am, 121).
2 Allah'ın ayetlerine inanıyorsanız, üzerine Allah'ın adı anılmış olan şey-
lerden yiyin. Size ne oluyor ki, Allah size darda kalmanızın dışın¬da haram olanları genişçe anlatmışken, üzerine anıldığı şeyden ye-miyorsumız... (En'am, 118-119)
Açıkça görüldüğü gibi ayet, Allah adının üzerinde anıldığı hay¬vanların etlerini yemeyi emretmiş, bu konuda geri durmayı ve tered¬düt etmeyi reddetmiştir. Bu da gösteriyor ki müslümanlar, baş¬langıçta -ki En'am Sûresi de bir ölçü de erken zamanlarda inen bir sûredir- Allah adının üzerinde anıldığı hayvanın etini yemekten ge¬ri durmuşlardı. Çünkü bu şekilde kesilen hayvanın Allah'a ait ola¬cağını ve onu yemenin haram olacağını sanıyorlardı. Nitekim ken¬di adetlerine göre Allah için ya da tanrıları için kestikleri kurban¬ların etlerini yemeyi alışkanlık haline getirmişlerdi. Bunu Hac ko¬nusunda belirtmiştik. Onun için hikmet gereği, ayetin üslubu böy¬le olmuştur. Sonra bu iki ayeti, daha kesin bir ayet olan 121. ayet izlemişti. Burada Allah adının anılmadığı hayvanların etlerim ye¬menin yasaklandığını bildiren bir yasama vardı. Bununla beraber cahili alışkanlığın, az da olsa varlığım sürdürdüğü anlaşılmaktadır; boynuzlanarak, sopa ile vurularak, düşerek, boğularak, yırtıcı hay¬vanlar tarafından parçalanarak ya da yırtıcı hayvanlar tarafından avlanarak öldürülen hayvanlar halâ yeniyordu. Onun için hikmet ge¬reği olarak Maide, 3. ayetinin inmesi icab etti. Bu ayete göre ilk beş durumda ölen hayvanların etlerinin yenebilmesi için kesilmeleri ve
451
üzerir^ Allah adının anılması gerekmektedir. Ölümüne neden ola¬cak yabayı aldıktan sonra kesilmesi ve Allah adının anılması şart ko¬şuluyordu. Ondan sonra da bir başka ayetin inmesinin hikmeti te¬zahür ediyordu. Burada, alıştırılmış yırtıcı hayvanların avladığı hayvanların yenebilmesi için, onların ava bırakıldığı sırada Allah adının anılması şart koşulmuştur:
«Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar, de ki: Si¬ze temiz olanlarhelâl kılındı; Allah'ın size öğrettiği üzere alıştırıp yetiştirerek öğrettiğimiz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın. Allah'tan sakının. Doğrusu Allah hesabı çabuk görür.» (Maide, 4).
H- Hayvanları Helal ve Haram Kılmaları:
Kur'an'da, peygamber'in peygamberlik Öncesi çevresinde yaşayan Arapların, hayvanları dinî bir kaygıyla helal veya haram kılmala-rıyla ilgili pek çok ayet vardır: *
a) Maide, 103. ayetinde "bahire", "şaibe", "vasile" ve "ham" deni¬len hayvanlardan söz edilmektedir:
«Allah, bahire, sâibe, vasile ve hâm diye bir şey yapmamıştır. Fa¬kat inkâr edenler, Allah'a yalan uyduruyorlar ve çokları da akıl er-direiniyorlar.» (Maide, 103).
En'am Süresindeki bir ayette bazı hayvanların yenmesi ve sır¬tının hizmet için kullanılmasının haram kılındığına işaret edilmiş¬tir. Bunun Maide ayetiyle de bir bağı vardır:
«Zanlarınca dediler ki: "Bunlar dokunulmaz hayvanlar ve ekin¬lerdir. Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlar da sır¬tı yasaklanmış hayvanlar..."» (En'am, 138).
Müfessirler ve siret kitapları bu haram kılmalar ve onların ha¬berleriyle ilgili olarak açıklayıcı bir çok rivayet kaydetmişlerdir:
1- Onlar, beş doğum yapan dişi devenin kulağını yarar ve onu ser¬best bırakırlardı. Güya tanrılarına şükür mahiyetinde onu azâd ediyorlardı. Ona binmezler, yük yüklemezler, tüyünü yolmazlar, ot¬tan ve sudan alıkoymazlar, sütlerini konuklara ayırırlar ve ona "Bahire" adına verirlerdi. Behare kökünden hareketle ona bahire der¬lerdi. Bahare; kulağını yardı, demektir.
2- Onların bir hastası olduğunda ya da bir diledikleri olduğun¬da, bir adamları uzun süre yolculukta kaldığında dişi develerinden birini ona adarlardı. Hasta iyileştiği, dilekleri gerçekleştiği ya da yol-
452
culuktaki adamları geri geldiğinde adanmış dişi deveyi "serbest bı¬rakır" ona binmez, yük yüklemez, onu boğazlamaz, tüyünü yolmaz ot ve sudan alıkoymazlar ve ona "Sâibe" adını verirlerdi.
3- Koyun dişi doğurduğunda onlarındı. Onu kesmek ve kurban etmek doğru olmazdı. Erkek doğurduğunda tanrılarınındı. Tanrıla¬ra kesilen ve kurban edilen buydu. Bir doğumda hem dişi hem de er¬kek doğurursa bu durumda erkeğin durumu da dişisi gibi kabul edi¬lir, kesilmesi ve kurban edilmesi doğru olmazdı. Bu durumda, bacı kardeşini korudu, yani canını kurtardı derlerdi. Bu hayvana da "Vasile" deniyordu.
4- Erkek deveden on kere döl alındığında onu tanrıları adına azad ederler, sırtım ve etini haram kabul eder otlağa ve suların başına kendi haline bırakırlardı. Ona engel olacak hiçbir şey de yoktu. Kendi kendisini koruyan anlamında ona "Hâm" deniyordu.
Maide ayeti, onların bu İşleri, dini bir gelenek olarak ve tanrıla¬rın isteklerini gerçekleştirme, onlardan miras kalan emirlerini ye¬rine getirme amacıyla yaptıklarını açıkça belirtiyor ve bunun Allah'a iftira olduğunu vurguluyor.
b) En'am Sûresi ayetinde onların ekinlerinde ve hayvanlarında Allah'a ve ortaklarına ayırdıkları paylara işaret edilmiştir. Şöyle ki:
«Kendi zanlarına göre, "Bu Allah'ındır, bu da putlarımızındır" di¬yerek, Allah'ın yarattığı hayvanlar ve ekinlerden pay ayırdılar. Putları için ayırdıkları putlarına verilirdi; ne kötü hüküm veriyor¬lar.» (En'am, 136).
Ayetten anlaşıldığına göre onlar Allah ile kendi ortakları arasın¬da bir ayırım yapıyorlardı, ikinci bir ifade ile onlar, kendi ortakla¬rını kendilerine daha yakın ve kendilerine daha özel ilgi gösteren tan¬rılar olarak görüyorlardı. Bir takım tefsir kitaplarında bu ayetin açık¬lanması ile ilgili olarak belirtiliyor ki, onlar Allah'a adadıkları şey¬leri konuklara ve fakirlere harcıyorlardı. Ortaklarına ayırdıklarını ise putlara ve onların hizmetlerine harcıyorlardı. Eğer Allah'ın pa¬yından putların payına bir şey düşerse öylece bırakırlar ve Allah bu-na muhtaç değildir derlerdi. Putların payından Allah'ın payına bir şey düşerse onu geri verirler ve putların ona ihtiyacı olduğunu ifa¬de ederlerdi. Allah'a mahsus kıldıkları bir nesne yok olduğunda aldırmazlardı, yok olan ya da eksilen ortaklarının payından olduğun¬da Allah'a mahsus kıldıkları nesneler çoğalır ve gelişirse, kararla-rından vazgeçer ve onları ortaklarına verirlerdi. Allah ile ortakla¬rının paylarını yer değiştirirler ve buna; Allah'ın ihtiyacı yok der-
453
lerdi.
c) En'am Süresindeki bir ayette hayvanlarının karmlarındaki yavruları yalnız erkeklerine özgü kıldıklarına ve onları kadınlara vermediklerine işaret edilmektedir:
«"Bu hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimi¬ze mahsus olup, eşlerimize yasaktır. Ölü doğarsa hepimiz ortağız" dediler.» (En'am, 139).
Tefsirciler bu haram kılmanın yemekle ilgili olduğunu kaydet¬mişlerdir. Buradan anlaşıldığına göre onlar, hayvanların doğuşun¬dan önce onları, erkeklere adadıkarına yemin ediyorlardı. Hayvan sağ olarak doğduğunda adaklarından Allah'ın razı olduğunu çıka¬rıyor ve kadınlara hayvanı yemeyi haram kılıyorlardı. Hayvan ölü olarak doğduğunda ise Allah'ın bu adaktan razı olmadığını çıkarı¬yor ve doğan hayvanı kadınlarla birlikte yiyorlardı. Böylece anlaşı¬lıyor ki; onlar dini bir nitelik taşıyan adama ve haram kılma yoluy¬la canlı olarak doğan hayvanı kadına yasak ediyor ve bu yasağı, ka¬dını maddi haklarından birinden mahrum etmeye vesile kılıyor¬lardı.
d) Yine En'am Sûresinde bulunan başka ayetlerde, onların zora dayalı olarak hayvanların karmlarındakini doğmadan önce haram saydıklarına İşaret edilmiştir:
«Allah sekiz çift hayvan yaratmıştır: Koyundan iki ve keçiden iki, de ki; "iki erkeği mi yoksa dişiyi mi veya o iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı Karam kılmıştır? Doğru sözlü iseniz bana bilgiye dayanarak cevap verin" Deveden ki, sığırdan iki yaratmış¬tır; De ki "iki erkeği mi, yoksa iki dişiyi mi veya o iki dişinin rahim¬lerinde bulunan yavruları mı haram kılmıştır? Yoksa Allah size bunları buyururken burada mı idiniz?" İnsanları, bildiklerinden saptırmak için Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir? Allah, zalim toplumu doğru yola eriştirmez.» (143-144. ayetler).
Bu ayetlerden açıkça anlaşılıyor ki onlar, zora dayalı olarak, hay¬vanların karmlarındakilerin yenmesini haram kılıyorlar ve bunda erkek-dişi ayırımı yapmıyorlardı. Ayrıca buna dini bir nitelik de ka¬zandırıyorlardı. Buradan da anlaşıyor ki, onlar erkeklere muhtaç ol¬duklarında, doğan erkek hayvanların Allah'a özgü olacağını adıyor-lardı. Onları kesmezlerdi. Ve onları Allah için kestiklerinde etleri¬ni yemezlerdi. Dişi hayvanlara ihtiyaç duyduklarında, bu sefer di¬şi hayvanları Allah'a yakınlık oluşturma amacıyla Allah'a adar¬lardı. Yani doğacak hayvanı istedikleri gibi kullanıyorlardı. Doğan
454
yavru onların adadığı şekilde olursa, bunu Allah'ın adaklarından ra¬zı olduğu biçiminde yorumluyorlardı.
e) Daha önce naklettiğimiz En'am, 138. ayetinde Arapların İs¬lam'dan önceki bu tür adaklarına işaret edilmektedir. Bazı hayvan¬ları ve ekinleri, bazı insanlara mahsus kılıyor ve onların yalnız söz konusu kimselere adandığını, başkasına onları yemenin helal olma¬yacağını ilan ediyorlardı.
Şimdi bu ayetlerin açıklamasına şunu da ilave ediyoruz ki: En'am Sûresinin 143-144. ayetlerinden sonra gelen ayetler ve Nahl Sûresinin bazı ayetlerinde bu tabloyu tamamlayıcı bir takım açık¬lamalar vardır. Önce ayetleri görelim:
1 De ki: "Bana vahyolunanlar içinde, yiyen bir kimsenin yiyeceği arasın-
da, dediğiniz gibi, haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Yalnız haram olarak şunlar var: Ölü, yahut akıtılan kan, yahut domuz eti -ki, o şüp¬hesiz pistir- yahut Allah'dan başkasının adına bir fısk oarak boğaz¬lanan. Bununla beraber her kim bunlarda da çaresiz kalırsa, tecavüz etmemek ve zaruret miktarını aşmamak üzere yiyebilir. Onlara şöy-. le de: "Bu haram saydıklarınızı, Allah'ın haram ettiğine dair şahid-lik edecek olan şahidlerinizi getirin". Eğer onlar, yalan yere şahid-lik ederlerse, sen onlarla beraber bulunup kendilerini tasdik etme. Ayetlerimizi yalan sayanların, ahirete inanmayanların arzularına ta¬bi olma, onlar Rabblerine ortak koşuyorlar. (En'am, 145-150).
2 Dillerinizin "Bu helâldir, şu haramdır" diye yalan olarak vasıflandır-
dığı şeyi söylemeyin, yoksa, Allah'a iftira etmiş olursunuz. Şüphe yok ki, Allah'a yalan uyduranlar, asla kurtulamaz... (Nahl, 116-118). Birinci olarak; bu ayetler, Peygamberlik öncesi Arapların haram ve helal kılmada Allah'ın emirlerini uyguladıklarını zannettikleri¬ni göstermektedir. Nitekim onlar bu konuda Peygamberle tartışmış¬lardı. Diyorlardı ki: Eğer Allah bizim yaptıklarımızı emretmemiş, ya da ondan razı olmamış olsaydı bizi ve bizim atalarımızı bu işlerden vazgeçirirdi. İkinci olarak; Onlar kendi eylemlerini bu konuda Ya¬hudilerin bir takım yemekleri, etleri ve iç yağları helal kılma, haram yapmalarını örnek göstererek haklı görüyorlardı. Kur'an onların bu anlayışlarını reddetmiş ve Allah'tan başkasının adına kesilen, Al¬lah'tan başkasının üzerine anıldığı kötülük ya da şirke götürücü şey¬leri haram kıldığım bildirmiştir. Yahudilere haram kılınan şeylerin ise, aslında pis ve kötü olduklarından değil, onlara Allah'ın bir ce¬zası nedeniyle haram kılındığım ifade etmiştir. Ayetlerin Mekki olu--
455
şu da Yahudileri örnek gösterme ve bu konuda tartışmanın Peygam¬ber ile Araplar arasında gerçekleştiğim ilham etmektedir.
İ- Vesvese ve Kuruntular:
Kur'an'da psikolojik geleneklere ve kuruntulara değinen bir ta¬kım ayetler de vardır. Peygamberlik öncesi Peygamber asrı ve top¬lumunda yaşayan Arapların bunlara dini bir nitelik kazandırdıkla¬rına değinilmektedir.
Bu alışkanlıklardan biri fal oklarıyla yargıya varmaktı. Bu alış¬kanlığa iki ayette işaret edilmiştir:
1 Dikili taşlar "üzerine boğazlanan ve fal oklarıyla kısmet aramanız, si-
ze haram kılındı.. (Maide,3).
2 Ey mil'minler! Baş döndürücü içki, kumar oynamak, İbadet için diki-
len putlar, fal okları, şeytan işi pisliklerdir. Onun için bunlardan sa¬kının ki, kurullasınız. (Maide, 90).
Burada söz konusu edilen mesele iki ayetin içerdiği noktadır. Zi¬ra biz daha önceki bir ilgiden dolayı birinci ayetteki meselenin, ku¬mar yoluyla kesilen şeylerin haram kılınmasıyla ilgili olduğunu belirtmiş ve bu alışkanlığı birinci bölümde açıklamıştık.
"Istiksam", kişinin kendisi için ayrılmış bulunanı öğrenmeye çalışması ve herhangi bir meselede istihare yapmasıdır. "Ezlam" ise; istiharede kullanılan fal oklarıdır.
Hâzin tefsirinde, Maide Sûresinin birinci ayeti sadedinde deni¬yor ki: Onların yedi tane bardağı vardı. Birisinin üzerinde "Rabbim bana emretti", ikincisinin üzerinde "Rabbim bana yasakladı", üçün¬cüsünün üzerinde "Sizden", Dördüncüsünün üzerinde "Yapışık", beşincisinin üzerinde "Başkasından", Altıncısının üzerinde "Diyet", yazıyordu. Yedincisinin üzerinde ise hiçbir şey yazılı değildi. Bir yol¬culuk ya da ticarete çıkmak istediklerinde, bir kişinin soyunda, bir Ölünün katili ya da diyetinin kime ait olduğu konusunda ya da bu¬na benzer başka meselelerde ayrılığa düştüklerinde Kureyş'in en ulu putu olan Hubel'e gelirler, bardakların sahibine yüz dirhem verir¬lerdi. Adam onları karıştırır, sonra onlardan birini çıkarırdı. Eğer "Rabbim bana emretti" yazılı bardak çıkarsa, istihare yaptıkları işi yaparlardı. "Rabbim bana yasak etti" yazılı bardak çıkarsa onu yapmazlardı. Eğer istihare bir soy ile ilgiliyse ve "Sizden" yazılı bar¬dak çıkarsa onu kendilerine katarlardı. "Başkasından" yazılı bardak çıkarsa onu kendilerinden ayırırlardı. Eğer "Yapışık" çıkarsa sözü edilen adamın soyu iftira olurdu. Eğer istihare diyetle ilgili olup "Di-456
yet" çıkarsa onu yüklenirlerdi. Hâzin'in kaydettiği bu nakiller de-taylardaki ayrılıklara rağmen özde eski rivayetlerin kaydettikleriy-le de pekiştirilmiş bulunmaktadır. Buradan da açıkça anlaşılıyor ki bu alışkanlık da dini bir niteliğe sahipti. Çünkü onlar fal oklarını, putlarının yanında dolaştırıyor, sanki onlara danışıyor ve onlardan hayır talep ediyorlardı. Onlardan hangisinin kendileri için hayırlı ve bereketli olduğunu tayin etmelerini istiyorlardı. Sonuç belli ol¬duğunda bu hükmü tanrıların hükmü ya da onların görüşü ve bölüş¬türmesi olarak görüyorlardı. îşte bu alışkanlığın ağır şekilde eleş¬tirilmesi ve şirk düzeyinde değerlendirilmesinin nedeni de budur za¬ten.
Kuruntulardan biri de bir şeyi uğursuz telakki etme geleneğidir. Uğursuz sayma alışkanlığı peygamberlerin kıssalarıyla ilgili olarak bir takım ayetlerde geçmektedir:
1 Fakat onlara (Firavun ailesine) ryilikve bolluk geldiği zaman: "Bubi-
zim hakkımızdır" dediler. Başlarına bir fenalık geldiği zaman da, Mu¬sa ile beraberindekilerin uğursuzluğuna yoruyorlardı. . (A'raf, 131).
2 "Senin ve seninle beraber bulunanların yüzünden uğursuzluğa uğra-
dık" dediler... (Nemi, 47).
3 Dediler ki: "Doğrusu biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık"... (Ya-
sin, 18).
Bu psikolojik yakıştırmanın Araplarda var olduğunu ayetler göstermese de, bunu gösteren kavraman kullanılması ve ayetlerin özü bu kavramın onlarca da bilindiğini göstermektedir. Bununla bera¬ber Kur'an'da bazı münafıkların Peygamber'e karşı söylediklerini tasvîr eden bu anlamda bir ayet yer almıştır.
«...Onlara bir iyilik dokunsa: "Bu Allah'tan" derler, onlara bir kö¬tülük dokunsa: "Bu sendendir" derler...» (Nisa, 78).
Tefsirciler A'raf ve Nemi Süresindeki ayetlerle ilgili olarak diyor¬lar ki: "Tiyere" ya da "Tatayyur", "Tâir'Ykuş kelimesinden türetilmiş¬tir ve her iki ayette de uğursuzluk anlamına gelir. Araplar alışkan¬lık gereği olarak kendi üstlerinden uçan kuşlardan uğur ya da uğursuzluk çıkarırlardı. Yolculuğa çıktıklarında ya da bir işe yönel-diklerinde eğer sağ taraflarından bir kuş geçerse onu uğurlu sayar¬lardı ve yolculuklarına devam eder ya da yöneldikleri şeyi yaparlar¬dı. Buna "Sanih" adını verirlerdi. Sollarından geçerse onu uğursuz sayar yolculuklarından ya da yöneldikleri şeyden vazgeçerlerdi. Buna da "Barih" adım verirlerdi. Muhtemelen onlar, kuşların geçi-
457
sini kendilerinin yöneldiği işe tanrıların razı olup olmadığını bildi¬ren işaretler olarak görüyorlardı.
'İkdu'l-Ferîd'te Peygamber'den gelen bir hadiste deniyor ki: "Kim kuştan hoşlanmadığı birşey görür ve Allah'ım senin uğursuz saydığından başka uğursuz nesne yok. Senin iyi saydığından başka da iyi nesne yok. Ve senden başka da ilah yok, derse ona bir zararı olmaz."
Hazin tefsirinde, Peygamber'in bir başka hadisi yer almaktadır: "îyafe45 (uğur tesbiti için kşu ürkütme), Tiyare (kuşun uçuş ciheti¬ne göre uğurlu-uğursuz tesbiti yapma) ve gayb bilgisi peşine takıl¬ma cibt'tendir. Cibt ise şirktir." Bu iki hadis te Peygamberlik önce-. si Araplarda bu adetin varlığıyla ilgili açıklamamızı pekiştirmekte¬dir. Ayrıca Arapça kitaplardaki rivayetler ve haberler de bu konu¬da olumlu bir delil oluşturmaktadır.
Kuruntulardan biri de sığınmalar, üfürük ve ruhi tedavidir. Kur'an'da yer alan bir takım ayetler şeytanın ve onun dürtülerin¬den, kıskançların, gece karanlıklarının, düğümlere üfürenlerin şer¬rinden sığınmayı emretmektedir. Şöyle ki:
1 De ki: "Rabbim, şeytanların vesveselerinden sana sığınmm. Rab-
bİm, onların yanımda bulunmalarından sana sığınırım." (Mü'minun, 97-98).
2 De ki: "Sığınının sabahın Rabbine; yarattığı şeylerin (her türlü) fena-
lığından, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üf¬leyen kadınların şerrinden,,bir de hasedini meydana çıkarıp gereğine yapmağa koyulduğu zarflan, hasedcinin şerrinden." (Felak Sûresi).
3 De ki: "Sığmırım insanların Rabbine, insanların Melik'ine, insanların
İlâhı'na; O sinsi vesvesecinin şerrinden... O ki, insanların, kalbleri-nevesvee verir. O, cinlerden de olur, insanlardan da..." (Nas Sûresi).
Bu ayetler her ne kadar konu başlığı olarak tayin ettiğimiz Pey¬gamberlik öncesiyle ilgili değilse de temel espirisiyle Allah'a sığınan kişinin gizli kötülüklerden emin olması ve gönlünün yatışması ge¬rektiğini ifade etmektedir. Bu da bizim başlık olarak belirlediğimiz konuyla ilgilidir. Peygamber'in çevresini oluşturan ve Kur'an ayet-leriyle muhatab kılman Arapların bunun içeriği ve kapsamından uzak olmadıklarını söylemek doğru sayılabilir.
Tevbe Süresindeki bir ayette peygamber salavâtmın yani duala-
45 'Iyafe: Gaybı aralama ve gaybten haber verme. 458
nrtın neden olduğu psikolojik huzura işaret edilmektedir:
«Onların mallarından bir sadaka al ki, onuna kendilerini temi¬ze çıkarmış, mallarına bereket vermiş olasın. Bir de onlara dua (salat) et; çünkü senin duan onlar için bir rahatlık ve huzurdur. Al¬lah onların tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah Gafurdur, Ra-him'dir.» (Tevbe, 103).
Tefsir kitaplarında da bu Kur'anî kaideyi güçlendirecek bir ta¬kım açıklamalara rastlamak mümkündür. Tabersi, Felak Sûresinin tefsirinde der ki: Kindar, kıskanç adamın şerrinden Allah'a sığın¬maktan, bizzat onun kendi canı ve gözünün şerrinden Allah'a sığın¬ma kastedilmiştir, icabında bu canı ve gözüyle insana zarar verebi¬lir ve onu kusurlu hale getirebilir. Peygamber (s.)'in bir hadisinde deniyor ki: "Muhakkak ki, göz haktır." Peygamber, (s.) Hasan ve Hü¬seyin (r.)'i Felak ve Nas Süreleriyle ne de çok istiaze ederdi!
Bu geleneklerden biri de rüyalar ve rüya yorumlarıydı. Kur'an'da bununla ilgili pek çok ayet vardır. Bunların bir kısmı İbrahim (a.) ve kurbanlık oğlunun kıssasıyla ilgilidir. İşte ayetler:
«(Çocuk) onun yanında koşma çağına erişince, dedi: "Yavrum! Ben rüyamda görüyorum ki, seni boğazlıyorum. Artık düşün bak, ne dersin?" (Çocuk ona şöyle) dedi: "Babacığım! Sana emredileni yap; inşallah beni sabredenlerden bulacaksın.» (Saffat, 102).
«Gerçekten rüyana sadakat gösterdin. Şüphe yok ki biz, güzel amel işleyenleri işte böyle mükâfatlandırırız.» (Saffat, 105).
Bir kısım ayetler de Yusuf un kissasıyla ilgilidir. İşte ayetler:
1 Bit vakit Yusuf babasına şöyle demişti: "Babacığım, ben, rüyada on
bir yıldızla Güneş'i ve Ay'ı gördüm. Gördüm ki, onlar, bana secde ediyorlar." (Yusuf, 4).
2 Rabbin seni seçecek ve sana rüya tabirini öğretecektir. Allah, nime-
tini; bundan önce ataların İbrahim'e ve îshak'a tamamladığı gİbİ, hem sana, hem de Yakub ailesine tamamlayacaktır. Gerçekten Rabbin Alim'dir, Hakim'dir. (Yusuf, fi).
3 Yusuf'la beraber, iki delikanlı daha zindana girdi. Delikanlılardan bi-
ri: "Ben, rüyamda, şarap olacak üzüm sıktığımı gördüm," dedi. Öteki de: "Ben, rüyada görüyorum ki, başımın üstünde bir ekmek gö¬türüyorum ve kuşlar ondan yiyor," dedi. Artık bize rüyanın tabiri¬ni bildir. Çünkü biz, seni iyilik edenlerden görüyoruz. (Yusuf, 36).
4 "Ey zindan arkadaşlarım! Rüyalarınızın tabirine gelince. Biriniz efen-
disine (eskiden olduğu gibi) yine şarap içirecek. Diğeri ise asılacak (idam edilecek), sonra kuşlar onun başından yiyecek. İşte sorduğu-
459
nuz iş, bu şekilde kesinleşmiştir " (Yusuf, 41).
5 Bit gün Mısır hükümdarı şöyle dedi: "Rüyamda gördüm ki; yedi se-
miz ineği, yedi cılız inek yiyor ve yedi yeşil başağı da, diğer yedi ku¬ru başak sarmalayıp onlara galib gelmiş. Ey ileri gelenler! Eğer rü¬ya tâbir edebiliyorsanız, benim rüyamı hallediniz". Onlar: "Bu gör¬düklerin karma karışık rüyalardır. Biz böyle karışık rüyaların tabi¬rini bilmeyiz." (Yusuf, 43-44).
6 (Delikanlı, hükümdarın izniyle zindana gidip şöyle dedi): Yusuf ey doğ-
ru sözlü! Bize şunun fetvasını ver (tabirini yap): "Yedi semiz ine¬ği, yedi cılız inekyiyorve yedi yeşil başağı da, yedi kuru başak sar¬malayıp onlara galip gelmiş." "Ümid. ederim ki, (uygun bir cevap¬la) insanlara dönerim de, belki kıymetini bilirler." "...Sonra bunun arkasından da bir yıl gelecek ki, onda insanlar sıkıntıdan kurtarılıp bereketlendirilecekler ve o zaman (üzüm, zeytin gibi mahsullerini) sıkıp faydalanacaklar " (Yusuf, 46-49).
7 Anne-babasmı tahta çıkardı. Onun için secde ettiler; "Ve babacığım!
Bu, daha önceki rüyamın gerçekleşmesidir. Rabbim onu gerçekleş¬tirdi." dedi. (Yusuf, 100).
Diğer bir kısım ayetler de; Peygamber'in, Mekke'nin fethinden önce, Mescid-i Harama girişi ile ilgili rüyasına değinmektedir:
«Andolsun ki Allah gerçekten Peygamberinin rüyasını doğru çı¬kardı. Andolsun ki, inşaallah emniyet içinde bulunan kimseler ola¬rak başlarınızı traş etmiş ve kısaltmış olduğunuz halde, korkmak-sızm mutlaka Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Fakat Allah sizin bil¬mediğiniz şeyleri bildi de Mekke fethinden önce, yakın bir fetih verdi.» (Feth, 27)
Şu ayet de, peygamber (s.)'İn Bedir olayındaki düşmanı rüyasın¬da görmesiyle ilgilidir;
«Allah onları, rüyanda sana, az gösteriyordu. Eğer düşmanları, sana çok gösterseydi, korkacaktınız ve savaş hususunda ihtilafa dü¬şecektiniz. Fakat Allah bundan sizi kurtardı. Çünkü O, kalblerde-kini hakkıyla bilendir.» (Enfal, 43)
Bu ayetler; her zaman, her yerde bilinen genel bir olguya değin¬mektedir. O da, insanların kendi uykularında bir takım rüyalar görmesi ve insanın -içine doğan bir takım düşüncelerle- onları yo¬rumlamaya çalışmalarıdır.
Peygamberlik Öncesinde, Arapların bu işte yalnız olmadıkları aşikârdır. Ayetlerin açıklama üslubunun bütün Kur'anî deliller olarak kabul edilmesi mümkündür. Bunlar; Arapların peygamber¬lik öncesinde sahip oldukları 'rüya' kavramına, rüya yorumlarının insanların, psikolojik yapıları üzerindeki etkilerine ve psikolojik
460
dürtülerle ilişkilerine ışık tutmaktadır. Aynı zmanda bu ayetler; Kur'an'da kullanılan terimleri^ kavramların, ifadelerin -Kur'an inmeden önce- Araplar tarafından anlaşıldığına da bir parça ışık tut¬maktadır.
Haber ve siyer kitaplarına gelince; buralarda, Arapların -özellik¬le büyüklerinin- peygamberlikten önce rüyaların ve onlarla ilgili kor¬kuların, sıkıntıların ne denli etkili olduğunu bildiren çok şeyler kaydedilmiştir. Buralarda; Arapların gördükleri rüyaları anlat¬mak, yorumunu sormak ve böylece bir gönül huzuruna kavuşmak için hekimlere ve müneccimlere nasıl koşuşturdukları açıklanmaktadır. Her neyse, bizzat bu rivayetlerin ortaya koyduğu bu genel tablodan kuşkulanmak yersiz olur. Yani Arapların rüyalardan korktukları, endişeye kapıldıkları psikolojik huzur ve sükunete kavuşmak amacıyla onları yorumlatmak için kâhinlere ve müneccimlere koş¬tuklarında kuşkuya gerek yoktur. Ayrıca bazı rivayetlere göre; bir takım insanlar, peygamberlikte ti önee, rüyaları ilahi bir ilham, ola¬rak görüp, onları uygulamanın zorunlu olduğuna inanıyordu. Abdul-muttalib'in; birinci olarak zemzem kuyusunu açmak, ikinci olarak da sözünü yerine getirmek amacıyla oğlunu kesmeye kalktığı kıssa gibi...
Bu konuda önemli bir noktaya değinmek yerinde olacaktır. Bu¬rada "Rüya" ile "Ahlam" kavramları arasında bir fark gözükmektedir. Buna bağlı olarak Arapların "rüyaları", imanın iç dürtülerinden etkilenen ve yorumlanmaya ihtiyaç duyulan şeyler için, "Ahlam" kav¬ramını ise, normal, karışık rüyalar için kullandıklarını ve onlara "ka¬rışık rüyalar" adını verdiklerini söyleyebiliriz. Nitekim Yusuf Sûresi, 44. ayetinde bu konuya değinilmiştir. Muhtemelen, onlar: "Rüya" kav¬ramını, zihinsel ve psikolojik olarak açık etki ve yönlendirmelere sa¬hip olan düşler için kullanıyorlardı. Bu tür "Rüya"larda, diğerlerin¬de normal olarak bulunması gerekmeyen bir takım gaybi gerçeklerin bulunması gerektiğine inanıyorlardı.
-Enbiya Süresindeki ayette değinildiği gibi- Peygamber'e karşı çıkanlar; Peygambe'in Allah'ın meleğini gördüğü, onunla temasa geç¬tiği, Kur'an'ı melekten aldığı şeklindeki haberlerine karmakarışık rüyalar diyorlardı.
"Hayır dediler, karmakarışık düşlerdir; hayır, onu kendisi düzüp, uydurmuştur. Hayır, o bir şairdir." (Enbiya, 5). Böylece yalan¬lamada daha da etkili olmanın yollarını arıyor ve onun. gördük¬lerini karmakarışık düşler türünden şeyler olduğunu iddia ediyor¬lardı.
46 "■
Bu bölümün konularını Peygamberlikten önce Arapların zihin¬lerinde yer alan "Nefs" ve "Ruh" kavramlarının soruşturulmasıyla ilgili bir araştırma ile bitirmek istiyoruz. Bu iki konu, bilim ve marifetle ilgisinden daha çok inançlarla ilgilidir, özellikle Pey¬gamberlikten önceki dönemde durum böyleydi.
Bu konuda dayanağımızı yukarıdaki iki kavramın Kur'an'daki kullanımı oluşturacaktır. Bunlarla ilgili olarak yapılan açıklamaların ve anlamların içeriğine eğilmeye çalışacağız. Burada da daha önce belirtmiş olduğumuz görüşe paralel olarak yürüyeceğiz ve Kur'an'da kullanılan sözcüklerin, kavramların ve terimlerin içerik itibariyle Kur'an'ın inişinden önce de aynı anlamda kullanıldığına ve anlaşıl¬dığına tekrar dikkat çekeceğiz.
3. Nefs Kavramı:
Nefs kavramının; Kur'an'da gerçekten pek çok ayette değişik münasebetlerle, çeşitli yerlerde ve değişik anlamlarda kullanıldığı müşahede edilmektedir. Bu ayetlerden bazıları, nefs kavramını, "şahıs/birey" anlamında kullanmaktadır.
1 Hiç kimsenin, kimse adına bir şey ödeyemeyeceği günden sakının. (Ba-
kara, 48)
2 Hani siz bir kişiyi öldürmüştünüz de bu konuda birbirinize düşmüştünüz.
Oysa Allah sizin gizlediklerinizi açığa çıkaracaktı, (Bakara, 72). Nefs kavramı; bazı ayetlerde de "insanın kendisi/zatı/şahsı" an¬lamında kullanılmıştır:
'1 Deki: "Allah'ın dilemesi dışında kendim için yarardan ve zarardan (hiç
bir şeye) sahip değilim." (A'raf, ]88).
2 De ki: "Ey insanlar! Rabbinizden size gerçek gelmiştir. Doğru yola gi¬ren ancak kendisi için girmiş ve sapan da kendi zararına olarak sapmıştır. Ben sizin bekçiniz değilim." (Yunus, 108) Nefs kavramı; şu ayetlerde ise, insanda bulunan "gizli kuvvet" anlamında kullanılmıştır. Bu kuvvet ona iş yapmayı, özellikle de, kö¬tü iş yapmayı buyurur:
1 ... Bunun üzerine kardeşini öldürmekle nefsine uydu ve onu öldürmek-
le zarara uğrayanlardan oldu... (Maide, 30)
2 ... Babalan: "Sizi, nefsiniz bir iş yapmağa sürükledi, artık bana güzel-
ce sabretmek gerekir..." dedi. (Yusuf, 18)
3 ... Ben nefsimi temize çıkarmam Çünkü nefs, Rabbimİn merhameti ol-
madıkça, kötülüğü emreder... (Yusuf, 53). Ayetlerin bir kısmı, nefsi, insanın gizli olan iç şahsiyeti an-
462
lamında kullanmıştır:
"... Sen benim içimde (nefsimde) olanı bilirsin, ama ben senin için¬de (nefsinde) olanı bilemem..." (Maide, 116)
Bazıları nefsi, insanın hayatı anlamında kullanır:
"... Canlarının (nefislerinin) küfür içindeyken zorlukla çıkmasını ister..." (Tevbe, 55)
Bazı ayetler nefsi, iyilik Ve kötülük kazandıran güç anlamında kullanır: •
1 Allah hiç kimseye güç yeüreceğinden fazlasını yüklemez, kazandık-
ları lehine yine kazandıkları da aleyhinedir... (Bakara, 286)
2 (O zaman), kendisine zulmeden her nefs, yer yüzünde ne varsa hep-
sini fidye vermek isterdi... (Yunus, 54).
Bazılarında ilham almaya elverişli biçimde yaratılan güç an¬lamında kullanılmıştır:
1 Dİleseydik. her nefse hidayetini verirdik... (Secde, 13).
2 Nefse ve ona bir dlizen içinde biçim verene, sonra ona kötülüğünü ve
ondan sakınmayı ilham edene... (Şems, 7-8).
Bazılarında nefsin, sahibini kötü eylemlere yönelten gönül olduğu ilham edilmektedir.
"Hayır, kalkış gününe and olsun ve yine hayır kendini kınayıp duran nefse de andolsun..." (Kıyame, 1-2).
Bazıları, nefs ile sahibi arasını ayırmaktadır. Sanki bunlar bir¬birine bağlı iki şey olmalarına rağmen herbirinin kendilerine özgü bir varlıkları bulunmaktadır. Herbiri diğerinden bağımsız bir yapı -ve mahiyete sahiptir:
1 Allah, sizin nefislerinize yazık ettiğinizi bildi . (Bakara, 187).
2 Ve, çirkin bir hayasızlık işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri za-
man, Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma is¬teyenlerdir (Al-İİmran, 135).
3 Bak, nefislerine kargı nasıl yalan söylediler ve düzmekte oldukları da
kendilerinden kaybolup uzaklaştı. (En'am, 24).
4 Kitabım oku; buglln nefsin, hesap sorucu olarakyeter sana. (îsra, 14).
4. Ruh Kavramı:
"Ruh" kelimesi de Kur'an'da değişik üslub ve konularda kul¬lanılmıştır. Bazı ayetlerde Cebrail'i niteleme ve o'na isim olarak kul¬lanılmıştır:
1 De ki: "İnananları sağlamlaştırmak ve müslümanlara yol gösterici ve müjde olmak üzere onu, Ruhu'l-Kudüs, Rabb'inden hak gereğince
463
indirdi." (Nahl, 102).
2 (Meryem) onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Biz de ruhumuzu
(Cebrail'i) ona gönderdik... (Meryem, 17)
3 Hiç şüphesiz o (Kur'an), alemlerin Rabb'inin indirmesidir. Onu, Ru-
hu'1-Emin (Cebrail) indirdi... (Şuara, 192-193)
4 O gün ruh ve melekler, sıra sıra durdular... (Nebe', 38)
Bazı ayetlerde, Allah'ın emri ve vahyi anlamında kullanılmıştır:
1 Melekleri, kullarından dilediğine, emrinden bir ruh (vahiy) ile indirir ..
(Nahl, 2)
2 (O), dereceleri yükselten; Arş'in sahibi (Allah), emrinden olan ruhu
(vahyi) kullarından dilediğine indirir ki. . (Mü'min, 15)
3 İşte sana da böyle emrimizden bir ruh vahyettik... (Şura, 52)
Bazı ayetlerde Allah'ın yardımı ve desteği anlamında kullanıl¬mıştır:
"... Onlar o kimselerdir ki, Allah kalblerine iman yazmış, onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir..." (Mücadele, 22)
Bazı ayetlerde, Allah'ın canlılara; Adem ve Meryem'e verdiği canlılık (hayat) anlamında kullanılmıştır:
1 Onu düzenlediğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, hemen ona sec-
deye kapanın. . (Hicr, 29)
2 O ırzını korumuş olana, (Meryem'e) de, ona kendi ruhumuzdan üf-
ledik... (Enbiya, 91)
İlk iki grupta geçen ayetlerdeki "ruh"un, dirilmenin kendisiyle vuku bulduğu, canlılık kaynağı ruhla ilişkisi yoktur. Orada söz ko¬nusu olan Allah'ın meleği Cebrail ve vahiydir. Yine aynı şekilde, mü¬cadele, 22. ayetinin de hayatın Özü olan ruh ile ilgisi yoktur.
Dördüncü gruptaki ayetler, konumuzu teşkil eden, hayatın özü olan ruh ile ilgilidir. Bununla beraber, bu ayetlerde, Arapların ruh hakkındaki anlayışlarını belirlemeye yarayacak herhangi bir işaret yoktur.
464
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
Konu Kapatılmıştır

Bookmarks

Etiketler
göre, hayatı, kurana, muhammedin


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 04:46 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam