PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : İsrail Oğulları


dost1
14. January 2009, 03:14 PM
Selamun Aleykum! Değerli Kardeşlerim!

Prof. Süleyman Ateş'in İsrail oğulları ile ilgili yaptığı bir çalışmayı sizlerle paylaşmak istiyorum.İSRÂÎLOĞULLARI


İsrâîl, Hz. Ya'kûb'un unvanıdır. Ya'kûb soyundan gelenlere İsrâîl-oğulları denilir. Kur'ân-ı Kerîm'de en çok kendisinden söz edilen kavim, İsrâîloğullarıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de anılan 25 peygamberin büyük çoğunluğu, İsrâîloğlu peygamberleridir. Araplarla iç içe yaşamış ve Arapları fikren etkilemiş olan İsrâîloğulları, bu kültür alışverişinden dolayı Kur'ân'da çok anılmıştır.

Peygamber (s.a.v.) Mekke'de iken ona karşı yansız, hattâ olumlu sayılabilecek bir davranış izleyen Yahudiler, Hicretten sonra İslâm dininin Medîne ve çevresinde hızla yayılmaya başlaması üzerine onun amansız düşmanı oldular. Bunlar, Medine'deki ikiyüzlüleri kışkırtıp onları, İslâm'ın aleyhinde davranışlara yöneltiyorlardı. Yahudiler Medine'den sürgün edilinceye kadar Peygamber'e ve müslümanlara karşı gizli ve açık düşmanlıklarını sürdürdüler.

Kur'ân-ı Kerîm'de öykülerinden en çok söz edilen toplum, Yahûdî toplumudur. Bunun temel nedeni, Peygamber'in, kendinden önce geçmiş ve çoğu İsrâîloğulları arasından çıkmış olan peygamberlerle aynı amacı taşımasıdır: "İşte onlar, Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Onların hidâyetine uy." [1] âyetinde belirtildiği üzere Hz. Peygamber'in önderi sayılan o peygamberlerin öyküleri, Araplara ibret; kavmin olumsuz tutumu karşısında zaman zaman sıkılan, bunalan Peygamber'i ve mü'minleri tesellî için sık sık ve yerine göre değişen üslûplarla anlatılmıştır. Mekke döneminde inen bu kıssaların asıl nedeni bu idi.

Fakat Medîne döneminde Yahûdîlerin, Peygamber'e ve müslümanlara karşı sürdürdükleri gizli ve açık düşmanlıklar da, zaman zaman onları kınayan, zaten kendi peygamberlerine karşı da çeşitli kötülükler yapmış olduklarını bildiren eski Yahûdîlerin peygamberlerine karşı yaptıkları kötülükleri, isyanları anlatan âyetlerin inmesine neden olmuştur. Bunlar, Peygamber'e karşı olumsuz davranış içine giren Medîne Yahûdîlerine uyarı idi. Gerçekten onlar da isyan eden ataları gibi sonunda yaptıklarının kötü sonucuna uğramışlardır. [2]

dost1
14. January 2009, 03:15 PM
İsrâîloğullari Kimlerdir?


Hicaz Yahudilerinin, Yahûdîleşmiş Arap kabileleri olduğunu söyleyenler vardır. Fakat bu görüş doğru olmasa gerek. Eldeki kanıtlar, bu Yahudilerin, Filistin'den Hicaz'a göçmüş İsrâîloğulları olduğunu göstermektedir. Araplar, İsrâîloğlu değildir. Gerçi Yahûdî lerden bir kesimi Arap adı taşır ama bunların babalarının adı İbrânîdir. Meselâ Abdullah ibn Sûryâ, Rifâ'a ibn Zeyd ibn Tâbut, Rifâ'a ibn Samuel, Sa'lebe ibn Şa'yâ, Nu'mân ibn Âdâ, Useyr ibn Zârim, Finhâs, Şâs, Sa'lebe ibn Liftyon, Sellâm ibn Mişkem, Uzeyz, Zeyd ibn el-Lasit. [3] Ayrıca bunlar, kendi aralarında İbrânîce konuşurlardı. İbn Sa'd'ın, Tabakat'ında anlattığına göre Hz. Peygamber (s.a.v.) Ebû Rafı' Sellâm ibn Ebî'l-Hukayk'ı vurmak için düzenlediği seriyyeye (küçük savaşa) Abdullah ibn Atîk'i komutan yapmıştı. Çünkü Abdullah, azıcık İbrânîce konuşmasını bilirdi. [4] Aynı zamanda Hz. Peygamber (s.a.v.) Zeyd ibn Sabit'e İbrânîce öğrenmesini emretmişti. Bütün bunlar, Hicaz Yahudilerinin, İsrâîloğulları olduklarını gösterir. Belki aralarında Yahûdîleşmiş Araplar da vardı ama esas itibarıyla bu kabileler, bu bölgeye göç etmiş İsrâîloğullarından idiler.

Mîlâdî 70 yılında Romalılar, Yahudileri kırıp geçirmiş, sağ kalanlar da dünyânın çeşitli yerlerine dağılmışlardı. Demek ki Hicaz Bölgesi Yahudileri de Milâdın birinci ve ikinci yüzyıllarında Yesrib(Medine )ye geldiler, bunlardan bir kısmı da Şam-Yesrib yolu üzerinde bulunan Vâdî'l-Kurâ'ya, Fedek'e, Teymâ'ya yerleştiler. Oralarda oturan Araplara, Arapların İsmâ'îl soyundan, kendilerinin de ishâk soyundan geldiklerini, her ikisinin de İbrahim'in oğlu olduğunu, bundan dolayı kendileriyle Arapların amcazade olduklarını söylemek suretiyle kendilerini kabul ettirip onlardan iyi muamele gördüler. Filistin'de çiftçilik ve ticaretle uğraşan bu adamlar, Hicaz'daki toprakları işledikleri gibi ticaret ve tefecilik yaparak da zengin oldular.

Yahudilik, Milâdî beşinci yüzyılda Hicaz'dan Yemen'e geçti. Bazı Himyer kralları ve kabileleri de Yahûdî dinine girdiler. Fakat Habeş istilâsı sonunda Yahudilik Yemen'den silindi. Hz. Peygamber ve Dört Halîfe devrinde Yemen'de Yahûdî bulunduğuna dair bir kayıt yoktur.

Şimdi burada İsrâîloğullarından söz eden âyetlerin târihî iniş sırasına göre tefsirini vereceğiz. Bu konuda Mûsâ ve Yahudiler maddelerine de bakılmalıdır.

Üzerlerine azâb çökünce: "Ey Mûsâ, dediler, sana verdiği söz hakkına bizim için Rabbine duâ et; eğer bizden azabı kaldırırsan, muhakkak sana inanacağız ve mutlaka İsrâîloğutlarını seninle beraber göndereceğiz!" 135- Biz onlardan, geçirecekleri bir süreye kadar azabı kaldırınca, hemen yeminlerini bozmağa başladılar. (A'râf: 39/134-135)

İsrâîloğulları, uzun süreden beri Firavun'un ülkesi olan Mısır'da, güç işler altında eziliyorlardı. Mûsâ, Firavun ve adamlarına, kendisinin Allah tarafından elçi olarak görevlendirildiğini ispat eden kanıtları bulunduğunu söyledi ve İsrâîloğ utlarını serbest bırakıp kendisiyle beraber göndermesini istedi.

Musa'nın sözünü dinlemeyen Firavun ve adamları, çeşitli belâlara uğrayınca Musa'dan kendilerine du'â etmesini, üstlerine çöken azâb kalkarsa kendisine inanacaklarını ve İsrâîloğullarını da serbest bırakıp kendisiyle göndereceklerini söylemişlerdir.

Tâhâ: 45/47-48'nci âyetlerde de Firavun'a gönderilen Mûsâ ile Harun'a: "Haydi, varın ona, deyin ki: 'Biz senin Rabbinin elçileriyiz; İsrâîloğullarını bizimle gönder, onlara azâb etme. Biz Rabbinden sana bir âyet getirdik. Esenlik, hidâyete uyanlaradır. Bize yalanlayıp yüz çevirenin, azaba uğrayacağı vahyolundu''." (Tâhâ: 45/47-48) demelerinin emredildiği belirtilmektedir.

Bu olay Şu'arâ Sûresinde biraz ayrıntı ile ve diyalog şeklinde anlatılır: "'İsrâîloğullarını bizimle beraber gönder.' (Gittiler, Allah'ın emrini duyurdular. Firavun) Dedi ki: 'Biz seni, içimizde bir çocuk olarak yetiştirmedik mi? Ömründe nice yıllar aramızda kalmadın mı? Ve sonunda o yaptığını da yaptın, sen nankörlerden birisin.' (Mûsâ): 'Onu yaptığım zaman şaşkınlardan idim, dedi. Sizden korkunca aranızdan kaçtım, sonra Rabbim bana hükümdarlık verdi ve beni elçilerinden yaptı. O başıma kaktığın nimet de İsrâîloğullarını köle yapman(yüzünden)dir. (Onları köle diye kullanıp erkek çocuklarını kesmeseydin, senin eline düşmezdim)...' Böylece biz onları (Firavun ve kavmini) bahçelerden, çeşmelerden çıkardık.

Hazinelerden ve o güzel yerden (çıkardık). Böylece bunları İsrâîloğullarına mîrâsyaptık." (Şu'arâ: 47/17-22,57-59) [5]


Kur'ân-ı Kerîm'de İsrâîloğulları kıssalarının çok anılmasındaki hikmet:


Kur'ân-ı Kerîm'in anlattığı kıssalar içinde İsrâîloğullarının hayatla*rına ilişkin kıssalar büyük yer tutar. Bunun başlıca sebeplerinden biri, Yahûdîlerin, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile aynı kentte yan yana yaşamaları, müslümanlarla sıkı ilişkileridir. Allah'ın Elçisi, Mekke'de müşriklerle, Medine'de Yahudilerle mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bu yüzden Mekke'de inen sûrelerde inanmayan muhataplar daha ziyade müşrikler iken Medîne döneminin ilk bölümünde inanmayanlar Yahudiler olmuştur.

Ayrıca Hz. Peygamber, kendisini, İbrâhîm atadan gelmiş peygamberlerin uzantısı görüyor, Kitâb-ı Mukaddes peygamberlerini kendisinin önderleri sayıyordu. Peygamberliğinden önce de Kitâb ehline yakınlık duyuyor, Kitâb ehli kişilerle de görüşüyordu. Kitâb-ı Mukaddes kıssaları, ağızdan ağıza Yahûdî ve Arap çevrelerinde dolaşıyordu. Toplum, kulaktan dolma da olsa az çok bu peygamber öykülerinden haberdar idi. Çevrede bilinen en eski ve tek Mukaddes Kitâb, Yahudilere âit idi. Onun hikâyeleri bazı meraklı Araplar arasında da yayılmıştı. Kur'ân-ı Kerîm de halkın kısmen duyduğu bu olayları, peygamberlere yakışmayan sözlerden ayıklayarak anlatmak suretiyle insanlara öğüt vermek istemiştir. Çünkü insanlar ancak âşinâ oldukları öykülerden ibret ve öğüt alırlar.

Ayrıca ileriki dönemlerde Yahûdîlerin, dünyâ tarihi üzerinde etkileri olacaktır. İşte tarihi etkileyecek bu insanlara dikkat çekiliyor ve onların tarihteki davranışları anlatılıyor. [6]

dost1
14. January 2009, 03:16 PM
Allah'ın İsrâîloğullarına lütfü:


40- Ey Isrâîloğulları, size verdiğim ni'metleri hatırlayın, bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece benden korkun! 41- Sizin yanınızda bulunanı doğrulayıcı olarak indirmiş bulunduğum(Kur'ân)a inanın ve onu ilk inkâr eden, siz olmayın; benim âyetlerimi birkaç paraya satmayın ve benden sakının. 42- Bile bile gerçeği bâtılla bulayıp hakkı gizlemeyin. 43- Namazı kılın, zekâtı verin, rükû edenlerle (Allah'ın huzurunda eğilenlerle) beraber eğilin. 44- Siz Kitabı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz? 45- Sabırla, namazla Allah'tan yardım dileyin, şüphesiz bu, (Allah'a) saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir. 46- O(saygılı insa)nlar, Rablerine kavuşacaklarını (gözetir) ve gerçekten O'na döneceklerini bilirler. 47- Ey İsrâîloğulları, size ver*diğim nimeti ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın. 48- Ve öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse, kimsenin cezasını çekmez; kimseden şefaat (aracılık, iltimas) da kabul edilmez; kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım yapılmaz. (Bakara: 92/40-48)

Bakara: 92/40-48'nci âyetlerde Allah'ın, İsrâîloğullarına olan ni'met*leri anımsatılıp, Allah'a verdikleri sözde durmaları; yanlarında bulunan Kitabı doğrulayıcıyı olarak indirilen bu Kur'ân'a inanmaları; Kur'ân'ın, kendi Kitâblarında bulunanlara uyduğunu bildikleri halde geçici dünya menfaati için gerçeği yanlışın içine sokarak hakkı gizlememeleri, namazı kılıp zekâtı vermeleri; halka güzel şeyler öğütledikleri halde kendileri yanlış işler yapmamaları; sabır ve namazla yardım isteyip moral bulmağa, ma'nen güçlenmeğe çalışmaları emredilmekte, böyle gönülden Allah'a bağlılığın, güzel davranışların, ancak Allah'a saygılı, Allah'a kavuşacak*larına kesin inanan saygılı kulların yapacağı işler olduğu; samimi olma*yanlara bunların zor geleceği vurgulanmaktadır. Daha sonra yine Allah'ın, İsrâîloğullarına lütfü, onları âlemlere üstün kıldığı anımsatılmakta ve her*kesin kendi yaptığının karşılığını bulacağı, kimsenin, başkasına yardım edemeyeceği, aracılık ve iltimasın kabul edilmeyeceği, tam adaletin tecellî edeceği günden sakınmaları emredilmektedir.

Yüce Allah, peygamberleri aracılığı ile İsrâîloğullarından birçok söz almıştır. Tevrat'ta Allah'ın, peygamberler aracılığı ile İsrâîloğullarından çeşitli zamanlarda ahidler aldığı bildirilmektedir. Tevrat'ta şöyle deniyor: "Ve Mûsâ gelip kavmin ihtiyarlarını çağırdı ve Rabbın kendine emrettiği bütün bu sözleri onların önüne koydu. Ve bütün kavim birlikte cevap verip dediler: Rabbın bütün söylediklerini yapacağız. Ve Mûsâ, kavmin sözlerini Rabba bildirdi." [7]


Âyetlerde Verilmek istenen dersler:


Yahudilere hitabeden, onların davranışlarını sergileyen bu âyetler, müslümanlara da bazı dersler vermektedir. Şöyle ki:

Allah'ın nimetini hatırlayıp şükretmek, verilen sözde durmak, pey*gambere ve Kur'ân'a inanmak, söylediği sözü önce kendisine tatbik etmek, başkalarına öğüt verirken kendisi yasak kılınan şeyleri yapmamak, Allah'ın huzurunda eğilen cemaate katılıp onlarla beraber namaz kılmak, sabır ve namaz ile Allah'tan yardım dilemek lâzımdır.

Âyette Yahudilere hitaben: "Kur'ân'ı ilk inkâr eden siz olmayın" denilmektedir. Oysa Kur'ân'ı ilk inkâr edenler, Yahudiler değil, müşrikler idi. Burada kasdedilen, Medîne devridir. Medîne devrinde Kur'ân'ın kar*şısına ilk çıkanlar, Kitâb ehli olan Yahûdîler olmuştur. Yahudiler, Hz. Peygamber(s.a.v)in gerçek peygamber ve Kur'ân'ın da ilâhî bir Kitâb ol*duğunu bile bile inkâra kalkmışlardır.

"Allah'ın âyetlerini birkaç paraya satmak" ta'bîrine gelince, burada Yahudilerin bile bile hakkı gizlediklerine işaret edilmektedir. Yahûdî bilgin*leri, Tevrat'ta, Son Zamanda gelecek Peygamberin vasıflarını görmüşler, Hz. Muhammed'in, Tevrat'ta geleceği bildirilen Son Zaman Peygamberi olduğunu anlamışlardı. Fakat ona inandıkları takdirde rütbelerinin elden gideceğini, çıkarlarının zedeleneceğini düşündükleri için onu inkâr ettiler. "Bu, Tevrat'ta bildirilen peygamber değildir" dediler. Hattâ rivayetlere göre onlar, Tevrat'ta Hz. Muhammed'in niteliklerini anlatan yerleri gizle*diler. Bazen de onları kasden yanlış yorumlayarak çarpıttılar. Böylece Allah'ın âyetlerini birkaç paraya, çıkar karşılığında satmış oldular. İşte Allah'ın âyetlerini satmak, dünya çıkarı için onları yanlış yorumlamak, çarpıtmak, bozmak demektir.

Her çağda mevkî ve menfaat için dini, bile bile yanlış yorumlayanlar, dinin gerçeklerini gizleyenler vardır. Bir mevkî elde edebilmek veya mevkiini koruyabilmek için âyetleri, iktidardaki idarecilerin hoşuna gidecek biçimde yorumlayan, icabında haram olan bir şeyi helâl gösteren, üç beş kuruşluk menfaat karşılığında dinlerini satan sözde din adamları vardır. İşte Kur'ân böylelerine, "Birkaç para için Allah'ın âyetlerini sat*mayın" diyor. Zira dünya geçicidir. Bu geçici hayat bitip de rûh, âhiret âlemine geçince dinini verip dünyayı alan adamlar, aslında cevher verip, vücudunu yakacak ateş satın aldıklarını, kendi elleriyle kendilerini ateşe attıklarını anlarlar ama o zaman iş işten geçmiş olur.

Bazı bilginler, bu âyete dayanarak Kur'ân öğretme karşılığında para alınamayacağını söylemişlerse de bu, doğru değildir. Herkes uğraştığı iş karşılığında bir ücret alır. Bilginlerin çoğunluğu bu kanaattedir. Buhâ-rî'deki bir hadîste bunun caiz olduğu, şöyle beyan edilmektedir:

Aldığınız en güzel ücret, Allah'ın Kitâbı(nı öğretme) karşılığında aldığınız ücrettir." [8] Öğretim karşılığında alınan ücret, kişinin harcadığı çaba ve vaktin karşılığıdır. Burada karşılıklı menfaat vardır. Öğrenci öğrenmekte, öğretmen de çabası karşılığında ücret almaktadır. Bu, Allah'ın âyetlerini satmak demek değildir. Allah'ın âyetlerini satmak, bile bile menfaat için onları tahrif etmek, mânasını çarpıtmak, yanlış yorumlamak, hasılı hakkı gizlemektir. Kur'ân öğretmede hakkı gizlemek veya değiştirmek diye bir şey söz konusu değildir. Bilâkis Hak öğretilmiş olur. Elbette bu meslek, mübarek bir meslektir. Ama bu, öğretim için böyledir. Dinî görevleri yapma karşılığında yine ücret alınır. Fakat yalnız Kur'ân okuma karşılığında para alınmaz. Alınan para, okunan Kur'ân'ın karşılığı değil, harcanan vaktin karşılığıdır. Harcanan vakit için bir miktar para alınabilir. Yoksa Kur'ân'ın değeri biçilmez. Para ile Kur'ân okumayı meslek edinmek doğru değildir.

Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde Medi*ne'deki Yahûdî hahamlarından bazıları, kendilerine gizlice gelip Hz. Muhammed hakkında ne dersin diye soranlara, "doğrudur", derler, Allah'ın Resulüne uymayı emrederlermiş. Fakat kendileri, cemaatlerinden gelen hediyelerden, vergilerden mahrum kalmak endişesiyle Peygambere tabi olmazlarmış. Bazıları da halka, sadaka vermelerini emreder, kendileri vermezlermiş. Diğer bazıları da Allah'a itaat ediniz, âsi olmayınız, namaz kılınız, rükû ediniz derler, fakat kendileri bu sözlerini tutmazlarmış. İşte Cenabı Hak, başkalarına iyiliği emredip kendileri tutmayan kimseleri uyarmaktadır. İnsanın sözünün etkili olabilmesi için önce kendisinin o söze uyması gerekir. Asıl öğüt, insanın, sözden çok hareketi ve davranışlarıyla verdiği öğüttür.

Başkalarına iyiliği emredip kendileri yapmayan insanları uyaran çeşitli hadîsler vardır. Çeşitli hadîs mecmualarında yer alan bir hadîste şöyle buyurulmaktadır: "Kıyamet günü adam getirilir, barsaklarına işleyen ateşin şiddetinden, değirmen etrafında dönen merkep gibi kıvranıp döner. Ateş halkının hayali, onun karşısına çıkıp ona: 'Ey falan, sana ne oldu, sen bize iyiliği emredip, bizi kötülükten men'etmez miydin?' derler. 'Evet, der, ben size iyiliği emrederdim ama kendim yapmazdım; sizi kötülükten men'ederdim ama kendim yapardım! [9]

htâben namazı kılmaları, zekâtı vermeleri, rükû edenlerle beraber rükû' etmeleri emredilmektedir. Artmak, büyümek gelişmek anlamlarına gelen zekât, dinde malın bir miktarını ayırıp fakirlere vermektir. Malı manen bereketlendirdiği, artırdığı için bu sadakaya zekât denmiştir.

45'nci âyet, sabır ve namaz ile Allah'tan yardım istemeyi emretmektedir. Gerçekten sabır, çok acı olayları tatlı sonuca bağlar. İnsan ruhunu dayanaklı yapar. İnsan başı sıkıldığı zaman ibâdete sarıhrsa ruhu açılır. Peygamberimiz (s.a.v.) de bir dert, bir ızdırap zamanında namaz kılmayı tavsiye etmiştir. Öyle ya insan sıkıldığı zaman huzur ile bir abdest aldı mı ferahlık duyar. Rabbinin divanına durup işini O'na havale etti mi gönlü ferahlar. Ama bu, inkarcılara, münafıklara zor gelir. Fakat Allah'a inanan, O'ndan korkanlar, her zaman O'na yönelirler, yardımı O'ndan beklerler. Çünkü onlar, sonunda Allah'a döneceklerini bilirler, dünyada her olay ile sınanmakta olduklarını anlarlar. [10]

dost1
14. January 2009, 03:17 PM
İsrâîloğullarmın Kurtuluşu:


138- Isrâîloğullarını denizden geçirdik, kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar:

"Ey Mûsâ, dediler, (bak) bunların nasıl tanrıları var, bize de öyle bir tanrı yap!" (Mûsâ) dedi: "Siz, gerçekten cahil bir toplumsunuz-" 139- "Şunların içinde bulundukları (din) yıkılmıştır ve yaptıkları şeyler boşa çıkmıştır." 140- "Allah, sizi âlemlere üstün yapmış iken size Allah'tan başka bir tanrı mı arayayım?" dedi. 141- (Ey İsrâîloğulları,) Hatırlayın o zamanı ki biz sizi Firavun ailesinden kurtarmıştık. Onlar size azabın en kötüsünü yapıyorlardı: "Oğullarınızı öldürüyorlar, kadınlarınızı sağ bıra*kıyorlardı. Bunda, size Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardı. (A(râf: 39/138-141)

Bu âyetlerde İsrâîloğullarının, Mısır esaretinden kurtarılması anla*tılmaktadır. İsrâîloğulları, Allah'ın lütfuyla denizden salimen geçip Fira-vun'un elinden kurtulduktan sonra, putatapan bir kavmin yanına gelmişler; onların putlarını görünce kendileri de puta heveslenmişler, Musa'dan, o kavmin tanrıları gibi kendilerine de bir tanrı yapmasını istemişler. Bu davranışlarını kınayan Mûsâ, onlara, düşünmeden hareket ettiklerini, puta tapma inancının yıkılmaya mahkûm bulunduğunu söylemiştir: "Allah, sizi âlemlere üstün kıldığı halde ben size O'ndan başka tanrımı arayayım?" demiştir. Yani sizi âlemlere üstün kılan, size bu lütufları yapan Allah'tır, başka bir tanrı değil. Artık O bırakılıp da hiçbir yararı olmayan şeylere tapılır mı?

67- iki topluluk (yaklaşıp) birbirini görünce, Musa'nın adamları: "İşte yakalandık" dediler. 62- (Mûsâ): "Hayır, dedi, Rabbim benimle beraberdir. Bana yol gösterecektir." 63- Musa'ya: "Değneğinle denize vur!" diye vahyettik. (Vurunca deniz) yarıldı, (on iki yol açıldı). Her bölüm, kocaman bir dağ gibi oldu. 64- Ötekileri de buraya yaklaştırdık (Mûsâ ve adamlarının ardından, düşmanları da bu denizde açılan yollara girdiler). 65- Musa'yı ve beraberinde olanları tamamen kurtardık. 66-Sonra ötekilerini boğduk (Mûsâ ve adamları karaya çıkınca deniz kapandı, Firavun ve adamları boğuldu). 67- Muhakkak ki bunda bir ibret vardır, ama çokları inanmazlar. 68- Şüphesiz Rabbin, işte üstün O'dur, merhamet eden O'dur. (Şu'arâ: 47/61-68)

3- inanan bir kavim için Mûsâ ile Firavun'un haberlerinden bir parçayı, doğru olarak sana okuyacağız: 4- Firavun, o yerde ululandı (zorbalığa kalktı), halkını çeşitli gruplara böldü. Onlardan bir zümreyi (İsrâîloğullarını) zayıflatıyor, oğullarını kesiyor, kadınlarını sağ bırakıyor*du. (Onların çoğalıp ileride kendi saltanatı için tehlike teşkil edeceklerinden korkuyordu) Çünkü o, bozgunculardan idi. (Kasas: 49/3-4)

Bu âyetlerde Allah'ın, İsrâîloğullarını, kendilerini ağır işler ve güç koşullar altında ezen, sonunda da peşlerine düşüp yakalamak isteyen Fira-vun'un ve adamlarının elinden kurtardığı belirtilmektedir.

90- isrâîloğullarını denizden geçirdik, Firavun ve askerleri de zulmetmek ve saldırmak için onların arkalarına düştü. Nihayet boğulma kendisini yakalayınca (Firavun): "Gerçekten Isrâîloğul-larının inandığından başka tanrı olmadığına inandım, ben de müslüman-lardanım!" dedi. 91- "Şimdi mi? Oysa daha önce isyan etmiş, bozguncu*lardan olmuştun?" (denildi). 92- "Bugün senin (canından ayırdığımız) bedenini, (denizden) kurtarıp (sahilde) bir tepeye atacağız ki senden sonra gelenlere ibret olasın. Ama insanlardan çoğu bizim âyetlerimizden ga*fildirler." 93- Andolsun biz, İsrâîloğullarını iyi bir yere yerleştirdik ve onlara güzel rızıklar verdik. Kendilerine ilim gelinceye kadar ayrılığa düşmediler (de ilim geldikten sonra ihtilâfa başladılar). Şüphesiz Rabbin, Kıyamet günü, anlaşmazlığa düştükleri şey hakkında aralarında hüküm verecektir. (Yûnus: 51/90-93)

Bu âyetlerde ordusuyla birlikte Musa'nın ardına düşen Firavun'un, boğulurken, İsrâîloğullarının inandığı tek Allah'a, kendisinin de inandığını söylediği; fakat kendisine: "Şimdi mi? Oysa daha önce isyan etmiş,

bozgunculardan olmuştun? Bugün senin (canından ayırdığımız) bedenini, (denizden) kurtarıp (sahilde) bir tepeye atacağız ki senden sonra gelenlere ibret olasın." denildiği belirtilmektedir. Âyetin sonunda, insanların çoğu*nun, Allah'ın âyetlerinden gaflet içinde bulundukları, gördükleri nice hârika olaylardan, derslerden ibret almadıkları vurgulanır.

Yüce Allah, düşmanlarından kurtardığı İsrâîloğullarını gerçekten güzel bir bölgeye yerleştirir, onları güzel nimetlerle besler. Fakat onlar, kendilerine bilgi geldikten sonra ayrılığa düşerler.

Bilgi insanları birleştirir. Bunların, Allah'ın gönderdiği bilgi ile birleşmeleri gerekirken her biri, o bilgiyi başka bir biçimde yorumlayarak ayrılığa düşmüş, dinde çeşitli mezheplere, gruplara bölünmüşlerdir. Yüce Allah, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında Kıyamet gününde onların ara*larında hüküm verecek, kimin doğru, kimin yanlış yolda olduğunu açıkla*yacaktır. Şimdi her grup kendisinin haklı, doğru yolda olduğunu iddia eder. Ama bu, onların kendi kuruntularıdır. Onların arasındaki dâvayı Allah çözecek; gerçeği, yanlışı, hakkı, bâtılı, haklıyı, haksızı ortaya çıkara*caktır.

Her dinin mensupları, peygamberlerinden sonra onun sözlerini şu veya bu şekilde yorumlayarak ayrılığa düşmüşlerdir. Mezhepler böyle doğmuştur. Her mezhep mensubu da kendisinin doğru yolda olduğunu sanmıştır. İşte son âyette gerçeği bâtıl yorumlarla hedefinden saptıranlar hakkındaki hükmün, Kıyamette verileceği, orada haklının ve haksızın ortaya çıkarılacağı bildirilmektedir. Şâirin dediği gibi "Er yarın Hak Dîvâ*nında bellolur!"

Birçok yerde tekrar edilen bu kıssanın, burada yeni olan tarafı, Firavun'un boğulurken, İsrâîloğullarının Tanrısına inandığını söylemesi ve Allah'ın da, hayâtı boyunca isyan edip bozgunculuk yapmış olan Firavun'a, yaşama umudu kalmayınca mı inandığını, ihtar ve inkâr tarzında sorması, artık yaşama umudu kalmadığı bir zamanda inanmasının, kendisini kurtarmayacağını, boğulacağını ve başkalarına ibret için cesedinin sahile bırakılacağını buyurmasıdır.

Mevcut Yahûdî Kitâblarında bulunmayan bu fıkra, mutlaka Hz. Peygamber zamanındaki Yahudiler arasında biliniyordu. Zamanla bu bölü*mü anlatan parça kaybolmuş olabilir. Aksi halde Yahudiler, bizim Kitabı*mızda böyle bir şey yok, diye itiraz ederlerdi. Böyle bir itirazdan söz edilmemiştir.

50- Andolsun biz, İsrâîloğutlarını o küçültücü azâbdan kurtardık. 31- Firavun 'dan. Çünkü o,(insanları ezip) yücelen, haddi aşanlardan biri idi. 32- Andolsun biz, onları bir bilgiye göre âlemlere tercih ettik (o devirde İsrâîloğutlarını, çevrelerine egemen yaptık). 33- Onlara, içinde açık bir imtihan bulunan âyetler verdik (bu mucizeler, kendileri için büyük bir nimet olduğu gibi, aynı zamanda açık bir imtihan idi). (Duhân: 64/30-33)

Allah, ezici azâbdan, aşırı zorba Firavun'un işkencesinden kurtarıp çevrelerine egemen kıldığı İsrâîloğullarını, verdiği birçok mu'cizelerle sınamıştır. Son âyette Allah'ın, bir bilgi üzerine İsrâîloğullarını seçip âlemlere üstün kıldığı anlatılmaktadır. Buradaki bilgi üzerine deyiminde iki olasılık vardır. Birincisi: Biz onları bilerek, katımızdaki bilgiye göre seçtik, âlemlere üstün kıldık, demektir. İkinci olasılığa göre de: Biz onları, bilgileri sayesinde âlemlere üstün kıldık, demektir. Bu da bilgili insanların, âlemlere üstün kılındığını ifade eder. "Bilgili olan güçlü olur". Egemenlik, bilgi ile elde edilir. Bilginin karşısında kaba kuvvet yenik düşer. Çünkü ilmin icadettiği teknik, beden gücünden çok üstündür. Bunu, günümüzdeki durumla değerlendirirsek, bir makineli tüfeğin, bir taretin veya bunların üstünde küçük bir nükleer silâhın, koca bir ordunun işini gördüğünü ve bir atom bombası olanın, bundan yoksun olan milyonları yenebileceğini anlar ve âyetteki bu ihtimâli mânânın önemini daha iyi kavrarız.

Allah onları vaktiyle birçok ulusa üstün kılmış, çeşitli ni'metlerle beslemiş iken yine Allah'ın emirlerini çiğnemişler; buzağıya tapmışlar; Cumartesi yasağı dışına çıkmış, çok günâh işlemişlerdir. Bunun için Allah onlara, her dönemde azâbedecek insanlar göndermeyi kararlaştırmıştır. Bu da Allah'ın yasasıdır. Adalet sınırını aşan, başkalarına çeşitli vasıtalarla zulmeden insanları kimse sevmez. Başka uluslardan insanlar çıkıp onları yaptıklarına pişman eder.

Sinsi davranışları yüzünden Yahudiler her devirde bir yerden bir yere sürülmüşlerdir. Yirminci Asırda uğradıkları belâ, Nazi katliâmıdır. Kendi iddialarına göre bu katliâmda altı milyon Yahûdî, feci biçimde öldürülmüştür. Asırlarca Alman ekonomisini sömürmeleri, sonunda Alman kamuoyunda Yahûdî ye karşı biriken kini patlatmış ve bilinen olay meydana gelmiştir. Elbette böyle bir katliâm, canavarlıktır ama bu, bir yandan da bu âyette işaret edilen İlâhî bir cezanın tecellîsi değil midir?

Bugün Yahudiler Filistin'de bir üstünlük sağlamışlardır ama o toprağın öz evlâtlarının omuzlan üzerine kurulan Yahûdî saltanatının ne kadar süreceğini Allah bilir. Dünyâ uluslarının, Yahudileri sevmediği bir gerçektir. Bunun başlıca nedeni, asırlık deneyimiyle dünya ekonomisini, büyük ülkelerde bankaları, basını ellerinde tutmaları, milletlerin idare sistemini kendi istedikleri gibi yönlendirmeleri ve milletlerin ekonomisini Yahûdî lehine sömürmeleridir. Çağlardan beri dünya ekonomisine egemen oldukları gibi bugün de genellikle her yerde ekonominin anahtarları Yahû-dîlerin ellerindedir. Bu kadar katliâma rağmen Almanya'da yine büyük mağazalar, bankalar Yahûdî şirketlerinindir. Fransa'nın, İngiltere'nin, Amerika'nın bankalarına onlar hakimdir. Kurdukları banka sistemleriyle herhangi bir paranın değerini düşürüp ötekini yükselterek bir anda milyon*ları yoksulluğa mahkûm ederken mutlu azınlığın ceplerini doldur-makta-dırlar. İşte dünyâ tamahları, insanların rızıklarıyla oynamaları, Allah'ın hışmına sebebolmakta ve bir gün azâbolup canlarına yapışmak-tadır. Allah'ın adaleti şaşmaz.

Dünyâ tamahı Yahudilerin karakterini bozmuş, bu yüzden dinleriyle de oynamışlar, işlerine gelmeyen parçaları Kitâblarından çıkarmış veya kitabın âyetlerini istedikleri biçimde yorumlayarak dinin ruhundan uzak*laşmışlardır.

49- Sizi Firavun ailesinden de kurtarmıştık. Hani (onlar), size azabın en kötüsünü reva görüyor, oğullarınızı boğazlayıp, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı ve bunda sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardı. 50- Sizin için denizi yarmıştık, sizi kurtarmış ve Firavun ailesini boğmuştuk; siz de bunu görüyordunuz. (Bakara: 92/49-50)

92/49-50: Firavun, Mısır krallarının unvanıdır. Nasıl ki Habeş kral*larına Necâşî, Yemen krallarına Tubba', İran krallarına Kisrâ, Bizans krallarına Kayser veya Hirakl denir idiyse Mısır krallarına da Firavun denirdi.

Mısır kralı, ru'yasında Kudüs'ten çıRan 6ır ateşin, îvfısıriıfarın evien-ne girdiğini görmüş. Bu rü'yânın, İsrâîloğulları arasından çıkacak bir erkek eliyle saltanatının yıkılacağına delâlet ettiğini anlamış, bundan dolayı İsrâîloğullarından doğacak erkek çocukların öldürülmesini emretmişti. Muhammed Abduh, bu rivayetin sağlam bir senedi bulunmadığı gibi tarihî gerçeklere de uymadığını söylüyor. Ona göre makul olan, Kitâb-ı Mukad-des'te anlatılandır:

"Ve Mısır üzerine Yûsuf'u bilmeyen yeni bir kral çıktı. Ve kavmine dedi: İşte İsrâîloğullarının kavmi bizden çok kuvvetlidir, gelin onlara karşı akıllıca davranalım, yoksa çoğalacaklar ve olur ki cenk vukubulunca onlar da düşmanlarımızla birleşirler ve bize karşı cenk edip memleketten çıkarlar. Ve onlara yükleriyle eziyet etsinler diye üzerlerine angarya memurları koydular. Ve Firavun için Pitom ve Ramses ambar şehirlerini yaptılar. Fakat onlara ne kadar eziyet ettilerse o kadar çoğaldılar. Ve İsrâîloğulları yüzünden korkuya düştüler. Ve Mısırlılar İsrâîloğullarını şiddetle işlettiler; ve şiddetle işlettikleri bütün işlerinde, tarlada her çeşit işte, harçta ve kerpiçte, ağır işle hayatlarını acı ettiler. Ve Mısır kralı, birinin adı Şifra ve öbürünün adı Pua olan İbranî ebelere söyledi ve dedi: İbranî kadınları için ebelik hizmetini yaptığınız ve onları doğurma iskemlesi üzerinde gördüğünüz zaman, eğer bir erkek çocuksa, onu öldüreceksiniz, fakat eğer kız ise o yaşayacaktır. Fakat ebeler Allah'tan korkarlardı ve Mısır kralının kendilerine emrettiğine göre yapmadılar ve erkek çocukları sağ bıraktılar. Ve Mısır kralı ebeleri çağırıp onlara, 'Niçin bu şeyi yaptınız ve erkek çocukları sağ bıraktınız?' dedi. Ve ebeler, Firavun'a: 'İbranî kadınları, Mısırlı kadınlar gibi değildir; çünkü onlar canlıdırlar ve ebe onların yanına gelmeden önce doğuruyorlar' dediler. Ve Allah ebelere iyilik etti ve kavm çoğaldı ve ziyadesiyle kuvvetlendiler. Ve vaki oldu ki ebeler Allah'tan korktuklarından, onları ev bark sahibi etti. Ve Firavun, bütün kavmine emredip dedi: Her doğan erkek çocuğu ırmağa atacaksınız ve her kızı sağ bırakacaksınız! [11]

Kitâb-ı Mukaddes'ten aktardığımız bu parçada anlatıldığı üzere Mısır kralı, İsrâîloğullarının çoğalıp düşmanlarıyla işbirliği edeceklerinden çekindiği için onların çoğalmasını önleyecek tedbirler almıştır.

Mısır'a ilk gelen İsrâîloğlu, Hz. Yûsuf idi. Bir köle olarak Mısır'a satılan, sonunda özgürlüğüne kavuşup başbakanlık makamına yükselen Yûsuf, ailesini de Ken'ân ilinden Mısır'a getirtip yerleştirmişti. İsrâîloğul*ları orada çoğaldılar. Sadece bir aile olarak Mısır'a giren İsrâîloğulları, Kitâb-ı Mukaddes'in ifadesine göre dörtyüz yıl ikametten sonra "çocuk*lardan başka, altıyüz bin kadar yaya erkekler olarak Ramses'ten Sukkot'a göç ettiler." [12] Ancak yetmiş kişi olarak Mısır'a gelmiş olan İsrâîloğullarının, dörtyüz yıl içinde çocuklar ve kadınlar hariç olmak üzere altıyüzbin erkek sayısına ulaşmış olmaları çok abartılı görünmektedir.

Bu yabancıların çoğalıp da Mısırlıların düşmanlarıyla birleşeceğinden kuşkulanan Mısır kralı (Firavun), onların çoğalmalarını önlemek için onları güç işler altında çalıştırdı. Buna rağmen yine İsrâîloğullarının çoğaldığını gören Firavun, İbranî ebelere, onların doğacak erkek çocuklarını öldürme*lerini emretti.

Sonuçta Firavun'un tedbiri, Allah'ın takdirine engel olamadı. İsrâîl-oğullarından binlerce çocuk öldürülmesine rağmen, yine onlar arasında doğup öldürülmekten kurtulan bir çocuk, annesi tarafından sandık içine konulup ırmağa atıldı. Sandık içinde ırmak boyunca gelen çocuğu, o sırada kıyıda bulunan Firavun'un ailesi alıp evlâd edindi. İşte bu çocuk Mûsâ idi. Hz. Mûsâ, Hz. İbrâhîm soyundan gelir. Nesebi şöyle anılır: İbrâhîm, - ishâk, - Ya'kûb, - Lavi, - Kâhis, - Yasrih, - 'İmrân, -Mûsâ. Muhakkak ki Mûsâ ile İbrâhîm arasında daha birçok baba vardır ama bunlar en ünlüleri olabilir.

Firavun'un elinde büyüyen Mûsâ, sonunda peygamber olarak görev*lendirildi; İsrâîloğullarını Mısır'dan alıp Filistin'e götürmek istedi. Firavun ve adamları İsrâîloğullarını yakalamak için onları takibettiler. Fakat Allah'ın emriyle Mûsâ, mu'cizeli asâsıyla denize vurunca deniz ikiye ayrıldı. İsrâîloğullarının ardından denize girmiş olan Firavun ve askerleri, birinciler karaya ulaştıktan sonra denizin kapanmasıyla boğul-dular.

Bazılarına göre denizin İsrâîloğullarına açılıp Firavun'a kapanması, bir gelgit olayı da olabilir. Çünkü Kızıldeniz'deki Zakazik'de böyle gelgit olayları olağandır. Deniz açıldığı zaman insan deniz alanında yürüyebilir. İşte İsrâîloğulları böyle bir çekilme anında denizin kuzeyinden gelmişler, deniz alanına girip karşıya geçmişler, onların geçtiği yerden Firavun da denize girmiş, fakat o sırada tekrar uzanan sular, onu ve askerlerini boğ*muştur. Bu çekilme olayı, Allah'ın İsrâîloğullarına bir lütfudur.

Almanya'nın Hamburg kenti yakınlarında görmüştüm: Sabahleyin saat on sularında deniz takriben 4-5 km. kadar çekilmişti. Halk denizin çekildiği kumlar üzerinde geziniyordu. Öğleden sonra suların yavaş yavaş gelmeğe baş-ladığını gördük. Arkadaşlarım, acele etmemizi, suların birden bastırabi-leceğini söylediler. Gerçekten denizin çekilmesine aldanıp ileriye giden, iyi yüzme bilmeyen bazı kimselerin boğuldukları da olurmuş. Ancak:

Mûsâ 'ya, 'Değneğinle denize vur', diye vahyettik. (Mûsâ değneğiyle vurunca deniz) yarıldı, her bölüm, kocaman bir dağ gibi oldu." [13] âyetinde denizin, yarılıp yol açıldığı ve yolun iki tarafında denizin birer dağ gibi yükseldiği belirtiliyor. Bundan ilk akla gelen, denizin enlemesine yarılıp vâdî içinden geçen yol gibi, iki tarafta dağ gibi yükselen suyun ortasından yolun açılmış olduğudur. Fakat Kızıldenizin şimdi Süveyş Kanalı'nın başlangıcı olan boynuz kısmında deniz çekilince iki kıyı, birer dağ gibi

yükselir. Âyette " söylemiyle denizin bu dar yerindeki iki kıyı da kasdedilmiş olabilir.

Şayet olay böyle bir gelgit olayı ise bu, doğal bir şey iken bunun, İsrâîloğullarına Allah'ın bir ni'meti olarak anılmasının hikmeti nedir, sorusu akla gelebilir. Olayın bir mu'cize olmasını da inkâr etmeyiz. Ama eğer olay, denizin çekilme olayı ise Allah'ın, Musa'yı ve kavmini, tam denizin çekildiği ve geçmelerine elverişli olduğu bir zamanda geçirmesi; düş*manları da onların ardından girince denizin uzanma zamanı geldiği için uzanıp onları boğması elbette Allah'ın, İsrâîloğullarına büyük bir lütfudur. Allah'ın yardımı olmadan kullar bir şey yapamaz. İsrâîloğulları kıyıya vardıkları zaman şayet deniz çekilmemiş olsaydı, denize giremeyecekler ve kendi-lerine yetişmek üzere olan düşman tarafından yakalanacaklardı. Tam onlar geçtikten sonra denizin kapanması da yine Allah'ın onlara lütfü idi. Zira eğer onların geçme zamanına kadar deniz kapanmasaydı, yine İsrâîloğulları yakalanıp öldürülecekler veya fevkalâde ağır cezalara çarptırılacaklardı. Demek ki basit gibi görünen bu olayın böyle zaman-lanması, elbette Allah'ın büyük bir lütfudur. Başarıya ulaştıran O'dur.

İsrâîloğulları, Allah'ın yardımıyla denizden salimen geçip Firavun'un elinden kurtulduktan sonra putatapan bir toplumun yanına geldiler. Onların putlarını görünce buna heveslendiler, Musa'dan, onların tanrıları gibi kendilerine de bir tanrı yapmasını istediler. Mûsâ, onları kınadı. Düşünme*den hareket eden insanlar olduklarını, puta tapma inancının yıkılmaya mahkûm bulunduğunu söyledi. Allah, sizi âlemlere üstün kıldığı halde ben size O'ndan başka tanrı mı arayayım?" [14] dedi. Yani sizi âlemlere üstün kılan, size bu lütufları yapan Allah'tır, başka bir tanrı değil. Artık Allah varken, hiçbir yararı olmayan şeylere tapılır mı?

Bakara: 92/49'ncu âyette anlatılan İsrâîloğullarının çocuklarını öldürme işinin, Firavun'un adamlarına nisbet edilmesinden şu hükmü çıkarmışlardır: Firavun'un adam*ları, Firavun'un buyruğuyla İsrâîloğullarının çocuklarını öldürüyorlardı. Bu âyet, bir zâlimin emriyle birini öldüren me'murun, yaptığı işten sorumlu olduğunu kanıtlar. Kurtubî bu konudaki üç görüşü şöyle toplamıştır:

Şâfi'î'ye göre sultan, birine haksız yere bir adamı öldürmeyi emreder, me'mur da öldüreceği adamı mazlum olarak öldüreceğini bildiği halde öldürürse kaved (kısas) gerekir; bu durum, birini ortaklaşa öldüren iki katilin durumu gibidir. Şayet imam (sultan), me'muru öldürmeğe zorlar, me'mur zor karşısında öldürürse imamın öldürülmesi gerekir. Me'murun durumu ise ihtilaflıdır. Bir görüşe göre onun da öldürülmesi gerekir, diğer bir görüşe göre öldürülmez, ondan yarım diyet alınır. Fakat dediğini yapacak güçte olmayan birinin emriyle bir mazlumu öldüren kimse öldürülür, âmiri öldürülmez, sadece dövülür, hapsedilir. [15]

Bakara: 92/50'nci âyetin tefsirinde şu hadîs rivayet edilir: "Peygamber (s.a.v.) Medine 'ye geldiği zaman Yahudi*lerin Âşûrâ günü oruç tuttuklarını gördü. Onlara: Oruç tuttuğunuz bugün nedir? dedi.

Bu, Allah'ın, Musa'yı ve kavmini kurtardığı, Firavun'u ve kavmini de boğduğu büyük bir gündür. Mûsâ, o gün şükür için oruç tutmuştu. Biz de o gün oruç tutarız, dediler. Allah'ın Elçisi:

Benim Musa'ya yakınlığım sizden fazladır, deyip kendisi de o gün oruç tuttu ve o gün oruç tutmayı emretti."1

Bu rivayetten, Peygamber'in, Yahudilerin 'Âşûrâ günü oruç tuttuk*larını öğrenince kendisinin de oruç tuttuğu anlaşılırsa da yine Buhârî ve Müslim'in rivayet ettiği başka bir hadîste de 'Âşûrâ orucunun, câhiliyye dönemi Araplarında var olduğu anlaşılmaktadır: "Câhiliyye döneminde Kureyş, 'Âşûrâ günü oruç tutardı. Allah'ın Elçisi (s.a.v.) de câhiliyye döneminde o gün oruç tutardı. Medine 'ye gelince yine o gün oruç tuttu ve o gün oruç tutmayı de emretti. Ramazan orucu farz kılınınca artık 'Âşûrâ günü oruç tutmayı bıraktı. Dileyen tuttu, dileyen tutmadı." [16]

Bilindiği üzre Aşûrâ günü, Muharremin onuncu günüdür. Ancak bu da kesin değildir. Şafiî'ye göre dokuzuncu, Saîd ibn el-Müseyyib, Hasan-ı Basrî, Mâlik ve seleften bir cemâate göre onuncu günüdür. İki tarafın da dayandığı rivayetler vardır. Herhalde bu ihtilâfı ortadan kaldırmak için İbn Abbâs'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Hem dokuzuncu, hem de onuncu günleri oruç tutun, Yahudilere benzemeyin. [17]

Tabii bu görüş, İbn Abbâs'ın kendi görüşüdür. Ona göre Peygamber (s.a.v.) yaşasaydı dokuzuncu günü oruç tutacaktı. Çünkü kendisi "Gelecek seneye kalırsam dokuzuncu günü oruç tutacağım"[18] demiştir. Bizim için önemli olan, Hz. Peygamber'in, sadece Muharremin onuncu günü oruç tutmuş olduğudur. Esasen bu oruç onun yeni getirdiği bir şey değil, Kureyş Araplarının eski bir geleneğidir. Hz. Âişe'nin biraz önceki rivayetinden, Câhiliyye Araplarında oruç ibâdetinin de bulunduğu anlaşılır. Aşûrâ orucu onlara Yahudilerden geçmiş olabilir. Ancak onlardaki oruç, sadece Aşûrâ orucundan ibaret değildi. Onlarda Ramazanda da oruç tutulurdu. Ancak Kur'ân-ı Kerîm, eski tevhîd dinlerinden kalmış olan Ramazan orucunu farz kılmış, diğer oruçlar hakkında bir hüküm getirmemiştir. Bunlardan Hz. Peygamber'in nafile olarak tuttuğu oruçlar sünnet olarak kalmıştır. [19]

dost1
14. January 2009, 03:18 PM
İsrâîloğullarının Egemen Olduğu Bölge:


136- Biz de onlardan öc aldık, onları denizde boğduk! Çünkü onlar, âyetlerimizi yalanlamışlardı ve onları umursamaz olmuşlardı. 137- Hor görülüp ezilmekte olan milleti de içini bereketlerle donattığımız yerin, doğularına ve batılarına mirasçı kıldık. Rabbinin İsrâîloğullarına verdiği güzel söz, sabretmeleri yüzünden tam yerine geldi. Firavun'un ve kavminin yapageldiği şeyleri ve yükseltmekte oldukları sarayları (ve bahçeleri) de yıktık. (A'râf: 39/136-137)

25- Onlar geride nice şeyler bıraktılar; bahçeler, çeşmeler. 26- Ekinler, güzel makamlar! 27- Ve zevkü sefa sürdükleri nice nimetler! 28- İşte böyle oldu ve biz onları başka bir topluma miras verdik. 29-Onlara gök ve yer ağlamadı (kötü insanlar oldukları için hiç acıyan olmadı onlara). Ve kendilerine fırsat da verilmedi (Musa'nın ardından denize girdiler, boğulup gittiler). (Duhân: 64/25-29)

Bu âyetlerde Allah'ın, uslanmayan Firavun toplumundan öcünü aldığı, âyetlerini yalanlayan Firavun ve adamlarını suda boğup, ezilen İsrâîloğullarını da o toprağın doğusuna, batısına egemen kıldığı anlatılmak*tadır. İsrâîloğulları, sabırlarının ödülünü görmüşler, Firavun ve adamları da kibir ve gururlarının cezasını çekmişlerdir. Allah, onların evlerini, bahçelerini yıkıp harâbetmiştir. Onların mülkü başkalarının eline geçmiştir.

A'râf: 39/137'nci âyette o ülkenin doğularının ve batılarının İsrâ-îloğullarına verildiği bildirilmektedir. Bun*dan, İsrâîloğullarınrın, bütün Mısır toprağına egemen oldukları anlaşılabilir. Bu görüşte olan Reşîd Rızâ da, kıssanın kahramanı Firavun'un, Menfıtah olduğunu söyledikten sonra, İsrâîloğullarının egemen olduğu toprak hak*kında şöyle diyor:

"Bazı eski tarihlerde Hz. Musa'nın, Firavun'un hezimetinden sonra kavmiyle birlikte bir süre Mısır'a egemen olup orayı yönettiği yazılmıştır. Ünlü Yahûdî tarihçi Yosifus'un, Manisu'dan nakline göre Mısır Firavun'u, Mûsâ karşısında bozulunca Habeşistan 'a kaçmıştır. Mûsâ, onüç yıl Mısır'ı yönetmiş, daha sonra Firavun, oğlu ile birlikte büyük bir ordu ile gelip İsrâîloğullarını yenerek Mısır'dan Şam diyarına sürmüştür.

"Post'un, Kitâb-ı Mukaddes Kamus'unda (1/410), M. Ö. beşinci yüzyılda, Yunanlı tarihçi Herodot'un şöyle dediği yazılıdır: "Sisuters'in oğlu, on yıl kör oldu. Sebebi de şu idi: Şiddetli bir hava bozukluğu sonucu, Nil Nehrinin olağanüstü yükselmesi üzerine Firavun, mızrağını, dalgaları kabarmış suya attı.

Sisuters'in oğlu, İkinci Menfitah 'tır. Çıkış kahramanı Firavun budur. Herodot'un bu sözünü, Mûsâ zamanındaki Firavun'un boğulduğuna işaret sayarlar. Buna göre Firavun'un Nil'de boğulması gerekir.

Birinci rivayete göre Mûsâ, Firavun'un ardından onüç yıl Mısır'a egemen olmuştur. Bu iki rivayet, en eski ve en doğru rivayetlerdendir. Belki de konu hakkında yegâne rivayettir.

Herhalde Mısırlılar, bozgun üzerine Habeş kralından yardım istemiş*ler, ordu gönderilince Allah'ın emriyle Hz. Mûsâ, Mısır'dan ayrılmıştır. Mısırlılar da kralın boğulma olayını gizlemiş, onun Habeşistan'dan gelen ordu ile geri döndüğünü, Musa'yı bozguna uğratıp Mısır'dan sürdüğünü söylemişlerdir. Buna göre Çıkış, Tevrat'ta anlatıldığı biçimde Mısırlıların boğulmasının ardından değil, ondan birkaç yıl sonra olmuştur.

Şimdi Firavun'un Nil'de boğulması ve Musa'nın, Mısır'ı onüç yıl yönetmesi hakkındaki bu iki rivayet, Kur'ân'ın anlatımına uygun düşer. Çünkü Kur'ân, Tâhâ Sûresinin 38-39'ncu âyetlerinde: '(Musa'nın anne*sine) 'Onu sandığa koy, Yemm'e at, su onu sahile bıraksın... [20]diye vahyet-miştik' buyurulduktan sonra Mûsâ öyküsü anlatılıyor, sonunda da: "Fira*vun, askerleriyle onların ardına düştü, Yemm'den onları örten örttü'1 deniliyor. Bu iki âyetten, Musa'nın atıldığı su ile Firavun'un boğulduğu suyun aynı olduğu anlaşılıyor. Çünkü ikisi de Yemm adıyla anılmıştır.

"Kasas Sûresinin 49/7'nci âyetinde: 'Musa'nın annesine: 'Çocuğunu emzir, onun başına bir şey gelmesinden korkuyorsan, bir sandık içinde onu Yemm'e bırak...' denildikten sonra Mûsâ kıssasının bir kesiti anlatılıyor. Sonunda da: 'Biz o(Firavu)n'u ve askerlerini yakaladık, Yemm'e attık!

Bak, o zâlimlerin sonu nasıl oldu!' buyuruluyor. [21]Bu iki âyet de yine Musa'nın atıldığı su ile, Firavun'un boğulduğu suyun Yemm olduğunu bildirmektedir.

"Musa'nın atıldığı Yemm, Nil idi. O halde Firavun'un boğulduğu su da Fe/n/n(Nîl)'dir. Demek ki âyetler, şimdiye kadar bilinenlerin tersine, tarihî gerçeklere uygun düşmektedir." [22]

Mâide Sûresinde: "Ey kavmim, Allah'ın size yazdığı kutsal toprağa girin, arkanıza dönmeyin, yoksa kaybedersiniz!" (110/21) buyuruluyor. A'râf: 39/137'nci âyetteki "Çevresini bereketli kıldığımız toprak" cümlesi, bu toprağın çok verimli bir toprak olduğunu anlatmaktadır. Bu sıfat, Arz-ı Mukaddes denilen Filistin bölgesine verilir. Bundan, İsrâîloğullarına va'de-dilen toprağın, bütün Mısır toprağı değil, Filistin olduğu anlaşılır. Hz. Musa'nın, bir süre için Mısır'ı yönetmiş olması da bu görüşe aykırı değildir. Hz. Mûsâ, Nîl'in doğusuna geçtikten sonra, bir süre Filistin'in batısındaki Mısır diyarını yönetmiş, sonra Filistin'i yerli Araplardan almak üzere doğuda Sînâ'ya geçmiş olabilir.

İşte yüce Allah, Firavun'un elinde bulunan, çevresi çok bereketli, çok münbit bu bölgeyi, Mûsâ komutasındaki İsrâîloğullarına vermiştir. Bundan dolayı Mûsâ kavmine: "Ey kavmim, Allah'ın size yazdığı kutsal toprağa girin, arkanıza dönmeyin, yoksa kaybedersiniz! [23]demiştir.

Duhân: 64/32'nci âyette olduğu gibi bazı âyetlerde, İsrâîloğullarının, diğer insanlara tercîh edildiği, öteki uluslara üstün (egemen) kılındığı belirtilmektedir. Bu, Allah'ın, Musa'ya tâbi olan mü'min İsrâîloğullarına bir ikramıdır. Allah yoluna engel olan, insanların kanını emen, Kitâb-ı Mukaddes'in yolundan ayrılmış insanların, ilelebed Filistin'e egemen olacakları anlamına gelmez.

İsrâîloğullarının âlemlere üstün kılınması, süreklilik ifade etmez, Mûsâ dönemindeki bir olayı anlatır. Bu üstünlük, sadece Hz. Musa'ya tâbi oldukları o ilk zamanlara mahsustur. Sonsuzca üstünlük kasdedilme-miştir. Çünkü böyle bir şey hem sosyolojik kurallara, hem Allah'ın adaletine aykırıdır. Nitekim İsrâîloğulları, Musa'nın yolunu bırakıp şirke sapınca, buzağıya tapınca çeşitli azâblara çarptırılmışlar, meshe uğratılmışlar, daha sonraki dönemlerde uzun yıllar Bâbil 'de tutsak kalmışlardır. Her dönemde üstün olanlar ancak Allah'ın buyruklarına uyup en güzel biçimde hareket edenlerdir.

Allah, buyruklarını dinleyen mü'minleri yeryüzünde egemen kılar. Buyruklarını tutmayan, yasalarını çiğneyenlerin mülklerini ellerinden alıp başkalarına verir. Musa'ya tabi olan İsrâîloğullarına, Mûsâ Kitabıyla Arz-ı Mukaddes (Kutsal Toprak) verilmiştir. Ama O'nun yolundan ayrılanlara da azabının erişeceği bildirilmiştir. İnananlar bir bütündür. Mûsâ kavmin*den inananlar, îsâ kavminden inananlar veya Muhammed kavminden ina*nanlar aynı nurun etrafından kümelenmiş kardeşlerdir. Her dönemde bunlar, Allah'ın yardımıyla destekleneceklerdir. Ama Allah'ın gerçek yolundan çıkanlar azaba çarpılacaklardır. Kur'ân 'in anlatmak istediği, hangi peygam*berin ümmetinden olursa olsun, bütün inananların zafere ulaşacağı, çevre*lerine üstün geleceğidir.

Demek ki Kur'ân'in amacı herhangi bir milleti ötekilerden üstün veya onlara egemen kılmak değil, Allah'ın emirlerine uyanların zafere ulaşacaklarını vurgulamaktır. Kur'ân, Allah'ın yolundan ayrılan, O'nun buyruklarını çiğneyen İsrâîloğullarının da Kıyamete değin ezileceklerini, başlarına, kendilerini ezen insanların geleceğini söyler: "Nerede olsalar, onlara alçaklık (damgası) vurulmuştur (ezilmeğe mahkûmdurlar). Meğer ki Allah'ın ahdine ve insanların ahdine sığınmış olsunlar. Allah'ın gazabına uğradılar ve üzerlerine miskinlik damgası vuruldu (yoksulluk içinde ezil*diler). Böyle oldu, çünkü onlar Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar, haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı ve çünkü isyan etmişlerdi, haddi aşı*yorlardı., [24]"Rabbin, 'Elbette tâ Kıyamet gününe kadar onlara azabın en kötüsünü yapacak kimseler gönderecektir!' diye ilân etmişti. Şüphesiz Rabbin çabuk ceza verendir ve O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir." [25]

İsrâîloğullarının hayatı hakkında burada ve diğer sûrelerde anlatı*lanlar, Kitâb-ı Mukaddes'in Çıkış, Levililer, Sayılar, Tesniye Kitâblarında daha uzun olarak geçer. Kur'ân'in anlattıkları, özetle Kitâb-ı Mukaddes'in anlattıklarına uyar. Ancak Kitâb-ı Mukaddes'te bir tarih üslubuyla çok uzun anlatılan bu olaylar, Kur'ân'da ana çizgileriyle ve öğüt üslubuyla anlatılmaktadır. [26]

dost1
14. January 2009, 03:19 PM
İsrâîloğullarının Altın Buzağıya Tapması:


kavmi, kendisin(in, Rabbi ile mülakata gitmesin)den sonra kendilerinin zinet ta*kımlarından yapılmış, böğürmesi olan bir buzağı heykelini (tanrı diye) benimsediler. Görmediler mi ki o, ne kendilerine söz söylüyor, ne de onlara yol gösteriyor? Onu benimsediler ve zâlimler(den) oldular. 149-Ne zaman ki (pişmanlıklarından ötürü) başları elleri arasına düşürüldü ve kendilerinin gerçekten sapmış olduklarını gör(üp anla)dılar, dediler ki: "Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa, elbette ziyana uğra*yanlardan oluruz!" 150- Mûsâ, kavmine kızgın ve üzgün bir halde dönünce: "Benden sonra arkamdan ne kötü işler yaptınız? Rabbinizin emrini (bek-lemeyip) acele mi ettiniz?" dedi, levhaları yere attı ve kardeşinin başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi): "Anamın oğlu, dedi, bu insanlar beni hırpaladılar, az daha beni öldürüyorlardı. (Ne olur) Düş*manları üstüme güldürme, beni bu zalim kavimle beraber tutma!" 151-(Mûsâ): "Rabbim, dedi, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetinin içine sok, merhametlilerin en merhametlisi sensin!" 152- Buzağıyı (tanrı diye) benimseyenlere, muhakkak Rablerinden bir öfke ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir! İşte biz iftiracıları böyle cezalandırırız. 153- Ama kötülükler yaptıktan sonra ardından tevbe edip inananlar(a karşı), muhak*kak ki Rabbin, o(tevbe ve ima)ndan sonra, elbette bağışlayan, esirgeyendir. (A'râf: 39/148-153)

Hz. Mûsâ, kavmini kurtarıp Filistin'e getirdikten sonra, Allah'ın buyruğu ile Tûr-i Sînâ'ya çekilmiş, orada kırk gün kalıp gece gündüz ibâdetle meşgul olmuştu. Bu ibâdet ile ruhsal olgunluğunu tamamlamış, Allah'ın bizzat hitabını işitmiş, kendisine Tevrat levhaları verilmişti. Fakat Musa'nın Tur'da bulunduğu sırada toplumu, kuyumcu Sâmirî'nin yaptığı altun buzağıya taptı. Kavminden bazıları, Musa'nın yerine vekil bıraktığı Harun'un sözünü dinleyip tevhîdden ayrılmamıştı ama diğerleri altun buzağıya tapınışlardı.

Mûsâ döndüğü zaman kavminin durumuna esef etmiş, "Ardımdan ne kötü davrandınız!" demiş, öfkesinden elindeki Tevrat levhalarını yere atmış, kavminin sapmasına engel olmadığı için kardeşi Harun'un başından tutup çekmiş. Fakat kardeşinin, kabahatli olmadığını, düşmanları üstüne güldürmemesini, kendisini zâlimlerle bir tutmamasını söyleyip özür dile*mesi üzerine onu bırakıp hem kendisi, hem de kardeşi için Allah'tan af ve mağfiret dilemiştir.

152-153'ncü âyetler, kıssadan ders vermekte, altun buzağıya tapanların, Allah'ın gazabına uğrayacakla*rını, perişan olacaklarını, iftiracıların cezalandırılacağını, günâhlarının ar*dından tevbe edip inananların da affedileceğini bildirmektedir.

Tâhâ Sûresinde İsrâîloğullarını kimin kandırıp altun buzağıya tap*mağa yönelttiği anlatılmaktadır:

"Seni kavminden çabucak ayrıl(ıp gel)meğe sevk eden nedir? (Niçin onları hemen bırakıp geldin) ey Mûsâ?" (dedik). 84- Dedi: "Onlar benim arkamdan geliyorlar, Ya Rabbi razı olasın diye sana çabuk geldim." 85- (Allah): "Biz senden sonra kavmini sınadık. Sâmirî onları saptırdı." dedi. 86- Bunun üzerine Mûsâ, çok kızgın ve üzüntülü bir halde kavmine döndü: "Ey kavmim, dedi, Rabbiniz size güzel bir vaidde bulunmamış mıydı? (Ayrılış) Süre(m) mi size uzun geldi? Yoksa Rabbinizden bir gazabın üstünüze inmesini mi istediniz ki, bana verdiğiniz sözden caydınız (beni izleyip gelmediniz)" 87- Dediler ki: "Kendi malımızı harcamak sureti ile senin sözünden çıkmadık. Fakat o milletin (yani Mısırlıların) süs(eşyas)ından bize yükletil(ip taşıtıl)mıştı. Onları (ateşe) attık. Aynı şekilde Sâmirî de attı." 88- Onlara, böğürmesi olan bir buzağı heykeli ortaya çıkardı. Dediler ki: "Bu sizin de tanrınız, Musa'nın da tanrısıdır, fakat o unuttu." 89- Onlar görmüyorlar mı ki o (buzağı) ken*dilerine bir söz söyleyemez; ne bir zarar, ne de yarar veremez? 90-Önceden Hârûn, kendilerine: "Ey kavmim, andolsun siz bununla sınandınız. Rabbiniz, o çok esirgeyen(Allah)dır. (Gelin) siz bana uyun, emrime itaat edin!" demişti. 91- (Hayır,) Dediler: "Mûsâ bize dönünceye kadar buna tapmaktan vazgeçmeyeceğiz!" 92- (Mûsâ) "Ey Hârûn, onların saptıklarını gördüğün zaman sana ne engel oldu (da önlemedin)?" dedi. 93- "Neden bana uymadın (niçin benim yolumu takibetmedin, benim yaptığım gibi onların sapmalarına mani olmadın)? Emrime karşı mı geldin?" dedi (ve kardeşinin sakalından tutup çekmeğe başladı). 94- (Hârûn, kardeşini yu*muşatabilmek için): "Ey anamın oğlu, dedi, sakalımı, başımı tutma. Ben senin İsrâîloğulları arasında ayrılık çıkardın, sözümü tutmadın diye*ceğinden korktum (da onun için idare yoluna gittim)." 95- (Bu defa Mûsâ, Sâmirî'ye döndü): "Ey Sâmirî, ya senin kastın nedir (nedir bu yaptığın senin)?" dedi. 96- (Sâmirî): "Ben dedi, onların görmediklerini gördüm. Elçinin eserinden bir avuç alıp attım; nefsim bana böyle (yapmayı) hoş gösterdi." 97- (Mûsâ): "(Defol!) Git, dedi. Artık hayat boyunca sen: 'Bana dokunmayın!' diyeceksin; sana va'dedilen bir ceza var ki ondan asla şaşırılmayacaksın (mutlaka o cezanı tam zamanında bulacaksın). Şimdi durup taptığın tanrına bak. Biz onu yakacağız, sonra onu ufalayıp denize savuracağız. 98- Tanrınız ancak kendisinden başka tanrı olmayan Allah'tır. O'nun bilgisi her şeyi kuşatmıştır." (Tâhâ: 45/83-98)

Hz. Mûsâ, Firavun'un helakinden sonra otuz gece Rabbine ibâdet etmeyi adamış, yerine kardeşi Harun'u bırakarak Tûr'a gelmiş, orada ibâdete çekilmiş, otuz geceyi de kırka tamamlamıştır. Allah, huzurunda ibâdetle meşgul bulunan Musa'ya, niçin hemen kavmini bırakıp çabucak geldiğini sormuş; o da kavminin, ardından gelmekte olduğunu; Rabbi memnun etmek için çabucak O'nun huzuruna koştuğunu söylemiştir. Allah da Musa'ya, kendisinden sonra kavmini sınadığını, Sâmirî'nin onları yoldan çıkardığını bildirmiştir. Durumu öğrenen Mûsâ, esefle kavmine gelip: "Ey Kavmim, Rabbiniz size güzel bir vaidde bulunmamış mıydı? (Ayrılış) Süre(m) mi size uzun geldi? Yoksa Rabbinizden bir gazabın üstünüze inmesini mi istediniz ki, bana verdiğiniz sözden caydınız (beni izleyip gelmediniz) ? " demiş.

İsrâîloğulları, özür dileme tarzında bu buzağıyı kendi mallarından değil, Mısırlılardan emanet alıp getirdikleri zînet eşyasından yaptıklarını söylemişlerdir. Mısır'dan kaçacakları sırada Mısırlılardan zînet eşyası, yardım almışlar, bunları beraberlerinde getirmişlerdi. Bu husus, Çıkış Ki*tabının ll'nci babında şöyle ifade ediliyor: Allah, Musa'ya: "Şimdi kavmin kulaklarına söyle ve her adam kendi komşusundan, ve her kadın kendi komşusundan, gümüş şeyler ve altın şeyler istesin. Ve Rab Mısırlıların gözlerinde kavme lütuf verdi. Mûsâ da Mısır diyarında, Firavun'un kulla*rının gözünde ve kavmin gözünde çok büyük adamdı. [27]

Başkasının malını almanın günâhından kurtulmak için Sâmirî'nin teşvikiyle bunları ateşe atmışlar, Sâmirî de kendi elindekini atmış ve bu altun ve gümüş eşyayı eritip, havanın girmesiyle ses çıkaran bir buzağı heykeli yapmıştır. İbn Abbâs'ın rivayetine göre Sâmirî, buzağıyı o şekilde yapmış ki heykelin ardından giren rüzgâr, ağzından ses çıkarıyormuş. İsrâîloğullarına: "İşte sizin de, Mûsâ 'nm da tanrısı budur, fakat o unuttu" demiş. 88'nci âyetin sonundaki fi'linin zamîri Musa'ya da, Sâmirî'ye de gidebilir. Birinci takdirde unutan Mûsâ, ikinci takdirde Sâmirî'dir. Yani Sâmirî, "İşte sizin de, Musa'nın da tanrısı budur, dedi de (Allah'ın birliğini veya Musa'ya verdiği sözü) unuttu" demektir.

Tâhâ: 45/89'ncu âyette kendilerine bir söz söylemeyen, yanıt vermeyen, bir zarar ve yarar vermekten âciz olan şeyin tanrı olamayacağını anlamayanlar kınanıyor. 90-91 'nci âyetlerde Harun'un, onları uyardığı, sapıklığı bırakıp kendi buyruğuna uymalarını söylediği halde onların, Mûsâ dönünceye dek buzağıya tapmağa devam edeceklerini söyledikleri anlatılmaktadır.

:92-94'ncü âyetlerde kavmine dönmüş olan Mûsâ'nın, önce kardeşi Hârûn 'u azarladığı, Hârûn 'un ise Musa'yı yumuşatmak için: "Ey anamın oğlu, dedi, sakalımı, başımı tutma. Ben senin İsrâîloğulları arasında ayrılık çıkardın, sözümü tutmadın diyeceğinden korktuğum için bunların üstüne gitmedim." dediği anlatılır.

: 95-98: Hz. Mûsâ, Sâmirî'ye neden böyle yaptığını sormuş. Sâmirî de başkalarının bilmediği, yahut görmediği bir şeyi bildiğini veya gördüğünü, Elçinin eserinden bir avuç alıp attığını, nefsinin kendisini bu yöne yönelttiğini söylemiştir. Hz. Mûsâ da ona, artık aralarından çıkıp gitmesini, hiç kimsenin kendisiyle ilişki kurmayacağını, tek başına yaşayıp süresi dolunca öleceğini, dünyâdaki bu toplum dışına atılmadan ayrı olarak âhirette de azaba uğrayacağını, yapmış olduğu tanrısını da yakıp külünü denize savuracağını söylemiş ve İsrâîloğullarına, Tanrılarının kendisinden başka tanrı olmayan Allah ol*duğunu vurgulamıştır.

Öykünün son dizisini oluşturan bu âyetler özetle Çıkış Kitabının 16, 17 ve 32'nci bablannda anlatılanlara uyar. Ancak 32'nci babda altun buzağıya taptıranın, Hârûn olduğu anlatılır. Orada kavmin talebi üzerine altun buzağı heykelini yapan, Musa'nın kardeşi Harun'dur. Kur'ân-ı Kerîm, bu zâtın Sâmirî olduğunu söylüyor. Muhakkak ki Kur'ân'ın indiği çağda buzağı heykelini yapanın Sâmirî olduğunu söyleyen Kitâb-ı Mukaddes nüshaları vardı. Yahut Kur'ân, Mûsâ ile birlikte Allah'ın birliği inancını yerleştiren bir peygamberi, buzağı heykeli yapıp kavmi ona taptırması iftirasından tenzîh etmektedir. Çünkü bu bir çelişkidir, hattâ hiyânettir. Peygamberler hiyânetten münezzehtirler. Muhakkak ki bu tür söylemler, insanlar tarafından Tevrat'a yapılmış katmalardır. Tevrat'ta peygamberler hakkında kullanılan çelişkili, yakışıksız ifadeler Kur'ân-ı Kerîm'de ayık*lanmıştır.

Sâmirî adı, Arapçaya girmiş yabancı bir isimdir. İbn Abbâs'tan rivayet edilen bir habere göre Sâmirî, öküze tapan bir kavimden idi, İsrâîloğullarına kendisini müslüman göstermişti. Başka bir rivayete göre de Kirman'lı, ya da Samerrâ'lı idi. [28]Bunun yanında onun, Yahûdî olduğu rivayeti de vardır.

Hz. Peygamber zamanında Şam yöresinde Mûsâ dînine bağlı, Sâmirîler diye tanınan kimseler vardı. Sâmirî, çok eskiden Sâmir, yahut Şamir diye bilinen bir bölgedir. Bugünkü Nablus yakınlarında bulunan bu bölgenin eski adı Sekim'dir. Ya'kûb ve oğullan, Mısır'a gitmezden önce Sekim bölgesinde otururlardı.

Sâmirî'nin bu bölge ile bir ilgisi olup olmadığını bilmiyoruz. Mı*sır'daki Ya'kûb oğullarından bir kısmı, anayurtları olan bu bölgeye nisbetle Sâmirî adıyla çağrılmış olabilirler. [29]

Müfessirlerin anlattıklarına göre Sâmirî, denizin yarılması sırasında veya Musa'yı Tûr'a götürmek için geldiği sırada Cebrâîl'i at üzerinde görmüş, onun atının bastığı yerden bir avuç toprak alıp saklamış, taptığı buzağı heykelinin hamuruna bu toprağı atınca, ses çıkaran bir heykel olmuş. İşte Sâmirî'nin: "Elçinin eserinden bir avuç aldım" sözündeki elçi, Hz. Cebrail'dir.

Ebû Müslim'e göre ise âyetteki elçi ile Cebrail'in kasdedildiğine dair bir işaret ve delîl yoktur. Elçi sözüyle Musa'yı kasdetmiş olan Sâmirî, Musa'ya şunu demek istemiştir: "Sizin görüşlerinizin ve sözlerinizin bir kısmının doğru olmadığını anladım. Onun için Elçinin, yani Musa'nın eserinden, yani sünnet ve şerîatinden bir kısmını kaldırıp attım. Nefsim bana böyle yapmayı önerdi."

Çoğunluğun görüşüne aykırı olmakla beraber Râzî bu yorumu gerçeğe daha yakın görmektedir. [30]Tabii eğer olay, orijinal olarak Kur'ân'da anla*tılmış olsaydı, bu yoruma hak verilebilirdi. Ama olayın aslı Tevrat'tadır. Şimdi bu konuda Tevrat'ın anlattıklarını gözden geçirelim:

"Ve dağdan inmek için Musa'nın geciktiğini kavim görünce, kavim, Harun'un yanına toplandı ve ona dediler: Kalk, bizim için ilâh yap, önü*müzden gitsinler; çünkü Musa'ya, bizi Mısır'dan çıkaran bu adama, ne oldu bilmiyoruz. Ve Hârûn onlara dedi: Karılarınızın, oğullarınızın ve kızlarınızın kulaklarındaki küpeleri kırıp çıkarın ve onları bana getirin. Ve bütün kavim kendi kulaklarındaki altun küpeleri kırıp çıkardılar ve onları Harun'a getirdiler. Ve onu ellerinden aldı ve oymacı aletiyle ona biçim verdi ve onu dökme bir buzağı yaptı. Ve dediler: Ey İsrâîl, seni Mısır diyarından çıkaran ilâhların bunlardır...

"Ve Rab Musa'ya dedi: Git, aşağı in; çünkü Mısır diyarından çıkar*dığın kavmin bozuldu; onlara emrettiğim yoldan çabuk saptılar; kendileri için dökme bir buzağı yaptılar ve ona secde kıldılar...

"...Ve vaki oldu ki ordugâha yaklaşınca buzağıyı ve oyunlarını gördü; ve Musa'nın öfkesi alevlendi ve elinden levhaları attı ve dağın eteğinde onları kırdı. Ve yaptıkları buzağıyı aldı ve ateşte yaktı ve toz oluncaya kadar ezdi ve suyun yüzüne saçıp İsrâîloğullarına içirdi.

"Ve Mûsâ Harun'a dedi: Bu kavim sana ne yaptı ki onun üzerine büyük suç getirdin? Ve Hârûn dedi: Efendimin öfkesi alevlenmesin; kavmi sen bilirsin, o kötülüğe amadedir. Çünkü bana dediler: Bizim için önü*müzden gidecek ilâh yap; çünkü Musa'ya, Mısır diyarından bizi çıkaran bu adama ne oldu, bilmiyoruz. Ve onlara dedim: Kimlerde altın varsa kırıp çıkarsınlar; ve bana verdiler ve onu ateşe attım ve şu buzağı çıktı..." [31]

Görülüyor ki olayın aslı Tevrat'tadır. Şimdi eğer bu parça aynen Tevrat'ta var idiyse ve Kur'ân da ibret için orada olanı, peygamberlerin şanına yakışmayan ifadelerden ayıklayarak anlatmışsa, Ebû Müslim'in yorumu pek uygun olmayabilir. Yalnız şu da var ki mevcut Tevrat'ta buzağıyı yapanın, bunu elçinin izinden (veya eserinden) alıp atarak yaptığı ifadesi yoktur. Muhakkak ki Peygamber dönemindeki nüshada veya Tevrat tefsirlerinde bu kayıt vardı. Böyle olduğuna göre Ebû Müslim'in yorumu, yabana atılacak bir yorum değildir. Çünkü Cebrâîl 'in atının izinden toprak alıp heykele katmakla böğüren bir buzağı yapılacağı yorumu da tutarlı görünmüyor. Çünkü melek olan Cebrail'in atı da ruhanîdir, onun rûhânî atının izi olmaz, ve o izden toprak da alınmaz. Ayrıca o rûhânî izden putçuluk değil, hayır işler hasıl olur. Gerçeği Allah bilir.

Bu olaya Bakara Sûresinde de işaret edilir:

51- Mûsâ ile kırk gece için sö'zleşmiştik, sonra siz onun ardından buzağıyı (tanrı) edinmiştiniz, (kendinize böylece) zulmedi*yordunuz. 52- Bundan sonra da yine belki şükredersiniz diye sizi affetmiştik. 53- Yola gelesiniz diye Musa'ya Kitâb ve Furkân (gerçekle batılı birbirinden ayıran ölçü) vermiştik. 54- Mûsâ kavmine demişti ki: "Ey kavmim, sizler, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz; gelin Yaratıcınıza tevbe edin de nefislerinizi öldürün. Bu, Yaratıcınız katında sizin için daha iyidir. (Bu suretle O), sizin tevbenizi kabul buyurmuş olur. Çünkü O, öyle bağışlayıcı, öyle merhametlidir. (Bakara: 92/51-54)

Musa'nın Tûr'da kırk gecelik ibâdeti esnasında kavminin buzağıya tapmış olmasına işaret eden bu âyetlerde farklı olan husus, kavminin yaptığına son derece öfkelenen Musa'nın, onlara: "Haydi Yaratıcınıza tevbe edin, kendinizi öldürün!" demiş olmasıdır. Bu "Kendinizi öldürün" ifadesine üç anlam verilmiştir:

1) İsrâîloğullarının tevbesi, birbirini öldürmek şeklinde idi. Eline kılıcı alan herkes, baba oğul demeden rastladığını öldürürdü. Fakat böyle bir durumda geriye katillerden başkası kalmaz, toplum mahvolup giderdi.

2) İbn Abbâs'a dayanan ikinci yoruma göre Hz. Mûsâ, buzağıya tapanları Allah'ın emriyle oturtmuş, tapmayanlar da ellerine hançerleri almışlar; zifiri karanlık olunca birbirlerini öldürmeğe başlamışlar. Karanlık açılıncaya kadar yetmiş bin kişi öldürülmüş. Öldüren de, öldürülen de affedilmiş. [32]

Tevrat'ta buzağıya tapanlar hakkında şöyle deniliyor: "İsrail'in Al*lah'ı Rab şöyle dedi: Herkes kılıcını beline kuşansın ve ordugâhta kapıdan kapıya dolaşsın ve herkes kendi kardeşini ve herkes kendi arkadaşını ve herkes kendi komşusunu öldürsün. Ve Levi Oğulları, Musa'nın söylediği gibi yaptılar ve o kavimden üç bin adam kadar düştü." [33]

Âyette, Tevrat'ta anlatılan bu olaya işaret edildiğini sanıyoruz. As*lında bu olay, peygamberlerinin sözünü dinlemeyen Yahûdîler arasında birliğin bozulduğuna, çıkan iç savaşta kavmin birbirlerini vurduğuna, kardeşin kardeşi öldürdüğüne işarettir. Bu iç savaşta birçok insan öldükten sonra nihayet Peygamber'in müdâhelesi sonunda barış sağlanmış, toplum tekrar birlik ve dirliğe dönmüştür.

3) Üçüncü mânâ ise tasavvuf! mânâdır. Mutasavvıf müfessirlere göre "Kendinizi öldürünüz" ifadesi, daha derin bir anlam taşımaktadır. Buradaki öldürmekten maksat, görünür bedeni öldürmek değil, nefsin şehvetlerini, kötü duygularını, bencilliğini öldürmektir. Bedeni değil, nefsi, yani insanın egosunu, bencilliğini öldürmektir. Nefis öldürülünce, onun kötü duyguları yok edilince rûh düzelir, insan ruhu vesveselerden kurtulup yücelir. İşte âyetin kasdı, insanı kötülüklere sevk eden bayağı duyguları, nefsin alt güçlerini yok etmektir.

Kuşeyrî, Letâifu'l-İşârât adlı işârî tefsirinde şöyle diyor:

"İsrâîloğullarının tevbesi açıkça nefislerini öldürmek şeklinde idi. Bu ümmetin tevbesi ise gizlice (ma'nen) nefsi öldürmek şeklindedir. Allah'a yönelmenin ilk basamağı, nefisten çıkmaktır.

"Bazı insanlar, İsrâîloğullarının tevbesinin daha zor olduğunu sanmışlardır. Oysa gerçek, onların sandıkları gibi değildir. Çünkü onların tevbesi, nefsi bir kez katletmekle biterdi. Ama bu ümmetin seçkinleri, her ân nefsi öldürmekle meşguldürler. Bundan dolayı:

'"Asıl ölüm, bir kez ölüp, rahata kavuşan kimsenin ölümü değildir. Gerçek ölüm, sağların ölümüdür.' demişlerdir.

"Gerçekte nefsi öldürmek: nefsin dürtülerinden, gücünden, herhangi bir nefis belirtisini görmekten uzak durmak; nefsin arzu ve isteklerini yüzüne çarpmak, onun yönetiminden çıkmak; bütün işleri tamamen Allah'a teslîm etmek; nefsin seçiminden ve irâdesinden soyunmak, bütün nefis izlerini silmektir. Böyle olduktan sonra şeklin (beden görüntüsünün) kal*masında bir zarar yoktur, artık o, gerçekte var sayılmaz. [34]

92- Andolsun Mûsâ, size açık deliller getirmişti, sonra onun ardından tuttunuz, buzağıya taptınız; siz öyle zâlimlersiniz işte! 93- Bir zaman üzerinize Tûr(dağın)ı kaldırıp sizden kesin söz almıştık: "Size verdiğimiz şeyi kuvvetle tutun, dinleyin!" (demiştik). "Dinledik ve isyan ettik." dediler. İnkârlarıyla kalblerine buzağı sevgisi içirildi. De ki: "Eğer inanan kimseler iseniz, imanınız size ne kötü şey emrediyor!" (Bakara: 92/92-93)

Bu âyette de Allah'ın, İsrâîloğullarından mîsak aldığı, Dağı başlarının üstüne kaldırıp "Size verdiklerimi kuvvetle tutun (uygulayın), sözlerimi dinleyin (buyruklarıma itaat edin)" dediği, fakat onların "İşittik, isyan ettik" dedikleri, küfürleri yüzünden kalblerine buzağı sevgisi içirilmiş (içlerine putperestlik sinmiş) bulunan İsrâîloğullarının, itaate söz verdikleri halde sanki "İşittik isyan ettik" demişçesine ters davrandıkları belirtilmekte ve şayet inanıyorlarsa -ki böyle iman olmaz- bu imanlarının, kendilerine ne kötü şeyler emrettiği sorulmaktadır. Yani sor onlara: Bu ne biçim imandır ki sizi kötü yollara yöneltiyor. İmanın iyiye yöneltmesi gerekir, davranışlarıyla sanki Dağın kaldırılması olayına sebebolduklarına işaret edilmektedir.

Bu âyetlerde davranışları kınanan İsrâîloğulları, Hz. Musa'ya inan*mayan değil, fakat inanmış görünen halktır. Bunlar görünürde Kitaba inandıklarını söyler, "İşittiğimiz Kitabın buyrukları başımızın üstüne" derler ama, gerçekte onun buyruklarına uymazlar. Onu gereğince uygula*mazlar. Sözleriyle itaat ettiklerini söyleyenler, davranışlarıyla sanki "İşittik, duyduk itaat ettik, baş üstüne" değil de "İşittik, sözlerini dinlemiyoruz, bunlara uymayacağız" demiş gibi olurlar.

Bu âyetteki kalblerine buzağı (sevgisi )içirildi"

cümlesi, Kur'ân'ın eşşisz isti'ârelerinden biridir, bir şeyin başka bir şeye karışması, ya da içirmek anlamına gelir. Ayette, buzağı sevgisinin, suyun bedene karışması gibi tapanlarının gönüllerine akıp can*larının her zerresine karıştığı ifade edilmektedir. [35]

dost1
14. January 2009, 03:20 PM
Allah'ı Görme İstekleri:


(Allah, Mûsâ 'ya kırk gece sonra buluşma va'detmiş ve kavminden yetmiş kişiyi de seçip o huzura getirmesini emretmişti). Mûsâ, tayin ettiğimiz (buluşma) vakt(i) için kavminden yetmiş adam seçti (huzura getirdi. Fakat Mûsâ ile Allah arasındaki o yüce konuşmayı işitince, bununla yetinmediler. Allah'ı açıkça görmedikçe inanmayacaklarını söylediler. Bunun üzerine) onları bir sarsıntı tutunca (hepsi baygın düştüler. Mûsâ) dedi ki: "Rabbim, dileseydin bunları da beni de daha önce helak ederdin. İçimizden bazı beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helak mı edeceksin? Bu (iş), senin imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğine yol gös*terirsin. Sen bizim velîmizsin, bizi bağışla, bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin!" (A'râf: 39/155)

Hz. Mûsâ, Allah'ın, kendisiyle konuşmasını dinlemek üzere kavmi içinden yetmiş kişi seçip bunları Tûr'a götürmüştü. Râzî şöyle diyor:

"Hz. Mûsâ, bu yetmiş kişiyi Tûr-i Sînâ'ya götürdü. Dağa yaklaştık*larında, dağın üzerini buluttan bir direk kapladı. Hz. Mûsâ, bu bulut direğinin içine girdi. Adamlara da girmelerini söyledi. Girip secde ettiler. Allah'ın, Hz. Mûsâ ile konuşmasını, ona verdiği emirleri duydular. Daha sonra bulut açıldı. Allah'ın sözünü duymakla yetinmeyen adamlar, Musa'*dan, Allah'ı kendilerine açıkça göstermesini istediler. O zaman onları bir sarsıntı yakaladı. Onların bayıldıklarını görünce öldüklerini sanan Mûsâ, kavminin 'Bunları sen götürüp öldürdün!' demelerinden korkarak Cenabı Hakk'a niyazda bulundu: 'İsteseydin, daha önce bunları da, beni de öldü*rürdün. İçimizden birtakım düşüncesizlerin yaptıkları yüzünden bizi öldürecek misin? dedi'." [36]

Mûsâ, bunları uyandırmasını Allah'tan niyaz etti: "Bize, dünyâda da, âhirette de iyilik yaz, biz sana döndük, sana sığındık!" dedi. Yüce Allah, kullarından dilediğine azâbedeceğini, her şeyi kaplayan rahmetini ise günâhlardan korunan, zekât veren ve âyetlerine inanan kimselere lütfedeceğini buyurdu. [37]

Burada geçen recfe, sarsıntı demektir. Demek ki bu sarsıntı, sâ'ikanın (müthiş gürültünün) uyandırdığı bir sarsıntıdır. Bu âyetlerdeki sâ'ika ve recfe'yi "ölüm" sa'kı veya recfesi diye tefsir edenler var ise de A'râf 143. âyet, sâ'ika'nın, ölüm değil, sarsılıp bayılma anlamına geldiğini kanıtlar. İşte recfe de aynı mânâdadır. Nitekim Râzî'nin belirttiği üzere bazı müfessirler: "Recfede ölüm olmadığını söylemişlerdir. Kavim o müthiş durumu görünce korkudan titremeğe başladılar. Neredeyse eklemleri birbi*rinden ayrılacak, belleri kırılacak derecede titriyorlardı. Onların durumun*dan korkan Mûsâ Aleyhisselâm, ağlayıp Cenabı Hakk'a yalvardı. Allah da onlardan titremeyi kaldırdı." [38]

Muhammed Abduh'un dediği gibi[39] İsrâîloğullarınm, Musa'dan Al*lah'ı görmeyi istemeleri, buzağıya tapmalarından ayrı bir olaydır. Bu olay Tevrat'ın Sayılar Kitabının 16. babında anlatılmaktadır. Orada anlatılanla*rın özeti şudur:

Levi Oğullarından Koran, Eliab oğlu Datan ve Abiran Pelet oğlu On, etkili bir cemâat oluşturarak Musa'ya karşı koymuş, bütün cemâatin kutsal olduğunu, Musa'nın ötekilerden üstün bir yanı bulunmadığını ileri sürerek "Artık yetti, çünkü cemâatten her biri mukaddestir ve Rab onların arasındadır. Niçin Rabbin cumhuru üzerine kendinizi yükseltiyorsunuz?" demişlerdir. Buna çok öfkelenen Mûsâ, Allah'ın buyruğuyla Korah'a: "Sen ve bütün arkadaşların ve Hârûn, yarın Rabbin önünde bulunun, her biriniz kendi buhurdanına buhur koysun. Sen ve Hârûn, ikiniz de buhur*danınızı getirin" dedi. Herkes buhurdanına ateş koyup toplanma çadırının kapısında durdu. Halk da orada toplanmıştı.

Allah Musa'ya ve Harun'a: "Bu cemâatten ayrılın da onları bir anda bitireyim" dedi. Fakat Mûsâ ve Hârûn sadece: "Bir adam suç işleyince bütün cemâate karşı mı öfkelenirsin" dediler. Cemâatin zarar görmemesi için Mûsâ, halkı uyarıp kendisine başkaldıranların çadırlarının yanından ayrılmalarını söyledi. Halk oradan çekildikten sonra Musa'nın duası üzerine isyancıların altındaki yer yarıldı, ağzını açıp onları ve evlerinin halkını, bütün adamlarını ve mallarını yuttu. Diri diri ölüler diyarına indiler. Ve Rabbin yanından ateş çıktı ve buhur takdim eden ikiyüz elli kişiyi yeyip bitirdi. [40]

Bu olaya Bakara Sûresinde de kısaca işaret edilmektedir:

55- Bir zaman da: "Ey Mûsâ, biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız," demiştiniz de derhal sizi yıldırım yakalamıştı; siz de bunu görüyordunuz. 56- Sonra belki şük*redersiniz diye sizi ölümünüzün ardından tekrar diriltmiştik. (Bakara: 92/55-56)

İnsanın Allah'ı görmesi mümkün değildir. Bu adamlar, muhal olan bir şeyi istemekle Allah'ın gazabını hak etmişlerdir. Kendilerini korkunç bir gürültü sarsmış, hepsi bayılıp oldukları yere yığılmışlardır. Aslında ölmemişler ama ölü gibi yerinden kımıldayamaz, bir şey anlayamaz duruma gelmişler. "Siz bakıyordunuz!" cümlesi, bunların ölmediklerini gösterir. Demek ki korkunç gürültüye yakalanınca öyle perişan bir halde yığılıp kalmışlar ki bakıp durdukları halde kıpırdayamıyorlarmış. Nihayet Hz. Musa'nın Allah'a yalvarması ile bu adamlar yine normal durumlarına döndürülmüşlerdir.

Bazı müfessirlere göre bunlar gerçekten ölmüş, bir kısmına göre de bazıları ölmüşler, bazıları da ölenlere bakıyormuş. Herhalde bunların ger*çekten ölmeyip sadece bayılmış olmaları, âyetin siyakına ve gerçeğe daha uygundur.

: 55'nci âyetteki (es-sâ'ika) bayılmak anlamında sa'k kökünden ismi failin dişilidir. Sa'k sâ'ika nedeniyle oluşan korkudur. Sâ'ika gök gürültüsü ve ardından doğan, vurduğu yeri yakan, canlıyı öldüren yıldı*rımdır. Ardından yıldırım geleceğini bilenler, gök gürlemesinden korkarlar. Sa'k esas itibarıyla derin korku mânâsına gelir ise de ölüm anlamında da kullanılır. Sâ'ika 'yi şimşek diye tefsir edenler de vardır ama "

Sâ 'ikalardan dolayı, ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar"[41] ifadesinden sâ'ikanm, yıldırımla bera*ber çıkan korkunç bir ses olduğu anlaşılır ki dilci İmâm-ı Halîl de sâ'ika için: "Ra'd sesinden hasıl olan şiddetli etki" demiştir. Azâb gürültüsüne de saika denilir.: Alçaklık gününün azâb sâ'ikası (gürültüsü) onları yakaladı." [42] âyetinde sâ'ika, azâb gürültüsüdür. Bunun kökü olan sa'k ise bayılmak anlamındadır. adam bayıldı, de*mektir.

Mûsâ baygın düştü"[43]âyeti de sa'k'm, korkudan sarsılıp bayılmak anlamına geldiğini kanıtlar. Çünkü burada Hz. Musa'nın düşüp öldüğü değil, bayıldığı anlatılmaktadır.

Nisa: 98/153'ncü âyette de Musa'dan, "Allah'ı bize açıkça göster" diyen Yahudileri, bu saygısızlıklarından ötürü sâ'ika'nın yakaladığı belir*tilmektedir.

Mûsâ Peygamber'e karşı bu cür'eti ve saygısızlığı gösteren Yahûdî cemâatini yakalayan sâ'ikanm bir deprem gürültüsü olduğu veya kendilerini bir sarsıntı tuttuğu anlaşılmaktadır. Çünkü bu olay, A'râf Sûresinde anla*tılan olaydır. [44]

dost1
14. January 2009, 03:21 PM
Katili bulmak için inek kesmeleri:


:67- Mûsâ, kavmine: "Allah size bir inek kesmenizi emrediyor."demişti. "Bizimle alay mı ediyorsun? "dedi*ler. "Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım!" dedi. 68- "Bizim için Rab-bine duâ et, onun ne olduğunu bize açıklasın." dediler. Dedi ki: "O diyor ki: O (inek) ne yaşlı, ne körpe, ikisinin ortasında(bir inekjdir! Haydi, size emredileni yapın." 69- Dediler ki: "Bizim için Rabbine duâ et, renginin nasıl olduğunu açıklasın." Dedi: "O diyor ki: 'Rengi parlak, sarı bir inektir, bakanlara sevinç verir'." 70- "Bizim için Rabbine duâ et, onun nasıl bir şey olduğunu bize açıklasın. Zira o inek bize (başka ineklere) benzer geldi. Ama Allah dilerse mutlaka (emredileni yapmağa) yol bulu*ruz." dediler. 71- Dedi: "O şöyle diyor: O, henüz boyunduruk altına alınmamış bir inektir. Yeri sürmez, ekin sulamaz. Salma, (çifte koşulmamış) hiç alacası yok." "İşte şimdi gerçeği getirdin." deyip ineği boğazladılar; az daha yapmayacaklardı. 72- Hani siz bir adam öldürmüştünüz de onun (katili) hakkında birbirinizle atışmıştınız; oysa Allah, gizlediğinizi ortaya çıkaracaktı. 73- Onun için "(ineğin) bir parçasıyla o (öldürülene) vurun." demiştik. İşte Allah böylece ölüleri diriltir, size âyetlerini gösterir ki düşünesiniz. 74- Sonra bunun ardından yine kalbleriniz katılaştı; şimdi onlar, taş gibi, hattâ daha da katıdır. Çünkü öyle taş var ki, içinden ırmaklar fışkırır; öylesi var ki, çatlar da bağrından su kaynar, öylesi de var ki, Allah korkusundan aşağı düşer. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir. (Bakara: 92161-1 A)

92161-1'4'ncü âyetlerde Yahûdîlerin, bir başka öyküsü anlatılmak*tadır. Bir katil olayı ve bu olay üzerine vukubulan bir mu'cize zikredil*mektedir. Müfessirlerin Abdullah ibn Abbâs'a ve başka sahâbîlere atfen anlattıkları olayın özeti şudur:

İsrâîloğullarından çocuğu olmayan bir adamın tek varisi kardeşinin oğlu idi. Yeğeni, amcasının malına varis olmak için onu öldürdü, geceleyin sırtına alıp gizlice başka bir adamın kapısının önüne koydu. Sabahleyin de amcasının, o kimse tarafından öldürüldüğünü iddia etti. Böylece hem amcasından mîrâs, hem de iftira ettiği kimseden diyet almak istedi. Öteki adam ve taraftarları bu suçlamayı kabul etmediler. İki taraf silâha dav*randılar. Tam birbirlerine girecekleri sırada akıllı kişilerin düşüncesine uyarak Hz. Musa'ya başvurdular. Hz. Mûsâ da vahye dayanarak onlara, bir inek kesmelerini ve ineğin bir parçasıyla maktule vurmalarını emretti. Onun tanımladığı özellikte bir inek bulup kestiler, ineğin parçasıyla maktule vurdular. Maktul dirildi ve kendisini, yeğeninin öldürdüğünü haber verdi.

Burada İsrâîloğullarının, inek kesmeleri kendilerine emredildiği za*man buna hayret etmeleri, "Bizimle alay mı ediyorsun?" demiş olmaları, onların ineğe kutsallık atfettiklerini gösterir. Uzun süre Mısır' da kalmış olan İsrâîloğulları, Mısırlıların buzağıya tapmalarından esinlenmişlerdir. Mısırlıların, buzağıyı tanrı kabul ettikleri, tarihî bir gerçektir. Demek ki onlardan etkilenen İsrâîloğulları da ineğe kutsallık vermişlerdir. İneğe tapınma birçok eski toplumda görülür. Hattâ Hindistan'da inek, kutsal tanınmaktadır.

Tevhîd dininde puta tapılmaz, Allah'tan başkasına kutsallık verilmez. Bundan dolayı tanrılaştırman ineğin kesilmesi lâzımdır ki şirk ortadan kalksın. Hz. Mûsâ onlara ineği boğazlamalarını emredince onlar, bu inanç*larından dolayı ineğin kesilmesine şaşmışlardı. Ciddî olduğunu anladıkları bu iş kendilerine çok ağır geldi. İneğin niteliklerini sorup durarak işi sürüncemede bıraktılar. Neredeyse yapmayacaklardı, ama çok güçlükle bunu yapabildiler.

Bu kıssa, elde bulunan Kitâb-ı Mukaddes nüshalarında yoktur. Ancak Tesniye Kitâbı'nın 21'nci babında, kırda katili bilinmeyen bir adam görül*düğü zaman onun katilinin bulunması için şöyle bir yöntem öğretilir: Öldürülmüş adama en yakın olan şehrin ihtiyarlan, çalıştırılmamış, boyun*duruk taşımamış genç bir inek alacaklar; onu sürülmemiş, ekilmemiş, içinde su akan bir vadiye indirecekler ve orada ineğin boynunu kıracaklar, onun üzerinde ellerini yıkayacaklar ve şöyle diyecekler: Ellerimiz bu kanı dökmedi ve gözlerimiz onu görmedi. Kurtardığın kavmin İsrail'e bağışla ya Rab ve kavmin'İsrâîl arasında suçsuz kan bırakma. Ve kan onlara bağışlanacaktır. [45]

Muhakkak ki bu kıssa, Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanındaki Yahudile*rin ellerinde bulunan nüshada, Kur'ân'ın anlattığı biçimde vardı. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm, onların bildiği bir şeyi anlatmaktadır. Maksat, onlara bildikleri bir konuyu anımsatıp, onları Allah'a şükretmeğe yöneltmektir. Zaten sahâbîlerden aktarılan rivayetler de olayın, İsrâîloğullarından soru*larak öğrenildiğini gösterir. Bundan da o zamanki Yahudiler arasında bu kıssanın bilindiği ve böyle anlatıldığı ve bu anlatımın geçtiği nüshaların bulunduğu anlaşılır.

Âyetlerde, kesilen ineğin parçasıyla vurulunca ölünün dirildiğinden söz edilmez. Ancak, Allah'ın, ölüleri böyle dirilteceği ifadesinden, bu şekilde yapmakla ölmüş kimsenin dirilmiş olduğu düşüncesi uyanmaktadır.

Belki de bu olay bir rûh çağırma olayıdır. Bu yöntemle çağırdıkları maktulün ruhu, onlara gerçeği bildirmiştir. Gerçeği Allah bilir.

Olaydan alınacak önemli bir ders vardır ki o da din konusunda Allah'ın açıklamalarını aynen almak ve bunlar üzerinde fazla ayrıntıya dalmamaktır. Emredileni aynen yapmak yeter. Gereksiz ayrıntıya dalmak, işi güçleştirmekten başka bir şeye yaramaz. İsrâîloğulları, "Bir inek kesin" emrine derhal uyup ineği boğazlamış olsalardı emir yerine getirilmiş olurdu. Fakat onlar "ineğin rengi, biçimi nasıl?" gibi sorulara daldıkça işleri güç*leşti.

Bu olay, İsrâîloğullarına, öldükten sonra dirilme hakkında da bir örnek idi. Allah bunu onlara göstermişti ki âhirete inançları artsın, kesinlikle inansınlar. Bundan dolayı 73'ncü âyet: "İşte Allah, böylece ölüleri diriltir, size âyetlerim gösterir ki düsünesiniz" şeklinde bitirilmektedir.

Vaktiyle Yahudiler arasında geçmiş bir olayı anlatan 72'nci âyetten, fakîhler şu hükmü çıkarmışlardır: Olayda anlatılan adam, malına vâris olmak istediği amcasını öldürdüğü için onun mirasını alamamıştır. Bu prensip bizim şerîatimizde de kabul edilerek murisini öldüren katil, mirastan menedilmiştir. Hz. Ömer'den rivayet edilen iki hadîse göre katil, maktulden mîrâs alamaz. [46]Esasen İslâm'dan önce câhiliyye döneminde de murisini öldürene, öldürdüğü kişinin mîrâsından pay verilmezdi. İslâm, birçok câhiliyye hükmünü olduğu gibi bu hükmünü de kabul etmiştir.

Kasden murisini öldüren kimse ne diyet alabilir, ne de onun malına vâris olur. Ancak yanlışlıkla öldüren kimse, maktulün hak ettiği diyete vâris olamaz ise de malına varis olur. Bu hüküm, Mâlik, Evzâ'î, Ebûsevr ve Şâfi'î'ye aittir. Süfyân-ı Sevrî ve Ebû Hanîfe'ye, hattâ Şâfi'î'nin başka bir kavline göre gerek kasden, gerek hatâ ile öldüren kimse, öldürdüğünün ne malına, ne de diyetine vâris olur. [47]

İmam-ı Mâlik, öldürülen kişinin, ölüm sırasında: "Kanım, falanın üzerindedir, beni falan adam vurdu" şeklindeki sözünün doğru kabul edileceği görüşündedir. Maktulün bu sözüne "Kasâme" denilir. Fakat Şâfi'î'nin de dahil olduğu çoğunluk, maktulün bu sözünün, doğru ve yalan olma ihtimali bulunduğunu; aleyhine kesin kanıt olmadan sanığın kanının masum olduğunu ileri sürerek Mâlik'in bu görüşünü reddet*mişlerdir. [48]

"Kasâme "nin geçerli olabilmesi için levs gerekir. Levs: maktulün sözü üzerindeki zannı, kuşkuyu giderecek bir emâre(kanıt)dır. Meselâ doğru söyleyen birinin, öldürme olayını gördüğüne tanıklık etmesi, ya da maktulün kanlar içinde çırpınırken yanında bulunan sanığın üstünde öldürme belirtilerinin bulunması gibi[49] Konunun ayrıntıları fıkıh Kitâblarını ilgilendirir. [50]

dost1
14. January 2009, 03:22 PM
Bildikleri Gerçeği Gizlemeleri:


Kendilerine Kitâb verdiklerimiz, onu, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar, ama yine de onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler. (Bakara: 92/146)'ncı âyetinde de kendilerine Kitâb verilmiş olanların, Hz. Muham-med'e indirilen vahiyleri, oğullarını tanıdıkları gibi tanıdıkları, fakat içle*rinden bir grupun, bile bile hakkı gizledikleri anlatılmaktadır.

759- indirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti -biz Kitâb 'da insanlara açıkça belirttikten sonra- gizleyenler (var ya), işte onlara hem Allah la'net eder, hem bütün la'net edebilenler la'net eder. 160- Ancak tevbe edip uslananlar, (gerçeği) açıklayanlar başka. Onları bağışlarım. Çünkü ben tevbeyi çok kabul edenim, çok esirgeyenim. 161- Ama âyet*lerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüş olanlar, işte Allah 'in, meleklerin ve tüm insanların la'neti onların üstünedir. 162- Sürekli la'net içinde kalırlar. Ne kendilerinden azâb hafifletilir, ne de onlara fırsat verilir. (Bakara: 92/159-162)

Bu âyetlerde de Kitâbda Allah'ın açıklamış olduğu gerçekleri gizle*yenlere Allah'ın ve bütün la'net edenlerin la'net edeceği, ancak tevbe edip uslanan ve gerçekleri açıklayanları Allah'ın affedeceği; fakat inkâr edip kâfir olarak ölenlerin, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların sürekli la'netine uğrayacakları belirtilmektedir.

Bu âyetlerin, Tevrat'ta Hz. Peygamber'in vasıflarını okuyup bildikleri halde onu gizleyen Yahûdîler hakkında indiği rivayet edilir. Yahudilerin, Hz. Peygamber'in gerçek peygamber olduğunu bildiklerine dair elimizde pek çok kanıt vardır. Bu konuda tarih Kitâbları ittifak halindedir. İslâm'dan önce uzun süre birbirleriyle komşu olarak yaşayan Medîneli Araplarla Yahûdîler arasında zaman zaman çıkan kavgalarda Yahûdîler yenildik-le-rinde: "Bizim söylediklerimizi doğrulayan bir peygamberin gelme zamanı yaklaştı. Biz onunla birlik olup sizi, Âd ve İrem toplumlarının öldürüldüğü gibi öldüreceğiz!" dedikleri ve son zamanda gelecek peygamberin yüzü hürmetine Allah'a: "Ya Rabbi, evsâfını Tevrat'ta gördüğümüz âhir zamanda gelecek peygamberle bize yardım eyle!" şeklinde du'â ettikleri rivayet edilir.

Yahudilerin beklediği, kendi dinlerini kaldıracak bir peygamber değil, uluslarını dünyâya egemen kılacak kurtarıcı, karizmatik bir Mesîh (kral) idi. Onların bu beklentisi, daha sonra îsâ'nın gökten inmesini beklemekte olan Hıristiyan lara ve müslümanlara ve gizli imam bekleyen Şîîlere geçmistir.

Bu âyetler, Yahudiler hakkında inmiş olsa da anlamları geneldir; hakkı gizleyen herkesin Allah'ın la'netine uğrayacağını belirtmektedir. Hakkı gizlemek, insanın başına la'net yağdırır. Allah'ın dinine dair bir şey bilen, onu bilmeyenlere öğretmek, soranlara doğrusunu söylemek zo*rundadır. Dilini eğip bükmeden, olduğu gibi dosdoğru söylemelidir. Yüce Allah bütün Kitâb sahiplerinden bu hususta kesin söz almıştır: "Allah, bir zaman kendilerine Kitâb verilenlerden, onu açıklayacaksınız, gizleme*yeceksiniz diye kesin söz almıştı." [51] Dünyâ çıkarı karşılığında gerçeği gizle*yen veya değiştirenler en acı sonuca uğrarlar: "Allah'ın indirdiği Kitabı gizleyip de onu az bir paraya satanlar karınlarına ateşten başka bir şey yemiyorlar. Allah, Kıyamet günü onlara konuşmayacak, onları temizleme-yecektir. Onlar için acı bir azâb vardır" [52]

Hakkı gizlemek, risâlet görevinin geçersiz kalmasına yol açar. Bu ise tüm insanlığın mahvına neden olur. Bundan dolayı hakkı gizlemek, Allah'ın ve bütün la'net edebilenlerin la'netine müstahak kılacak ölçüde ağır bir günâhtır. İnsan, şahsına özgü bir günâh işleyip de tevbe ederse Allah onu affeder. Fakat Allah, hakkı gizleyenleri, indirdiği dini ve hidâyeti tahrif edenleri yalnız kendi la'netiyle değil, la'net edebilecek herkesin la'netiyle cezalandırır. [53]

dost1
14. January 2009, 03:22 PM
Allah'ın Buluttan Gölge İçinde Gelmesi:


210- Onlar, ille buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin gelmesini ve işin bitirilmesini bekliyorlar değil mi? Halbuki bütün işler tekrar Allah'a döndürülüp götürülecektir. 211-İsrâîloğullanna sor; onlara nice açık âyetler verdik. Kim, Allah'ın ken*disine gelen nimetini değiştirirse bilsin ki, Allah'ın cezası çetindir.(Bakara: 92/210-211)

92/210'ncu âyet, Allah'ın ve meleklerin beyaz buluttan gölgeler arasında gelip kendilerine doğrudan hitabetmesini bekleyen kimselere karşı azar niteliğinde bir sorudur. Böyle bir mu'cizevî olayı gördükleri halde inanmayanların, Allah'ın, ötedenberi süregelen yasası uyarınca derhal helak edilecekleri vurgulanmaktadır.

Bu âyet de yine Yahudilerin inatçı, uzlaşmaz, olumsuz tutumlarıyla ilgilidir. Çünkü onlar, Tûr'da Allah'ın, bulut gölgeleri arasında Musa'ya göründüğünü söylüyorlardı. [54]

Eğer Yahudiler hakkında ise âyet, onların gördükleri takdirde inan*mayacakları için derhal mahvolacakları bir mu'cize beklediklerini; inan*mamak için böyle muhal bir şeyin olmasını istediklerini anlatmaktadır. Bu isteğin, Kureyş kâfirlerinden gelmiş olması da muhtemeldir. Çünkü onlar da çeşitli vesilelerle Allah'ın kendilerine gösterilmesini, meleklerin indirilmesini, üstlerine gökten hazineler açılmasını istemişlerdir. Furkân: 42/21, İsrâ: 50/92, Hûd: 52/17, En'âm: 55/8'nci âyetleri, onların bu tuhaf isteklerini anlatmaktadır. Kureyş in bu istekleriyle İsrâîloğlu atalarının, Hz. Musa'ya: "Allah'ı bize açıkça göster!" [55]"Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız"[56]demeleri arasında bir ilişki kurulmuş, onların başına gelen azabın, böyle isteklerde bulunan bütün insanların da başına geleceği anımsatılmıştır. Çünkü mu'cizeyi gördükleri halde inanmayanlar derhal helak edilegelmişlerdir. Ayrıca Allah'ı insanın görmesi mümkün değildir. Değil sıradan insan, Mûsâ gibi yüksek bir peygamber dahi Allah'ın dağa tecellîsi karşısında bayılıp düşmüştür. Tecellîsi, insanı değil, Dağı dahi paramparça eden, hallaç pamuğu gibi atan yüce Allah'ı görmek nasıl mümkün olabilir?

211'nci âyette İsrâîloğullarına nice âyetlerin verilmiş olduğu, fakat buna rağmen onların ni'metini değiş*tirip Allah'a karşı nankörlük ettikleri; Allah'ın ni'metlerini değiştirenlerin Allah'ın çetin azabına uğrayacakları belirtilmektedir. [57]

dost1
14. January 2009, 03:25 PM
Hz. Muhammed'den Mu'cize İstekleri:


53- /STifâfc ehli, senden, kendilerine gökten bir Kitâb indirmeni istiyorlar. Mûsâ 'dan bundan daha büyüğünü istemişler: "Allah'ı bize açıkça göster!" demişlerdi. Haksızlıklarından dolayı derhal onları yıldırım yakalamıştı. Sonra kendilerine açık deliller gelmişken buzağıyı (tanrı) tutmuşlardı. Bundan da vazgeçtik ve Mûsâ 'ya açık bir yetki verdik. 154- Söz vermeleri için Tûr'u üzerlerine kaldırdık ve onlara: "Secde ederek kapıdan girin!" dedik. Ve onlara: "Cumartesi(yasakları)nı çiğnemeyin!" dedik. Ve onlardan sağlam bir söz aldık. 155- Sözlerini bozmalarından, Allah'ın âyetlerini inkâr etmelerinden, haksız yere peygamberleri öldürmelerinden ve "Kalblerimiz kılıflı" deme*lerinden ötürü (başlarına belâlar getirdik). Hayır (kalbleri kılıflı değil), fakat inkârlarından ötürü Allah o kalblerin üzerini mühürlemiştir. Artık pek az inanırlar. 156- Küfürlerinden ve Meryem'e büyük bir iftira atmala*rından; 157- "Biz Allah 'in elçisi, Meryem oğlu îsâ Mesîh 'i öldürdük!" demelerinden ötürü (kendilerini yıldırım çarptı.) Oysa onu öldürmediler ve asmadılar; fakat (bu iş) onlara benzer (kuşkulu) yapıldı. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan yana tam bir kuşku içindedirler. O hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Onu yakînen (kesin biçimde) öldürmediler (onu öldürdüklerini kesinlikle bilemediler). 158- Hayır, Allah onu kendisine yükseltti. Allah daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir. 159- Andolsun, Kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce ona inanacak olmasın. Kıyamet günü de O (îsâ), onların aleyhine şahit ola*caktır. 160- Yahudilerin yaptıkları zulümlerden, çok kimseyi Allah yolundan çevirmelerinden dolayı kendilerine helâl kılınmış temiz ve hoş şeyleri onlara yasakladık. 161- Menedildikleri halde faiz almalarından ve haksız yere insanların mallarını yemelerinden ötürü (böyle yaptık). İçlerinden inkâr edenlere de acı bir azâb hazırladık. 162- Fakat içlerinden ilimde derinleşmiş olanlar ve müminler, sana indiriline ve senden önce indirilene inanırlar. O namazı kılanlar, zekâtı verenler, Allah'a ve âhiret gününe inananlar var ya, işte onlara büyük bir mükâfat vereceğiz. (Nisa: 98/153-162)

Bu âyetlerde Peygamber dönemindeki İsrâîloğullarının, sırf inat ve demagoji için Hz. Muhammed'den, kendilerine gökten bir Kitâb indirme*sini istedikleri belirtildikten sonra Peygamber'i teselli için onların, Musa'ya ve ondan sonra gelen peygamberlere karşı olumsuz davranışları anımsa*tılmaktadır:

Onlar, Musa'dan, Allah'ı kendilerine açıkça göstermesini istemişler, bu haksız isteklerinden dolayı gürültüye yakalanmış, korkudan bayılıp düşmüşlerdi. Allah'ın affıyla bu durumdan kurtulduktan sonra altun bu*zağıya tapmışlar, peygamberler aracılığı ile Allah'a verdikleri kulluk, itaat sözünde durmadıklarından dolayı üstlerine Sînâ Dağı veya herhangi bir dağ kaldırılmış, belki deprem veya yer kaymasıyla dağ üstlerine düşecek gibi bir duruma getirilmiş, felâketi görünce pişman olup tevbe etmişler, ama sonunda yine tevbelerini unutup isyana dalmışlar, "Beyt-i Makdis'in kapısından Allah'a secde ederek girin", "Cumartesi günü avlanma yasağını

çiğnemeyin" gibi Tanrı buyruklarını dinlememişler; Allah'a verdikleri sözde durmadıklarından, Allah'ın âyetlerine karşı nankörlük ettiklerinden ve haksız yere peygamberleri öldürdüklerinden, Hz. Muhammed(s.a.v.)e dedikleri gibi daha önceki peygamberlere de "Bizim kalblerimiz, senin söylediklerine kapalı, kılıflıdır, boş yere uğraşma" deyip alay ettiklerinden ve Hz. Meryem'e de iftira ederek onu zina ile suçlamalarından, "Meryem oğlu îsâ'yı öldürdük" demelerinden, kendileri Allah'ın yolundan ayrıldık*ları gibi başkalarını da hak yoldan çevirdiklerinden, Kitâblarında kendi*lerine menedildiği halde tefecilik yapmalarından ve bâtıl (uygunsuz) yol*larla insanların mallarını yemelerinden dolayı İsrâîloğullarının başlarına felâketler geldiği gibi ayrıca onlara acı bir azâb da hazırlanmıştır. Yahûdî lerin başlarına gelecek alçaltıcı azabın, hiyânetleri yüzünden Kurayza ku*şatmasından sonra savaşçılarının idamı, kadın ve çocuklarının köle olarak satılması olduğu anlaşılıyor. Çünkü bu, onlar için cidden alçaltıcı bir azâb idi.

Fakat son âyette, İsrâîloğullarının hepsinin böyle kötü işler yapma*dığı, onlar içerisinde gerçek bilim adamları olan râsih âlimler ile mü'min-lerin, gerek Hz. Muhammed'e, gerek ondan önce gönderilmiş bulunan peygamberlere indirilene inananların; namazlarını kılıp zekâtlarını veren*lerin büyük ödüllere erecekleri vurgulanmaktadır. [58]

dost1
14. January 2009, 03:26 PM
İsrâîloğullannın oniki kabileye ayrılması:


760- fiiz onları oniki torun kabileye ayırdık. Kavmi kendisinden su isteyince, Musa'ya: "Asanla taşa vur!" diye vahyettik. Taştan oniki göze fışkırdı. Her kabile içeceği yeri bildi. (Ayrıca) Üzerlerine bulutla gölge yaptık ve onlara kudret helvasıyla bıldırcın eti indirdik: "Size ver*diğimiz güzel rızıklardan yeyin!" (dedik). Ama onlar (saptılar, haksızlık ettiler. Böylece onlar) bize zulmetmediler, fakat kendi kendilerine zulmediyorlardı. 161- Onlara: "Şu kentte oturun. Orada dilediğiniz yerden yeyin, (Allah 'a niyaz edip bizi) affet deyin ve secde ederek kapıdan girin ki hatâlarınızı bağışlayalım; biz iyilik edenlere daha fazlasını da vere*ceğiz." denildi. 162- İçlerinden zulmedenler, (söylediğimiz) sözü, kendile*rine söylenmeyen bir sözle değiştirdiler. Biz de haksızlık ettiklerinden dolayı üzerlerine gökten bir azâb gönderdik. (A'râf: 39/160-162)

Bu âyetlerde İsrâîloğullannin hayâtından başka bir sahne sergilen*mektedir: İsrâîloğulları, oniki şıpta (boya) ayrılmıştı. Bu olaylar, Ya'kûb'un oniki oğlundan türeyen nesillerdi. Bunlar çölde susuzluk çekince Musa'dan su istediler. Hz. Mûsâ, Allah'ın adıyla vurduğu zaman birçok mu'cize meydana getiren değneğini bir kayaya vurdu, kayadan her boy için bir kaynak olmak üzere oniki kaynak fışkırdı. Allah kızgın çölde yaşayan İsrâîloğullarının üzerine bulutla gölge yaptı, menn ve selva indirdi.

İbn Kesîr'in tefsirine göre menn, zahmetsiz olarak verilen bütün besinlerin adıdır. Fakat Tevrat'ın Çıkış Kitabının onaltıncı babından anlaşıldığına göre menn (man) "çölün yüzünde, toprağın üzerine kırağı gibi düşen, kişniş tohumu gibi beyaz, ballı yufka gibi lezzetli bir gıda" idi. Selva ise, ordugâhın üzerini kaplayan bıldırcınların etidir. [59]

İsrâîloğulları, Mısır'dan kurtulduktan sonra kendilerine, ataları Ya'*kûb'un yurdu olan Arz-ı Mukaddes'e girmeleri, orada oturan kâfir Amalika kavmiyle savaşmaları emredilmişti. Yılgınlık gösterdiler, savaşmadılar. Bu yüzden ceza olarak Allah, onları Tîh(çöl)e düşürdü. Kırk yıl Tîh'te kaldıktan sonra Nun oğlu Yûşa' komutası altında Beyt-i Mukaddes'e yürüdüler ve orayı fethettiler. Allah, onlara fethettikleri kentin kapısından secde ederek, yani böbürlenmeden, alçakgönüllülükle, Allah'a karşı boynu eğik bir vaziyette girmelerini ve girerken de "hitta (yani ya Rabbi bizi affet)" demelerini, kentte yani Kudüs'te oturmalarını, o münbit, bereketli topraklarda, diledikleri yerden yeyip Allah'a şükretmelerini emretti. Fakat onlar, söylemeleri emredilen sözü değiştirdiler hitta (bizi affet) yerine hinta (buğday, başağında dâne ver) dediler. Af ve merhamet dileyecekleri yerde maddî çıkar istediler. Kudüs'ün kapısından da uygun olmayan bir biçimde (kıçları üzerine emekleyerek, gururla) girdiler.

Hz. Peygamber'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İsrâîloğullarına: 'Beyti Mukaddes'in kapısından eğilerek giriniz ve hitta deyiniz' buyuruldu. Onlar ise kıçları üzerine emekleyerek girdiler ve (emrolundukları kelimeyi değiştirip) hinta, habbe fîşa'ara (bize buğday, başağında dâne ver) dediler." [60]

İbn Kuteybe'nin nakline göre Yahudilerin, hitta yerine koydukları kelimenin İbrânîcesi, kırmızı buğday anlamına gelen hittâ sum hâsa Esasen bunların, kendilerine emredilen sözü değiştirmeleri, mutlaka bir kelime yerine başka bir kelime söylemeleri anlamına gelmez. Kendilerine emredilenin tersine davranmaları da, Allah'ın buyruğunu değiştirmeleri demektir.

İşte Allah'ın buyruğuna karşı gelmeleri yüzünden başlarına Allah'ın azabı indi, hastalıklara, güçlük ve sıkıntılara uğradılar.

Burada anlatılanların büyük bir kısmı Kitâb-ı Mukaddes'in Çıkış, Sayılar, Tesniye Kitâblarında çok ayrıntılı olarak anlatılır. Bunlar, ibret üslubuyla orada anlatılanların özetidir. Ancak orada geçen, peygamberlere yakışmayacak iş ve sıfatlar, Kur'ân-ı Kerîm'de yer almamıştır.

: Allah, Isrâîl oğullarından söz almıştı ve içlerinden on iki başkan göndermiştik... (Mâide: 110/12)

Mâide: 110/12'nci âyette Allah'ın, İsrâîloğullarına oniki nakîb gön*derdiği bildirilmektedir. Nakîb bir şeyi araştıran kimse demektir. Toplumun haliyle ilgilendiği için lidere de nakîb denilir. Tevrat'ın Sayılar Kitabının birinci ve ikinci bablarında Yahûdî kabileleri ve bunların başkanları anlatılmaktadır. Allah'ın hikmetine bakınız ki İsrâîloğullarının başına oniki nakîb tayin edilmişti. Akabe gecesinde de Allah'ın Elçisi'ne, Medîneli oniki nakîb bey'at etmiştir.

Bu âyet, tasavvufta velîler hiyerarşisine mesned yapılmış; şî'îler de âyeti oniki imam inançlarına temel yapmışlardır. [61]

80- Ey İsrâîloğulları, biz sizi düşmanınızdan kurtardık ve Tûr'un sağ yanında, (Mûsâ ile konuşmayı) size vahdettik; üzerinize kudret helvasıyle bıldırcın indirdik. 81- "Size verdiğimiz rızkın temizlerinden yeyin, ama bu hususta taşkınlık etmeyin; sonra gazabım üzerinize iner, kimin üstüne gazabım inerse artık o, düşmüş(mahvolmuş)tûr. 82- "Ve Ben, tevbe eden, inanan ve yararlı iş yapan, sonra da yola gelen kimseye karşı çok bağışlayıcıyimdir." (Tâhâ: 45/80-82)

Bu âyetlerde Allah'ın, İsrâîloğullarına verdiği ni'metler anımsatıl*maktadır: Buradaki hitab, kuvvetli olasılığa göre Firavun'un zul-münden kurtulmuş olan İsrâîloğullarına söylenen sözlerin hikâyesi(nakli)dir. İsrâîl*oğullarına hitaben, Allah'ın, kendilerini düşmanlarından kurtardığı, Tûr'un, yani Dağın sağ yanında onlar için Mûsâ ile konuşmaya söz verdiği, üzer*lerine menn ve selva indirdiği, kendilerine verdiği güzel rızıklardan yeme*lerini, fakat rızık hususunda taşkınlık yapmamalarını, kendilerine verilenin dışına çıkmamalarını, hakları olmayan rızıklara saldırmamalarını, aksi takdirde gazabının, taşkınlık yapanları mahvedeceğini, tevbe edip inanan ve güzel işler yapan, doğru yola gelenlere karşı da çok bağışlayıcı olduğunu buyurduğu anlatılmaktadır.

Bulutu üstünüze gölgelik çektik, size kudret helvası ve bıldırcın indirdik: "Size verdiğimiz güzel rızıklardan yeyin," (dedik). Ama onlar bize değil, kendi kendilerine zulmediyorlardı. (Bakara: 92/57)

Bu âyette belirtildiğine göre de tîh(çöl)de İsrâîloğullarının üzerine bir bulutla gölge yapılmış ve ağaçlardan kendilerine bol bol reçineler verilmişti. Alî ibn EbîTalha'nın Abdullah ibn Abbâs'tan aktardığı tefsîre göre el-menn, ağaçlara inen, İsrâîloğullarının beslendiği gıda idi. Türkçe ye kudret helvası diye çevirdiğimiz el-menn't çeşitli anlamlar verilmiştir. Katâde'ye göre bulundukları yerde İsrâîloğullarının üzerine inen kardan beyaz, baldan tatlı bir şey yağardı. Tan yerinin ağarmasıyla güneşin doğması arasında yağan bu gıdaya el-menn denmiştir. Sabahleyin herkes, bir günlük yiyeceğini alır, onunla ertesi güne kadar geçinirdi.

Müfessirlerin kimi el-menn'i yenecek, kimi de içilecek şey diye tefsîr etmiştir. Âyetin ruhundan anlaşılıyor ki el-menn, İsrâîloğullarına, çalışmadan, zahmet çekmeden verilen yiyecek ve içeceklerdir. Yalnız bir tek çeşit besin değildir. Zahmetsiz olarak kendilerine verilen bütün besin*lerin adıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.): "cj*U Kem'e (mantar) menn'dendir, suyu göze şifâdır." [62]

Demek ki Cenabı Hak, İsrâîloğullarına gökten bolluklar vermiş, ağaçlardan akan reçineleri, üstlerinden uçan bıldırcınları kendilerine nzık olarak ihsan etmiş, onlara daha başka bereketler vermişti. Fakat onlar bu ni'metlerin de kadrini bilmemiş, haksızlık etmiş, yoldan çıkmışlardır. Ama doğru yoldan çıkmalarının zararı yine kendilerine dokunmuş, haksızlıkları kendi toplumlarını perişan etmiştir. Zira insanların yaptıkları kötülükler Allah'a zarar vermez, kendilerini mahveder. İnsan taşkınlık yapmak, edep sınırını aşmakla hem dünyada, hem de âhirette kendi geleceğini berbad eder. Yaptığı kötülükler kendi ayağına dolanır.

Aynı şeyler biraz üslûp farkıyla Bakara: 58-61'nci âyetlerde de anlatılmaktadır: [63]

dost1
14. January 2009, 03:27 PM
Kendilerine Söylenen Sözü Değiştirmeleri:


58- Demiştik ki: "Şu kente girin,oradan dilediğiniz yerde bol bol yeyin; secde ederek kapıdan girin ve "hitta (ya Rabbi, bizi affet)" deyin ki, biz de sizin hatâlarınızı bağışlayalım, biz güzel davrananlara daha fazlasını da veririz. 59- Derken o zalimler, onu, kendilerine söylenenden başka bir sözle değiştirdiler. Biz de yaptıkları kötülüklerden dolayı o zulmedenlerin üzerine gökten bir azâb indirdik. 60- Bir zaman da Mûsâ, kavmi için su (yağmur) istemişti: "Asanla taşa vur," demiştik. Bunun üzerine taştan on iki göze fışkırmıştı. Her bölük,

kendi içecekleri pınarı bilmişti: "Allah'ın rızkından yeyin, için ve yer*yüzünde bozgunculuk yaparak (şuna buna) saldırmayın." (demiştik.) 61-Hani siz demiştiniz ki: "Ey Mûsâ, biz bir yemeğe dayanamayacağız, bizim için Rabbi'ne duâ et de bize yerin bitirdiği sebzesinden, acurundan, sa*rımsağından, mercimeğinden, soğanından çıkarsın." (Mûsâ): "İyi olanı, daha aşağı olanla mı değiştirmek istiyorsunuz? Bir şehre inin, orada size istediğiniz var," demişti. Üzerlerine alçaklık ve yoksulluk damgası vuruldu; Allah'ın gazabına uğradılar. Öyle oldu, çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. İsyana dal*dıkları, sınırı aştıkları için bunu hak ettiler. (Bakara: 92/58-61)

58-61: "Karye": küçük, büyük yerleşim merkezine denilir. Kur'ân'da kent anlamında kullanılmıştır. Havuzda toplanan suya kıra " havuzun kendisine mikrât " su kanalına kariyy " konuklara ziyafet vermeğe de kıra denilir.

:60'ncı âyette yine İsrâîloğullarına lütfe*dilen ni'metlere: çölde susuzluk çeken İsrâîloğullarına, Musa'nın mu'cizevî değneğini kayaya vurmasıyla, oniki İsrâîloğlu kabilesinden her birine ayrı ayrı su sağlamak üzere, kayadan oniki gözenin fışkırdığına işaret edil*mektedir.

İsrâîloğulları bu çölde Allah'ın lütfettiği kudret helvası, bıldırcın eti gibi külfetsiz rızıklara, kayalardan fışkıran mu'cizevî sulara rağmen tek tip yiyeceğe dayanamadılar, sebze, acur, soğan, sarmısak, mercimek gibi besinler istediler. Oysa istedikleri, kendilerine lütfedilenin altında olan şeylerdi. Bundan dolayı Hz. Mûsâ onlara: "Siz, daha üstün olanı, daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Öyle ise şehre inin." dedi.

Gerçi İsrâîloğullarının, orada yedikleri, tek tip gıda idi ama, onda Allah'ın lütfü ve o hayatta Allah'ın feyzi vardı. Onun ma'nevî değeri çok büyüktü. Öteki besinler her yerde bulunabilirdi fakat o İlâhî feyiz ve ni'metler başka yerde bulunamazdı. Elbette tek tip gıda, insana yeterli değildir. Fakat bu gıda bir İlâhî lütuf olarak, külfetsiz veriliyor ve onunla insan ruhuna feyiz ve huzur doluyorsa ondan hayırlı bir rızık olamaz, öylesine geçirilen bir hayattan daha üstün bir hayat bulunamaz. Ama onlar, içinde yaşadıkları bu mutluluğun kadrini bilemediler. İsrâîloğul*larına, gitmeleri emredilen mısr, burada nekire (belirsiz) olduğu için Filistin kentlerinden herhangi bir kent demektir. Meşhur Mısır anlamına gelmez.

Oradan ayrıldılar, fakat saptılar, Allah'ın gazabına uğradılar. Üzer*lerine alçaklık ve meskenet binası kuruldu. Yenilgiye uğradılar, ağır vergiler altında kaldılar. Çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar, haksız yere peygamberleri öldürüyorlar, isyan ediyorlar, haddi aşıyorlardı. Sınırı aşan, haktan sapan her toplumun uğrayacağı sonuç da yenilgidir, zillettir.

61'nci âyette geçen kıssa kelimesi, bizim Anadolu'da küte dediğimiz hiyar türünden bir sebzedir. [64] Bunu Türkçeye kabak diye çevir*mişlerdir. Halbuki yanlıştır, çünkü kabağın Arapçası "Ca"dır[65] Sanıyorum ki küte kelimesi, Arapça kıssa'mn Türkçe söylenişidir. Genelde buna acur denilir.

Derken o zalimler, onu, kendilerine söylenenden başka bir sözle değiştirdiler. Biz de yaptıkları kötülüklerden dolayı o zulme*denlerin üzerine gökten bir azâb indirdik. (Bakara: 92/59)

Bazı müfessirler, bu âyetten, Hadîs nakli konusunda şu sonucu çıkarıyorlar: İbâdet, dinde aktarılan sözlerin ya kendisiyle veya anla*mıyla yapılır. O sözü başka bir anlam verecek biçimde değiştirmek caiz değildir. Mâlik, Şâfi'î ve Ebû Hanîfe gibi bilginlere göre: hadîsi anlam olarak aktarmak caizdir, bazılarına göre de caiz değildir. Bunun caiz olmadığını söyleyen hadîsçilerden bir grup, hadîsin lafzında bir değişiklik yapmayı caiz görmezler. Hattâ onlar, melodili (melhûn) olarak duydukları sözü yine melhûn olarak öğretmişlerdir. Onlara göre hadîsin sözlerini anlam olarak nakil doğru olmadığı gibi, kelime düzeninde takdim ve te'hîr yapmak veya kelime ilâve etmek veya çıkarmak suretiyle nakil de caiz değildir. Tabii pratikte bunun müm*kün olmadığını bilen bilginlerin çoğunluğu, hadîsi anlam olarak aktar*mayı caiz görmüşlerdir. Bu görüşte olan Kurtubî şöyle diyor:

Sahâbîler, aynı olayı değişik sözlerle aktarmışlardır. Onlara göre önemli olan hadîsin kalıbı değil, anlamıdır. Onlar hadîsleri yinelemeğe ve bunları yazmağa değer vermemişlerdi. Vasile ibn el-Eska: "Biz Allah'ın Elçisi'nin bize söylediği her şeyi size nakletmiş değiliz. Bun*ların anlamı size yeter." demiştir. Katâde 'nin rivayetine göre de Zürâre ibn Evfa şöyle demiştir: " Peygamber (s.a.v.)in birkaç sahâbîsine rastladım, hepsi de bana aynı mânâyı değişik sözlerle anlattılar". Hasan-ı Basrîve Şa'bî,hadîsi anlamıyle naklederlerdi. Hasan: "Anlamı alırsan sana yeter." demiştir. Süfyân-i Sevrî de: "Size, 'hadîsi duyduğum gibi size aktarıyorum' dersem, bana inanmayın. Ben anlamı aktarıyorum" demiştir.

Esasen Allah dahi böyle yapmış, Kitabında geçmişlerin haberle*rini çeşitli yerlerde değişik sözlerle anlatmıştır ama hepsinin anlamı birdir. Ayrıca bu kıssaları, kendi dillerinden (yani Kitâb-ı Mukad*des'teki İbranî dilinden) Arapçaya geçirmiş, te'hîr, ilâve ve noksan ile aktarmıştır. Yabancı sözleri Arapça sözlerle değiştirmek caiz ol*duğuna göre Arapça sözleri de yine Arapça aynı anlamı veren sözlerle değiştirmek de caizdir.

Kurtubî: "Peki ama ilk rivayet eden şahsa, Peygamber'in sözünü kendi sözleriyle değiştirmek caiz olursa, ikinci râvî için de birincinin sözlerini kendi sözleriyle değiştirmek caiz olur. Bu ise hadîsin anla*mının değişmesine, ortadan kalkmasına yol açar. Zira aradaki farklar çok ince ve gizlidir. Fark edilmeyen bu nüanslar, hadîsin anlamının değişmesine yol açmaz mı?" sorusuna: değiştirmenin, ancak aynı anla*mı verecek biçimde yapılabileceği, aksi takdirde caiz olmadığı şeklinde yanıt veriyor." [66]

Gerçekte bu itirazın gayet yerinde olduğu ve mânâ ile aktarılan hadîslerde mânâların, râvîlerin yaşadıkları çağın ve ortamın şartlarına göre biçimlendiği ve o çağın düşünce yapısını yansıttığı gayet açıktır. Bunun binlerce örneği ve kanıtı vardır.

İsrâîloğulları, kendilerine böylesine lütuflarda bulunan Allah'a karşı nankörlük etmişler, Hz. Musa'nın sağlığında dahi altından yapılan bu*zağıya tapınışlardır. Yani içlerini dünyâ tutkusu sarmıştır. [67]

dost1
14. January 2009, 03:27 PM
Musa'nın Peygamberliği ve Kendisine verilen Kitap ve mu'ci-zeler:


Haydi, varın ona deyin ki: "Biz senin Rabbinin elçileriyiz; İsrâîloğutlarını bizimle gönder, onlara azâbetme. Biz Rabbin-den sana bir âyet getirdik. Esenlik, hidâyete uyanlaradır." (Tâhâ: 45/47) 2- Biz Mûsâ'ya Kitâb verdik ve onu İsrâîloğullarına "Benden başka bir vekil tutmayın!" diye bir kılavuz yaptık. 3- Ey Nuh ile beraber (gemide) taşıdıklarımızın çocukları, doğrusu o (Nûh), çok şükreden bir kuldu. (Siz de atanız gibi olun.) 4- Kitâb'da İsrâîloğullarına şu hükmü verdik: "Siz o ülkede iki kere fesat çıkaracaksınız ve büyük bir yükselişle yükseleceksiniz (çok kabarıp kibredeceksiniz). 5-Birincisinin zamanı gelince üzerinize güçlü, kuvvetli kullarımızı gönderdik, evlerin aralarına girip (sizi) araştırdılar. Bu, yapılması gereken bir va'd idi. 6- Sonra tekrar size, onları yenme imkânı verdik ve sizi mallarla, oğullarla destekledik ve savaşçılarınızı çoğalttık. 7- İyilik ederseniz, kendi*nize iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz, o da kendi aleyhinizedir. Son taşkınlığınızın zamanı gelince (yine öyle kullar göndeririz) ki, yüzle*rinizi kötü duruma soksunlar (üzüntüden suratlarınızın asılmasına sebeb olsunlar) ve ilk kez girdikleri gibi yine Mesdd'e (Kudüs'e) girsinler ve ele geçirdiklerini mahvetsinler. 8- (Bundan sonra) Belki Rabbiniz size acır, ama siz (bozgunculuk yapmaya) dönerseniz, biz de (sizi cezalandırmağa) döneriz. Cehennemi, kâfirler için kuşatıcı (bir zindan) yapmışızdır! (İsrâ: 50/2-8)

Bu âyetlerde yüce Allah'ın, Musa'ya verdiği Kitabı İsrâîloğullarına rehber kıldığı ve Kitapta onlara: Ey Nûh ile beraber gemide taşıdıklarımızın çocukları, benden başka kimseyi koruyucu tutmayın!" dediği anlatılmaktadır.

Musa'ya verilen Kitâb Tevrat'tır. 2'nci ve 4'ncü âyetlerde geçen el-Kitâb, Yahudilerin ellerinde bulunan Kutsal Kitâbtır. Yüce Allah, o Kitâb'da Yahudilere olan buyruklarını ve uyarılarını anımsatmaktadır.

Kutsal Kitâb'da onlara yeryüzünde iki kere bozgunculuk ve zorbalık yapıp yükseleceklerinin yani böbürleneceklerinin bildirildiği; birincisinin zamanı geldiğinde yani birinci bozgunculuk ve zorbalıklarında Allah'ın, onların üzerine çok güçlü kullarını gönderdiği ve onların, İsrâîloğullarının evlerine girip yurtlarına hakim olduğu; sonra İsrâîloğullarına yine fırsat verdiği; mal ve evlât verip onları güçlendirdiği; son bozgunculuklarının zamanı gelince de yine Allah'ın gönderdiği kulların, ma'bedlerine girip yurtlarını tahrîbettikleri; Allah'ın, yine de onlara acıyacağı, ama kötü eylemlere döndükleri takdirde onları tekrar cezalandıracağı bildirilmiştir.

7'nci âyet üzerinde iki ihtimal vardır:

Güze/ hareket ederseniz kendi yarar imzadır, kötülük ederseniz, o da kendi zar ar imzadır. Son taşkınlığınızın zamanı gelince Allah, yine öyle kullar gönderdi ki yüzlerinizi kötü yapsınlar (yani sizi üzüntüden somurtur duruma soksunlar), birinci kez girdikleri gibi yine Mescid'e (Kudüs'e) girsinler ve üzerine çıktıkları şeyleri tahrîbetsinler." Bu mânâya göre âyet, geçmişte olan bir olayı nakletmektedir.

İkinci ihtimale göre âyetin anlamı şöyledir: "Güzel hareket ederseniz kendi yarar imzadır, kötülük yaparsanız kendi zararınızadır. Son taşkın*lığınızın zamanı gelince (üzerinize yine düşmanlar göndeririz) ki yüzlerinizi kötü yapsınlar ve birinci kez girdikleri gibi yine Mescid'e girsinler ve üzerine çıktıkları şeyi tahrîbetsinler." Bu ihtimâle göre âyet, ileride vukubulacak bir olayı haber vermektedir.

Bu âyetlerdeki hitâb, Tevrat'ın hitabının naklidir. Peygamber (s.a.v.) devrindeki Yahudilere âit değildir. Buna göre ileride vukubulacağı söylenen olay, Kur'ân'ın indiği zaman için değil, Tevrat'taki bu âyetlerin veya sözlerin geldiği zaman içindir. Yani Allah, İsrâîloğullarına, birinci zorba*lıkları sırasındaki cezalandırmasından ibret alıp uslandıkları, güzel davran*dıkları takdirde kendileri için iyi olacağını, aksi takdirde tekrar kötülük, zorbalık yaparlarsa yine üzerlerine düşmanlar saldırtıp yurtlarını tahrîbet-tireceğini ve kendilerini üzüntü içinde bırakacağını bildirmek suretiyle on)an uyarmaktadır. Daha doğrusu İsrâîloğullarını, kendi Kitâbla-nnda böyle uyardığı hatırlatılmaktadır.

Bu âyetler, yine ibret olmak için İsrâîloğullarının Kitabı Tevrat'tan. İsrâîloğullan tarihiyle ilgili parçaları, öğütleri özetlemektedir. Bu âyetlen. Kur'ân indikten sonraki olaylara işaret sayıp bunlardan birtakım rumuzlu.

kehanetli anlamlar çıkarmak, gerçeğe uygun değildir. Zaten 4'ncü âyette, bunların Kitâb'ta yani Tevrat'ta kaza edildiği, yani yazıldığı buyurulmak-tadır.

Bu âyetlerde özetlenen durum, Levililer Kitâbı'nın 26'ncı babında çok daha ayrıntılı olarak anlatılmaktadır ki özeti, Kur'ân'in anlattıklarıdır. Orada şöyle deniyor:

"Kendinize putlar yapmayacaksınız ve kendiniz için oyma put ve dikili taş dikmeyeceksiniz ve önünde secde etmek için memleketinizde resimli taş kurmayacaksınız; çünkü ben Allanınız Rabbim...

"Eğer kanunlarımda yürürseniz ve emirlerimi tutarsanız ve onları yaparsanız; o zaman yağmurlarınızı vakitlerinde göndereceğim ve yer mahsulünü verecek ve kırın ağaçları meyvalarını verecekler... Ve mem*lekete selâmet vereceğim ve yatacaksınız ve sizi korkutan olmayacak ve kötü hayvanları memleketinizden kaldıracağım ve memleketinizde kılıç geçmeyecek(savaş olmayacaktır. Ve düşmanlarınızı kovalayacaksınız ve önünüzde kılıçla düşecekler. Ve sizden beş kişi, yüz kişiyi kovalayacak ve sizden yüz kişi, on bin kişiyi kovalayacak ve düşmanlarınız önünüzde kılıçla (vurulup) düşecekler. Ve yüzümü size çevireceğim, sizi semereli edeceğim ve sizi çoğaltacağım...

"Fakat beni dinlemez ve bütün bu emirlerimi yapmazsanız;... ben de size şunu edeceğim: Dehşeti gözleri söndüren ve canı yıprandıran veremi ve sıtmayı üzerinize koyacağım ve tohumunuzu boş yere ekecek*siniz ve o(ektiğiniz)i düşmanlarınız yiyecek. Yüzümü size karşı koyacağım ve düşmanlarınızın önünde vurulacaksınız, sizden nefret edenler, üzerinize hükümdar olacaklar; ve sizi kovalayan yokken kaçacaksınız. Ve eğer bunlarla da beni dinlemezseniz, o zaman suçlularınız için sizi yedi kat daha tedib edeceğim (cezalandıracağım). Ve kuvvetiniz gururunu kıra*cağım; ve göklerinizi demir gibi (yağmursuz) edeceğim...

"Ve eğer bana karşı yürür ve beni dinlemeğe razı olmazsanız, suçlarınıza göre üzerinize yedi kat daha belâ getireceğim...Ve benim tarafımdan bunlarla da ıslâh edilmezseniz, ben de size karşı yürüyeceğim ve ben de suçlarınız için sizi yedi kat vuracağım. Ve üzerinize ahdin öcünü alan kılıcı getireceğim (düşmanlarınızı size saldırtacağım). Ve şehirlerinize toplanacaksınız ve aranıza veba göndereceğim ve (sizi) düşman eline vereceğim.

"Ve eğer bununla da beni dinlemezseniz ve bana karşı yürürseniz; o zaman ben size karşı öfke ile yürüyeceğim; ben de suçlarınız için sizi yedi kat tedib edeceğim. Ve oğullarınızın etini ve kızlarınızın etini yiyecek*siniz. Ve yüksek yerlerinizi yıkacağım ve güneş putlarınızı devireceğim ve leşlerinizi putlarınızın leşleri üzerine koyacağım ve canım sizden nefret edecek... Ve sizi milletler arasında dağıtacağım ve ardınızdan kılıç çeke*ceğim ve diyarınız ıssız olacak ve şehirleriniz çöl olacaklar.

"Ve siz düşmanlarınızın diyarında iken bütün ıssızlık günlerinde, diyar o zaman Sebtlerinin tadını alacak; o zaman diyar rahat edecek ve Sebtlerinin tadını alacak; bütün ıssızlık günlerinde siz orada otururken Sebtlerinizde görmediği rahatı görecekler. Ve sizden artakalanlara gelince düşman memleketlerinde onların yüreklerine korkaklık vereceğim. Ve yelin sürüklediği yaprağın sesi onları kovalayacak ve kılıçtan kaçar gibi kaçacaklar ve kovalayan yokken düşecekler. Ve düşmanlarınız önünde durmağa kudretiniz olmayacak. Ve millet arasında helak olacaksınız ve düşmanlarınızın diyarı sizi yiyecek ve sizden artakalanlar, düşman mem*leketlerinde fesatlarında yıpranacaklar...

"Ve bana karşı ettikleri suçlarındaki fesatlarını ve babalarının fesa*dını, bana karşı yürüdüklerinden ötürü benim de onlara karşı yürüdüğümü ve onları düşmanlarının memleketine getirdiğimi ikrar edecekler. Eğer o zaman sünnetsiz yürekleri alçalırsa, o zaman fesatlarının cezalarına razı olurlarsa; ben de Ya'kûb'la olan ahdimi hatırlayacağım... Ve diyarı hatır*layacağım. Diyar da onlar tarafından bırakılacak... Ve fesatlarının cezasına razı olacaklar; çünkü hükümlerimi reddettiler ve canları kanunlarımdan nefret etti. Ve bununla beraber düşman memleketlerinde oldukları zaman, onları tamamen yok etmek ve kendileriyle olan ahdimi kırmak üzere kendilerini reddetmeyeceğim ve onlardan nefret etmeyeceğim; çünkü ben onların Rabbiyim; ve onların Allah'ı olmak için kendilerini Mısır diya*rından milletlerin gözü önünde çıkarmış olduğum atalarının ahdini onlar uğruna hatırlayacağım; ben Rabbim." [68]

Açıkça görüldüğü üzere bu âyetler, Hz. Peygamber dönemindeki Yahudilere değil, eski Yahûdîlere âit olayları anlatmaktadır ve hitab da, Tevrat'taki hitabın naklidir. Daha doğrusu âyetler, Tevrat'taki bazı parçaları, ibret için özetlemektedir. Bundan dolayı âyetlerin, Hz. Peygamber döne-mindeki Yahudilerle bir ilgisi yoktur. Bu âyetlerden, Peygamber döne-mindeki ve daha sonraki Yahûdîlerin geleceği hakkında anlamlar çıkarmak, kesin bir mânâ ifade etmez.

Âyetlerin ifadesine göre İsrâîloğulları, güçlerince zorbalığa, haksız*lığa başlamışlar; Allah da güçlü kullarını onların üzerine saldırtmış; yurt*larını istîlâ ettirmiş; İsrâîloğullarının birinci zorbalığı böyle cezalandırıl*mıştır.

Tefsirlere göre İsrâîloğullarının birinci zorbalığı, Eş'iyâ[69]yı öldürme*leri, yahut Ermiyâ[70]ı hapsetmeleri, yahut da Tevrat'ın hükümlerine ters düşmeleridir. Bunun üzerine yüce Allah, Buhtenasar (Nabukodnesar) ve askerlerini, ya da Câlût'u onların üzerine saldırtmak suretiyle onları ceza*landırmıştır. İsrâîloğullarının ikinci bozgunculuğu da Zekeriyya oğlu Yah-yâyı öldürmeleridir ki Yahûdî krallarından Hirodes'in, Yahya'yı zindana attırdığı, İndilerin baş taraflarında yer almıştır. Sebebi de Yahya'nın, Hirodes'in kötülüklerine karşı koyması ve bu kötülük ve günâhlarından ötürü kendisini kınaması idi. [71] Bunun üzerine Allah, onlara yurtlarını yıkıp harabeden düşmanları saldırtmıştır. [72]

Âyetler, İsrâîloğullarının iki kere güçlenip zorbalık ettiklerini, bunun üzerine Allah'ın, onlara düşmanlar saldırtarak onları cezalandırdığını söy*lüyor. Herhalde âyetlerde işaret edilen, İsrâîloğulları tarihinde çok önemli iki olaydır. Yoksa İsrâîloğulları tarihinde güçlenmeler, yenilmeler çok olmuştur. İsrâîloğulları tarihinde iki olay özellikle çok önemlidir:

1) Milattan önce sekizinci yüzyıl sonlarında Asur Kralları, İsrâîl*oğulları yurdunu istîlâ edip Filistin'in büyük kısmına hükmeden İsrâîl devletini yıkmış, halkını sürmüş, yerlerine ülkelerinden getirdikleri toplu*lukları yerleştirmişlerdir.

2) İkincisi de Milâttan önce altıncı yüzyılın ilk yarısında Babil Kralı Nabukodnesar tarafından, "Yahûdâ Devleti"nin yıkılması, başkenti Orşelim'in yıkılıp halkının Bâbil'e sürülmesidir.

Yine tarihin kaydına göre bu olaydan sonra İsrâîl devleti, Şam Bölgesine hakim olan Yunanlılar tarafından iki kez istilâya uğramış, Yahu*dilere işkence edilmiştir. Bu da Milâttan önce üçüncü yüzyıl ile birinci yüzyıl arasında olmuştur. Yahûdî devleti, Milâttan önce birinci yüzyıl ortalarında da Romalıların istilâsına uğramıştır. Sonra Babil devletini yıkan Fars Kralı Kuruş, Yahudileri serbest bırakıp Filistin'e göndermiştir. Filis*tin'e dönen Yahudiler, başkentlerini onarmış, ma'bedlerini yenilemişlerdir. Fakat yine şımarıp taşkınlıklara başlamışlar, bu kez de Sulukiler Devleti tarafından yenilip ezilmişlerdir. Tekrar güçlenmişler, bu kez de Milâttan sonra birinci yüzyılda Romalıların saldırısına uğramışlar, başkentleri yı*kılmış, ma'bedleri harabedilmiş, birçok insanları öldürülmüştür. Böylece şansları ters dönen Yahûdîler dağılmışlar, ma'bedleri haram kalmıştır. Kur'ân indiği zaman Yahûdîler bu durumda idiler[73]

707- Andolsun biz Mûsâ 'ya açık açık dokuz âyet (mu'cize) vermiştik. İşte İsrâîloğullarına sor: Mûsâ onlara gelmiş Firavun ona: "Ey Mûsâ, ben seni büyülenmiş sanıyorum" demişti. 102- Mûsâ dedi ki: "Bunları, ancak göklerin ve yerin Rabbinin, (benim doğruluğumu gösteren) deliller olarak insanlara indirdiğini pekala bildin. Ey Firavun, ben de seni mahvolmuş görüyorum. 103- Firavun onları o ülkeden sürüp çıkarmak istedi, biz de onu, yanındakilerle birlikte toptan boğduk. 104- Onun ardından İsrâîloğullarına: "O ülkede oturun, âhiret zamanı gelince hepinizi toplayıp bir araya getireceğiz," dedik. (İsrâ: 50/101-104)

55- Andolsun biz Mûsâ ya hidâyet verdik ve İsrâîloğullarına Kitabı mîrâs kıldık. 54- (O,) Sağduyu sahiplerine bir yol gösterici ve öğüttür. (Mü'min: 61/53-54) âyetlerinde de Allah'ın Musa'ya hidâyet verdiği, sağ*duyu sahipleri için rehber ve öğüt olan Kitabı İsrâîloğullarına mîras bıraktığı vurgulanır.

16- Andolsun biz, İsrâîloğullarına Kitâb, hüküm (hikmet ve hükümranlık) ve peygamberlik verdik, onları güzel rızıklarla besledik ve onfarı âlemlere üstün kıldık. 17- Ve onlara bu (din) iş(in)de açık deliller verdik. Onlar kendilerine bilgi geldikten sonra sadece aralarındaki aşırılık (ve kıskançlık) yüzünden ayrılığa düştüler. Şüphesiz, Rabbin Kıyamet günü, ayrılığa düştükleri şey*lerde onlar arasında hüküm verecektir. (CâSiyö: 65/16-17)

Bu âyetlerde Allah'ın, İsrâîloğullarına Kitap, hükümranlık ve pey*gamberlik verdiği; onları Mısırlılara tutsaklıktan kurtarıp (doğu) Mısır topraklarına egemen kıldığı, çeşitli ni'metlerle Beslediği ve o zaman kendi çevrelerinde yaşayan kavimlere üstün kıldığı; din konusunda onlara açık kanıtlar verdiği; tevhîd dinini onlara vahiy yoluyla açık açık bildirdiği anlatılmaktadır. Fakat İsrâîloğulları, kendilerine gerçek geldikten sonra aşırılık ve kıskançlık yüzünden kendi aralarında ayrılığa düşmüşler, çeşitli inançlara sapmışlardır. Allah, Kıyamette onlar arasında hüküm verecek, haklıyı ve haksızı ortaya çıkaracaktır.

Burada, 16'ncı âyette de Allah'ın, İsrâîloğullarını "âlemlere üstün kıldığı" belirtilmektedir. Daha önce de belirttiğimiz üzere bu ifade, Mûsâ dönemindeki İsrâîloğullarının, çevredeki kavimlere galip geldiğini anlatır. Bu, o zamana özgüdür. İsrâîloğullarının her zaman diğer uluslardan üstün olduğunu belirtmez. Çünkü Kur'ân, üstün ırk kabul etmez. Kur'ân'a göre insanların en üstünü ve en değerlisi, Allah'tan en çok korkanlardır.

" 23- Andolsun biz, Mûsâ 'ya Kitâb vermiştik. Sakın onun kavuşmasından kuşkuya düşme. Onu isrâîloğullarına yol gösterici yaptık. 24- Sabrettikleri ve âyetlerimize kesinlikle inandıkları zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten önderler yetiştirmiştik. (Secde: 75/23-24)

Bu âyetlerde fâsıkların inkârına üzülen Hz. Muhammed (s.a.v.) teselli edilerek, Allah'ın, daha önce Musa'ya Kitabı verdiğini, o Kitabın Musa'ya ulaşmasından veya ondaki hikmetlerin kendisine ulaşmasından kuşku etmemesini; Allah'ın, o Kitabı İsrâîloğullarına yol gösterici kıldığını;

İsrâîloğullarından sabreden ve Allah'ın âyetlerine inananları, yol gösterici önderler yaptığını bildirmektedir.

Demek ki İsrâîloğullarından, Kitabın âyetlerine uyup bu yolda sab*redenler nasıl doğru yola götüren liderler yapılmış iseler, Allah'ın indirdiği bu âyetlere inanıp bunların hakim olması için sabredenler de öyle liderler olacaklardır. Böylece bu âyetlerle önceki âyetler arasındaki bağlantı ortaya çıkmaktadır.

24'ncü âyet, sabrettikleri zaman İsrâîloğulları içinden Allah'ın buyruğuyla doğru yola ileten önderler yetiş*tirildiğini bildirmektedir. Onlar, Allah'ın buyruklarını yapmağa azmet*tikleri ve bu yolda sabrettikleri zaman önder ve hâkim olmuşlardır. Ama dinin ruhundan ayrılmağa başlayınca liderlik vasfını kaybetmişlerdir.

Bu âyetten sabrın önemi de anlaşılmaktadır. Bazı bilginler: "Sabır ve yakîn (kesin îmân) ile dinde imamlık derecesine erişilir" demişlerdir. [74]

dost1
14. January 2009, 03:28 PM
Çeşitli Olumsuz Davranışları:


87- Andolsun, Musa'ya Kitabı verdik, arkasından peygamber gönderdik. Meryem oğlu îsâ 'ya da açık deliller verdik ve onu Rûhü'l-Kudüs ile destekledik. Ne zaman ki, bir peygamber, size canınızın istemediği bir şey getirdiyse büyüklük taslamadınız mı? Kimini yalanla*dınız, kimini de öldürüyordunuz? 88- "Kalblerimiz, perdelidir," dediler. Hayır, ama inkârlarından dolayı Allah onları lanetlemiştir, artık çok az inanırlar. 89- Ne zaman ki, onlara Allah katından, yanlarında bulu-nan(Tevrât)ı doğrulayıcı bir Kitâb(Kur'ân) geldi, daha önce inkâr edenlere karşı yardım isteyip dururlarken o bildikleri (Kur'ân) kendilerine gelince onu inkâr ettiler; artık Allah'ın laneti, inkarcıların üzerine olsun! 90-Allah'ın, kullarından dilediğine lütfuyla (vahiy) indirmesini çekemeyerek, Allah 'in indirdiğini inkâr etmek için kendilerini ne alçak şeye sattılar da gazab üstüne gazaba uğradılar. İnkâr edenler için alçaltıcı bir azâb vardır. 91- Onlara: "Allah'ın indirdiğine inanın!" denilse, "Bize indirilene ina*nırız." derler, ötesini kabul etmezler. Halbuki o, kendi yanlarında bulunanı doğrulayıcı bir gerçektir. De ki: "Gerçekten inanıyor idiyseniz neden daha önce Allah'ın peygamberlerini öldürüyordunuz? 92- Andolsun Mûsâ, size açık deliller getirmişti, sonra onun ardından tuttunuz buzağıya taptınız; siz öyle zalimlersiniz işte!" 93- Bir zaman üzerinize Tûr(Dağı'n)ı kaldırıp sizden kesin söz almıştık: "Size verdiğimiz şeyi kuvvetle tutun, dinleyin!" (demiştik). "Dinledik ve isyan ettik." dediler. İnkârlarıyla kalblerine buzağı sevgisi içirildi. De ki: "Eğer inanan kimseler iseniz, imanınız size ne kötü şey emrediyor." (Bakara: 92/87-93)

742- İnsanlardan bazı beyinsizler: "Onları üzerinde bulundukları kıbleden çeviren nedir?" diyecekler. De ki: "Doğu da batı da Allah'ındır. O, dilediğini doğru yola iletir."... 145- Sen Kitâb verilenlere her türlü âyeti (mucizeyi, delili) getirsen yine onlar senin kıblene uymazlar; sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Sana gelen ilimden sonra onların keyiflerine uyarsan, o takdirde sen, mutlaka zalimlerden olursun. (Bakara: 92/142,145) âyetlerinde 4e, bir süre kendilerinin döndüğü Kudüs tarafına dönüp namaz kılan Peygamber'in, Allah'ın emri uyarınca Ka'be tarafına yönelmesinden rahatsızlık duyduklarına ve bu olayı müslümanlar aleyhine kullanmaya çalıştıklarına işaret edilmektedir. Ayrıntı için Kıble maddesine bakılabilir.

92'nci sûre olan Bakara Sûresinde açıkça İsrâîloğularının anıldığı âyetler: 40,47,83,122,211,246'ncı âyetlerdir.

Âl-i İmrân: 94/49'ncu âyette Hz. îsâ'nın, İsrâîloğullarına mu'cizeler gösteren bir elçi olarak gönderildiği belirtilmektedir. [75]

dost1
14. January 2009, 03:29 PM
İsrâiloğlu Din Adamlarının, İctihâdlanyla Dini Daraltmaları:


: Tevrat indirilmeden önce, İsrail'in kendisine haram kıldığı şeyler dışında, İsrâîloğullarına bütün yiyecekler helaldi. De ki: "Doğru iseniz, Tevrat'ı getirip okuyun." (Âl-i İmrân: 94/93)

İsrâîl,Ya'kûb'un unvanıdır. Tevrat'ın Tekvîn Sifrinin 32'nci babında Ya'kûb'a İsrâîl adının verildiği belirtilmektedir. Bu âyette, Hz. Ya'kûb'un, kendi kendisine haram kıldığı şeyler dışında bütün yiyeceklerin İsrâîl*oğullarına helâl olduğu belirtilmektedir. Bunun aksini iddia edenlerin, Tevrat'ı getirip okumaları buyurulmakta ve Allah'a yalan uyduranlar, zâlim yani haksız insanlar olarak nitelendirilmektedir. Tevrat, Hz. Ya'kû-b'dan çok sonra inmiştir. Tevrat'ta haram olan her şeyin Ya'kûb zamanında haram olması gerekmez. İbrâhîm ise Allah'ı birleyen bir kimse olarak tavsif edilmekte, onun, Allah'a ortak koşanlardan olmadığı açıklanmak*tadır.

Kur'ân'ın, İsrâîl (Ya kûb)un kendisine haram kıldığı yiyecek hak*kında işaret ettiği olayın, Tekvin Sifrinin 32'nci babında anlatılan olay olduğu anlaşılmaktadır.

Harran'da Paddan-aram 'da oturan dayısı Laban 'm yanından anayur*duna dönen Ya'kûb, "Gece kalkıp iki karısını ve iki cariyesini ve onbir çocuğunu aldı ve Yabbok geçidini geçti... Ve Ya'kûb yalnız başına kaldı ve seher sökünceye kadar bir adam onunla güreşti. Ve onu yenmediğini görünce, uyluk başı incindi. Ve dedi: Bırak gideyim, çünkü seher vakti oluyor. Ve dedi: Beni mübarek kılmadıkça seni bırakmam. Ve ona dedi: Adın nedir? Ve o dedi: Yakup. Ve dedi: Artık sana Ya'kûb değil, ancak İsrâîl[76] denilecek. Çünkü Allah ile ve insanlarla uğraşıp yendin. Ve Ya'kûb sorup dedi: Rica ederim, adını bildir. Ve dedi: Adımı niçin soruyorsun? Ve orada onu mübarek kıldı. Ve Ya'kûb o yerin adını Peniel koydu. Çünkü Allah'ı yüz yüze gördüm ve canım sağ kaldı, dedi. Ve Penuel'i geçtiği zaman güneş üzerine doğdu ve uyluğu üzerinde aksıyordu. Bunun için bugüne kadar İsrâîloğulları uyluk başı üzerindeki kalça adalesini yemezler; çünkü Ya'kûb'un uyluk başına kalça adalesine dokundu." [77]

Yahudilere bütün tırnaklı(hayvan)lan haram ettik. Sığır ve koyunun da, yağlarını onlara haram kıldık, yalnız(hayvanların) sırtlarının, yahut bağırsaklarının taşıdığı, ya da kemiğe karışan yağlarını haram etmedik. Aşırılıkları yüzünden onları böyle cezalandırdık. Biz elbette (söyledikle*rimizi) doğru söyleyenleriz. (En'âm: 55/146)

: 160- Yahudilerin yaptıkları zulümlerden, çok kimseyi Allah yolundan çevirmelerinden dolayı kendilerine helâl kılınmış temiz ve hoş şeyleri onlara yasakladık. 161- Menedildikleri halde ribâ almalarından ve haksız yere insanların mallarını yemelerinden ötürü (böyle yaptık). İçlerinden inkâr edenlere de acı bir azâb hazırladık. (Nisa: 98/160-161)

Bu âyetlerde Yahûdîlere de bütün güzel yiyeceklerin helâl olduğu, fakat onların dinde aşırılığa kaçmaları, haksızlık ve taşkınlık yapmaları yüzünden onlara helâl olan birçok şeyin haram kılındığı; bu cümleden olarak tırnaklı hayvanların etlerinin; sığır ve koyunun kemiğe sırt ve barsaklarındaki ile kemiğe karışan yağları dışındaki bütün iç yağlarının haram kılındığı; dinde aşırı gitmeleri yüzünden haramlar genişletilerek onların böyle cezalandırıldığı belirtilmektedir.

İşte Kur'ân'da gerek müşriklerin, gerek Yahûdî yorumcularının çoğallıtkları bütün haramlar kaldırılmış ve âyetlerde belirtilen dört et çeşit ürünü dışında bütün etlerin helâl olduğu vurgulanmıştır. Yüce Allah, insan*ların eliyle dinlere sokulan aşırılıkları kaldırmak, insanları orijinal tevhîd yasalarına iletmek üzere gönderdiği Elçisi'ni: Onlara güzel şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kılar. Üstlerine binen yükleri, kendilerini bağlayan (bâtıl inançlardan oluşmuş) zincirleri kaldırıp atar."(Afraf: 39/157) şeklin*de nitelendirmektedir.

Hz. Peygamber (s.a.v.), yağ, peynir ve yaban eşeğinin helâl olup olmadığı sorusunu şöyle yanıtlamıştır: "Helâl, Allah'ın, Kitabında helâl kıldıklarıdır. Haram da O'nun, Kitabında haram kıldıklarıdır. Hakkında bir şey söylemeyip sustuğu şeyler de affettiklerindendir (mübâh kıldığı şeylerdir)." buyurmuştur. [78]

Aslında Âl-i İmrân: 94/93, En'âm: 55/146, Nisa: 98/160'ncı âyetlerin belirttiği üzere İsrâîloğullarına da bütün yiyecekler ve güzel şeyler helâldi. Sonra Ya'kûb, bir ru'yâ üzerine kendisine bir yasak koydu: "Oyluk ke-miğindeki eti yememeyi" adadı. [79]İşte ondan sonra gelenler onun sadece kendi durumu ile ilgili bir adağı genel bir hüküm yaptıkları gibi, daha birçok yasaklar da koydular. Bu yanlış davranışları, dinin zorlaşmasına neden oldu. İnsanların koydukları yasaklar Tanrı buyruğu diye din Kitâblarına geçti ve topluma yerleşti, kolay din zorlaştı. İşte En'âm: 55/146, Nisa: 98/160'ncı âyetlerde Yahudilere haram kılınan bu hayvanların, aslında haram olmadığı, fakat onların dinde aşırı gitmelerinin cezası olarak bunların haram kılındığı belirtilmektedir. Yani aslında bunlar haram değildi, fakat din adamları, kendi kıyâs ve ictihâdlarıyla bunların haram olduğunu söylediler. Din Kitâblarına öyle yazıldı ve böylece insan mantalitesinden çıkan bu hükümler, sosyolojik olarak Allah'ın hükmü imiş gibi dine yerleşti. İşte âyetlerde bu sosyolojik kamuoyunun, Tanrı buyruğu haline geldiğini belirtmek için, Allah'ın, onları cezalandırmak üzere bunları onlara haram kıldığı belirtilmektedir. Bunları Allah haram kılmamıştı, ama onlar bunların haram olmasını istediler. Böylece bunlar haram haline geldi, demektir.

Şimdi Tevrat'a bir göz atalım:

"Hiçbir mekruh şey yemeyeceksin. Yiyebileceğiniz hayvanlar şunlar*dır: Sığır, koyun ve keçi, geyik ve ceylan ve sığır ve dağ keçisi ve karaca ve ahu ve dağ koyunu ve hayvanlar arasında tırnağı yarık ve tırnağı

çatlak olan ve geviş getiren her hayvanı yiyebilirsiniz- Fakat deve, ve tavşan ve kaya porsuğu, çünkü geviş getirirler fakat çatal tırnaklı değildirler; onlar size murdardır; ve domuz, çünkü çatal tırnaklıdır, fakat geviş getirmez- O size murdardır. Bunların etinden yemiyeceksiniz ve leşlerine dokunmıyacaksınız-"[80]

"Sularda olanların hepsinden şunları yiyebilirsiniz: Bütün kanatlı ve pullu olanları yiyebilirsiniz ve bütün kanatsız ve pulsuz olanları yeme*yeceksiniz, bunlar size murdardır." [81]

"Bütün temiz kuşları yiyebilirsiniz. Fakat onlardan yemiyeceğiniz şunlardır: Kartal ve tavşancıl ve karakuş ve toy ve şahin ve cinsine göre çaylak ve cinslerine göre bütün kargalar ve devekuşu ve buhu ve kukuma ve cinsine göre (her türlü) atmaca, küçük baykuş ve büyük baykuş ve saka kuşu ve akbaba ve karabatak ve leylek ve cinsine göre balıkçıl ve hüdhüd ve yarasa ve bütün kanatlı haşerat size murdardır; yenilmeyeceklerdir [82]

"Ve yer üzerinde sürünen bütün haşerat mekruhtur, yenilmiyecektir. Yerde sürünen haşeratın hiçbirini, karnı üzerinde sürünenlerin ve dört ayak üzerinde yürüyenlerin ve çok ayağı olanların hiçbirini yemiyeceksiniz, çünkü onlar mekruhtur (haramdır)." [83]

"Ancak bunlardan ayakları üzerinde sıçrayabilecek bacakları bulu*nanlar yenilebilir: Cinsine göre (her türlü) çekirge, ve cinsine göre solam ve cinsine göre hargal ve cinsine göre hagob[84] yenilebilir. Fakat dört ayağı olan kanatlı haşeratın hepsi sizin için mekruhtur." [85]

Çatal tırnağı olan ve tırnağı yarık olmayıp geviş getirmeyen hayvanlar murdardır. Onlara dokunan adamlar da murdar olur. Dört ayaklı hayvanlar arasında pençeleri üzerinde yürüyen her hayvan murdar olduğu gibi, bun*ların leşine dokunan insanlar da murdar olur. Sürüngen haşerat arasında gelincik, fare, her türlü kertenkele, bukalemun murdardır. [86]

Özellikle Tevrat'a dayanılarak yazılmış olan Mişnâ'yı okuyunca insan, bizim fıkıh kitaplarını okuyor hissine kapılmaktadır. Bundan da Kur'ân'ın söylemediği şeyleri dine sokan ulemâ ve fukahânın nerelerden esinlen-dikleri; aslında bu tür rivayetlerin, müslüman olmuş Kitap ehlinden bazı kimselerin akıllarındaki inanç ve görüşlerinin nasıl hadîs haline ge*tirildiği ortaya çıkmaktadır.

Yahudilere tırnaklı hayvanların haram kılındığını söyleyen En'âm 55/146'ncı âyetin tefsirinde Abdullah ibn Abbâs: "Tırnaklıdan kasıt, yalnız devedir, başka bir rivayete göre de deve ve devekuşudur." demiştir. Abdul*lah ibn Müslim'e göre tırnaklılar, gagalı kuşlar, pençeli hayvanlardır.

Tırnaklı hayvanların tefsiri ne olursa olsun Kur'ân, bunların yahû-dîlere haram kılındığını söylüyor ama, müslümanlara da haram kılındığını söylemiyor. Müslümanlara haram kılınanların, sadece dört cins et olduğunu, ayrı ayrı zamanlarda inmiş olan dört âyette vurguluyor. Böyle iken fakîh-lerimizin Tevrat, Mişnâ ve Talmud'da anlatılanları ya doğrudan veya dolaylı yoldan alıp Kur'ân hükmü gibi şerîat kitaplarına geçirmeleri, Kur'ân'ın açtığı geniş yolu daraltmaktan başka nedir?

Fahre'd-dîn Râzî şöyle diyor: "Âyette anılan zufur genel anlamda tırnak değil, gagalı ve vahşî hayvanların yırtıcı, paralayıcı pençeleridir. Çünkü gaga yırtıcı kuşların, canavarların, köpeklerin, kedilerin paralayıcı âletleridir. Yırtıcı hayvanlar ve gagalı kuşlar, Yahudilere haram idi. Onlara haram olan bu şeyler müslümanlara haram değildir. Yırtıcı hayvanlar içinde paralayıcı dişleri olanların ve gagalı kuşların haram olduğu hakkında rivayet edilen haber zayıftır. Çünkü bu haber, Allah'ın Kitabına aykırı, tek kişi yoluyla gelen bir haberdir. Mâlik de bu görüştedir. Bu görüşte olan Mâlik'in düşüncesi güçlüdür. [87]

dost1
14. January 2009, 03:30 PM
Tefecilikleri:


Nisa: 98/161. âyette, kendilerine yasaklanmış olan ribâ almaları ve haksız olarak halkın malını yemeleri yüzünden Allah'ın, Yahudilerin nankörlerine acı bir azâb hazırladığı vur*gulanmaktadır. Âl-i İmrân: 94/75. âyetinde de belirtildiği üzere Yahudiler, özellikle yabancıların mallarını hileli yollarla yemekte bir sakınca gör*müyorlar: Ümmîlere karşı bize bir sorumluluk yoktur" diyorlardı. Tevrat'ta aynen şöyle deniyor:

"Para faizi olsun, zahire faizi olsun, yahut ödünç verilen her şeyin faizi olsun, faizle kardeşine ödünç vermeyeceksin. Yabancıya faizle ödünç verebilirsin." [88]

Kur'ân-ı Kerîm, Yahudilerin, men'edildikleri halde ribâ almalarını kınamaktadır. Kur'ân'ın bu ifadesinden iki anlam çıkar: Ya Yahûdîler Tevrat'ın hükmünü çiğneyip yalnız yabancılardan değil, kendi kardeşle*rinden de faiz almaya başlamışlar; ya da Tevrat faizi kesinlikle yasakladığı halde, faiz alabilmek için zaman içinde Tevrat'a "Yabancıya faizle ödünç verebilirsin" hükmünü sokmuşlardır.

Gerçek Yahûdî dininde faizin kesinlikle yasak olduğu anlaşılmak*tadır. Çünkü faiz insanlara haksızlıktır, zenginin fakiri ezmesi demektir. Peygamberler ne kendi kardeşlerine, ne de yabancıya zulmedilmesine müsâade etmezler. Tevrat'ın başka bir yerinde "Garibe gadretmeyeceksin, çünkü sen de Mısır'da garîb idin"[89] deniyor. Dâvûd: "Parasını faize vermez ve suçsuza karşı rüşvet almaz" diyor. [90]Hezekiel de şöyle demiş: "Faizle para vermez ve murabaha kârı almaz. Elini kötülükten alıkor." [91] Görülüyor ki Yahûdî peygamberleri, mutlak olarak faizi yasaklamışlardır. Burada yabancıdan faiz alınacağına dair bir işaret yoktur. Ama Tevrat, tam olarak orijinalini koruyamadığı ve Hz. Musa'dan çok sonra derlenebildiği için, yabancılardan faiz alınabileceği hükmü zamanla Tevrat'a girmiş olabilir.

Demek ki asıl Tevrat'ta herkese karşı haksızlık, gadr yasaklanmıştır ama onlar, Tevrat'ın kesin faiz yasağını çiğneyip yabancılara haksızlık etmeyi, yabancılardan faiz almayı helâl saymışlardır.

Kur'ân-ı Kerîm, yabancılardan faiz almayı da kınadığına göre İs*lâm'da her türlü faiz işlemi haramdır. Bazı kimseler, "İslâm ülkesi olmayan yerlerde faiz almanın helâl olduğu"nu söylemişlerdir. Bu görüş, İslâm'ın ruhuna aykırıdır. Çünkü böyle bir düşünce, "Ümmîlere (yabancılara) karşı bize bir sorumluluk yoktur (onlardan faiz almamız helâldir)." diyerek yaban-cıdan faiz almayı sakıncalı görmeyen Yahûdî düşüncesinden fark*sızdır.

105- "Allah'a karşı gerçekten başkasını söylememek, benim üzerime borçtur. Size Rabbinizden açık deliller getirdim, artık İsrâîloğ ullarını benimle gönder!" 134- ... Üzerlerine azâb çökünce: "Ey Mûsâ, dediler, sana verdiği söz hakkına bizim için Rabbine duâ et; eğer bizden azabı kaldınrsan, muhakkak sana inanacağız ve mutlaka İsrâîloğ ullarını seninle beraber göndereceğiz!"

137- Hor görülüp ezilmekte olan milleti de içini bereketlerle donattığımız yerin, doğularına ve batılarına mirasçı kıldık. Rabbinin İsrâîloğ utlarına verdiği güzel söz, sabretmeleri yüzünden tam yerine geldi. Firavun'un ve kavminin yapageldiği şeyleri ve yükseltmekte oldukları sarayları (ve bahçeleri) de yıktık.

138- İsrâîloğ ullarını denizden geçirdik, kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar: "Ey Mûsâ, dediler, (bak) bunların tanrıları gibi, bize de bir tanrı yap!" (Mûsâ) dedi: "Siz, gerçekten cahil bir toplumsunuz." (A'râf: 39/105,134,137-138) [92]

dost1
14. January 2009, 03:30 PM
Musa'nın Kırk Gece İbâdeti ve Allah'tan Tevrat'ı Alması:


742- Mûsâ ile otuz gece (bana ibâdet etmesi için) sözleştik ve buna on gece daha kattık. Böylece Rabbinin tayin ettiği vakit, kırk geceye tamamlandı. Mûsâ, kardeşi Harun'a dedi ki: "Kavmim içinde benim yerime geç, ıslah et, bozguncuların yoluna uyma." 143- Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmağa gelip de Rabbi ona konuşunca: "Rabbim, bana (kendini) göster, sana bakayım!" dedi. (Rabbi) buyurdu ki: "Sen beni göremezsin; fakat dağa bak, eğer o yerinde durursa, sen de beni göreceksin!" Rabbi dağa görününce onu darmadağın etti ve Mûsâ da baygın düştü. Aydınca: "Sen yücesin, sana tevbe ettim, ben inananların ilkiyim!" dedi. 144- (Allah) Buyurdu ki: "Ey Mûsâ, Ben mesajımla (verdiğim vahiylerle) ve konuşmamla seni insanların başına seçtim; sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol!" 145- Öğüte ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa hepsini Mûsâ için levhalara yazdık: "Bunları kuvvetle tut, kavmine de emret, bunların en güzelini tutsunlar (bu buyrukları uygulasınlar); size, yoldan çıkmışların yurdunu (nasıl tarumar ettiğimi) göstereceğim!" (A'râf: 39/142-145)

A'râf. 39/142-143'ncü âyetlerde Musa'nın, kırk gece ibâdetten sonra yerine kardeşi Harun'u kavminin başına koyup Allah ile buluşmaya gittiği, fakat Musa'nın, Allah'ın konuşmasını duymakla yetinmeyip bizzat O'nu görmek istediği, yüce Allah'ın da: "Sen beni göremezsin; fakat dağa bak, eğer o yerinde durursa, sen de beni göreceksin!" dediği, Allah'ın tecellîsi karşısında dağın savrulup un ufak olduğu, Musa'nın da bu dehşet karşısında kendinden geçtiği, ayılınca tevbe edip: "Sen yücesin, sana tevbe ettim, ben inananların ilkiyim!" dediği anlatılmaktadır. [93]

dost1
14. January 2009, 03:31 PM
İsrâîloğullarından Mîsâk Alınması:


3- inanan bir kavim için Mûsâ ile Firavun'un haberlerinden bir parçayı, doğru olarak sana okuyacağız: 4- Firavun, o yerde ululandı (zorbalığa kalktı), halkını çeşitli gruplara böldü. Onlardan bir zümreyi (İsrâîloğullarını) zayıflatıyor, oğullarını kesiyor, kadınlarını sağ bırakıyordu, çünkü o, bozgunculardan idi. (Kasas: 49/3-4)

63- Bir zaman da sizin sözünüzü almış, üzerinize dağı kaldırmıştık: "Size verdiğimizi kuvvetle tutun, içinde olanı hatırlayın ki (azabımızdan) korunasınız," (demiştik). 64- Ardından yine dönmüştünüz; eğer Allah'ın size iyiliği ve merhameti olmasaydı, elbette ziyana uğrayan*lardan olurdunuz. (Bakara: 92/63-64)

Bu âyetlerde Allah'ın, İsrâîloğullarından söz aldığı ve kendilerine verdiği Kitâb'ı düşünüp uygulamaları için dağı üstlerine kaldırdığı, o durumda buyruklara uyacaklarına söz veren İsrâîloğullarının, daha sonra döndükleri, yine de Allah'ın, acıyarak onları cezalandırmadığı bildiril*mektedir.

Allah'ın, İsrâîloğullarından aldığı ahid, hitâbedilen toplumca bilindiği için izah edilmemiş, sadece adından söz edilmiştir. Hitâbedilen toplum, Hz. Peygamber devrindeki Yahûdîlerdir. Onlar bu olayları kendi Kitâbla-rında okur ve halka anlatırlardı. İşte Kur'ân onları uyanmağa davet için kendi din tarihleriyle ilgili bu olayları ana çizgileriyle kendilerine anım*satmaktadır. Kitâb-ı Mukaddes'te Allah'ın İsrâîloğullarından, peygam*berleri vasıtasıyla çeşitli zamanlarda aldığı söz anlatılmaktadır.

Dağın, kavim üzerine kaldırılması olayına elde bulunan Tevrat'ta rastlayamadım ama Allah'ın Musa'ya bulut direği içinde indiği, bu iniş sırasında orada bulunanların büyük sarsıntılar geçirdikleri çeşitli yerlerde anlatılır. Olay Tevrat'ta, Kur'ân'in işaret ettiği biçimde muhakkak vardı ama zamanla bu parçalar Kitâb'dan düşmüş olabilir. Yahut Hz. Peygamber devrindeki nüsha zamanla kaybolmuştur.

Burada Allah'ın Dağı üstlerine kaldırdığı, A'râf Sûresinde ise Dağın bir gölge gibi üstlerine kaldırıldığı, o kimselerin, dağın üstlerine düşeceğini sandıkları anlatılmaktadır. Allah dilerse bir mu'cize olarak Dağı insanların üstüne kaldırır. Ama Kur'ân-ı Kerîm'de "Allah'ın yasasında bir değişiklik bulamazsın"[94] buyurulduğu üzere Allah, genel yasasını değiştirmez. Dağı da genel yasası uyarınca bir deprem olayı ile İsrâîloğullarının üstüne kaldırabilir. Dağın eteğinde bulunan insanlar, Dağın üstlerine düşeceğini sanırlar ve bunun, kendi hatâ ve günâhları yüzünden ileri geldiğini anlayarak

Allah'a tevbe edip O'ndan mağfiret dilerler. Nitekim bazı bölgelerde dağ*ların kaydığı, eteğindeki evlerin yıkıldığı, insanların paniğe kapıldığı bilinen olaylardandır. Genellikle halk böyle durumlarda Allah'a yönelir, hatâ ve günâhlarından tevbe ederler. İşte bu âyetlerde, İsrâîloğullarının başına gelmiş böyle bir olay anlatılmaktadır.

Yalnız burada olay, bir mu'cize olarak anlatıldığına göre mutlaka olağan üstü bir tarzda cereyan etmiştir. Birçok olağanüstü şey vardır ki insanlar bunun farkına varmaz, tabii olay deyip geçerler. Gerçeği Allah bilir. Her şeyin bir dış sebebi vardır ama sebepleri yaratan Allah'tır. Bir olayın meydana gelmesini istediği zaman onun sebebini yaratır. Görünürde normal bir olay da olsa o, gerçek mu'cizedir.

63'ncü âyetin sonunda İsrâîloğullarına hitaben: "O Kitâb'da bulunan*ları düşünün ki korunasınız." buyurulmaktadır. Bu cümle üzerinde duran Reşîd Rızâ, şöyle diyor: "Bu cümle, Kur'ân'ı okurken gönülleri, akılları Kur'ân'dan hiç etkilenmeyen, sadece Kur'ân'ın kalıplarına, müziğine önem veren; davranışları Kur'ân'ın getirdiklerine aykırı olan kimselerin aleyhine bir kanıt taşımaktadır." Ve sözlerine kanıt olarak Gazalinin bir örnekle*mesini anıyor:

"Kimi tedebbürsüz (anlamını düşünmeden) çok Kur'ân okumakla aldanır.Fâtiha'nın ve diğer zikirlerin (âyetlerin) harflerini mahreçlerinden çıkarma vesvesesine kapılır. Şeddelere bastırır (ğunneler yapar), dât ile sâd'ın arasını ayırmağa, hasılı bütün namazında harflerin mahreçlerine özen göstermeğe çalışır. Bunun dışında bir amacı yoktur. Kur'ân'ın anla*mını, ondan öğüt almayı, esrarını anlamağa çalışmayı düşünmez. Gurur çeşitlerinin en çirkini budur. Çünkü halk, Kur'ân okurken harfleri mahreç*lerinden çıkarmakla yükümlü değildir. Kur'ân'ı, normal konuşma diliyle okurlar. (Ashâb-ı kiram da konuşma lehçesiyle Kur'ân okurlar, harfleri mahreçlerinden çıkarma gibi bir yapmacığa asla kaç-mazlardı). Bu mağ*rurların durumu, sultanın meclisine bir mektup götürüp orada okumakla görevlendirilen adamın durumuna benzer. Şimdi bu adam, mektubun ama*cını ve meclisin saygınlığını düşünmeden mektubun harflerini güzel çıkar*mağa ve mektubu tekrar tekrar okumağa kalkarsa aklını yitirmiş kabul edip onu deliler hastanesine gönderirler.

Başka bir grup da Kur'ân okumakla aldanmıştır. Öyle sür'atli Kur'ân okurlar ki gündüz ve gecede bir hatim yaparlar. Dillerinden Kur'ân sözleri geçer ama kalbleri başka vadilerde dolaşır. Kur'ân'ın anlamlarını düşün*mezler ki tehdidinden çekinsin, öğütünden öğüt alsınlar. Zannederler ki

Kur'ân'ın indirilmesindeki gaye, gaflet ile hemheme(paldır küldür okuma)-dır. Bunların durumu da bir köleye benzer ki efendisi ona bir mektup yazarak bazı şeyleri yapmasını, bazı şeyleri yapmamasını emretmiştir. Bu köle, mektubun içeriğini anlamağa çalışmaz da sadece sözlerini ezberler ve efendisinin emir ve yasaklarına aykırı gitmeğe devam eder. Ancak ezberlediği mektubu da her gün sesle, nağmeli olarak yüz kere okur. Bu köle cezaya müstahak olur. Çünkü mektuptan maksadın, onun içeriğini uygulamak değil, sözlerini okuyup tekrar etmek olduğunu zannederek aldanmıştır. [95]

Allah, İsrâîloğullarına amel ile yerleşecek olan zikri emretmiş ve

ardından da " Tâ ki korunasınız." buyurarak bunun yararını bildirmiştir ki bu yarar da kişinin, ruhunu Allah'tan korunmaya hazırla-masıdır. Çünkü eyleme devam, ruha daima Allah'ı düşünme yeteneğini yerleştirir. Böylece nefis temizlenir, râdıye ve mardıyye olur: "Sonuç korunmanındır. "[96]

83- fî/z İsrâîloğullarından şöyle söz almıştık: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, anaya-babaya, yakınlara, yetimlere, yok*sullara iyilik edeceksiniz. İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin!" Sonra siz, pek azınız hariç, döndünüz; hâlâ da yüz çevirip duru*yorsunuz. 84- "Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtları*nızdan çıkar-mayacaksınız?" diye sizden kesin söz almıştık; göre göre bunu kabul etmiştiniz. 85- Ama siz yine birbirinizi öldürüyorsunuz, sizden bir grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz; onlara karşı günâh ve düşmanlık yapmakta birleşiyorsunuz, onları çıkarmak size yasaklanmış iken (çıkarı*yorsunuz, sonra da) esir olarak geldiklerinde fidyelerini veriyor(kurtarı*yor )sunuz. Yoksa siz Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka nedir? Kıyamet gününde de (onlar) azabın en şiddetlisine itilirler. Allah yaptık-larınızı bilmez değildir. (Bakara: 92/83-85)

92/83-84'ncü âyette Yahûdîlere verilmiş olan on emir ve Hz. Mûsâ aracılığı ile bu buyruklara uyacakları hakkında onlardan alınan kesin söz anlatılmaktadır. Bu buyruklar şunlardır:

1) Allah'tan başkasına tapmayın, 2) Anaya-babaya iyilik edin, 3) Akrabaya iyilik edin, 4) Yetîmlere iyilik edin, 5) Yoksullara iyilik edin, 6) İnsanlara güzel söz söyleyin, 7) Namazı kılın, 8) Zekâtı verin, 9) Birbirinizin kanını dökmeyin, 10) Birbirinizi yurdunuzdan çıkarmayın.

Ana babaya iyilik, Allah'a ibâdetle birlikte anılmıştır. Çünkü insanı yaratan Allah, özenle büyüten, eğitip yetiştiren de ana-babadır. Bundan dolayı Allah hakkından sonra ana-baba hakkı gelir.

"el-Kurbâ": yakınlık anlamında masdardır. Zî'l-kurbâ, yakınlık sahi*bi, yani akraba olan insandır. Akrabaya iyilik de gerek Tevrat'ın, gerek Kur'ân'ın ortak buyruğudur.

"el-Yetâmâ": Yetîm'in çoğuludur. Babası ölmüş çocuğa yetîm deni*lir. Yetîme iyilik de İlâhî Kitâbların ortak emirlerindendir.

"el-Mesâkîn": Miskin'in çoğulu olan mesâkîn, yoksulluğun kendi*lerini hareketsiz bıraktığı, çok fakîr, zavallı kimselerdir. Peygamber (s.a.v.): "Dul ve miskin 'in yardımına koşan kimse, Allah yolunda cihâdeden, sürekli namaz kılan ve hiç ara vermeden oruç tutan gibidir"[97] buyurmuştur.

"İnsanlara güzel söz söylemek" de Tanrısal dinin temel buyruk-larındandır. Çünkü ancak böylece gönüller fethedilir, toplum ilişkileri düzelir. "İnsanın gerek iyilere, gerek kötülere karşı güzel sözlü, güler yüzlü olması; fakat dalkavukluktan, kötünün işlediği günâhlardan razı olma zannını uyandıracak sözler söylemekten kaçınmak gerekir. Yüce Allah, Mûsâ 'ya ve Hârûn 'a: "Firavun 'a yumuşak söz söylemelerini" emret*miştir. [98] Şimdi konuşacak hiç kimse Musa'dan ve Harun'dan üstün olmadığı gibi, hiçbir fâcir de Firavun'dan daha kötü değildir. Allah, fâcirlerin en kötüsü Firavun 'a dahi yumuşak söz söylenmesini emretmiş iken başkalarına nasıl kaba ve katı söz söylenir? Talha ibn Ömer şöyle demiştir: "Atâ'ya dedim ki:

Senin yanına çeşitli arzular taşıyan kimseler gelip toplanıyor. Ben ise sert bir adamım, onlara kaba söz söylüyorum.

Şöyle dedi:

Yapma, yüce Allah, insanlara güzel söz söylemeyi emrediyor. Güzel söz söylenecekler arasına Yahudiler, Hıristiyanlar da dahildir. Böyle iken müslümana karşı kaba konuşmak olur mu? [99]

"Namaz kılmak, zekât vermek" de İlâhî dinlerin ortak buyrukla-rındandır. 92/84-86'ncı âyetlerde Allah'ın, Yahudilerden birbirlerine destek olmaları, birbirlerini öldürmemeleri, birbirlerini yurtlarından sürmeyecek*leri konusunda mîsâk (söz) aldığı, bunu açıkça kabul ettikleri halde yine birbirlerini öldürmeğe ve yurtlarından sürmeğe devam ettikleri; kendi soydaşlarına karşı yabancılarla işbirliği yaparak haram işledikleri belirtil*mekte ve"Siz, Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyor*sunuz?" şeklindeki inkâr sorusunun ardından, böyle yapanların dünyâda perişan olacakları gibi âhirettte de azabın en şiddetlisine çarpılacakları; Allah'ın, onların yaptığından gafil olmadığı; âhireti verip dünyâyı almış olan o insanlardan azabın hiç hafifletilmeyeceği ve onlara hiç yardım edilmeyeceği vurgulanmaktadır.

Yesrib Yahûdîlerinden Nadîr Oğullarıyla Kaynuka Oğulları, Hazrec-lilerin; Kurayza Oğulları da Evs kabilesinin müttefiki olmuşlardı. Medi*ne'deki iki Arap kabilesi Evs ile Hazrec arasında zaman zaman, savaşa dönüşen anlaşmazlıklar olurdu. Bu savaşlarda her Yahûdî kabilesi de müttefiki olan Arap kabilesinin yanında savaşa katılırdı. Böylece karşı tarafla birleşmiş olan soydaşlarına karşı savaşır, onları öldürür veya esir alırlardı. Savaş bitip barış yapılacağı zaman her iki taraftaki Yahûdî kabi*leleri, aralarında yardım toplayıp Arap kabilelerine tutsak olan Yahudileri fidye ile kurtarırlardı.

Bu durum da Yahudilerin, kendi aralarında birleşik, dayanışma içinde bir kütle değil, birbirlerinedüşman bir kütle olduğunu gösterir. Yahudiler de bölge Araplarının sosyal karakterine uymuşlardı. Böyle soydaşlarına karşı dövüşüp onları yurtlarından sürgün eden, soydaşlarına karşı yaban*cılarla işbirliği yapan toplumların sonu dünyâda yenilgidir. Bu haram işleri yapanlar âhirette de azabın en çetinine atılırlar. Ahiret karşılığında dünyâyı satın almış olan bu çıkarcı insanların âhiret azabı hafifletilmez ve kendilerine yardım eden de olmaz!

Bir zaman üzerinize Tûr(dağın)ı kaldırıp sizden kesin söz almıştık:

"Size verdiğimiz şeyi kuvvetle tutun, dinleyin!" (demiştik). "Dinledik ve isyan ettik." dediler, tnkârlanyla kalblerine buzağı sevgisi içirildi. De ki: "Eğer inanan kimseler iseniz, imanınız size ne kötü şey emrediyor!" (Bakara: 92/93)

Bu âyette de Allah'ın, İsrâîloğullarından mîsak aldığı, Dağı başlarının üstüne kaldırıp "Size verdiklerimi kuvvetle tutun (uygulayın), sözlerimi dinleyin (buyruklarıma itaat edin)" dediği, fakat onların "İşittik, isyan ettik" dedikleri, küfürleri yüzünden kalblerine buzağı sevgisi içirilmiş (içlerine putperestlik sinmiş) bulunan İsrâîloğullarının, itaate söz verdikleri halde sanki "İşittik isyan ettik" demişçesine ters davrandıkları belirtilmekte ve şayet inanıyorlarsa -ki böyle iman olmaz- bu imanlarının, kendilerine ne kötü şeyler emrettiği sorulmaktadır. Yani sor onlara: Bu ne biçim imandır ki sizi kötü yollara yöneltiyor. İmanın iyiye yöneltmesi gerekir, davranışlarıyla sanki Dağın kaldırılması olayına sebebolduklarına işaret edilmektedir.

Bu âyetteki " kalblerine buzağı (sevgisi) içirildi" cümlesi, Kur'ân'ın eşsiz isti'ârelerinden biridir. (işrâb),

bir şeyin başka bir şeye karışması, ya da içirmek anlamına gelir. Âyette, buzağı sevgisinin, suyun bedene karışması gibi tapanlarının gönüllerine akıp canlarının her zerresine karıştığı ifade edilmektedir.

100- Ne zaman bir ahit (andlaşma) yaptılarsa, onlardan bir grup o ahdi bozup atmadı mı? Zaten çokları inanmazlar. 101- Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı doğrulayıcı bir elçi gelince, Kitâb verilenlerden bir grup, Allah'ın Kitabını sanki bilmiyorlarmış gibi, sırtlarının arkasına attılar. (Bakara: 92/100-101) âyetlerinde de İsrâîl-oğullarının verdikleri sözde durmadıkları; Allah tarafından, kendilerine, yanlarında bulunan Kitabı doğrulayan Elçi geldikçe, Elçiye destek olmaları gerekirken, içlerinden bir grupun, bilmiyormuş gibi Allah'ın Kitabının hükümlerini arkalarına atıp o Elçi'ye engel olmağa çalıştığı anlatılmaktadır.

Allah, kendilerine Kitâb verilenlerden:

"Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz!" diye söz almıştı. Fakat onlar, verdikleri sözü sırtlarının ardına attılar ve ona karşılık birkaç para aldılar. Ne kötü şey satın alıyorlar. (Al-i İmrân: 94/187)

Bu âyette de Allah'ın, Kitap ehlinden, Kitabın içeriğini insanlara açıklayacakları, onu gizlemeyecekleri hususunda söz aldığı, fakat onların, verdikleri sözü, değersiz dünyâ çıkarı karşılığında satıp gerçekleri gizle*dikleri bildirilmektedir.

İsrâîloğulların-dan söz almıştı. İçlerinden oniki başkan göndermiştik. Allah demişti ki: "Ben sizinle beraberim, eğer namazı kılar, zekâtı verirseniz; elçilerime inanır ve onlara yardım eder ve Allah'a güzel borç verirseniz, (Allah için yoksullara sadaka verirseniz, yahut ihtiyacı olanlara Allah için ödünç para verirseniz) elbette sizin günâhlarınızı örterim ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra sizden kim nankörlük ederse, düz yoldan sapmış olur. 13- Sözlerini bozdukları için onları lanetledik ve kalblerini katılaştırdık. Kelimeleri yerlerinden kaydı*rıyorlar. Uyarıldıkları şeyden pay almayı unuttular. İçlerinden pek azı hariç, daima onlardan hainlik görürsün. Yine de onları affet, aldırma, çünkü Allah güzel davrananları sever. (Mâide: 110/12-13) İsrâîloğullarından sağlam söz alan yüce Allah, onların içinde oniki nakîb (lider) yaratmış, namazı kıldıkları, zekâtı verdikleri, elçilerine inanıp destek oldukları, Allah'a güzel borç verdikleri takdirde kendileriyle beraber olacağını; günâhlarını örtüp kendilerini, alt taraflarından ırmaklar akan cennetlere sokacağını, fakat buna rağmen nankörlük edenin, düz yoldan şaşmış olacağını bildirmiştir. İsrâîloğutları verdikleri sözde durmadık*larından dolayı Allah'ın la'netine uğramışlar, kalbleri katılaştı. Artık söy*lenen sözler, verilen öğütleF kendilerini etkilemez oldu. Dünyâ tutkusu ruhlarını sardığından, keyiflerince hareket edebilmek için Allah'ın kelime*lerini değiştirmeğe, ya da Allah'ın sözlerini işlerine geldiği biçimde yo*rumlamağa başladılar. O kelimelerle kendilerine hatırlatılan hazzı, yani o kelimelerle emredilen eylemleri yapmayı unuttular, dinî görevlerinden yüz çevirdiler. Onların bu dünyâ tutkusu, acımasız davranışları, asırlarca sürüp gitti. "İşte ey Muham-med, sen de hâlâ onlardan hıyanet görüyor*sun!" Sen peygambersin. Seni görünce ibret alıp uslanacakları yerde, kendi içlerinde yetişen peygam-berlere yaptıkları gibi sana da hiyânet yapmakta, sana ve arkadaşlarına tuzak kurmaktadırlar. Ama sen yine de onları affet, onların kaprislerine aldırma, onlara hoşgörülü davran. Çünkü Allah, güzel davrananları, iyilik edenleri sever.

70- Andolsun, biz İsrâîloğullarından söz almış ve onlara elçiler gönder*miştik. Ne zaman bir elçi onlara canlarının istemediği bir şey getirdiyse (gelen elçilerin) bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürüyorlardı.

71- Bir fitne kopmayacak sandılar, kör oldular, sağır kesildiler. Sonra Allah onların tevbesini kabul etti. Sonra yine çokları kör, sağır kesildiler. Allah yaptıklarını görüyor.(Mâide: 110/70-71)

Yahudilerin, peygamberlerine karşı olumsuz davranışlarını anlatan bu âyetlerde de Allah'ın, İsrâîloğullarından sağlam söz aldığı ve onlara elçiler gönderdiği; fakat gelen her elçi, onlara, keyiflerine uymayan bir şey emredince ya onu yalanladıkları veya öldürdükleri; bu davranışlarının cezasız kalacağını sanıp gerçekleri görmedikleri, hak sözü dinlemedikleri; Allah onları her ne kadar affetmiş ise yine sonunda gerçeklere karşı kör ve sağır kesildikleri belirtilmekte ve Allah'ın, yaptıklarını gördüğü bildi*rilerek bu davranışlarının cezasız kalmayacağı vurgulanmaktadır.

Yüce Allah, bu âyetlerle Elçisi'ni tesellî etmekte, kendisini inkâr eden, müslümanların arasını bozmağa çalışan Yahudilerin tutumlarına üzülmemesini bildirmekte; daha önceki peygamberlere saygısızlık edenler nasıl Allah'ın cezasına çarpılmışlarsa bunların da bir gün Allah'ın hışmına uğrayacaklarını anlatmaktadır. Bu âyetlerde Peygamber'e hiyânet eden Medîne Yahudilerinin, ileride cezalandırılacaklarına işaret vardır.

110/71'nci âyet, İsrâîloğullarının, hakkı görmez, hidâyete karşı sağır olmalarının, iki kez vukubulduğunu gösterir. Müfessirlere göre İsrâîloğullarının bu davranışlarının ilki Zekeriy-yâ Aleyhisselâm zamanındadır. Ona karşı kör ve sağır olmuşlar, onun gösterdiği yolu görmemiş, öğütlerini dinlememişlerdir. Sonra bazılarının inanmasıyla yüce Allah, tevbelerini kabul edip onları affetmiştir. İkincisi de Hz. Muhammed Aleyhisselâm zamanındadır. Onun peygamberliğini kabul etmemekle kör ve sağır kesilmişlerdir. Kaffâl 'e göre de İsrâ Süre*sindeki: "

4- Kitâb 'da İsrâîloğullarına şu hükmü verdik: 'Siz o ülkede iki kere fesat çıkaracaksınız ve büyük bir yükselişle yükseleceksiniz (çok kabarıp kibredeceksiniz.).' 5- Birincisinin zamanı gelince üzerinize güçlü kulla*rımızı gönderdik, evlerin aralarına girip (sizi) araştırdılar. Bu, yapılması gereken bir va'd idi. 6- Sonra tekrar size, onları yenme imkânı verdik ve sizi mallarla, oğullarla destekledik ve savaşçılarınızı çoğalttık." [100] âyetleri, bu âyeti tefsîr niteliğindedir. İsrâîloğullarının böbürlenip taşkınlık yapma*larını anlatan bu âyetler, buradaki : Kör ve sağır kesildiler" cümlesinin anlamını açıklamaktadır. O âyetlerin devamı olan "

7- İyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz, o da kendi aleyhinizedir. Son taşkın*lığınızın zamanı gelince (yine öyle kullar göndeririz) ki, yüzlerinizi kötü duruma soksunlar (üzüntüden suratlarınızın asılmasına sebeb olsunlar) ve ilk kez girdikleri gibi yine Mescid(Kudüs) 'e) girsinler ve ele geçirdiklerini mahvetsinler." [101]âyeti de Sonra onlardan çoğu, yine kör ve sağır oldular" âyetini tefsir etmektedir. [102]

dost1
14. January 2009, 03:32 PM
Allah'ın Ni'metlerine Nankörlükleri:


87- Andolsun, Mûsâ 'ya Kitabı verdik, arkasından peygamber gönderdik. Meryem oğlu îsâ 'ya da açık deliller verdik ve onu Rûhu'l-Kudüs ile destekledik. Ne zaman ki, bir peygamber, size canınızın istemediği bir şey getirdiyse büyüklük taslamadınız mı? Kimini yalan*ladınız, kimini de öldürüyordunuz? 88- "Kalblerimiz,perdelidir," dediler. Hayır, ama inkârlarından dolayı Allah onları lanetlemiştir, artık çok az inanırlar. 89- Ne zaman ki, onlara Allah katından, yanlarında bulunan(Tev-rât)ı doğrulayıcı bir Kitâb (Kur'ân) geldi, daha önce inkâr edenlere karşı yardım isteyip dururlarken o bildikleri (Kur'ân) kendilerine gelince onu inkâr ettiler; artık Allah'ın laneti, inkarcıların üzerine olsun! 90- Allah'ın, kullarından dilediğine lütfuyla (vahiy) indirmesini çekeme-yerek, Allah'ın indirdiğini inkâr etmek için kendilerini ne alçak şeye sattılar da gazab üstüne gazaba uğradılar. İnkâr edenler için alçaltıcı bir azâb vardır. 91-Onlara: "Allah'ın indirdiğine inanın!" denilse, "Bize indirilene inanırız." derler, ötesini kabul etmezler. Halbuki o, kendi yanlarında bulunanı doğrulayıcı bir gerçektir. De ki: "Gerçekten inanıyor' idiyseniz neden daha önce Allah'ın peygamberlerini öldürüyordunuz?" (Bakara: 92/87-91)

92/87'nci âyette de İsrâîloğullarına Allah'ın nimetleri sayılmakta; Musa'ya Kitâb'ı verdiği, onun ardından peygamberler gönderdiği, Meryem oğlu îsâ'ya da, peygamberliğini kanıtlayan mu'cizeler verdiği ve onu Rûhu'l-Kudüsle desteklediği belirtilmektedir. Sonra İsrâîloğullarına hita*ben, "Ne zaman ki, bir peygamber, size canınızın istemediği bir şey getir*diyse büyüklük taslamadınız mı? Kimini yalanladınız, kimini de öldü*rüyordunuz?" buyurulmaktadır.

92/88-91 'nci âyetlerden anlaşıldığına göre Hz. Peygamber (s.a.v.), İsrâîloğullarına Kur'ân'ı okuyup düşünmeğe da'vet ettikçe onlar inat ve küfürlerinde ısrar etmişler "Senin dediklerini aklımız almaz, bizim bildiği*miz bize yeter; senin anlattığın şeylere bizim kalblerimiz kapalı(karnımız tok)dur" demişlerdi. Oysa onlar daha önce, yakında çıkacak bir peygam*berin öncülüğünde Araplara galip geleceklerini söyleyip duruyorlardı. Bu peygamberin getirdikleri, kendi yanlarında bulunan Kitabın hükümlerine uygun olduğu halde sırf kıskançlıklarından dolayı bile bile onu kabul etmediler. Böylece onlar, imanı verip küfür ve nankörlüğü satın alarak kötü bir alışveriş yapmış oldular. Çünkü bu alışverişi yapanlar, Allah'ın gazabına uğrarlar. Allah'ın la'neti, öylelerini kuşatıp mahveder.

Onlara: "Allah'ın indirdiğine inanın" dendikçe onlar: "Yalnız bize indirilene inanırız" derler ve bunun ötesinde vahiy olacağını kabul etmez*ler. Oysa vahiy, herhangi bir ulusun tekelinde değildir. Allah, dilediği ulustan, dilediği kuluna vahiy indirebilir. Aslında kendileri, daha önce kendi aralarından çıkmış peygamberlere de doğru dürüst inanmamışlar, onlara çeşitli kötülükler yapmışlardı. Onların bir kısmını yalanlamış, bir kısmını ise yalanlamakla kalmayıp öldürmüşlerdi. Hz. Mûsâ, kendilerine mu'cizelerle Kitabı getirdiği halde putçuluğu içlerinden söküp atamamışlar, onun gıyabında altun buzağıya tapınışlardı. [103]

dost1
14. January 2009, 03:32 PM
Süleyman'ın Büyücü Bir Kral olduğunu Söylemeleri:


102- Süleyman'ın hükümdarlığı hakkında onlar, şeytânların uydurdukları sözlere uydular (Süleyman 'in, büyücülükle saltanatını kazanmış olduğunu söyleyenler, bü*yü ile uğraşan şeytân ruhlu insanlar ve onları azdıran cinler idi. İşte onlar, bu gibilerin iftiralarına uyarak Süleyman 'ı büyücü tanımağa başla*dılar). Oysa Süleyman (büyü yaparak) küfre gitmemişti. Fakat o şeytânlar, küfre gittiler: İnsanlara büyü ve Bâbil 'de Hârût ve Mârût adlı melekler(den ilham alan iki kişiy)e indirileni öğretiyorlar. Halbuki onlar: "Biz bir fitneyiz (bu bilgi, sizin bunu kötüye kullanıp kullanmayacağınızın denenmesi için size öğretilmektedir. Sakın bunu kötüye kullanıp büyü yaparak) küfre gitme(yin)!" demedikçe kimseye bir şey öğretmiyorlardı. Fakat bunlar, onlardan, erkekle karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Ama, onlar, Allah'ın izni olmadan büyü ile hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine yarar vereni değil, zarar vereni öğreniyorlardı. Andolsun, onu sat(ıp onunla çıkar sağlay)anın, âhirette bir nasibi olmadığını gayet iyi biliyorlardı. Vicdanlarını sattıkları şey ne kötüdür, keşke (bunu) bilselerdi! 103- Eğer onlar inanıp (Allah'ın azabından) korunmuş olsalardı, elbette Allah katından (verilecek) sevap, (kendileri için) daha hayırlı olurdu. Keşke bilselerdi! (Bakara: 92/102-103) âyetlerinde de Süleyman'ı büyücü bir kral sanan bazı Yahûdîlerin bu düşünceleri reddedilmekte ve Süleyman'ın büyü yaparak küfre gitmediği, büyünün sınav için insanlara öğretildiği, büyü öğretenlerin, bunu kötüye kullanıp küfre gitmemeleri konusunda öğrencilerini uyardıkları anlatılmakta şayet büyücülüğe sapan bu insanlar inanıp korunmuş olsalardı kendilerine Allah tarafından verilecek ödülün, kötüye kullanılan büyüden sağladıklarından çok daha hayırlı olacağı vurgulanmaktadır. [104]

dost1
14. January 2009, 03:33 PM
Kıskançlıktan:


Nankör olan bazı Kitâb ehli kimseler de, müşrikler de size Rabbinizden bir hayır indirilmesini istemezler. Oysa Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder, Allah, büyük lütuf sahibidir. (Ba*kara: 92/105) âyetinde de nankörlük eden bazı Kitâb ehli kimselerle müş*riklerin, Allah tarafından müslümanlara güzel şeyler (vahiyler, iyilik-ler) indirilmesini çekemedikleri; fakat Allah'ın, rahmeti olan vahyini dilediği kuluna vereceği, kimsenin Allah'ın lütfuna engel olamayacağı vurgul*anmaktadır.

Kitâb sahiplerinden çoğu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. Allah emrini getirinceye kadar affedin, hoş görün. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir. (Bakara: 92/109)'ncu âyette de Kitâb ehlinden bir-çoğunun, kıskançlıkları yüzünden müslümanları inançlarından döndür*meyi arzu ettikleri belirtilmekte, fakat müslümanlara, hoşgörülü davranma*ları, affetmeleri ve işi Allah'a havale etmeleri emredilmekte; Allah'ın her şeyi yapabileceği vurgulanmaktadır.

Âlûsî'nin ifadesine göre bazı Yahûdî hahamları, Uhud Savaşından sonra müslümanlara:

Başınıza geleni görmüyor musunuz? Doğru yolda olsaydınız yenil*mezdiniz, diyerek onları dinlerinden döndürmeğe çalışmışlardır.

Yahûdîler, Hz. Muhammed'in peygamber olduğunu bildikleri halde kıskançlıklarından dolayı kendi soydaşlarından başkasının peygamberliğini kabul etmek istememişlerdir. Onların bu kıskançlıklarına ve kötü niyyetle-rine rağmen yine âyet, müslümanlara hoşgörülü olmayı, affetmeyi emret*miştir. Bu âyetler, Yahudilerin, müslümanlar arasında ne denli etkili olduk*larını, müslümanların birliğini bozmak için nasıl desiselere başvurduklarını gösterir. Âyetin Allah'ın güçlülüğünü hatırlatan son kısmı, Yahudilere büyük bir uyarıdır. Zira Allah'ın güçlülüğünü hatırlatmaktadır. Bu, hîlekâr-ların, bir gün Allah'ın gücüyle mahvedilecekleri anlamına gelir. [105]

dost1
14. January 2009, 03:33 PM
Cennet Tekelcilikleri:


: 777- "Yahudi yahut Hıristiyan olandan başkası cennete girme*yecek," dediler. Bu, onların kurumuşudur. De ki: "Doğru iseniz, delilinizi getirin." 112- Hayır, kim işini güzel yaparak özünü Allah'a teslim ederse, onun mükâfatı, Rabbinin yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzül*meyeceklerdir. 113- Yahudiler: " Hıristiyanlar, bir temel üzerinde değiller," dediler. Hıristiyanlar da: "Yahudiler bir temel üzerinde değiller," dediler. Oysa hepsi de Kitabı okuyorlar. Bilmeyenler de tıpkı onların dedikleri gibi demişlerdi. Artık Allah, ayrılığa düştükleri şey hakkında, Kıyamet günü aralarında hüküm verecektir... 120- Sen onların, kendi dinlerine uymadıkça ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar senden razı olmazlar. "Asıl doğru yol, Allah'ın yoludur" de. Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyarsan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olmaz. 121- Kendilerine verdiğimiz Kitabı, gereğince okuyanlar var ya, işte onlar, ona inanırlar. Onu inkâr edenler ise ziyana uğrarlar. 122- Ey İsrâîloğulları, size verdiğim nimeti ve sizi âlemlere üstün kılmış olduğumu hatırlayın. 123- Ve şu günden sakının ki, kimse kimsenin cezasını çekmez, kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat (aracılık, iltimas) fayda vermez, bir taraftan yardım da görmezler. (Bakara: 92/111-113, 120-123)

92/111-113'ncü âyetlerde Yahûdî ve Hıristiyanlardan her birinin, kendi yolunun en doğru yol olduğunu ve cennete sadece kendilerinin gireceğini iddia ettikleri; bu tür iddiaların hayal ürünü olduğu; özünü Allah'a teslîm eden her kulun Rabbi tarafından ödüllendirileceği, korku ve üzüntü çekme*yeceği vurgulandıktan sonra, Yahudilerin, Hıristiyanların bir temele dayan*madıklarını; Hıristiyanların da Yahudilerin bir temele dayanma-dıklarını söyledikleri; Kitâb bilmez ümmî Arapların da bunlar gibi tutarsız, hayalî şeyler söyledikleri; yüce Allah'ın, âhirette haklıyı ve haksızı ortaya çıkara*cağı anlatılmaktadır. Allah'ın rahmeti olan cennet, ne Yahudilerin, ne Hıristiyanların elindedir. Allah, kendisine inanan ve yalnız O'na tapan her kuluna, hangi din, ırk veya aileye mensubolursa olsun, cennet va'det-miştir. Allah, belli bir zümrenin değil, bütün âlemlerin rabbidir.

120-123'ncü âyetlerde de Yahûdî ve Hıristiyanların, kendi dinlerine uymadıkça Hz. Muham-med'den razı olmayacakları; o da kendisine gelen bilgiden sonra onların keyiflerine uyduğu takdirde Allah'ın elinden kurtulamayacağı vurgulan*dıktan sonra kendilerine verilen Kitabı lâyıkıyla okuyanların, ona inana*cakları; Kitabı inkâr edenlerin ziyana uğrayacakları belirtilmekte; ardından da İsrâîloğullarına, Allah'ın nimetlerini ve Allah'ın kendilerini âlemlere üstün kılmış olduğunu anımsamaları ve herkesin kendi yaptığının karşılığını göreceği, ne fidyenin, ne de şefaat ve iltimasın olmadığı bir günden sakın*maları emredilmektedir. [106]

dost1
14. January 2009, 03:34 PM
Kendi suçluları için cehennemin geçici olduğunu sanmaları:


Bir de dediler ki: "Sayılı birkaç gün dışında bize ateş dokunmayacaktır." De ki: "Allah'tan (bu hususta) bir söz mü aldınız. - Şayet öyle ise Allah verdiği sözden dönmez - Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz bir şey mi söylüyorsunuz? 81- Evet kim bir günâh kazanır da suçu kendisini kuşatmış olursa işte onlar, ateş halkıdır, orada sürekli kalacaklardır. 82- İnanıp yararlı işler yapanlara gelince, onlar da

cennet halkıdır, orada sürekli kalacaklardır. (Bakara: 92/80-82)

23- Baksana Kitâbdan kendilerine bir pay verilmiş olanlar, aralarında hüküm versin diye Allah'ın Kitabına

çağırılıyorlar da sonra onlardan bir topluluk yüz çevirerek dönüyorlar. 24- Bu hareketleri, onların: "Bize, ateş sayılı birkaç günden başka dokun*mayacak." demelerinden ileri gelmektedir. Uydurdukları şeyler, onları dinlerinde yanıltmıştır... (Âl-i İmrân: 94/23-24)

92/80-82; 94/23-24: İsrâîloğulları, sayılı birkaç gün dışında kendile*rine azâb dokunmayacağını iddia etmişlerdir. Bunlara göre kendileri, Al*lah'ın tek muvahhid ve biricik kullarıdır. Allah kendilerini bütün kavimlerin efendisi olarak yaratmıştır. Kendileri Allah'ın seçkin kullarıdır. Kendileri günâh işlemiş olsalar dahi birkaç gün cehennemde ceza çekecekler, sonunda çıkıp ebedî cennete gireceklerdir. Ama kendilerinin dışındaki kavimler, cennet yüzü görmezler. Cennet sadece kendilerinin hakkıdır. Yahûdîler bu da'vâda oldukları gibi Hıristiyanlar da bu da'vâyı ileri sürmüşlerdir. Daha sonra aynı zihniyet müslümanlara geçecek ve onlar da müslümandan başkasının cennete giremeyeceğini, müslüman suçlu da olsa suçu kadar yandıktan sonra yine çıkıp cennete gideceğini, ama öteki ulusların cennet yüzü görmeyeceklerini söylemeğe başlamışlardır. Kur'ân ise bu tür ham hayalleri reddetmiştir: "Yahudi yahut Hıristiyan olandan başkası cennete girmeyecek," dediler. Bu, onların kuruntusudur. De ki: "Doğru iseniz, delilinizi getirin." [107]

Bu tür iddialar, hayalden ibaret şeylerdir. Hiç kimsenin sonucu ga*rantili değildir. Herkes, bağlı bulunduğu dine veya ulusa, aileye göre değil, ruhsal temizliğine, Allah'a gönülden bağlılığına göre değerlendirilir. Allah'ın yasası şudur:

: 81- Evet kim bir günâh kazanır da suçu kendisini kuşatmış olursa işte onlar, ateş halkıdır, orada sürekli kalacaklardır. 82- İnanıp yararlı işler yapanlara gelince, onlar da cennet halkıdır, orada sürekli kalacaklardır." [108]

Eğer gerçekten Allah katında âhir et yurdu kimsenin değil, yalnız sizin ise, sözünüzde doğru iseniz, ölümü temenni ediniz." 95- Fakat ellerinin yapıp öne sürdüğü işlerden dolayı asla ölümü temerii etmezler. Allah zâlimleri bilir. 96- Onları, insanların hayâta en düşkünü, ortak koşanlardan daha tutkunu bulursun; her biri, bin yıl yaşatılmasını ister. Oysa yaşatılması, onu azâbdan uzaklaştıracak değildir. Allah ne yaptıklarını görüyor. (Bakara: 92/94-96),

"Ey Yahûdî olanlar, eğer insanlar arasında yalnız sizin, Allah'ın dostları olduğunuzu sanıyorsanız, (bu inancınızda) samimî iseniz ölümü temenni ediniz." 7- Ama onlar, ellerinin (yapıp) öne sürdüğü (işler) yüzünden asla ölümü temenni etmezler. Allah zâlimleri bilir. 8- De ki: "Sizin, kendisinden kaçtığınız ölüm, sizi mutlaka bulacaktır. Sonra görünmeyeni ve görüneni Bilen'e döndürüleceksiniz, O size yaptıklarınızı haber verecektir. (Cum'a: 96/6-8)

Bakara: 92/94-96 ve Cum'a: 96/6-8'nci âyetlerde kendilerini Allah'ın dostu sanan ve âhiret yurdu nimetlerinin kendilerine özgü olduğunu iddia eden Yahudilerin bu savlan reddedilmekte, eğer dedikleri gibi âhiret ni'metleri insanlar arasında sadece kendilerine özgü ise, bir an önce o cennet ni'metlerine kavuşmak için ölümü temennî etmeleri istenmektedir. Öyle ya, gerçekten kendilerinin cennet garantisi varsa, ne diye bu dünyânın bin türlü dert ve sıkıntılarını çekiyorlar? Hemen cennete girmek için ölümü temenni etsinler. Ama âhireti kendilerine özgü kılma bencilliğini gösteren bu insanların, aslında inançlarının pek öyle sağlam olmadığı, herkesten çok dünyâ yaşamına tutkun oldukları, bin sene yaşasalar dahi dünyâdan usanmayacakları ve ölümü temennî etmeyecekleri vurgulanmaktadır.

123- iş, ne sizin ümniyyelerinizle, ne de Kitâb ehlinin ümniyyeleriyle olur. Kötülük yapan onunla cezalandırılır ve kendisine Allah'tan başka bir dost ve yardımcı bulamaz. 124- Erkek veya kadından inanarak güzel işler yapanlar da cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar. {Nisa.: 98/123-124)

: Nisa: 98/123-124'ncü âyetlerde de cennetin öyle ümniyyelerle herhangi bir toplumun tekeline alınama*yacağı; Allah'a inanıp yalnız O'na tapan ve güzel işler yapan kadın erkek her insanın cennete gireceği, hiç kimseye zerre kadar haksızlık edilmeyeceği vurgulanmaktadır.

Bu âyetler, insan egoizminden doğmuş tüm tekelci iddiaları reddedip, dünyanın her yanında bulunan bütün insanlara istikbal umudu vermekte, Kur'ân'ın evrensel mesajını duyurmaktadır ki o da şudur: Tevhîd dininin özü herhangi bir dine veya topluma kuru kuruya bağlı olmak değil, Allah'a içtenlikle ve şirksiz olarak inanmak, âhireti kesinlikle kabul etmek ve sadece Allah'a tapıp güzel, doğru, dürüst işler yapmaktır. Allah'a gönülden bağlı, âhirete inanan, Allah'a kulluk edip insanlara iyilik eden, hep yararlı, dürüst işler yapan içi dışı bir her Tanrı kulu, dünyanın neresinde olursa olsun ve görünürde hangi dine bağlı bulunursa bulunsun, bu tevhîd özüne içtenlikle bağlı kaldığı sürece Allah'a teslîm olmuş, cennetlik bir kuldur. Yahûdî ve Hıristiyanların tekelci savlarını reddeden Kur'ân, insanlığın önüne bu geniş ufku açıyor: Cennet, Allah'ı tanıyıp O'na tapan; âhiret sorumluluğuna inanıp güzel işler yapan her Tanrı kulunun hakkıdır. İşte bütün peygamberler, özellikle son üç evrensel din peygamberlerinin atası İbrâhîm (selâm ona), insanları bu doğal tevhîd dini olan İslâm'a çağırmıştır:

Nefsini aşağılık yapan(beyinsiz)den başka, kim İbrâhîm dininden yüz çevirir? Andolsun ki, biz onu dünyada beğenip seçmiştik, âhirette de, o iyilerdendir. 131- Rabbi ona: "İslâm ol!" demişti, "Âlemlerin Rabbine teslîm oldum." dedi. 132- İbrâhîm de bunu kendi

oğullarına vasiyyet etti, Ya'kûb da: "Oğullarım, Allah, sizin için o dini seçti, bundan dolayı sadece müslümanlar olarak ölünüz." (dedi). 133-Yoksa siz, Ya'kûb 'a ölüm (hali) geldiği zaman orada mı idiniz? O zaman (Ya'kûb,) oğullarına: "Benden sonra neye kulluk edeceksiniz?" demişti. "Senin Tanrın ve ataların İbrahim, İsmâ'îl ve ishâk'ın Tanrısı olan tek Tanrı'ya kulluk edeceğiz, biz O'na teslim olanlarız." dediler. 134- Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandık*larınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorulmazsınız. 135- "Yahûdî veya Hıristiyan olun ki, doğru yolu bulaşınız." dediler. De ki: "Hayır, biz dosdoğru İbrahim dinine (uyarız). O, (Allah'a) ortak koşanlardan değildi." (Bakara: 92/130-135)

92/130-132'nci âyetlerde Nefsini aşağılatan beyinsizden başka kimsenin, İbrâhîm milletinden yüz çevirmeyeceği; Allah'ın, dünyâda İbrahim'i seçip temizlediği, âhirette ise onun sâlihlerden olduğu; zira Rabbinin "İslâm ol" emri üzerine âlemlerin Rabbine teslim olduğunu söylediği belirtildikten sonra hem İbrahim'in, hem de Ya'kûb'un, oğullarına, Allah'ın kendilerini seçip temizlediğini anımsatarak İslâm üzere ölmelerini tavsiye ettiği anla*tılmaktadır.

134'ncü âyetlerde de Ya'kûb'un, ölürken oğullarına neye tapacaklarını sorduğu; oğullarının da sadece Allah'a tapacaklarını ve O'na teslîm olacak*larını söyledikleri anlatılmakta, sonra her ulusun kendi yaptıklarından sorumlu olduğu prensibi vurgulanmaktadır.

135'nci âyette de Yahûdî ve Hıristiyanlardan her birinin, sadece kendi dinlerine bağlı olanların doğru yolda olduklarını söyledikleri; oysa sadece İbrahim'in tevhîd dini olan İslama teslîm olanın kurtulacağı vurgulanmaktadır.

: Allah, peygamberlerden şöyle söz almıştı:

"Bakın,size Kitâb ve hikmet verdim, imdi yanınızda bulunan(Kitâb)ı doğ*rulayıcı bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka inanacak ve ona mutlaka yardım edeceksiniz! Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?" demişti. "Kabul ettik!" dediler. "O halde şahit olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım." dedi. (Âl-i İmrân: 94/81)

94/81'nci âyette de Allah'ın, peygamberlerden, verdiği Kitâb ve hikmet uyarınca, kendi ellerinde bulunan Kitabı doğrulayan bir elçi geldiğinde ona inanıp destek olacaklarına dair söz aldığı belirtilmektedir. Müfessirlere göre burada peygamberler anılmış, fakat onların kendileri değil, ümmetleri kasdedilmiştir. Yani Allah, peygamberleri aracılığı ile onlara tabi olan ümmetlerden, daha sonra gelecek Kitabı ve peygamberi kabul ve tasdik edecekleri hakkında söz almıştır. [109]Bir görüşe göre de Allah, her peygamberden, âhir zamanda gelecek son peygamberine inan*malarına dair söz almıştır.

Peygamberler tevhidi yerleştirme dâvasının erleridir. Onlar birbirle*rini kıskanıp inkâr eden değil, birbirini tamamlayan, doğrulayan insanlardır. Hepsi aynı Pâdişâhın elçileri oldukları için sözleri birbirini tutar. Onlar aynı zincirin birbirini tamamlayan halkalarıdır, onlarda ayrılık olmaz. Gerçek peygamberliğin gereği budur. İşte Allah'ın dini, o elçilerin getirdiği tevhîd dinidir. Bundan ayrılanlar yoldan sapmışlardır.

"Eğer bir kavme, aynı devirde iki peygamber gelmişse bunlar bir*birlerinin yardımcılarıdır. Mûsâ ile Hârûn gibi. Bir peygamber gönderil*dikten sonra aynı kavme bir zaman sonra henüz o peygamber hayatta iken başka bir peygamber daha gönderilirse önceki, sonrakini doğrular. Şayet sonrakinin getirdiklerinde, öncekinin getirdiklerinin bir kısmını nesheden hükümler bulunursa birincisi, ikincisinin getirdiklerini kabul eder. Bu, tıpkı şuna benzer: Bir pâdişâhtan bir elçi gönderilir, sonra ardından başka bir elçi daha gönderilirse birinci elçi, ikincisinin söylediklerini doğrulayıp ona yardım eder. Ama kendi elçiliği de sürer. Çünkü ikincisi, birincisinin görevini tamamlamak için gönderilmiştir." [110]

dost1
14. January 2009, 03:35 PM
Yanlış İnançları:


40- Ey Isrâîloğulları, size verdiğim nimetleri hatırlayın, bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece benden korkun! 41- Sizin yanınızda bulunanı doğrulayıcı olarak indirmiş bulunduğum(Kur'an)a inanın ve onu ilk inkâr eden, siz olmayın; benim âyetlerimi birkaç paraya satmayın ve benden sakının. 42- Bile bile gerçeği bâtıla bulayıp hakkı gizlemeyin. 43- Namazı kılın, zekâtı verin, rükû edenlerle (Allah'ın huzurunda eğilen-lerle) beraber eğilin. 44- Siz Kitabı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz? 47- Ey İsrâîloğulları, size ver*diğim nimeti ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın. 48- Ve öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse, kimsenin cezasını çekmez; kimseden şefaat (aracılık, iltimas) da kabul edilmez; kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım yapılmaz- (Bakara: 92/40-48)

:92/40-43: Bu âyetlerde, Allah'ın, İsrâîloğullarına vediği bol ni'metler hatırlatılmakta; bu ni'metleri düşünüp, Allah'a verdiği sözde durmaları; kendi Kitâblarına uygun olarak indirilen Kur'ân'a inanmaları; geçici dünya çıkarı için gerçeği yanlışla bulayarak hakkı gizlememeleri; namazı kılıp zekâtı vermeleri emredil-mektedir.

Bu âyetlerde hitâbedilen toplum, İsrâîloğullarının tümü ise de sözgeli*minden, asıl hitabın Yahûdî bilginlerine yönelik olduğu anlaşılmaktadır.

44-46'ncı âyetlerde, Yahûdî bilginlerine hitaben, Kitabı okuyup gerçeği öğrenmiş iken doğruluktan ayrılmaları; halka iyiliği emrederlerken kendilerinin kötü işler yapmaları, inkâr tarzındaki bir soru ile kınanmaktadır. Sonra onlara sabır ve namaz ile Allah'tan yardım dilemeleri buyurulmakta ve Rablerinin huzuruna çıkmayı uman, gönülden Allah'a bağlı insanlardan başkasına sabır ve namazın ağır geleceği bildirilmektedir.

47-48'nci âyetlerde, tekrar İsrâîloğullarına Allah'ın vermiş olduğu ni'metler, bir zamanlar onları öteki

kavimlere üstün kıldığı hatırlatılıyor ve şefaatin (iltimasın, aracılığın) olma*yacağı, fidyenin kabul edilmeyeceği hesap gününden korkmaları bildi*riliyor.

Yahûdîlerin bazı davranışlarını anlatan bu âyetler, tüm insanlara bazı dersler vermektedir. Şöyle ki:

Allah'ın ni'metini anımsayıp şükretmek, verilen sözde durmak, peygambere ve Kur'ân'a inanmak, söylediği sözü önce kendisine uygula*mak, başkalarına öğüt verirken kendisi yasakları çiğnememek, Allah'ın huzurunda eğilen cemâate katılıp onlarla beraber namaz kılmak, sabır ve namaz ile Allah'tan yardım dilemek lâzımdır.

41'nci âyette Yahudilere: "Kur'ân'ı ilk inkâr eden siz olmayın" denmektedir. Oysa Kur'ân'ı ilk inkâr edenler, Yahudiler değil, müşrikler idi. Burada kasdedilen, Medîne dönemidir. Medîne döneminde Kur'ân'ın karşısına ilk çıkanlar, Yahûdîler olmuştur. Yahudiler, Hz. Peygamber(s.-a.v.)in gerçek peygamber ve Kur'ân'ın da ilâhî bir Kitâb olduğunu bile bile inkâra kalkmışlardır. Onlara deniliyor ki:

Ey İsrâîloğulları, siz bir elçi geleceğini biliyordunuz, hattâ o geldiği zaman onunla birleşip başka milletlere hakim olacağınızı söylüyordunuz. O gelmezden önce geleceğini müjdelerken o elçi gelince Medine'de onu ilk inkâr eden, siz olmayınız.

43'ncü âyette Yahudilere hitaben namazı kılmaları, zekâtı vermeleri, rükû edenlerle beraber rükû' etmeleri emredilmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de inen ilk âyetlerden itibaren namaz ile birlikte kullanılan zekâtın, yeni değil, çok eski tarihlere dayandığı, bu âyetten de anlaşılmaktadır.

Eğilmek demek olan rükû', namazın temel rükünlerinden biridir. Bu âyet, Yahûdîlerde de rükû'lu ve secdeli namazın bulunduğunu ve bu tür ibâdetin, toplumda bilindiğini gösterir. [111]

dost1
14. January 2009, 03:35 PM
Duydukları İlâhî Sözleri Tahrif Etmeleri (Çarpıtmaları)


74- Sonra bunun ardından yine kalbleriniz katılaştı; şimdi onlar, taş gibi, hattâ daha da katıdır. Çünkü öyle taş var ki, içinden ırmaklar fışkırır; öylesi var ki, çatlar da bağrından su kaynar, öylesi de var ki, Allah korkusundan aşağı düşer. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir. 75- Şimdi (ey mü 'minler) siz, bunların size inanmalarını mı umuyorsunuz? Oysa bunlardan bir grup vardı ki, Allah'ın sözünü işitirlerdi de düşünüp akıl erdirdikten sonra, bile bile onu değiştirirlerdi. 76- İnananlara rastladıkları zaman: "İnandık" derler; birbirleriyle yalnız kaldıkları zaman: "Allah 'in size açtığını onlara söylüyorsunuz ki, onu Rabbiniz katında sizin aleyhinize delil olarak mı kullansınlar? Aklınızı kullanmıyor musunuz?" derler. 77- Bilmiyorlar mı ki, Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını biliyor? (Bakara: 92/74-77)

92/74: Bazı Yahûdîlerin acımasızlığını ve duygusuzluğunu tasvir eden bu âyette onların kalblerinin taş gibi, hattâ daha da çok katılaştığı, zira bazı taşlardan ırmaklar fışkırdığı, bazı taşların yarılıp bağrından suyun çıktığı, bazılarının da Allah korkusuyla aşağı düştüğü bildirilmektedir. Bunun anlamı, bazı Yahûdîlerin kalbleri taşlardan da katıdır. Çünkü taşlar bile yumuşadığı, hayat kaynağı su verdiği halde bunların kalbinde acımadan, merhametten eser görülmez.

75-77'nci âyette de Yahudilerden bir grupun, Allah'ın kelâmını duyup anladıktan sonra bile bile onu tahrif ettikleri (anlamını çarpıttıkları), inananlara rastladıklarında onlara, kendilerinin de inandığını söyledikleri, fakat kendi başlarına kal*dıklarında "Allah'ın size açtığını onlara söylüyorsunuz ki, onu Rabbiniz katında sizin aleyhinize delil olarak mı kullansınlar? Aklınızı kullanmıyor musunuz?" dedikleri; oysa Allah'ın, onların gizlediklerini ve açığa vur*duklarını bildiği belirtilmektedir.

75'nci âyetten anlaşılıyor ki gerek Hz. Peygamber, gerek Müslü*manlar, inançları ve Kitâbları bakımından İslâm'a en yakın olan Yahûdîlerin Kur'ân vahyine inanıp ona destek verecek-lerini umuyorlardı. Çünkü iki Kitabın içeriği özde bir idi. Yahudiler tek Allah'a inanıyorlardı. Fakat beklendiği gibi olmadı. Yahudiler yeni dine destek vermek şöyle dursun, var güçleriyle onu engellemeğe çalıştılar. Aslında bu engellemeleri dinden değil, çıkar duygusundan kaynaklanıyordu. Onlar, kendi ırklarından başka*sını peygamberliğe ve hükümdarlığa, egemenliğe lâyık görmüyorlardı.

75'nci âyette Yahudilerin, Allah'ın kelâmını işitip mânâsını anla*dıktan sonra onu tahrîfettikleri, çarpıttıkları belirtilmektedir. Bu ifadeyle, onların kendi Kitâblarının anlamını tahrîf ettikleri anlaşılabileceği gibi, Hz. Peygamber'den duydukları sözleri, Kur'ân âyetlerini başka anlamlara gelebilecek biçimde çevrelerine aktardıkları da kasdedilmiş olabilir. Fakat bizim kesin kanâatimize göre ikinci ihtimâl doğrudur. Çünkü kendi Kitâb-larına yaptıkları yanlış yorumlar ve anlam çarpıtmaları, 79'ncu âyette anlatılmaktadır. 76'ncı âyette işaret edilen duydukları Tanrı Kelâmını tahrîf etmeleri, Hz. Peygamber'in okuduğu âyetlerin anlamını bile bile çarpıtarak aktarmaları ve böylece inananların gönüllerine kuşku sokmağa çalışma*larıdır.

Bu âyette geçen " Allah'ın kelâmı" deyiminin, Kur'ân hak*kında kullanılmış olduğu kanısındayız. Çünkü "Ve eğer ortak koşanlar-dan biri güvence dileyip yanına gelmek isterse, onu yanına al ki, Allah'ın kelâmını işitsin..."[112] âyetinde de kelâmullah ta'biri Kur'ân için kullanıl*mıştır. Tabii bu sıfatın Tevrat için de kullanılmış olma olasılığı vardır. Ancak sözgelimi açısından bunun Kur'ân ve Allah'ı tanıtan sözler hakkında kullanıldığı anlaşılmaktadır. İşte Yahûdîler, Allah hakkındaki sözleri duyup kasden bunları çarpıtmışlardır. Onların bu davranışları şu âyetlerde de anlatılmaktadır:

Onlardan bir grtip var ki, Kitâbda olmayan bir şeyi, siz Kitâbdan sancısınız diye dillerini Kitâb'la eğip büker (uydurdukları sözleri, vahiymiş gibi göstermek için kelimeleri dillerinde bükerek okur)lar ve: "O, Allah katın-dandır." derler. Oysa o, Allah katından değildir. Bile bile Allah'a karşı yalan söylerler. (Âl-i İmrân: 94/78)

94/78'nci âyette geçen (yelvûne)" (leyy) kökünden gelir. kelimesi, bir şeyi eğmek, bükmek demektir. Kitâb ile dili eğmek, onun sözlerini başka anlama gelebilecek biçimde telaffuz etmek, onu asıl anlamı dışına çıkarmak, çarpıtmak demektir.

Bu âyet, Yahudilerin, Kitabın sözlerini kasden yanlış telaffuz ederek, yada Kitâbda olmayan sözleri Kitâb'ın sözleriymiş gibi söyleyerek Kitabın anlamını çarpıttıklarına işaret etmektedir. Nisa 98/46-47'nci âyetlerinde de Yahûdîlerin bu tür davranışlarına işaret edilmiştir: " Yahudilerden öyle*leri var ki, kelimeleri yerlerinden kaydırıyorlar. Dillerini eğip bükerek ve dini taşlayarak: 'İşittik ve isyan ettik', 'Dinle, dinlemez olası' ve: 'râ'inâ' diyorlar. Eğer onlar: 'İşittik, itaat ettik', 'Dinle ve bize bak!' deselerdi, elbette kendileri için daha iyi, daha doğru olurdu. Fakat Allah, inkârla*rından dolayı onları la'netlemiştir, pek azı hariç, inanmazlar."

Bu âyetlerden Yahûdîlerin, kasden sözleri yanlış telaffuz ederek, yerlerini (veya vurgularını) değiştirerek, dili eğip bükerek çarpıttıkları anlaşılmaktadır. Müfessirlerin aktarımına göre Yahudiler:

: Kötü söz işitmeyesin!" sözü yerine İşitmez olası" demiş*lerdi. Birincisi kibar bir ifade, güzel bir du'â, ikincisi hakarettir. Yine Arapçada birinin yardımını taleb için söylenen kelimesi yerine

İbrânîcede sövme anlamını taşıyan (râ'inâ)" demişlerdi. Aslında

Arapçada ru'ûnet kökünden gelen jpij (râ'in), kaba konuşmak demektir.

Âyetlerden bu adamların, kendilerinden olmayanlara karşı kaba konuştuk*ları da anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber'e selâm verdikleri zaman da kasden selâm kelimesinin lamını gizleyerek (es-sâmu 'aleykum)" de*dikleri aktarılmaktadır. Sâm, ölüm anlamına gelir. Böylece onlar sanki selâm veriyormuş gibi davranarak Peygamber'e ölüm temenni ediyorlar; Peygamber'in bunu fark etmediğini sanıyorlardı. Oysa Peygam-ber durumun farkında idi ve kendisi bu selâmlarını "Ve aleykum: Sizin üzerinize de olsun!" şeklinde alırdı. [113]

Bakara: 92/79, 80'nci, Âl-i İmrân: 94/78'nci ve Nisa: 98/46'ncı âyetlerden Yahûdîlerin, bazı sözleri geveleyip çarpıttıkları anlaşılmaktadır. Yahûdîlerin, Kitâbdan olmayan sözleri Kitâb'dan göstermeleri, Kutsal Kitabın kendisinde değil, ona yaptıkları şerhlerde, Kitabın âyetlerini kendi düşünce ve arzularına göre yorumlamaları veya kendi düşüncelerini, Kita*bın âyeti imiş gibi halka sunmalarıdır. Bu ifade, bizzat Kutsal Kitabın kendisini kasden değiştirdikleri anlamına gelmez. İşte İbn Abbâs'a dayan*dırılan: "Yahudilerden bir grupun, bir Kitâb yazıp, Muhammed'in vasıf larıni bildiren âyetleri değiştirdikleri, kendi yazdıklarını İlâhî Kitaba karıştırdıkları"[114] şeklindeki sözün anlamı budur. Yani onlar, yazdıkları tefsir ve şerhlerde Kitabın âyetlerini yanlış yorumlayarak çarpıtmışlardı. İslâm mezhepleri de bu tür çarpıtma ve tahrifleri bol miktarda yapmaktan geri durmamışlardır.

Vay Zia/me o kimselerin ki, Kitabı elleriyle yazıp, az bir paraya satmak için, "Bu Allah katındandır," derler! Ellerinin yazdığından ötürü vay haline onların! Kazandıklarından ötürü vay haline onların! (Bakara: 92/79)

Bunlardan kimileri de kendi elleriyle yazdıkları Kitâbları, yorumları Allah'ın sözü olarak takdim ederler. Onların elleriyle yazdıkları Kitâblardan maksat Kitâb-ı Mukaddes'in kendisi değil, ona yaptıkları tefsirler, şerhler, fıkıh Kitâblarıdır. Din adamları, yazdıkları şerhleri, Kitabın aslında olmayan ayrıntılara ilişkin ictihâd hükümlerini, kendi düşüncelerini, çelişkili ayrıntı hükümlerini Allah'ın sözü gibi göstermeğe çalışıyor; böylece dini ayrıntı*lara ve ihtilâflara boğarak çarpıtıyor, zorlaştırıyorlar, taassuplarından dolayı dinin ruhundan ve anlamından uzaklaşıyor, fakat dine hizmet ettiklerini sanıyorlardı.

Benzeri çarpıtmaları müslümanlar da fazlasıyla yapmışlardır. Bu konuda Reşid Rızâ, hocası Muhammed Abduh 'a dayanarak böyle davranan Yahûdî din adamlarının dini yozlaştırdıklarını belirttikten sonra aynı yolda olan şimdiki müslümanların durumuna temas ederek bazı kadıların, me'zun-ların, âlimlerin ve vaizlerin nasıl Allah'ın buyruğu dışına çıkıp şer'î hilelere başvurduklarını, yaptıkları te'vîlleri de kamunun yararını gözeterek yap*tıklarını; böylece uluslarının zengin olması için kat kat ribâ yemeğe cevaz veren Yahûdî din adamları gibi davrandıklarını, bunlardan kiminin de bu işi şeytânın iğvâsıyla bile bile yaptığını anlatıyor. [115]

Sonradan gelen neslin, kendinden önceki nesillere aşırı saygıları ve onların yorumlarını eleştirisiz kabul etmeleri, sonuçta tevhîd dinlerini şirke bulaştırmış, din adamları günahsız, sorumsuz kabul edilerek tanrılaş-tırmıştır. Yahûdîler Uzeyr'i, Hıristiyanlar îsâ'yı Allah'ın oğlu sanmışlar ve böylece peygamberlerin, azizlerin ve din bilginlerinin tanrılaştırılması yolu açılmıştır. Oysa hiçbir peygamber Allah'a ortak koşulmasını emretmez. Hak elçilerinin hepsi insanları Allah'ı birlemeğe, bütün yaratıkları bırakıp yalnız Allah'a tapmağa çağırmışlardır. Elbette Allah elçisi, kula kul olmayı emretmez. Bunu emreden insan da elçi olamaz. İşte Âl-i İmrân: 94/79-82'nci âyetlerinde bu husus anlatılmaktadır:

"Hiçbir insana yakışmaz ki, Allah ona Kitâb, hüküm (hikmet) ve peygamberlik versin de, sonra (o kalksın) insanlara: 'Allah'ı bırakıp bana kullar olun' desin; fakat: 'Öğrettiğiniz Kitâb ve okuduğunuz şeyler gereğince Rabba halis kullar olun!' der. 80- Ve size: 'Melekleri ve peygam*berleri tanrılar edinin!' diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonrar size inkârı emreder mi? 81- Allah, peygamberlerden şöyle söz almıştı: 'Bakın, size Kitâb ve hikmet verdim, imdi yanınızda bulunan (Kitâb)ı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka inanacak ve ona mutlaka yardım edeceksiniz! Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?' demişti. 'Kabul ettik!' dediler. 'O halde şahit olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım.' dedi. 82- Artık kim bundan sonra dönerse, işte onlar/asıklardır." (Âl-i İmrân: 94/79-82)

: Onların içinde bir de ümmîler var ki, Kitabı bilmezler, bütün bildikleri birtakım kuruntulardır, (yahut kulaktan dolmadır); onlar sadece zan içinde bulunurlar. (Bakara: 92/78) âyetinde de Yahûdî dinine bağlı insanlar arasında Kitabı bilmeyen (okuyamayan ve mânâsını da anlamayan) birtakım ümmîlerin bulunduğu, onların bütün bildiklerinin emânî(ümniyyeler)den ibaret olduğu, bir şey bilmedikleri, sadece zanna dayandıkları belirtilmektedir.

Emâniyy, ümniyye'nin çoğuludur. Ümniyye'nin iki anlamı vardır. Biri, gerçeği bilmeden ezbere okumak, kulaktan dolma sözleri yinelemek; diğeri hayâl kurmak, büyük arzu ve istektir. Bazen ideal anlamında da kullanılır.

Fakat müfessirlerin çoğunluğunun kanısına göre âyette esas olan, Temenni kökünden gelen ümniyyenin birinci anlamı olan ezbere okumaktır. Bakara Sûresinin 78'nci âyetinde İlâhî Kitabı okuyamayan, mânâsını anlamayan kimselerin kulaktan dolma sözlerle kuruntulara kapıldıkları, zan ve hayal peşinde koştukları belirtilmektedir. Onların bilgileri, Kitaba dayanmaz; Kitabı bilmezler. Sadece ağızdan duyup belledikleri bazı parçaları okurlar. Bilgileri asıl Kitaba değil, şundan bundan belledikleri sözlere dayanır. Kesin bilgi sahibi değildirler, sadece, zan ve tahmine göre konuşurlar.

İbn Abbâs ve Mücâhid'den temenni ve ümniyye kelimelerinin, yalan sözleri okuma anlamına geldiği rivayet edilmiştir. Hz. Osman: "

Müslüman olduğumdan beri hiç yalan söylemedim" demiştir. [116]

Ayette, bu ümmîlerin, Kitabı okumasını bilmedikleri, mânâsını da anlamadıkları, sadece kulaktan duydukları sözlere dayandıkları anlatılmak*tadır ki böyle kulaktan dolma sözlerle dinin ruhuna vâkıf olunamayacağı; bu yolla edinilen bilgilerin ilim değil, sadece zan olduğu anlatılmaktadır. Âyette bu grup, "ümmîler" olarak tanıtıldığına göre bunların asıl İsrâîloğlu değil, Yahûdî dinini benimsemiş Araplar olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü ümmîler ta'bîri İlâhî Kitâbları olmayan Araplar hakkında kullanılmıştır. Kitâb sahihleri hakkında ise "kendilerine Kitâb verilenler", "Kendilerine bilgi ver ilenler' "Zikir sahipleri", "İlimde râsih olanlar" gibi sıfatlar kullanılmıştır.

Kur'ân-ı Kerîm, bilginin kulaktan dolma sözlere, yahut hayal ve kuruntulara değil, doğrudan vahye veya vahy Kitabının kendisine veya bilgi verileri olan beş duyuya dayanmasını gerekli görür; bunun dışındaki rivayetlerin, kulaktan dolma sözlerin, zan ve tahminden öte geçemeyen hayal ve kuruntular olduğunu belirtir. Hele görünmez âlem hakkında vahy'den başka bir bilgi yolu kabul etmez. Gerçek bilginin birinci kaynağı vahiy (kalb), ikinci kaynağı beş duyu ile dış dünyaya açılan akıldır.[117]

dost1
14. January 2009, 03:36 PM
Cumartesi Yasağını Çiğneme ve Mesh Olayı:


163- Onlara, deniz kıyısında bulunan kent(halkın)ın durumunu sor. Hani onlar Cumartesine saygısızlık edip haddi aşıyorlardı. Çünkü (Cumartesi günü, avlanmaları yasaklanmıştı) Cumartesi (tatil) yaptıkları (yasağa riâyet ettikleri) gün, balıklar onlara akın akın gelirdi. Cumartesi yapmadıkları gün (yani Cumartesi olmayan günlerde veya Cumartesine saygı göstermedikleri zamanlarda) balıklar gelmezlerdi. (Avlandıklarını anladıkları için artık balıklar, gelmez olmuş ve Allah 'in koyduğu yasağa uymamalarından ötürü rızıkları daralmıştı.) Biz onları yoldan çıkma*larından ötürü böyle sınıyorduk. 164- İçlerinden bir topluluk: "Allah'ın helak edeceği, yahut şiddetli bir şekilde azabedeceği bir kavme artık ne diye öğüt veriyorsunuz?" dedi. Dediler ki: "Rabbinize maz'zeret (beyan edebilmek) için, bir de belki korunurlar diye (öğüt veriyoruz)" 165- Ne zaman ki onlar, kendilerine hatırlatılanı unuttular, biz de kötülükten mene-denleri kurtardık; zulmedenleri de, yoldan çıkmaları yüzünden çetin bir azâb ile yakaladık. 166- Kibirlerinden dolayı kendilerine yasak kılınan şeylerden vazgeçmeyince onlara: "Aşağılık maymunlar olun!" dedik. 167-Rabbin, "Elbette tâ Kıyamet gününe kadar onlara azabın en kötüsünü yapacak kimseler gönderecektir!" diye ilân etmişti. Şüphesiz Rabbin çabuk ceza verendir ve O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir. 168- Onları yeryü*zünde topluluklara ayırdık. Onlardan kimi iyi kişilerdi, kimi de alçak! Belki dönerler diye onları iyilik ve kötülüklerle de sınadık. 169- Onların ardından, yerlerine geçip Kitaba varis olan birtakım insanlar geldi ki, onlar, şu alçak(dünyan)ın menfaatini alıyorlar: "Biz nasıl olsa bağışla*nacağız!" diyorlar. Kendilerine, ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Peki "Allah hakkında, gerçekten başkasını, söylememeleri hu*susunda kendilerinden Kitâb mîsâkı alınmamış mıydı (Kitâbdabu hususta kendilerinden söz alınmamış mıydı)? Ve onun içindekini okuyup öğrenme*diler mi? Âhiret yurdu korunanlar için daha hayırlıdır. Düşünmüyor mu*sunuz? 170- O(koruna)nlar ki Kitaba sımsıkı sarılırlar ve namazı kılarlar; elbette biz, iyiliğe çalışanların ecrini zayi etmeyiz. 172- Bir zaman da üzerlerine dağı, bir gölge gibi kaldırmıştık, üstlerine düşecek sanmışlardı: "Size verdiğimiKitâb)ı kuvvetle tutun ve içinde olanı hatırlay(ip yap)ın ki (azabımızdan) korunasınız!" (demiştik). (A'râf: 39/163-171)

163'ncü âyette yüce Allah,

Peygamberine, deniz kıyısında bulunan İsrâîloğlu kasabasının başından neler geçtiğini, İsrâîloğullanna sormasını emrederek olayı özetliyor:

Bu kent halkı Cumartesi çalışma ve avlanma yasağını çiğnemişlerdi. Cumartesi yasağına uydukları gün kendilerine çokça balık gelirdi. Ama yasağı çiğnedikleri gün balık gelmezdi. Allah böylece onları sınıyor, koyduğu sınırı aştıklarından dolayı rızıklarını kısıyordu.

164- Onların yaptıklarına katılmayan iyi kişiler, onlara öğüt veriyor, onları uyarıyor, yola getirmeğe çalışıyorlardı. Fakat bir türlü yola gelmediklerini, bütün öğütlerin boşa gittiğini gören bazı öğütçülerin, diğer öğütçü arkadaşlarına, söz dinlemeyen şu insanlara ne diye boş yere öğüt verdiklerini, nefes tükettiklerini sordular. Ama daha derin düşünen arkadaşları, iki şeyden dolayı öğüt vermeğe devam ettiklerini söylediler: Biri Allah'a karşı görevlerini yapmış olmak, özür beyan edebilmek; diğeri de belki bir gün yola gelirler ümidinde bulunmak. Söz dinlemez olanlar belki bir gün dinlerler. Bugün inkâr edenin, yarın inanmayacağı bilinmez. Öyle ise hayatın sonuna kadar teb*liğden geri kalmamak gerekir. Eğer âlimler tebliğ etmezlerse yarın Allah'ın huzurunda dileyecek özür bulamazlar. Yüce Allah: "Niçin tebliğ etmedi*niz?" dediğinde, Allah'a ne yanıt verecekler? İşte bundan dolayı Musa'dan sonra peygamberlerin vârisleri olan âlimler, öğüt vermeğe devam etmiş*lerdir.

165-166: Fakat sınırı aşan sapıklar, uyarıları dinlememekte ısrar edince yüce Allah, kötülükten menet*meğe çalışan öğütçüleri kurtardı, yoldan çıkanları şiddetli azaba çarptırdı. Allah'ın yasaklarını çiğneyenleri aşağılık maymunlara çevirdi.

167'nci âyette, Allah'ın, Kıyamet gününe dek onlara azabın en kötüsünü yapacak kimseler göndere*ceğini duyurduğu bildirilmektedir. Yani Allah, böyle sapıklıkları yüzünden Kıyamete dek her dönemde onlara azâbedecek insanları onlara saldırta-cağına karar vermiş, bunu böyle takdir etmiştir. Allah hem çabuk ceza veren, hem de çok bağışlayan ve affedendir!

168-169'ncu âyetlerde yüce Allah'ın onları gruplara, bölüklere ayırdığı, içlerinde iyilerin de, kötülerin de bulunduğu, yola gelmeleri için onları iyiliklerle ve kötülüklerle; nimet*lerle ve belâlarla sınadığı, fakat onların yerine gelip Kitabı mîrâs alan neslin, yani Hz. Muhammed (s.a.v.) zamanındaki Yahudilerin "Biz bağış*lanacağız" diyerek bu alçak dünyâ malını aldıkları; aldıkları kadar bir daha olsa onu da alacakları; yalnız gerçeği söyleyeceklerine dair kendi*lerinden Kitâb mîsakı alındığı, ellerindeki Kitâbda bu hükmü okudukları halde dinlemeyip dünyâ malını aldıkları; oysa korunanlar için âhiret yurdunun daha hayırlı olduğu bildirilmektedir. Burada Yahudilerin rüşvet alıp rüşvet ile hüküm verdiklerine işaret bulunduğu gibi onların dünyâ tutkularına da işaret vardır.

İlk defa burada Yahudilerden, Allah hakkında gerçekten başkasını söylemeyeceklerine dair Kitâb mîsakı alındığı, bunu okuyup anladıkları halde dinlemeyip dünyâ malını yeğledikleri, oysa korunanlar için âhiret yurdunun daha hayırlı olduğu bildirilmektedir.

İbn Kesîr, 169'ncu âyetteki "

'Biz bağışlanacağız', derler, onlara benzeri bir dünyâ malı daha gelse onu da alırlar" cümlesi üzerine Süddî'den şu tefsîri aktarıyor: "İsrâîl-oğullarının hakim yaptıkları kimseler, rüşvet almadıkça hüküm vermez*lerdi. İsrâîloğutlarının iyileri toplanıp rüşvet almamak için birbirlerine söz verdiler. Sonra içlerinden biri hakim olup da rüşvet alınca, ona:

Ne yapıyorsun, rüşvetle mi hüküm veriyorsun? denildiğinde,

Ben bağışlanacağım (Allah beni affedecek) derdi.

Diğer İsrâîloğulları onu kınarlardı. Fakat o ölür veya azledilir de kınayanlardan birisi onun yerine atanırsa, yeni atanan da rüşvet alırdı: "Dünya malı, ötekilerine de gelse alırlar" derdi. [118]

170'nci âyette Kitabın emirlerine sarılıp

namazı kılanlar övülmekte ve Allah'ın, uslu, düzeltici insanların ödülünü zayi etmeyeceği vurgulanmaktadır.

171 'nci âyet de yine Yahûdî tarih*inden bir olayı anlatmaktadır: Yüce Allah, yoldan çıkan Yahudilerin başına

dağı kaldırıp bir, gölge gibi bekletmiş, bu vaziyette onlara, Kitabının hükümlerine sımsıkı sarılmalarını, aksi takdirde dağın altında ezileceklerini buyurmuştur. Bu olay Bakara Sûresinin 63'ncü âyetinde degeçer.

İbn Kesîr'in Haccâc ibn Muhammed- Ebûbekr ibn Abdullah'tan aldığı rivayete göre yüce Allah, İsrâîloğullarına, Kitabını alıp uygulama*larını emretmiş; Yahudiler, Kitâb açılıp da farzlarının ve cezalarının kolay olduğunu görmedikçe kabul etmeyeceklerini söylemişler, Allah da dağa, onların başlarının üstüne kalkmasını emretmiş, dağ başları üzerine yükselince Hz. Mûsâ: "Baksanıza yüce Rabbim buyuruyor ki: Eğer Tevrat'ı kabul etmezseniz, bu dağı başınıza atarım!" demiş. Hasan-ı Basrî bu rivayete devamla, dağı görenlerin, sol kaşı üzerine secdeye kapanıp sağ gözüyle dağın üstlerine düşüp düşmediğine baktıklarını söylemiştir. [119]

Bu konuda gelen rivayetler de gösteriyor ki bu dağın, Yahudilerin başına Dağın kaldırılması olayı da Hz. Peygamber dönemindeki Yahudiler arasında söyleniyordu.

Belki de âyet, heyelan dolayısıyla, dağ eteğinde yer alan kasabanın üstüne dağın düşer gibi bir durum almış olduğuna işaret etmektedir.

65- İçinizden, Cumartesi günü(avlanma yasağı)nı çiğneyenleri elbette bilmişsinizdir; işte onlara: "Aşağılık maymunlar olun!" dedik. 66- Ve bunu, önündekilere ve ardından geleceklere ibret bir ceza, (Allah 'in azabından) korunanlara da bir öğüt yaptık. (Bakara: 92/65-66)

Bu âyetlerde de Cumartesi yasağına uymadıkları için Allah'ın gaza*bına uğrayıp maymun kılığına sokulmuş olan Yahûdî cemâatinden söz edilmektedir.

İsrâîloğullarına, Cumartesi denizde avlanma yasaktı. Deniz kıyısında bulunan bir köy halkı, Cumartesi çok miktarda gelen balıkları avlamak için şöyle bir çareye başvurdular: Cumartesinden önce denize attıkları ağları, Cumartesinden sonra topladılar. Yahut Cumartesi, çokça gelen balıkları yakalamak için bir kanal açtılar. Kanala gelen balıklar, su azalınca tekrar denize dönemiyorlardı. Köylüler de ertesi gün, kanalda kalan balıkları yakalıyorlardı. [120]Böyle bir hîle ile Allah'ın yasağını çiğniyorlardı. Allah da yasağı çiğneyen bu insanları cezalandırıp maymunlar kılığına soktu.

Bir insanın şeklinin değiştirilip bir hayvan biçimine sokulmasına mesh denilir. Eski milletlerde meshin vukubulduğu rivayet edilir. Bu, bozulan insanlara, Allah tarafından verilen bir ceza idi. Ancak bunun gerçekten insanın maymun kılığına sokulması mı, yoksa ahlaken bozulup maymun gibi taklitçilik ve aç gözlülük durumuna düşürülmesi mi olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Eğer âyet, ahlâkî bir dejenerasyona (bozul*maya) işaret ise bu, her zaman ve her ulusta olur. İnsanlar nefislerinin zebunu oldukları zaman şeklen değil, fakat sîreten yani huy ve karakter itibarıyla herhangi bir hayvanın karakterine girmiş olurlar. Bunlar şeklen insan görünseler de mânâda hayvan mertebesindedirler.

Eğer âyet, şeklen bir değişim bildiriyorsa o takdirde ba.zı insanların, bozula bozula maymun kılığına dönmüş olmaları düşünülebilir. Ancak eski milletlerde vukubulduğu söylenen bu şeklî dönüşüm {mesh) olayı bu ümmetten kaldırılmıştır. Yalnız insan, ahlâkını korumalıdır ki insan ahlâk ve sıfatından çıkıp herhangi bir hayvanın huy ve sıfatına bürünmesin, nefsinin tutsağı olmasın.

Müfessirlerin çoğu, bu insanların görünürde meshedilip maymun kılığına sokulduklarını söylemişlerse de Mücâhid ve yandaşları, meshin ma'nevî olduğunu, şekillerinin değil, gönüllerinin (ruhlarının) maymun kılığına sokulduğunu söylemişlerdir. [121]

Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayan(hükümlerini uygulamayanların durumu, Kitâblar taşıyan eşeğin durumu gibidir." [122] âyetinde de Tevrat'ın hükümleri uyarınca hareket etmeyenler, Kitâblar taşıyan eşeğe benzetilmek*tedir. Bu âyetten de onların eşeğe ve maymuna benzetilmelerinin, bir kınama ve ma'nevî durumlarını anlatma amacını taşıdığı anlaşılır.

Maymun taklitçidir, düşünce ile hareket etmez, ancak gördüklerini taklid eder. İşte düşünmeden, gördükleri her hareketi taklidedenler de görünüşte olmasa bile gerçekte maymun huyuna, karakterine girmiş, may*mun sîretine bürünmüş olurlar. 60- De ki: "Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size söyleyeyim mi? Allah kim(ler)e la'net ve gazab etmiş, kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytâna tapanlar yapmışsa, işte onların yeri daha kötüdür ve onlar düz yoldan daha çok sapmışlardır." 61- (Onlar) Size geldiklerinde "inandık" derler. Oysa küfürle (yanınıza) girmişler, yine onunla (yanınızdan) çık*mışlardır. Allah onların (içlerinde) gizlediklerini daha iyi bilir. 62- On*lardan çoğunun günâh, düşmanlık ve haram yemede birbirleriyle yarış*tıklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kötüdür! 63- Rabbanilerin ve haham*ların, onları günâh söz söylemekten, haram yemekten menetmeleri gerek*mez miydi? Yaptıkları şey ne kötüdür! (Mâide: 110/60-63)

110/60'ncı âyette de İslâm'ın gelişmesini istemeyen, müslümanlar aleyhine kötü propagandalar yapan Yahudilere, Allah katında asıl yeri kötü olanların, Allah'ın la'net ve gazabına uğramış, putlara tapmış; bazıları Allah tarafın-dan maymun, domuz ve tâğûtatapar yapılmış kimseler olduğu belirtilmiştir.

Müfessirlere göre bu âyette de kıredeh (maymunlar) haline getirildik*lerinden söz edilenler, Cumartesi avlanma yasağını çiğneyen Yahûdî cemâ*atidir. Hanâztr (domuzlar) ile kasdolunanîar da îsâ'ya inen sofrayı inkâr edenlerdir. Başka rivayete göre de her iki Mesih de Cumartesi yasağını çiğneyenlere yapılmıştır. Bunların gençleri maymun kılığına, yaşlıları domuz kılığına sokulmuşlardır. [123]

Yahudilerin, çeşitli dönemlerde hak dinden saparak putlara taptıkları, tanrılara kurbanlar takdim ettikleri Kitâb-ı Mukaddes'te anlatılır. Kur'ân'ın amacı, tarihî bir olayı anlatmak değil, Yahudilerin bildiği, kendi uluslarının başından geçmiş olayları anımsatarak ders vermektir. Kur'ân, bazı Yahu*dilerin meshedilip domuz kılığına sokulmuş olduklarını birkaç yerde anımsatır. Mutlaka Yahudiler de kendilerinden bazı kimselerin meshedil-miş olduklarına inanıyorlardı. Aksi takdirde kendilerinin meshedildiğini belirten bu âyetleri duyan Yahudilerin, böyle bir şey olmadığını söylemeleri gerekirdi. Tarih, onlardan böyle bir itirazın geldiğini kaydetmemiştir. Demek ki onlar bu Mesih olayına inanıyor, öğüt ve ibret için bu olayı kendi aralarında anlatıyorlardı. Kur'ân-ı Kerîm de onların kendi aralarında rivayet edilen bu olayları kendilerine anımsatarak; olumsuz davranışları yüzünden Allah'ın la'net ve gazabına uğrayıp kılıkları değiştirilen, ya ma'nen veya şeklen domuz, maymun kılığına sokulan bazı ataları gibi olmamalarını anlatmak istiyor.

110/61. âyette, bazı kötü niyetli Kitâb ehli kimselerin, müslümanların yanına geldikleri zaman "İnandık" dedikleri, gerçekte inkâr duygusuyla gelip gittikleri; Allah'ın, onların içlerinde neler gizlediklerini gayet iyi bildiği belirtiliyor. Onlar günâha, düşmanlığa koş*mak, haram yemek gibi kötü işler yapan kimselerdir. Rabbaniler ve habr (haham)lar, onları, günâh söz söylemekten, haram yemekten men'et-meleri gerekirken bunu yapmamışlardır. Kötü işlerden men'etmeyen âlim-ler de bu önemli görevi yerine getirmemelerinden ötürü çok kötü bir duruma düşmüşlerdir.

İslâm'dan önce ekonomik bakımdan bölgeye hakim durumda bulunan Yahûdîler, müslümanların güçlenmesiyle bu hakimiyetlerini elden kaçır*maya başlamışlardı. İleride geniş toplum üzerinde hiçbir otoritelerinin kalmayacağını gayet iyi gördüklerinden, müslümanlardan nefret etmeğe başladılar. İslâm'ın gücü arttıkça Yahudilerin, Allah'ın Elçisi'ne ve Müs*lümanlara karşı kin ve nefretleri de artıyordu. Hz. Muhammed(s.a.v.)in amacı, dünya egemenliği kurmak değildi. Ama İslâm kardeşliği, egemenliği de beraberinde getirdi. Allah'ın buyrukları doğrultusunda yürüyenler, O'nun Kitabının ruhundan ayrılanlara egemen oldular. Allah, sâlih kullarını yeryüzüne egemen kılacağını va'detmiştir. [124]Allah'ın va'di yerini bulur.

110/61. âyetten anlaşılıyor ki bazı Yahûdîler, Peygamber (s.a.v.)in meclisine gelip oturur, onu dinler, gelirken de inanmadıkları halde inanmış görünürlerdi. Onların bu davranışlarına, Bakara Sûresinde de işaret edil*miştir.

63. âyet, iyilikle emir, kötülükten men'etmenin önemini vurgulamaktadır. Din adamları, haham*ları, iktidar sahipleri onları kötü işlerden menedeceklerine, tersine kendileri kötülüklere ön ayak olmuşlar, halkı yanlış yollara sürüklemişlerdir. Hasan-ı Basrfye göre Mâide: 63'ncü âyet, münkeri yapanları da, münkerden menet-

meyenleri de aynı biçimde yermiştir. Râzî diyor ki: "Bize göre münkerden nehyetmeyen, münkeri yapandan daha kötüdür. Çünkü yüce Allah günâha, düşmanlığa, haram yemeğe yönelenleri: 'Ne kötü işler yapıyorlardı!' şeklin*de kötülemiş; münkerden nehyetmeyenleri ise: 'Ne kötü işler sun'edi*yorlardı!' sözüyle kınamıştır. Sun', 'amelden kuvvetlidir. Çünkü iyice yerleşmiş olan, meleke (yetenek) kazanılmış bulunan işe sınâ'at denilir. Yüce Allah, münkeri yapanların suçunu yerleşmemiş günâh, münkerden nehyetmeyenlerin suçunu da yerleşmiş, meleke kazanılmış bulunan günâh saymıştır. Gerçekten öyledir. Çünkü ma'sıyeî bir rûh hastalığıdır. İlâcı da Allah'ı, sıfatlarını ve hükümlerini bilmektir. Bu bilgi mev-cudolduğu halde ma'sıyet gitmezse o kimsenin durumu, ilâç içtiği halde hastalığı geçmeyen hastanın durumuna döner. Nasıl bu durumda hastalığın, ilâçla geçmeyecek kadar ağır olduğu anlaşılırsa ma'sıyete yönelen âlimin hâli de kalb hasta*lığının, son derece katı olduğunu gösterir. İbn Abbas'ın: 'Bu âyet, Kur'ân'da en şiddetli âyettir' dediği, Dahhâk'in de: 'Bana göre Kur'ân'da bundan daha korkutucu bir âyet yoktur' dediği rivayet edilir." [125]

Hz. Alî de şöyle demiş: "Ey insanlar, sizden öncekiler günâh işleyip bilginleri de onları bundan menetmedikleri için helak oldular. Onların başlarına inen cezalar, sizin üzerinize de inmeden önce siz, iyiliği emredip kötülükten men'ediniz. Ve iyi biliniz ki iyiliği emir ve kötülükten men'et-mek ne insanın rızkına engel olur, ne de ecelini yaklaştırır." [126]Hz. Peygam-ber'in de şöyle buyurduğu rivayet edilir:

"İçlerinden günâh işleyen bir kimseyi bundan men'etmeğe güçleri yettiği halde bunu yapmayan toplulukları Allah cezalandırir. "[127]

dost1
14. January 2009, 03:37 PM
Dinin Özünde Birlik Çağrısı:


64- De ki: "Ey Kitâb ehli, bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah'a tapalım. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; birbirimizi Allah'tan başka tanrılar edinmeyelim." Eğer yüz çevirirlerse: "Şahit olun, biz müslümanlarız!" deyin. 65- Ey Kitâb ehli, neden İbrahim hakkında tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da, İncîl de ondan sonra indirilmiştir. Düşünmüyor musunuz? 66- Haydi siz, biraz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız; ama hiç bilginiz olmayan şey hakkında neden tartışıyorsunuz? Allah bilir, siz bilmezsiniz. 67- ibrahim ne Yahudi, ne de Hıristiyandı; dosdoğru bir müslümandı. Müşriklerden de değildi. 68- Doğrusu, insanların İbrahim 'e en yakın olanı, ona uyanlar, bu peygamber ve mü'minlerdir. Allah da mü'minlerin dostudur. (Al-i İmrân: 94/64-68) âyetleri, Kitâb ehlini tevhîd çizgisinde birleşmeğe çağır*maktadır.

İbn Abbâs'tan gelen rivayete göre Necrân hey'eti Medine'de iken Yahûdî hahamları da toplantıya katıldılar ve Hz. Peygamber'in huzurunda Hıristiyanlarla tartıştılar. Yahudiler İbrâhîm'in Yahûdî, Hıristiyanlar da onun Hıristiyan olduğunu iddia ediyorlardı.

Bu âyetlerde İbrâhîm'in Yahûdî, ya da Hıristiyan olmayıp, tevhîd ehli bir müslüman olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü Yahûdîlik ve Hıris*tiyanlık İbrahim'den çok sonra ortaya çıkmıştır. İbrâhîm dini, tek Allah'a teslîm olma demek olan İslâm idi. Bu bakımdan evrenin tanrısını millîleş-tiren Yahûdîler de, Allah'a çocuk yakıştıran Hıristiyanlar da İbrâhîm dininin özünden ayrılmışlardır. İbrâhîm dinine en yakın olan, onu olduğu gibi yaşayan, son dinin Peygamberi ve ona uyan mü'minlerdir. Ayetlerde Kitâb ehli olan ve İbrâhîm'i ataları kabul eden Yahûdîler de, Hıristiyanlar da ve daha başka Kitâblılarda İbrâhîm'in tevhîd çizgisinde birleşmeğe çağrılmak*tadır.

69- Kitâb ehlinden bir grup istedi ki sizi saptırsınlar. Onlar sadece kendilerini saptırıyorlar; fakat farkında değiller. 70- Ey Kitâb ehli, (gerçeği) gördüğünüz halde, niçin Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz? 71- Ey Kitâb ehli, niçin hakkı batıla karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz? 72- Kitâb ehlinden bir grup dedi ki: "İnananlara indirilmiş olana, günün önünde inanın, sonunda inkâr edin; belki (size bakarak onlar da) dönerler."73- "Sizin dininize uyandan başkasına güvenmeyin!" (dediler.) De ki: "Hidâyet Allah'ın hidâyetidir. Birine, size verilenin benze*rinin verilmesinden veya Rabbinizin huzurunda aleyhinize deliller getire*ceklerinden ötürü mü (böyle söylüyorsunuz)?" De ki: "Lütuf Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir, Allah(ın lütfü) geniştir, (O her şeyi) bilendir.

74- Rahmetini dilediğine has kılar. Allah, büyük lütuf ve ikram sahibidir.

75- Kitâb ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle emanet bıraksan, onu sana öder. Onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar versen, devamlı olarak başına dikilmeden onu sana ödemez. Onlar "Ümmîlere karşı bize bir sorumluluk yoktur." dedikleri için böyle yapıyorlar ve Allah'a karşı bile bile yalan söylüyorlar. 76- Hayır, kim sözünü yerine getirir ve (günâh*tan) korunursa, şüphesiz Allah da korunanları sever. 77- Fakat Allah'a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir paraya satanlar var ya, işte onların âhirette bir payı yoktur; Allah Kıyamet günü onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları yüceltmeyecektir. Onlar için acı bir azâb vardır. (Âl-iİmrân: 94/69-77)

69-74'ncü âyetlerde Kitâb ehlinden bir grupun, müslümanları kuşkuya düşürüp dinlerinden döndürmek için çeşitli entrikalar çevirdiği, hakkı bâtılla sarıp gizledikleri; yandaşlarına, müslümanlara inen Kur'ân'a sabahleyin inanıp, akşamleyin inkâr ederek müslümanları kuşkuya düşürmeği önerdikleri; kendi dinlerine uyandan başkasına güvenmemeyi söyledikleri anlatılmakta ve Allah'ın hidâyet ve rahmetinin hiç kimseye özgü olmadığı, Allah'ın dilediği kuluna rahmetini vereceği, dilediği kuluna doğruluk rehberi vahiylerini indireceği; Allah'ın vahyini hiçbir ferdin veya ulusun tekeline alamayacağı vurgulanmaktadır.

75-77'nci âyetlerde Kitâb ehli içinde sözünde duran, güvenilir kimseler yanında, aldığı emaneti, borcu ödemeyi düşünmeyen kimseler de bulunduğu; bunların, ümmîlerin mallarını yemenin kendilerine günâh olmadığına inandıkları için böyle yaptıkları anlatılmakta; oysa sözünde durup korunanları Allah'ın sevdiği; fakat verdikleri sözden cayan, yeminlerini satan kimselerin âhiretten bir payları olmayacağı, Allah'ın onlara konuşmayacağı, onların yüzüne bakma*yacağı ve onları temizleyip yüceltmeyeceği; onlar için acı bir azâb bulun*duğu vurgulanmaktadır.

Yahûdîlerin veya daha geniş anlamıyla Kitâb ehlinin hepsi bir değil*dir. İçlerinde öyle güvenilir kimseler vardır ki kantarlarca mal emanet edilse, inkâr etmez, onu sahibine verir. Öylesi de vardır ki kendisine bir dinar dahi verilse sürekli başına dikilip istemedikçe onu geri vermek istemez. Bu Yahûdîlerin, Yahûdî olmayanlardan aldıkları borç ve emaneti iade etmek istememelerinin bir sebebi de, "Ümmîlere karşı kendilerine bir sorumluluk olmadığı", yabancıların hakkını yemekten ötürü sorumlu olmayacakları düşüncesinde bulunmalarıdır.

Allah hiçbir kuluna karşı haksızlık edilmesini kimseye helâl kılma-mıştır. Haksızlıkla alınan bütün mallar haramdır. Yahûdîlerin ellerinde bulunan Tevrat'ta da ümmîlere karşı haksızlık ve hiyânet edebileceklerine dair bir hüküm yoktur. Kitâb lan onlara doğruluğu, adaleti emretmektedir. Ancak Yahûdî din adamları, zamanla Yahûdîlerin, Yahûdî olmayanların mallarını yiyebileceği düşüncesini yaymışlar ve böylece bu düşünce onlara egemen olmuştur. Yoksa Allah'tan gelen hiçbir din insanlara haksızlık edilmesini emretmez. Dinin ruhuna bağlı hiçbir insan da haksızlık etmez ve bunu emretmez. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm de Kitâb ehlinin hepsinin bir olmadığını, onların içinde bulunan, güvenilir, aldığını ödeyen iyi insanları, kötülerinden önce anmıştır. Bir dini veya ulusu tümden karalamamış, dini çıkarlarına âlet eden, dinin ruhundan ayrılan insanları kınamıştır.

Reşîd Rızâ'nın dediği gibi nasıl sonradan gelen din adamlarının yanlış yorumlarıyla Yahûdîlerin çoğunluğu, dinin ruhundan uzaklaşmış, akşamleyin inkâr ederek müslümanları kuşkuya düşürmeği önerdikleri; kendi dinlerine uyandan başkasına güvenmemeyi söyledikleri anlatılmakta ve Allah'ın hidâyet ve rahmetinin hiç kimseye özgü olmadığı, Allah'ın dilediği kuluna rahmetini vereceği, dilediği kuluna doğruluk rehberi vahiylerini indireceği; Allah'ın vahyini hiçbir ferdin veya ulusun tekeline alamayacağı vurgulanmaktadır.

75-77'nci âyetlerde Kitâb ehli içinde sözünde duran, güvenilir kimseler yanında, aldığı emaneti, borcu ödemeyi düşünmeyen kimseler de bulunduğu; bunların, ümmîlerin mallarını yemenin kendilerine günâh olmadığına inandıkları için böyle yaptıkları anlatılmakta; oysa sözünde durup korunanları Allah'ın sevdiği; fakat verdikleri sözden cayan, yeminlerini satan kimselerin âhiretten bir payları olmayacağı, Allah'ın onlara konuşmayacağı, onların yüzüne bakma*yacağı ve onları temizleyip yüceltmeyeceği; onlar için acı bir azâb bulun*duğu vurgulanmaktadır.

Yahudilerin veya daha geniş anlamıyla Kitâb ehlinin hepsi bir değil*dir. İçlerinde öyle güvenilir kimseler vardır ki kantarlarca mal emanet edilse, inkâr etmez, onu sahibine verir. Öylesi de vardır ki kendisine bir dinar dahi verilse sürekli başına dikilip istemedikçe onu geri vermek istemez. Bu Yahudilerin, Yahûdî olmayanlardan aldıkları borç ve emaneti iade etmek istememelerinin bir sebebi de, "Ümmîlere karşı kendilerine bir sorumluluk olmadığı", yabancıların hakkını yemekten ötürü sorumlu olmayacakları düşüncesinde bulunmalarıdır.

Allah hiçbir kuluna karşı haksızlık edilmesini kimseye helâl kılma-mıştır. Haksızlıkla alınan bütün mallar haramdır. Yahudilerin ellerinde bulunan Tevrat'ta da ümmîlere karşı haksızlık ve hiyânet edebileceklerine dair bir hüküm yoktur. Kitâb lan onlara doğruluğu, adaleti emretmektedir. Ancak Yahûdî din adamları, zamanla Yahûdîlerin, Yahûdî olmayanların mallarını yiyebileceği düşüncesini yaymışlar ve böylece bu düşünce onlara egemen olmuştur. Yoksa Allah'tan gelen hiçbir din insanlara haksızlık edilmesini emretmez. Dinin ruhuna bağlı hiçbir insan da haksızlık etmez ve bunu emretmez. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm de Kitâb ehlinin hepsinin bir olmadığını, onların içinde bulunan, güvenilir, aldığını ödeyen iyi insanları, kötülerinden önce anmıştır. Bir dini veya ulusu tümden karalamamış, dini çıkarlarına âlet eden, dinin ruhundan ayrılan insanları kınamıştır.

Reşîd Rızâ'nın dediği gibi nasıl sonradan gelen din adamlarının yanlış yorumlarıyla Yahûdîlerin çoğunluğu, dinin ruhundan uzaklaşmış,

Yahûdî olmayanın malını yemekte bir sakınca görmemişlerse; sonradan gelen bazı hîle-i şer'iyyeci sözde müslüman din adamları da, dâr-i harbde gayri müslimlerin, hattâ müslümanların mallarını (tefe yoluyla) yemeğe cevaz vermişler ve dâr-i harb'i de kendi istedikleri biçimde yorumlamaktan çekinmemişlerdir. Bu adamlar arasında müslümanların yurdu güzelim Tür-kiyemizi dâr-i harb kabul edip, müslümanların karısını, kızını câriye hükmünde görecek kadar ardan, edepten yoksun insanlar dahi görülmüştür.

Kitâb ehlinin, "Ümmîlerin mallarını yemek bize günâh değildir" şeklindeki sözlerini duyan Hz. Peygamber (s.a.v.): "Allah'ın düşmanları yalan söylemişlerdir. Câhüiyye dönemine ait her şey şu iki ayağımın altındadır. Yalnız emanet hariç. Çünkü iyinin de kötünün de emâneti geri verilir."

Bir adam Abdullah ibn Abbâs'a:

"Biz savaşta zimmîlere âidolan tavuk, koyun ele geçiriyoruz. Bunun bize günâhı yoktur, diyoruz", diyerek bu düşüncenin doğru olup olmadığını soran bir adama Abdullah ibn Abbâs:

" Bu söz, tıpkı 'Ümmîlerin malını yemek bize günâh değildir' diyen Kitâb ehlinin sözüne benziyor. Zimmîler cizyelerini verdikten sonra, kendi gönül rızalarıyla verdikleri dışında, malları size helâl değildir" demiştir. [128]

: 76-77'nci âyetler münâ*sebetiyle Eş'as ibn Kays'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Benimle bir Yahûdî arasında bir tarla sorunu vardı. Benim hakkımı inkâr eden o adamı Allah'ın Elçisi(s.a.v.)e götürdüm. Peygamber bana:

Kanıtın var mı? dedi.

Hayır, dedim.

Yahûdîye yemîn etmesini emretti. Dedim ki:

Yâ Resûlallah o halde malımı alıp götürür (yani çekinmeden yemîn eder).

Bunun üzerine 77'nci âyet indi. [129]

Herhalde bu gibi birkaç olaydan sonra inen bu âyetlerde, böyle davranışlar sergileyen Yahudilere işaret edilmiştir.

Son âyetin tefsîri ile ilgili olarak bazı hadîsler zikredilir:

"Allah'ın Elçisi şöyle buyurdu: Üç kişi vardır ki Allah, Kıyamet günü onlara konuşmaz, onların yüzüne bakmaz, onları temizlemez. Onlar için acı bir azâb vardır." Allah'ın Elçisi, bunu üç defa okumuştur. Hadîsi rivayet eden Mu'âz:

Yâ Resûlallah, bu ziyana uğrayıp mahvolanlar kimlerdir? diye sordu.

Allah'ın Elçisi:

Müsbil (elbisesini yerden sürüye sürüye yürüyüp kibreden, çalım satan), yalan yeminle ticaretinde sürüm yapmağa çalışan ve verdiklerini başa kakan kimselerdir! dedi." [130]

"Kim birinin malını ele geçirmek için yalan yere yemîn ederse Allah'a kavuştuğu zaman Allah kendisine kızgın olur." [131]

"Üç kişi vardır ki Allah, Kıyamet gününde onlara konuşmaz, bakmaz; onları temizlemez: çölde yanında bulunan fazla suyu yolcuya vermeyen, ikindiden sonra malını satmak için yalan yere yemîn eden, dünyâ için devlet başkanına bey1 at edip de başkan ona mal verince ona verdiği sözde duran, başkan kendisine mal vermeyince verdiği sözde durmayan kimse." [132]

Bu âyetlerde geçen ahd ve eymân'\n tefsîri için ilgili maddelere bakınız.

Yahudiler: "Uzeyr, Allah'ın oğludur." dediler. Hıristiyanlar da: "Mesih Allah'ın oğludur." dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözleridir. (Sözlerini,) Önceden inkâr etmiş(olan müşrik)lerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da (haktan batıla) çevriliyorlar!? (Tevbe: 113/30) [133]

dost1
14. January 2009, 03:38 PM
Korkaklık Yüzünden Uzun Süre Çölde Kalmaları:


20- Mûsâ, kavmine demişti ki: "Ey kavmim, Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; zira (O), aranızda peygamberler var etti, sizi krallar yaptı ve size dünyalarda hiç kimseye vermediğini verdi. 21- Ey kavmim, Allah'ın size yaz(ıp nasibet)diği Kutsal Toprağa girin, arkanıza dönmeyin, yoksa kaybedersiniz!" 22- Dediler ki: "Ey Mûsâ, orada zorba bir millet var. Onlar oradan çıkmadıkça biz asla oraya girmeyiz. Eğer çıkarlarsa, o zaman oraya gireriz." 23- (Allah'tan) Kor*kanlardan Allah'ın nimet verdiği iki adam dedi ki; "Onların üzerine' kapıdan girin, eğer kapıdan girerseniz, muhakkak ki siz gâlib gelirsiniz-Haydi eğer inanıyorsanız Allah'a dayanın!" 24- Dediler ki: "Ey Mûsâ, onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. Sen ve Rabbin, gidin, savaşın, biz burada oturuyoruz!" (Mâide: 110/20-24)

Mâide: 110/20-24'ncü âyetlerde Allah'ın, İsrâîloğullanna olan ni'-metleri anımsatılmaktadır: Allah onların içinden peygamberler çıkarmış, kendilerini Mısır köleliğinden kurtarıp özgürlüğe kavuşturmuş, dünyâda kimseye vermediği nimetleri onlara vermişti. Filistin'de Arz-ı Mukaddes'e girmelerini, savaştan korkmamalarını buyurmuştu. Kendilerini o zaman en güçlü düşman Firavun'un elinden kurtaran Hz. Musa'nın sevk ve ida*resine rağmen İsrâîloğulları, korkaklık gösterip onun girmelerini emrettiği kente girmeğe cesaret edemediler. İçlerinden iki sadık mü'min, onlara ne kadar cesaret vermeğe çalıştı ise de yine onlar, Musa'ya, kendi-lerinden çok iri yapılı, güçlü görüp korktukları o kavim kentte bulunduğu sürece oraya giremeyeceklerini, ancak Musa'nın, Rabbıyla birlikte gidip onlarla savaşmasını söylediler. Mûsâ da Cenabı Hak'tan özür dileyip kendisiyle kardeşinden başkasına söz geçiremediğini, kendilerini söz dinlemez insan*larla bir tutmamasını arz etti. Korkaklıkları ve söz dinlememeleri yüzünden İsrâîloğulları, kırk yıl çölde dolaşmağa mahkûm oldular. Güzel kentlerde, verimli, mey vah topraklarda yaşamaktan yoksun kaldılar.

Âyetlerin öğüt için özetle anlattığı olay, Sayılar Kitâbı'nın 13 ve 14'ncü bölümlerinde daha ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. Kur'ân, öğüt vermek için, olayların sadece özetini anlatmıştır. Tevrat'ta anlatılanların özeti şudur:

"Ve Rab Musa'ya söyleyip dedi: İsrâîloğullarına vermekte olduğum Ken'ân diyarını çaşıtlamaları için adamlar gönder. Ve onlara dedi: Bu yoldan cenuba çıkın ve dağlığa çıkın ve memleketin nasıl olduğunu ve üzerinde oturan kavim kuvvetli mi, yoksa zayıf mı, az mı, yoksa çok mu ve üzerinde oturdukları yer iyi mi, kötü mü ve içinde oturdukları şehirler nasıl, konaklar mı, yoksa hisarlar mı ve toprak yağlı mı, yoksa zayıf mı, onda ağaç var mı, yok mu görün ve yürekli olun ve diyarın meyvasından getirin.

"Gidenler Rehob'a kadar memleketi çaşıtladılar ve cenub tarafına çıktılar ve Hebron'a vardılar ve orada Anak oğulları Ahiman, Şeşay ve Talmay vardı. Ve Eşkol vadisine geldiler ve kırk gün sonra döndüler, İsrâîloğulları cemâatinin yanına geldiler. Ve onlara, gittikleri yerin münbit, mey vali, fakat orada oturanların güçlü olduğunu söylediler. Gidenlerden Kaleb, hemen oraya saldırmayı önerdi. Fakat kendisiyle beraber çıkanlar, o kavme karşı savaşacak güçte olmadıklarını, o toprakların verimli olma*dığını söylediler.

"İsrâîloğulları, ora halkıyla savaşamayacaklarını, savaştıkları takdirde öleceklerini, kadınlarının ve çocuklarının düşman elinde tutsak olacağını söyleyip ağladılar.

"Onlara kızan Rab, Musa'ya: 'Ne vakte kadar bu kavim beni hor görecek ve aralarında yaptığım bütün alâmetlere rağmen ne vakte kadar bana iman etmeyecekler?' dedi. Onları veba ile vuracağını, mîrâstan mahrum edeceğini, ancak Musa'yı ve ona bağlı olanları güçlendireceğini, ölecek olan bu kavmin zürriyetini o şehirlere egemen kılacağını buyurdu.

"Ve Musa'nın, memleketi çaşıtlamak üzere gönderdiği, geri geldik*lerinde memleket hakkında kötü haberler getirip cemâati Mûsâ' ya karşı koymağa yönelten adamlar veba ile öldüler. Yalnız Nun oğlu Yeşu' ile Yefunne oğlu Kaleb kaldı.

"Ve Mûsâ, bu sözleri bütün İsrâîloğuIIarına söyledi, kavim yas tuttu. Sabahleyin erken kalkıp dağın tepesine çıktılar: Rabbin dediği yere çıka*cağız, çünkü suç işledik, dediler. Mûsâ, onlara çıkmamalarını, zira Allah'ın, artık onların arasında olmadığını, kendilerine yardım etmeyeceğini, çıktık*ları takdirde Amelekîler ve Kenanlılar tarafından öldürüleceklerini söyledi. Kendilerine güvenen kavim, dağın tepesine çıktılar, fakat Rabbin Ahid Sandığı ve Mûsâ, ordugâh'in ortasından ayrılmadılar. O zaman o dağda oturan Amelekîler ve Kenanlılar indiler ve Horma'ya kadar onları vurup kırdılar." [134]

Allah sizin içinizden peygamberler var etti": Arap Yarımadasında ortaya çıkan Peygamberlerin çoğu, İsrâîloğulları arasından çıkmıştır. Hz. Ya'kûb'un oğulları, çoğunluğun sözüne göre peygamber idiler. Râzî'ye göre Musa'nın, kavminden seçip Allah ile konuşmasını dinlemek üzere Tur'a götürdüğü yetmişler de peygamber idiler. Yüce Allah Musa'ya, Ya'kûb Oğullarından peygamberler yetiştireceğini haber vermişti. Ayrıca, onları Mısırlıların köleliğinden kurtarıp özgürlüğe kavuş*turmuş ve egemen yapmıştı.

Mâide Sûresinde, Âdem'in iki oğlundan birinin diğerini öldürdüğünü anlatan âyetlerden sonra: Sizi krallar yaptı" cümlesindeki mulûk kelimesi, gerçek krallar anlamında değildir. Çünkü "Sizi krallar yaptı" cümlesinin açık anlamı, bütün İsrâîloğullarının kral olmasını gerek*tirir. Eğer burada mulûktan kasıt krallar olsaydı,

" denilirdi. Burada mulûk özgürlük ve egemenlik sahibi insanlar, egemen ulus anlamındadır. Yani Allah sizi kölelikten kurtarıp bağımsızlığa ka*vuşturdu, özgür ve egemen bir ulus yaptı demektir. Abdullah ibn Abbâs, bu cümleye: "Hizmetçiye, kadına ve eve sâhiboldunuz" şeklinde mânâ vermiştir.

Âlemlerde hiç kimseye vermediğini size verdi" cümlesi, müfessirlere göre İsrâîloğuIIarına, o zaman diğer uluslara verilmeyen ni'metlerin verilmiş olduğunu belirtmektedir. Yüce Allah, denizi yarıp onları içinden geçirmiş, düşmanlarını helak edip top*raklarını onlara vermiş, üstlerine bulutlarla gölge yapmış, kendilerine zah-

metsiz rızıklar {menn ve selva ) ihsan etmiş, içlerinden peygamberler ve krallar yetiştirmiştir. Bu kadar ni'met o zamanda başka bir ulusa veril*memişti. İsrâîloğulları bir zaman çevrelerine egemen ve birçok konuda çevre uluslarına üstün olmuşlardır.

Fakat bir zaman için üstünlük sağlamış olmaları, sürekli olarak üstün kalacakları anlamına gelmez. Tersine, söz dinlememelerinden dolayı elle*rindeki ni'metler alınmış, Allah'ın ve peygamberlerin la'netine de uğratıl*mışlardır. Çünkü Allah'ın yasaları çerçevesinde hareket eden uluslar yük*selir, bunlara ters düşenler geriler. Bu, her ulus için böyle olduğu gibi İsrâîloğulları için de böyledir. [135]

dost1
14. January 2009, 03:39 PM
İnsan Öldürmenin Büyük Sorumluluk ve Cezası:


Bundan dolayı İsrâîloğullanna şöyle yazdık: Kim, bir cana kıymamış, ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir canı öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de onu (koruyup) yaşatırsa, bütün insanları yaşatmış gibi olur. Andolsun elçilerimiz onlara açık deliller getirdiler, ama bundan sonra da onlardan çoğu, yine yeryüzünde israf etme kte( aşırı gitmek-te)dir-ler. (Mâide: 110/32)

Bu âyette, bir cana kıymak, bütün insanları öldürmeğe denk bir suç; bir canı yaşatmak da bütün insanları yaşatmağa denk bir sevâb gösteril*miştir. Çünkü bir insan, türünü temsil eder. Bir insanın haksız yere öldürül*mesi, toplumda öldürme olaylarının yayılmasına, sonunda bütün insanların birbirine düşmesine, haksızlıkların ve düşmanlıkların çoğalmasına, toplum düzeninin bozulmasına yol açar. Birinin hayatını koruyup kurtarmak da toplumda can güvenliğini sağlar. Toplumu gönül huzuru içinde yaşatır. Yüce Allah, bireyin hayatını, toplumun hayatı kadar değerli görmüş, birey*lerin hayatlarına saygının, toplumun hayatı, güvenlik ve mutluluğu ve toplumda cinayetleri önlemek için kısasın gerekliliğini anlatmak istemiştir. [136]


Cimrilik, Düşmanlık ve Bozgunculukları:


181- Allah: "Allah fakirdir, biz zenginiz" diyenlerin sözünü işitti. Onların dediklerini ve haksız yere peygamberleri öldürmelerini yazacağız ve: "Yangın azabını tadın!" diyeceğiz. 182- "Bu, sizin ellerinizin yapıp öne sürdürdüğünün karşılığıdır." Allah, kullara asla zulmedici değildir. 183- Onlar: "Allah bize and verdi ki, bize ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiçbir elçiye inanmayalım" dediler. De ki: "Size benden önce açık deliller ve bu dediğinizi de getiren elçiler gelmiştir. Eğer doğru iseniz niçin onları öldürdünüz?" 184- Eğer seni yalanladılarsa, senden önce açık deliller, hikmetli sahifeler ve aydınlatıcı Kitâb 'ı getiren peygamberler de yalanlanmıştı. (ÂI-i İmrân: 94/181-184)

94/181-184'ncü âyetlerde Allah'ın, "Allah fakirdir, biz zenginiz" diyenlerin sözlerini işittiği; onların sözlerini ve haksız yere peygamberleri öldürmelerini yazacağı ve onlara yangın azabını tadmalarını, elleriyle yap*tıkları işler yüzünden bu duruma düştüklerini; yoksa Allah'ın, kullarına haksızlık etmeyeceğini söyleyeceği belirtilmektedir. "Allah'ın, ateşin yi*yeceği bir kurban getirmeyen hiçbir peygambere inanmamaları hakkında kendilerinden söz almış olduğunu" söyleyenlere hitaben de, doğru söylü-yorlarsa, dedikleri mu'cize yanında daha birçok kanıt getirmiş olan Tanrı elçilerini neden öldürdükleri sorulmakta, daha sonra da kendisini yalan*layanların tutumuna üzülen Hz. Muhammed'e hitaben, kendisini yalanla*dılarsa, kendisinden önce açık kanıtlar, sahîfeler ve aydınlatıcı Kitâb ge*tirmiş olan elçilerin de yalanlanmış olduğu hatırlatılarak Peygamber (s.a.v.) teselli edilmektedir.

Bir rivayete göre Peygamber (s.a.v.), Hz. Ebûbekir'i, müslümanların müttefiki olan Yahudilerden, yapılacak bir savaş için borç istemeğe gön*dermiş, Hz. Ebûbekir onlardan Allah için borç isteyince bir Yahûdî, âyette anlatıldığı biçimde söz söyleyerek Ebûbekir'in talebimle alay etmiştir. Peygamber'in, Ebûbekir'i onlardan yardım istemeğe göndermesi de onlarla yapılmış olan ittifaka dayanmaktaydı. Hz. Peygamber Medine'ye geldiklerinde Yahudilerle bir ittifak andlaşması imzalamıştı. Bu andlaşmaya göre bu ittifaka giren Yahudiler müslümanlara karşı bir savaş vukuunda, müslumanların savaş masraflarına katılacak, mal ve para yardımı yapacak*lardı. Kendilerine bir saldırı vukuunda da müslümanlar onlara yardım edeceklerdi1. İşte bu ittifak uyarınca Hz. Ebûbekir, onlardan savaş masraf*larına katkıda bulunmalarını isteyince Yahudiler Allah'ın âyetleriyle alay etmiş: "Demek Allah fakir ki bizden borç istiyor" demişler. İşte âyetlerde bu olaya işaret edilmiştir.

Âyetler, Hz. Peygamber'i teselli etmekte, Yahudilerin, daha önceki peygamberlere de karşı geldikleri, bu davranışlarından ötürü hesaba çekile*cekleri belirtilmektedir.

Yahudiler, inanmamak için: "Allah bize, herhangi bir peygamber bize ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe ona inanmamayı tavsiye etti." demişlerdir. Oysa onlara, daha birçok mu'cize yanında ateşin yakıp kül ettiği kurbanı da getiren peygamberler geldiği halde onlara da inanma*mışlardı.

Tevrat'ın Birinci Krallar Kitabında Yahûdîlerin, birçok peygamber öldürdükleri anlatılmaktadır. 183'ncü âyette işaret edilen kurban olayı da yine Tevrat'ın bu Kitabında yer almıştır ki özeti şöyledir:

"İsrâîloğulları arasında puta tapma yaygınlaşmıştı. Putlara tapmaya çağıran, dörtyüzden fazla insan vardı. Krallar, özellikle Kral Ahab ve karısı İzabel, insanları puta tapmağa teşvik ediyordu. Allah'ın peygamberi İlyâ ile Ba'l (put) peygamberleri arasında bir tartışma oldu. Gerçek peygam*ber İlyâ, Ba'l peygamberlerine meydan okuyup: "Bir boğa siz alıp boğaz*layın, parçalayın, odunların üstüne koyun,ateş yakmayın. Tanrınız Ba'[137]'den ateş isteyin. Bir boğa da ben alıp keseceğim, odunların üstüne koyacağım, altına ateş yakmayacağım. Allah'tan ateş isteyeceğim. Hangimizin kurba*nını, gökten ateş gelip yakarsa o haklıdır, onun Allah'ı İsrâîlin Rabbidir" dedi. İki taraf da hayvan boğazlayıp odunların üstüne koydular. Ba'l'in peygamberleri ne kadar yalvardılarsa da onların kurbanına ateş inmedi. Fakat İlyâ'nın kurbanına "Rabbin ateşi düştü ve yakılan ve odunları ve taşları ve toprağı yeyip bitirdi ve hendekte olan suyu yaladı." [138]

Bütün bu kanıtlara rağmen yine Yahûdî kralları yola gelmemişler, peygamberleri yalanlamışlar, öldürmüşlerdir. Konuyu anlatan âyetler, Peygamber'i tesellî ile son bulmaktadır. Yahudiler "Allah'ın eli bağlıdır (Allah cimridir)." dediler. Kendi elleri bağlandı ve söyledikleri sözden ötürü lanetlendiler. Hayır. Allah 'in iki eli de açıktır, dilediği gibi verir. Andolsun, Rabbinden sana indirilen, onların çoğunun azgınlığını ve küfrünü arttıracaktır. Biz onların aralarına ta Kıyamet gününe kadar düşmanlık ve kin atmışızdır. Ne zaman savaş için bir ateş yakınışlarsa Allah onu söndürmüştür. (Onlar) Yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Allah da bozguncuları sevmez. (Mâide: 110/64)

Bu âyette Yahudilerin Allah'a karşı saygısızlıkları, Allah için "Eli bağlı" dedikleri anlatılıyor. "Eli bağlı" deyimi, cimrilikten,"Eli açık" deyimi ise cömertlikten kinayedir. Âyette, İsrâîloğullannın, müslümanların inançlarıyla alay eden bu sözlerine cevaben Allah'ın elinin açık olduğu, dilediğine bol nimet verdiği belirtilmekte ve Hz. Muhammed'e indirilen Kur'ân'ın, Yahudilerin taşkınlık ve inkârını artıracağı bildirilmektedir. Fakat onların taşkınlık ve inkârları yalnız kendilerine zarar verir. Müslü*manlara kin besleyen bu adamların, kendi aralarında da sevgi yoktur. Birbirlerinden de hoşlanmazlar.

Bu âyetten Yahudilerin pintilikleri anlaşılmaktadır. Kendilerinden Allah için yardım istenince, yardım etmemek için ellerinin darlığından yakınmışlar, Allah'ın, kendilerine bir şey vermediğini söylemişlerdir.

Demek ki Yahudiler, bir projeye yardım etmemek için böyle söy*lemişlerdir. Bu sözler câhiller tarafından söylenir. "Sanki verse Allah'ın hazinesinden bir şey mi eksilir?" diyenler vardır. Yahudilerin sözü de buna benzer saygısız bir sözdür. Âyet bu sözü söyleyenleri kınamaktadır.

Bazı kimseler Allah'a inandıklarını söylerler, fakat Allah yoluna, yoksul insanlara yardım etmemek için: "Allah fakir mi ki bizden isti*yorsunuz? Allah versin!" derler. Bu, Yahudiler arasında böyle olduğu gibi, her toplumda da böyledir. Ama özellikle Yahûdî, cimrilikle ünlüdür. Yardım etmemek için böyle mantık oyunları yaparlar. Allah için yardımdan kaçınan herkes bu Yahûdî karakterini taşır.

Biz onların aralarına ta Kıyamet gününe kadar düşmanlık ve kin atmışızdır." âyeti, Yahûdîler arasında birbirlerine karşı düşmanlık hüküm sürdüğünü bildirmektedir. Bu, "Sen onları toplu, dayanışmalıbir topluluk sanırsın ama kalbleri dağınık ve birbirine düşmandı[139]âyetinin bildirdiği üzere onların kendi kabileleri arasında da düşmanlık hüküm sürmektedir. Küstahça davranışları yüzünden Allah, onların aralarına düşmanlık ve kin düşürmüştür. Bir*birlerine karşı düşmanlıkları, tâ Kıyamete dek sürecektir. Allah'ın Elçisi 'ne karşı ne zaman bir savaş ateşi yaksalar, Allah onu söndürür, tuzaklarını boşa çıkarır. Seciyeleri fesat çıkarmaya elverişlidir. Yeryüzünde bozgun*culuk yapmaya, insanları birbirine düşürmeğe çalışırlar. Allah da bozgun*cuları sevmez. Bu ulusal soğukluk, düşmanlık, Yahûdî mezhepleri arasın*daki sürtüşmeden kaynaklanmıştır. Bu âyetin, Yahûdîlerle Hıristiyanlar arasında düşmanlık bulunduğunu ifade ettiğini söyleyenler de vardır. Fakat sözgeliminden, bu düşmanlığın, Yahudilerin kendi aralarında olduğu anla*şılmaktadır.

Gerçekten Hz. Peygamber zamanında Medîne Yahûdîleri arasında düşmanlık vardı. Câhiliyye döneminde Yahudilerden bazıları Evs kabilesi*yle, bazıları da Hazrec kabilesiyle ittifak yapmışlardı. Birbirine düşman olan Evs ve Hazrec kabileleri çarpıştıkça, müttefikleri olan Yahûdî ler de tarafını tuttukları Arap kabilesiyle birlikte öteki tarafı tutan Yahûdî kabi*lesiyle savaşırdı. Bu hususu, Bakara Sûresinin 84-85'nci âyetlerinden de anlamaktayız

Kitâb-ı Mukaddes'in Krallar ve Günün Haberleri Kitâbları, Yahûdî kabilelerinin, ötedenberi nasıl bölündüğüne ve birbirlerine karşı savaştık*larına tanıktır.

65- Eğer Kitâb ehli inanıp (Allah'ın azabından) korunsalar di, onların kötülüklerinden geçerdik ve onları nimeti bol cennetlere sokardık. 66- Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rab'lerinden kendilerine indirileni gereğince uygulasalardı, muhakkak ki üstlerinde(ki ağaçların meyvelerinde)n ve ayaklarının al-tın(daki ürünler)den yerlerdi. İçlerinde (ileri geri gitmeyen) ılımlı bir ümmet var, ama onlardan çoğu, ne kötü işler yapıyorlar? 67- Ey Elçi, Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan, O'nun mesajını duyurmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah, kâfirler toplumunu yola iletmez. 68- De ki: "Ey Kitâb ehli, siz Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni uygulamadıkça bir esas üzerinde değilsiniz." (Ey Muhammed), Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun azgınlık ve inkârını artıracaktır. Sen o kafirler toplumu için üzülme! 69- İnananlar, Yahudiler, Sabitler ve hıristiyanlar(dan) Allah'a ve âhir et gününe inanan ve iyi işler yapanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. (Mâide: 110/65-69) âyetlerde Kitâb ehli, lâyıkıyla inanmış ve Kitâblarının hükümlerini uygula*mış olsalar, Allah'ın, onları bolluğa kavuşturacağı; içlerinde orta yolu izleyen ılımlı insanlar bulunmakla beraber çoklarının kötü işler yaptıkları belirtilmektedir.

67'nci âyette Hz. Peygamber 'e hitaben, kendisine indirileni duyurması buyurulmakta ve Allah'ın kendisini koruyacağı vurgulandıktan sonra Allah'a ve âhirete inanan dört din men*subunun, Allah tarafından âhirette ödüllendirileceği vurgulanmaktadır.

Âyetlerde Peygamber'e, kimseden çekinmeden, kendisine inen İlâhî buyrukları teblîğ etmesi ve çeşitli kuruntular içerisine giren, hayallerle başkalarına üstünlük taslayan Kitâb ehli kimselere; Tevrat'ın, İncil'in ve Allah tarafından kendilerine indirilen diğer vahiylerin gereklerine göre hareket etmedikçe bir temel üzerinde olmayacaklarını bildirmesi emredil*miştir.

Burada iki yerde Allah'tan indirilen ifadesi geçer. Biri 66'ncı âyette: "Rablerinden kendilerine indirilen" şeklindedir. Bu âyette, üçüncü çoğul şahıs kipiyle, Kitâb ehline, şayet Rablerinden kendilerine indirileni uygula-

dıkları takdirde bolluk içinde yaşatılacakları bildirilmektedir. 68'nci âyette de Kitâb ehline hitaben, "Rabbinizden size indirilen" uygulamadıkça bir temel üzerinde olmayacakları bildirilmektedir.

Her iki âyette, Rablerinden kendilerine indirilen ile kasıt, Kur'ân değil,Tevrat ve İncîl'den ayrı olarak ara peygamberler vasıtasıyla kendi*lerine, kendi dillerinde gelmiş olan vahiylerdir. Bu ta'bîr ile kasdedilenin Kur'ân olması ihtimali üzerinde durulursa da gerçekte "Rablerinden ken*dilerine indirilen" Kur'ân değil, Habakkuk, Dânyâl gibi İsrâîl peygam*berlerine ve azizlerine verilen vahiy ve ilhamlardır. Zaten aynı âyetin devamında, Hz. Muhammed'e hitaben "Rabbinden sana indirilen, onların çoğunun tuğyanını ve küfrünü artırır!" ifâdesi, "Rablerinden onlara indi*rilenin", Hz. Muhammed'e indirilenden ayrı olduğunu kanıtlar. Âl-i İmrân Sûresinin 199'ncu âyetinde de Allah'tan onlara indirilen ile, Hz. Muham*med'e indirilen ayrı ayrı anılmaktadır: "Kitâb ehlinden öyleleri var ki, Allah 'a inanırlar, size indirilene ve kendilerine indirilene inanırlar; Al*lah'a karşı saygılıdırlar; Allah'ın âyetlerini birkaç paraya satmazlar. Onların da Rableri katında ödülleri vardır! Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir."

Gerek 66'ncı âyetten, gerek 68'nci âyetten anlaşılıyor ki Kitâb ehli, Yahûdî ve Hıristiyan kaldıkları halde Kur'ân'ı inkâr etmez, onun gereklerine aykırı davranmazlarsa -ki bu üç Kitabın ana çizgilerinde ve temel konularında birlik vardır, aykırılık yoktur-, meselâ üçlemeyi bırakıp Kur'ân'ın tanımladığı biçimde Allah'a ve âhirete inanırlarsa müslüman sayılır ve cennete giderler. Bu husus, Bakara: 92/62'nci âyette belirtildiği gibi, Mâide: 110/68-69'ncu âyetlerde de açıkça vurgulanmaktadır. Bakara Sûresinin 62'nci âyeti, burada yinelenerek: Allah'a, âhirete inanıp iyi işler yapan mü'minlerin (yani müslümanların), Yahudilerin, Sabitlerin ve Hıristiyanların korku ve üzüntü çekmeyecekleri belirtilmektedir. Fakat Hz. Muhammed(s.a.v.)e gelen vahiyleri inkâr eden ve ona düşman olan, böylece kendi Kitâblarının ruhundan da uzaklaşmış bulunan Yahûdî, Sâbiî ve Hıristiyanlar bir esas üzerinde değillerdir. Çünkü onlar, Tevrat'ın ve İncil'in gereklerine ters düşmüş, tevhîdi bozmuş, Allah'ın vahyini reddet*mişlerdir. Bütün dinlerin ruhu: "Allah'ın buyruğuna saygı ve O'nun yara*tıklarına şefkattir."

77- De ki: "Ey Kitâb ehli, dininizde haksız yere aşırılığa dalmayın ve önceden sapmış, birçoğunu da saptırmış, düz yoldan şaşmış bir milletin keyiflerine uymayın!" 78- İsrâîloğullarının nankörlerine, Dâvûd ve Mer*yem oğlu îsâ diliyle lanet edilmiştir. Çünkü (onlar) isyan etmişlerdi ve saldırıyorlardı. 79- Yaptıkları kötülükten vazgeçmiyorlardı. Ne kötü işler yapıyorlardı! 80- Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Gerçekten nefislerinin, kendileri için yapıp gönderdiği ne kötüdür (ki o yüzden) Allah onlara gazabetmiştir ve azabda sürekli kalacaklardır.

81- Eğer Allah'a, Peygambere ve ona indirilene inansalardı, o(inkâr ede)nleri dost tutmazlardı. Ama onlardan çoğu yoldan çıkmış insanlardır.

82- İnsanlar içerisinde, inananlara en yaman düşman olarak Yahudileri ve (Allah'a) ortak koşanları bulursun. İnananlara sevgice en yakınları da "Biz Hıristiyanlar iz." diyenleri bulursun. Çünkü onların içlerinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar. (Mâide: 110/77-82)

77'nci âyette Kitâb ehline –ki burada hitabedilen Kitâb ehli Hıristiyanlardır-, aşırı gitmemeleri; daha önce sapmış, birçoğunu da saptırmış, doğru yoldan şaşmış olan kimselerin, yani Yahudilerin keyiflerine uyarak sapıklık içine düşmemeleri emredili*yor.

78'nci âyette, saldırganlıkları yüzünden İsrâîloğullarından bazı nankörlere, gerek Dâvûd, gerek Meryem oğlu îsâ tarafından lanet edildiği belirtiliyor; 79'ncu âyette de bu lanete uğramalarının sebebi açıklanıyor: Onlar yapılan kötü*lüklere göz yumuyor, ses çıkarmıyorlardı. Hakk'ın buyruklarının çiğnen*mesine razı olmakla çok kötü bir iş yapıyorlardı. Geçmişteki İsrâîloğulla*rının davranış tarzı böyle idi. âyetlerde de Hz. Peygamber dönemindeki Yahudilerin durumu anlatıl*maktadır: Onlardan çoğu, mü'minlerle dost olacakları yerde Allah'a ortak koşanlarla dostluk kuruyor, böylece kendi canları için kötü işler yapı*yorlardı. İnsanların davranışları, canlarının arkadaşı olur. İyi davranışlar, can için cennet ni'metleri, kötü davranışlar da cehennem azabıdır. İşte inananları bırakıp kâfirlerle dost olan kimseler, bu davranışlarıyla kendi canlarına kötülük etmektedirler. Onlar böylece Allah'ın gazabına uğrayıp azaba çarpılacaklardır. Zaten Allah'ın gazabı, azabın tâ kendisidir. Ama onlar Allah'a, Peygamber'e ve ona indirilene inanmış olsalardı, müşrikleri değil, müslümanları dost tutarlardı. Çokları yoldan çıktıklarından dolayı mü'min-leri bırakıp müşrikleri dost tutmuşlardır.

82'nci âyette de müslümanların en yaman düşmanlarının Yahudiler ve müşrikler; en yakın dostlarının da Hıristiyanlar olduğu bildiriliyor ve bu da Hıristiyanlar içinde iyi niyyetli din bilginlerinin varlığına ve güzel yönlendirmesine bağlanıyor. [140]

dost1
14. January 2009, 03:40 PM
Kitaba Vâris Olan İsrâîloğulları;


76S- Onları yeryüzünde topluluklara ayırdık. Onlardan kimi iyi kişilerdi, kimi de alçak! Belki dönerler diye onları iyilik ve kötülüklerle de sınadık. 169- Onların ardından, yerlerine geçip Kitaba varis olan birtakım insanlar geldi ki, onlar, şu alçak(dünyan)ın menfaatini alıyorlar: "Biz nasıl olsa bağışlanacağız!" diyorlar. Kendilerine, ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Peki "Allah hakkında, gerçekten başka*sını, söylememeleri hususunda kendilerinden Kitâb misakı alınmamış mıydı? (Kitâbda bu hususta kendilerinden söz alınmamış mıydı?) Ve onun içinde kini okuyup öğrenmediler mi? Ahiret yurdu korunanlar için daha hayırlıdır. Düşünmüyor musunuz? 170- O(koruna)nlar ki Kitaba sımsıkı sarılırlar ve namazı kılarlar; elbette biz, iyiliğe çalışanların ecrini zayi etmeyiz. (A'rtf; 39/168-170)

39/168-169'ncu âyetlerde yüce Allah, İsrâîloğullarını gruplara, bölüklere ayırdığını; içlerinde iyilerin de, kötülerin de bulunduğunu; yola gelmeleri için onları iyiliklerle ve kötü*lüklerle; ni'metlerle, belâlarla sınadığını, fakat onların yerine gelip Kitabı mîrâs alan neslin, yani Hz. Muhammed devrindeki Yahudilerin: "Biz affe*dileceğiz" diyerek bu alçak dünyânın malını aldıklarını, aldıkları kadar bir daha olsa onu da alacaklarını; yalnız gerçeği söyleyeceklerine dair kendilerinden söz alındığını, ellerindeki Kitâb'da bu buyruğu okudukları halde dinlemeyip dünyâ malını aldıklarını; oysa korunanlar için âhiret yurdunun daha hayırlı olduğunu bildirmektedir.

170'de de Allah'ın, Kitâblarına sımsıkı sarılıp namazlarını kılanların ecrini zayi etmeyeceği vurgulanmaktadır.

Bu âyetlerde Yahudilerin içinde haksızlık yapan, rüşvet alıp veren, başkalarının hakkını yiyen insanlar yanında Kitâblarının hükümlerine sa*mimiyetle bağlı, gerçek dindarların bulunduğu da anlatılmaktadır.

Esasında Kur'ân, bir ırk olarak Yahudileri kötülemiyor. Onların içinde de iyilerin bulunduğunu söylüyor. Âl-i İmrân Sûresinin 110, 113-115'nci, Mâide Sûresinin 66'ncı âyetlerinde de onların içinde sâlih, ılımlı kişilerin bulunduğu, ama çoklarının yoldan saptıkları belirtilmektedir. Demek ki asırların kalıntısı olarak Yahûdîye dünyâ tutkusu yerleşmiştir. Bu da onun başına belâlar açmıştır ve açacaktır. Çünkü bir avuç insan hesabına kütleleri sömürmek, parayı altun buzağı gibi tanrılaştırmak, başlarına Allah'ın hış*mını indirir. Yahudilerin altundan yapılmış buzağıya tapmış olmaları, onların para tapıcılığını, pintiliklerini ve tutkularını simgelemektedir.

Fakat 170'nci âyetten, Yahûdîlerin de, düzeltilmesi imkânsız bir toplum olmadığı anlaşılmaktadır. Allah, onlardan nice peygamber gönder*miştir. Onların içinde de kendini Allah'a vermiş âlimler, habrler, zâhidter vardır. Allah'ın buyruklarını dinledikleri takdirde onlar da diğer insanlar gibi Allah'ın lütfuna ererler. İşte 170'ncı âyette yüce Allah, Kitâblarının hükmüne bağlı kalıp namazlarını kılan İsrâîloğullarını da ödüllendireceğini; uslu, iyi, güzel işler yapan insanların ecrini zayi etmeyeceğini belirtmek*tedir.

Sonra Kitâb 'ı kullarımız arasından seçtiklerimize miras verdik. Onlardan kimi nefsine zulmedendir, kimi orta gidendir, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçendir. İşte büyük lütuf budur. (Fâtır: 43/32)

Buradaki Kitâb, İsrâîloğullarına atalarından intikal eden Kutsal Kitâb'dır. Âyette, Kutsal Kitabı mîrâs alan İsrâîloğullan, seçkin kullar olarak nitelendirildikten sonra onların üç grup oldukları belirtilmektedir: Kimileri nefsine zulmeden, kimileri orta yolda giden, kimileri de Allah'ın izniyle hayır işlerinde ileri giden kimselerdir.

Tabii İsrâîloğullarında görülen bu sınıflar, diğer ümmetlerde ve Mu-hammed ümmetinde de vardır. Bütün kavimler esasen böyledir. Kitabı mîrâs almış olan İsrâîloğullarından kimi günâh işler yapmak suretiyle kendi canlarına yazık etmekte, kimi orta gitmekte, ibâdette gevşeklik göstermekle beraber ötekilere oranla daha ılımlı davranmakta, kimi de hayır işlerinde ileri gitmektedir.

- İşte bunlar; Allah'ın nimet verdiği peygamberlerden, Âdem, neslinden, Nûh ile beraber gemide taşıdıklarımızın neslinden, İbrahim ve İsrail {Ya'-küb) neslinden, yol gösterdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdendir. Onlara Rahman'in âyetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı. 59-Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, namazı zayi ettiler, şehvetlerine uydular. Onlar kötülük bulacaklardır. 60- Ancak tevbe eden, inanan ve iyi işler yapanlar, cennete girecekler ve hiç haksızlığa uğra-tılmayacaklardır.(Meryem: 44/58-60)

Bu âyetlerde, sûrede anılan sâlih insanların, Allah'ın ni'metine ermiş, Âdem, Nûh, İbrâhîm, İsrâîl soyundan ve Allah'ın doğru yola iletip seçtiği insanların soyundan gelen peygamberler olduğu, bunların Allah'ın âyet*lerini duyunca ağlayarak secdeye kapandıkları; fakat onlardan sonra yer*lerine, namazı zayi eden, şehvetlerine uyan bir neslin geldiği; onların cehennemin gayyasına girecekleri; ancak tevbe edip inanan ve güzel işler yapanların cennete girecekleri, kendilerine hiç haksızlık edilmeyeceği belirtilmektedir.

Sâffât 56/83-113'ncü âyetlerde Hz. İbrâhîm'in ve oğlu ishâk'ın güzel davranışları örnek olarak anlatıldıktan sonra: O ikisinin neslinden gelenler arasında iyi hareket eden de var, açıkça nefsine zulmeden de" buyurulmaktadır.

Her toplumda iyiler ve kötüler bulunduğu gibi, İsrâîloğullan arasında da iyiler, hakka doğruya ileten gerçek dindarlar vardır ve Kur'ân onları övmektedir:

159- Mûsâ kavmi içinde doğrulukla hakka götüren ve hak ile adalet yapan bir topluluk da vardır... 181- Yarattıklarımız içinde, doğrulukla hakka götüren ve hak ile adalet yapan bir ümmet de vardır. (A'râf: 39/159,181)

73- Ama /lep^/ fc/r değildir. Kitâb ehli içinde gece saatlerindi kalkıp Allah'ın âyetlerini okuyarak secdeye kapanan bir topluluk da vardır. 114- Onlar Allah'a ve âhiret gününe inanırlar; iyiliği emreder, kötülükten menederler; hayır işlerine koşarlar. İşte onlar da iyilerdendir. 115- Yapa*cakları hiçbir iyilik inkâr edilmeyecektir. Şüphesiz Allah, korunanları bilmektedir." (Âl-i İmrân: 94/113-115) âyetlerinde de İsrâîloğullarının bu aşırılar karşısında bulunan ılımlı ve iyi sınıflarına işaret edilmektedir. Onların içinde Allah'ın âyetlerini inkâr edip peygamberleri öldürenler, isyan edip saldıranlar olduğu gibi; Allah'a ve âhiret gününe inanan, geceleri ibâdet eden, iyiliği emir ve kötülükten meneden kişilerin bulunduğu da bildirilmektedir. Mâide: 110/66'da da:

Onların içinde ılımlı bir topluluğun bulunduğu, fakat çoklarının kötü işler yapan kimseler oldukları" belirtilmektedir.

" 26- Andolsun, Nuh'u ve İbrahim 'i elçi gönderdik, peygamberliği ve Kitâb'ı bunların zürriyetleri arasına koyduk. Onlardan yola gelen de vardı, ama onlardan çoğu yoldan çıkmışlardı. 27- Sonra bunların peşinden ard-arda elçilerimizi gönderdik. Meryem oğlu isa'yı da onların ardına kattık; ona İncîl 'i verdik ve ona uyanların kalblerine şefkat ve rahmet (duygusu) koyduk. İcâdettikleri rahbanlığı, biz onlara yazmamıştık, yalnız Allah'ın rızasını kazanmak için (onu kendileri icâdettiler) fakat ona gereği gibi de uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. Fakat onlardan birçoğu da yoldan çıkmışlardır. (Hadîd: 112/26-27)

Kur'ân'ın son inen sûrelerinden olan Hadîd Sûresinin bu âyetlerinde Kitap ehli içinde doğru yolda olan insanlar da bulunduğu, Allah'ın, onların ecrini de vereceği, fakat çoklarının yoldan çıktığı vurgulanmaktadır. Yahû-dîler böyle olduğu gibi, Hıristiyanlardan söz eden bu âyetlerde de onların içinde de yine iyilerin bulunduğu, ancak çoklarının yoldan çıktığı belirtil*mektedir. Esasen dinin özüne bağlı olan, gerçek dini yaşayan toplumun çoğunluğu değil, maalesef azınlığıdır. 'Şükreden kullarım azdır." (Sebe': 58/13) âyeti de asıl dinine bağlı, öz dindar insan*ların, azınlıkta kaldığını bildirmektedir.

Kitâb ehli Yahûdîler, hrıstiyanlar böyle olduğu gibi diğer insanlar da böyledir. Vâkı'a Sûresinde genel olarak bütün insanlar arasındaki bu üç tabaka belirtilmektedir:

7- Ve sizler üç sınıf olduğunuz zaman. 8- Sağın adamları (amel defterleri sağ tarafından verilen-ler), ne uğurludurlar onlar! 9- Solun adamları (amel defterleri sol tarafından verilenler), ne uğursuzdurlar onlar! 10- Ve o sabıklar (o inançta ve amelde duraklamadan) ileri geçenler! 11- İşte O, (Allah'a) yaklaştırılanlar. 12- Nimet cennetlerindedirler. 13- Çoğu öncekilerden, 14- Birazı da sonrakilerden (olan bu mutlu insanlar. (Vâkı'a: 47/7-14)

Katâde şöyle demiş: "İnsanlar dünyâda üç sınıf, ölüm sırasında üç sınıf, âhirette üç sınıftır: Dünyâda mü'min, münafık ve müşriktirler. Ölüm sırasında: "Eğer Allah'a yaklaştırılanlardan ise ona rahatlık, güzel rızık ve ni'met cenneti vardır! Eğer sağcılardan ise: 'Ey sağcı, sana sağcılardan selâm!' Ama yalanlayıcı sapıklardan ise kaynar sudan bir ziyafet ve cehen*neme atılma var!" [141] Âhirette de: "Sağın adamları, ne uğurlulardır onlar! Solun adamları, ne uğursuzlardır onlar! Ve sabıklar, sabıklar (iyi işlerde ileri geçenler)! İşte Allah'a yaklaştırılanlar onlardır!" [142]

İşte her ulustan Allah'a ve âhirete inanan, güzel işler yapan kimseler, Kur'ân'ın anlatımına göre cennete girer, çeşitli zinetler ve nimetler içinde gam ve tasadan uzak kalarak Allah'a hamdederler. Bu üç sınıftan zâlim ile muktesidin sonucu belirsiz bırakılmıştır. Sadece hayırlarda ileri geçen*lerin sonucu çekici biçimde anlatılmıştır ki insanlar onlar gibi olmağa çaba harcasın; şirki, küfrü, Allah'ın buyruklarını uygulamada ihmali ve kusuru bırakıp hayır işlerine koşsunlar.

Kur'ân, Kitâb ehline, Kitâblarının hükümlerini uygulamalarını emret*mekte, bu hükümleri uygulayanları övmektedir:

Tevrat'ı ezberleyip de onun hükümlerini uygulamayanlar, Kitâb taşı*yan eşeğe benzetilmektedir[143].Mâide Sûresinde de Allah tarafından indirilmiş olan Tevrat'ın uygulanması vurgulanmaktadır:

43-İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında dururken seni nasıl hakem yapıyorlar da sonra dönüyorlar? Onlar inanıcı değillerdir. 44-Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik, onda yol gösterme ve nûr vardır. İslâm olmuş pey-gamberler, onunla Yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Tanrıya ver-miş zâhidler ve âbidler de Allah'ın Kitabını korumakla görev-lendirildik-lerinden onu uygular ve onu gözleyip kollarlardı. (Mâide: 110/43-44)

sahipleri, Allah'ın onda indirdiğiyle hükmetsinler. (Mâide: 110/47)

£ger Tevrat'ı, incil 'i ve Rablerinden kendilerine indirileni uygulasalardı, muhakkak ki üstlerinde(ki ağaçların meyvalarında)n ve ayaklarının altında(ki ürünlerde)n yerlerdi. İçlerinde doğru yolda giden ılımlı bir topluluk var ama, çokları ne kötü işler yapıyorlar? (Mâide: 110/66)

Görüldüğü gibi Kur'ân, kendinden önceki İlâhî Kitâbları kaldırmıyor, onları övüyor, kendisinin de onlara uygun olarak indiğini söylüyor. Kitâb-larının gösterdiği yoldan ayrılanları kınarken, Kitâblarının ruhuna bağlı kalanları övüyor. A'râf Sûresinin 159, 18l'nci âyetlerinde bu husus daha açık olarak belirtilmiştir:

759- Mûsâ kavmi içinde doğrulukla hakka götüren ve hak ile adalet yapan bir topluluk da vardır... 181- Yarattıklarımız içinde, doğrulukla hakka götüren ve hak ile adalet yapan bir ümmet de vardır. (A'râf: 39/159, 181)

İlâhî Kitâb sahibi olan bütün insanlar, birliğe ve kardeşliğe çağrılıyor: Bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir,

ben de sizin Rabbinizim, bana kulluk edin." (Enbiyâ: 73/92, Mü'minûn: 74/52)

Öyle ise peygamberlerin getirdiği dinler arasında ayrıcalık yapmak, peygamberlerden birini diğerinden üstün tutmak İlâhî irâdeye aykırıdır, yarar değil, zarar getirir.

Allah'a inanan insanların, hep birlikte Allah'a sarılıp saygı ve hoşgörü ile huzur ve barış içinde yaşamaları gerekir. Çünkü Tanrıları birdir, amaçlan da birdir. Hepsinin amacı Tanrının rızasına ermektir. O yüce ve güzel Mevlâ, kullarının boğazlaşmasından, birbirine düşman olup ateş püskürme*lerinden değil, kardeşlik, barış, sevgi ve saygı içinde yaşamalarından hoş*lanır. Zaten dinleri de insanları birbirine sevdirmek, dost etmek, mutlu kılmak için göndermiştir. O, ne güzel Mevlâ, ne güzel yardımcıdır!

Hac: 88/40. âyette

Allah'ın, bazı insanları diğer bazılarıyla savunması olmasaydı, içlerinde Allah'ın ismi çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılırdı. Allah, kendi dinine yardım edene elbette yardım eder. Allah, kuvvetlidir, galiptir." buyurulmaktadır. Burada Allah'ın adının anıldığı yerler olarak, Allah tarafından korunduğu belirtilen binalar, üç İlâhî dinin ma'bedleridir. Kur'ân, her üç dinin ma'bedlerinin Allah tarafından korun*duğunu bildirmektedir. Bu ifade, din birliğinin en güzel belirtisi değil midir? Kur'ân böyle derken bu din mensuplarının, birbirlerinin ma'bedlerini küfür yuvaları gibi görmeleri ve bu ma'bedlere hor bakmaları, hattâ fırsat bulunca yıkmağa çalışmaları elbette Kur'ân'ın ruhuna uygun değildir. Bundan dolayıdır ki Osmanlılar, egemen oldukları yerlerde Yahûdî ve Hıristiyanların inançlarına saygı göstermişler, ma'bedlerini yapmalarını ve ma'bedlerinde özgürce ibadet etmelerini sağlamışlardır. [144]

dost1
14. January 2009, 03:41 PM
İyi Yürekli İsrâîloğlu Bilginlerinin Gerçeğe Tanıklığı ve Saygısı:


İsrâîloğulları bilginlerinin onu bilmesi de (Kur'ân'ın vahiy olduğu hakkında) onlar için bir delil değil mi? (Şu'arâ: 47/197)

52- Bundan önce kendilerine Kitâb verdiklerimiz, o(Kur'ân)a inanırlar. 53- Onlara (Kur'ân) okunduğu zaman: "Ona inandık, o, Rabbimizden gelen gerçektir. Zaten biz ondan önce de müslümanlar idik." derler. 54- İşte onlara, sabretme-lerinden ötürü mükâfatları iki kez verilir; onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (hayır yoluna) harcarlar. 55-Bos söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: "Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selâm olsun (haydi hoşça kalın), biz cahiller(le sohbet etmey)i istemeyiz" derler. (Kasas: 49/52-55)

Bu âyetlerde önceden kendilerine Kitâb verilmiş olanların, Kur'ân'a inandıkları, kendilerine Kur'ân okunduğu zaman onun, Allah katından gelen gerçek olduğunu kabul ettikleri; hem kendi Kitâblarına, hem de Kur'ân'a inanıp imanlarında sebat ettiklerinden, kötülüğü iyilikle savmağa çalıştıklarından dolayı onlara iki kez sevap verileceği belirtiliyor. Boş sözlere dalanlara rastlayınca onların, selâm verip geçtikleri anlatılmaktadır.

Kur'ân'ın vahiy olduğuna inandıkları belirtilen Kitâb ehlinin kimliği hakkında çeşitli rivayetler vardır: Kimine göre bunlar Necrân'dan gelen Hıristiyan hey'etidir. Kimine göre bunlar, Hudeybiye Barışından sonra, Ebûtâlib oğlu Ca'fer ile birlikte Habeşistan'dan gelen otuziki kişilik bir Hıristiyan cemâatidir. Sekiz kişi de Şam'dan gelmiş, böylece sayıları kırka varmıştır. Muhammed ibn ishâk'a göre bunlar, Peygamber'in durumunu öğrenmek üzere Habeşistan'dan gelen ve Peygamber'i dinledikten sonra müslüman olan, Necâşî'nin gönderdiği oniki kişilik Habeş Hıristiyan hey*etidir. Mâide: 110/82-85'nci âyetlerin de bunlar hakkında indiği rivayet edilir. [145]Kimine göre bunlar Şam'dan gelen bir hey'ettir; kimine göre de Selmân-ı Fârisî ve Abdullah ibn Selâm'ın dahil olduğu bir gruptur. [146]Bu rivayetlere göre bu âyetlerin Medine'de inmiş olması gerekir. [147] Oysa âyetler, içinde bulunduğu konuya sıkı sıkıya bağlıdır ve Sûre de Mekke sûrele-rindendir. Zaten üslûb da Mekke üslûbunu taşır.

54'ncü âyette: Sabrettiklerinden dolayı onlara iki kez sevâb verilecektir" denmesi, bu insanların baskı altında bulunduklarını gösterir. Hıristiyan ülkesi olan Şam'dan veya Habe*şistan'dan gelen Hıristiyanların baskı altında bulunması söz konusu değildi. O halde bunlar, ne Habeşistan'dan, ne de Şam'dan gelen hey'etler değil, Mekke'de hem kendi Kitâblarına, hem de Hz. Muhammed'e vahyedilenlere inanan bazı Kitâb ehli kimselerdir. Nitekim Mekke'de inmiş olan En'âm: 55/114'ncü, İsrâ: 50/107-109'ncu âyetler de Mekke'de Kitâb ehlinden bazı kimselerin, Kur'ân'ın Allah tarafından vahyedildiğine tanıklık ettikle*rini bildirmektedir. Aynı durumu bildiren bu 52-53'ncü âyetlerin de Mek*ke'de indiği anlaşılmaktadır.

Şayet bu âyetlerde anlatılan insanlar, Mekke ve Hicaz Bölgesinde yaşayan bazı Kitâb ehli kimseler değil de başka bir yerden gelmiş bir hey'et ise Kur'ân'dan etkilendiklerine göre, bunlar yabancı değil, Arap kökenli olmalıdırlar. Bu takdirde de bu hey'etin Şam tarafından, Süryânî-Ârâmî gibi Arap soyundan bir Hıristiyan hey'eti olma olasılığı güçlen*mektedir.

Demek ki Medîne devrinin sonlarına doğru, Allah Elçisi'nin peygam*berliği, Arap Yarımadasının her yanında duyulmağa ve kendisine, çeşitli yerlerden akın akın hey'etler gelmeğe başlamıştı. Muhammed İzzet Derve-ze'ye göre bu hey'etlerin gelmesinde, Allah Elçisi'nin çeşitli bölgelere gönderdiği mektupların da etkisi olmuştur.

Demek ki gerek Mekke, gerek Medîne döneminde Kitap ehlinden bazı kimseler, Hz. Peygamber(s.a.v.)e gelip Kur'ân dinlemiş ve onun pey*gamberliğine inanmışlardır. Bu da Kur'ân'ın, ard düşüncelerden uzak, sağ*duyu sahibi Kitâb ehli üzerinde derin etki bıraktığını gösterir.

Kur'ân âyetlerinden, Hz. Peygamber döneminde Hicaz bölgesinde yaşayan Hıristiyan cemâatinden bazı kimselerin müslüman olduğu anla*şılır. Yahut dinlerini değiştirmeseler dahi Hz. Muhammed'in peygamber*liğini kabul ettikleri anlaşılır. Habeş Kralı Eshame ve çevresindeki din adamları da, oraya gitmiş olan müslümanlardan Kur'ân dinleyince, bunun vahiy eseri olduğunu kabul etmiş, yurtlarına göçmüş olan müslüman lara özgürlük tanımış , iyi muamele etmişlerdi. Peygamber'den kısa bir süre sonra Şam, Mısır, Kuzey Afrika fethedilmiş, buralarda yaşayan halktan dileyen kendi dininde kalmış, fakat büyük çoğunluk müslüman olmuştur.

Musa'ya verilen bir Kitâb gibi Hz. Muhammed'e bir Kitâb verilmediği bahanesiyle onu inkâr eden müşrikleri reddeden bu âyetler, Kitap ehlinin, Kur'ân'ın Allah tarafından gelen gerçek olduğunu kabul etmelerini, Kur'ân'ın Tanrı vahyi olduğunun kanıtı göstermektedir.Yani: Ey Mekke halkı, siz bunun, Musa'ya verilen Kitâb gibi olmadığını iddia ederek buna inanmıyorsunuz ama Mûsâ Kitabının bağlıları, bunun aynen Musa'ya verilen Kitâb gibi Hak tarafından gelen gerçek olduğunu kabul ediyorlar,

demektir. Aynı husus: 107- De ki: 'Siz ister ona inanın, ister inanmayın, O, daha önce kendilerine bilgi verilenlere okunduğu zaman onlar, derhal çeneleri üstüne secdeye kapanırlar. 'Rabbimizin şanı yücedir, gerçekten 108- Rabbimizin sözü mutlaka yerine getirilir!' derler. 109- Ağlayarak çeneleri üstüne kapanırlar ve Kur'ân onların derin saygısınıartırır. (Isrâ: 50/107-109) düşündünüz mü: Eğer bu (Kur'ân) Allah katından olduğu halde siz onu tanımamışsanız; İsrâîloğutlarından bir şâhid de bunun benzerini (Tevrat'ı) görüp inandığı halde siz (inanmağa) tenezzül etmemişseniz (durumunuz nice olur)?!' Şüphesiz Allah, zâlim bir toplumu doğru yola iletmez." (Ahkâf: 66/10) âyetlerinde de belirtilmiştir.

Ahkâf: 66/10'ncu âyetten, Mekke'de oturan veya Mekke'ye gelen bazı Yahudilerin, Kur'ân'a inanmış olması, dinlerini bıraktıkları anlamına gelmez. Kur'ân onları, kendi Kitâblarına bağlı kaldıkları halde Kur'ân'ın da hak olduğunu kabul ettiklerinden dolayı övmekte, ama yine onları Kitâb ehli olarak tanımlamaktadır. Eğer müslüman olsalardı, onlara artık Kitâb ehli denmezdi. Ama bunların, tevhîd ehli (monofizit) oldukları anlaşılmaktadır ki Kur'ân, bütün tevhîd ehlini müslüman kabul etmektedir. Onların: "Biz, zaten daha önce Allah'a teslim olmuştuk." sözleri de Allah'a tapan Kitâb ehlinin müslüman sayıldığını kanıtlamaktadır ki zaten bunun kanıtları pek çoktur.

52- insanlar içerisinde, inananlara en yaman düşman olarak Yahudileri ve (Allah'a) ortak koşanları bulursun. İnananlara sevgice en yakınları da "Biz Hıristiyanlarız" diyenleri bulursun. Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar. 83- Resul'e indirilen(Kur'ân)ı dinledikleri zaman, tanıdıkları gerçekten dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Derler ki: "Rabbimiz, inandık, bizi şahitlerle beraber yaz!" 84- "Biz, Rabbimizin bizi iyiler arasına katmasını umarken neden Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım?" 85- Bu sözlerinden dolayı Allah onlara, altlarından ır*maklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetler verdi. Güzel hareket edenlerin mükâfatı işte budur! (Mâide: 110/82-85)

Bu âyetlerde müslümanların en yaman düşmanlarının Yahudiler ve müşrikler; en yakın dostlarının da Hıristiyanlar olduğu; onların bu dostluk*larının da kendilerini Allah'a vermiş, alçak gönüllü kıssîsler ve râhiblerden kaynaklandığı belirtiliyor ve Peygamber'i dinleyen o insanların, duydukları gerçekler karşısında etkilenip ağladıkları, gerçeği kabul eden o haksever insanların: "Hak bize geldikten sonra ve biz, Rabbimiz'ın bizi sâlihler arasına katmasını isteyip dururken niçin Allah'a inanmayalım?" dedikleri, Allah'ın da bu sözlerinden dolayı onlara, altlarından ırmaklar akan cennetler verdiği; Allah'ın güzel davrananları işte böyle ödüllendireceği belirtiliyor. [148]

dost1
14. January 2009, 03:41 PM
Peygamber'i Kabul Etmemelerinin Nedeni:


Yahûdîlerin Peygamber'e düşmanlıkları ve ona gelen gerçeği kabul etmemeleri, dünya çıkarlarının zedelenmesinden kaynaklanıyordu. Kendi*lerini bütün uluslardan üstün gören İsrâîloğulları, Peygamber olduğunu bildikleri Hz. Muhammed'in de kendilerine katılmasını umuyor ve onun önderliğinde bölgeye, belki dünyâya egemen olmak istiyorlardı. Kendileri Hz. Muhammed'in dinine girmeyi düşünmüyor, onun kendi dinlerine girmesini arzu ediyorlardı. Çünkü onlara göre Kitâb ve peygamberlik kendi uluslarına mahsus idi. Bundan dolayı Bakara: 92/120'nci âyette Hz. Muhammed'e, dinlerine uymadıkça Yahûdî ve Hıristiyanların, kendisinden razı olmayacakları belirtilmektedir.

Mekke döneminde Hz. Muhammed'e karşı yansız ve hattâ olumlu davranan, onun hakkında sorulan sorulara olumlu yanıt veren Yahudiler, Hz. Muhammed'in, kendilerine uymadığını, daha önce dağınık ve düşman kabileler halinde yaşayan Arap toplumunun ise yavaş yavaş onun çevre*sinde toplanıp büyük bir güç oluşturmağa başladıklarını görünce bu durumu, siyasal açıdan gelecekleri için tehlikeli görerek Peygamber'e düşmanlık beslemeğe başladılar. Peygamber Mekke'de iken onun hakkında olumlu düşündükleri, Medîne döneminin ilk zamanlarında da bir bekleyiş içinde sustukları halde durum belirginleşmeğe başladıkça kâh Medîneli münafık*larla, kâh Mekkeli ve öteki müşriklerle işbirliği yaparak Peygamber da've-tinin başarısını engellemeğe çalıştılar. Hattâ:

-57- Kendilerine Kitâbdan bir pay verilenleri görmedin mi? (Baksana onlar) tâğuta ve cibte inanıyorlar ve inkâr edenler için: "Bunlar, inananlardan daha doğru yoldadır." diyorlar. 52- İşte onlar, Allah'ın lanetlediği insanlardır. Allah, kimi lanetlerse artık onun için hiçbir yardımcı bulamazsın. 53- Yoksa onların mülkten bir payı mı var? Öyle olsaydı insanlara bir çekirdek zerresi bile vermezlerdi. 54-Yoksa Allah'ın, lütfundan insanlara verdiği (vahiyler) yüzünden onları kıskanıyorlar mı? Oysa biz İbrahim soyuna da Kitâb 'ı ve Hikmeti vermiş ve onlara büyük bir mülk vermiştik. 55- Onlardan kimi O(Hak Kitâbı)na inandı, kimi de ondan yüz çevirdi. Öylesine de çılgın alevli cehennem yetti. 56- O âyetlerimizi inkâr edenleri yakında bir ateşe sokacağız, derileri piştikçe azabı tadsınlar diye onlara başka deriler vereceğizi Şüphesiz Allah daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir. 57- İnanıp iyi işler yapanları da altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağız.- Orada sürekli kalacak-lardır. Orada kendilerine tertemiz eşler de vardır ve onları (hiç güneş sızmayan) eşsiz bir gölgeye sokacağız. (Nisa: 98/51-57) âyetlerinde belirtildiği üzere kendilerini Allah'ın en seçkin ulusu sanan bu insanlar, tevhidi emreden peygamberlere ve Kitaba tâbi oldukları halde, sırf müşrik*leri Hz. Muhammed'e karşı saldırtmak için, müşriklerin dininin, Hz. Muhammed'in getirdiği halis tevhîd dini İslâm'dan daha iyi olduğunu söylemişlerdir. Çünkü onlar, Hz. Muhammed'e vahiy gelmesini ve Arap*ların onun nuru çevresinde toplanıp bir güç oluşturmasını kıskanıyorlardı. Oysa lütuf Allah'ın elindedir. O dilediği kuluna vahiy verir. Kimse O'nun lütfuna engel olamaz.

Medine'den sürülen Yahudilerden bir kısmı Hayber'e gitti ve oranın lideri oldular. Bu liderlerden Huyey ibn Ahtab ve Sellâm ibn Ebî'l-Hukayk başkanlığında bir hey'et, müşrikleri müslümanlara karşı savaşa kışkırtmak üzere Mekke'ye gitti. Müşrikler, Kitâb ve ilim sahibi olduklarını kabul ettikleri Yahudilere, Muhammed'in mi,yoksa kendilerinin mi daha doğru yolda olduğunu sordular. Yahudiler, müslümanlara karşı duydukları kin ve nefret yüzünden müşriklerin, Muhammed'den daha doğru yolda olduklarını söylediler. Hattâ Kureyş müşriklerini memnun etmek için puta saygı gösterdiler ve putun önünde, Kureyşliler, Muhammed'e karşı savaş*tıkları takdirde onlara yardım edecekleri hususunda ittifak yaptılar[149]. İşte Nisa: 98/48'nci âyet, onların bu davranışına işaretle, hiçbir suretle şirk yolunun, tevhîd yolundan üstün olamayacağını; çünkü Allah'ın, asla şirki affet-meyeceğini vurgulamaktadır.

Hıristiyanlara gelince: Peygamber'in bulunduğu bölgede kâh Yahu*dilerin, kâh İranlıların baskısına ma'rûz kalıp hayli ezilmiş olan Hıris*tiyanlar, inançlarında hatâ olmakla beraber Hz. îsâ'nın öğütleri gereği, dünya düşkünü değillerdi, özellikle din adamları, kendilerini dünyadan soyutlayıp dağlarda, mağaralarda uzlet içinde ibâdete çekiliyorlardı. İşte Allah sevgisi ve hak aşkı ile dolu bu insanlar, duydukları vahiyden etkilenip, onun, melek vahyi olduğunu anlayarak Hz. Muhammed'in peygamber olduğunu kabul etmişlerdi. Zira peygamberleri Hz. îsâ: "Düşmanlarınızı sevin, sizden nefret edenlere iyilik edin. Sizi lanetleyenlere kutluluk dileyin. Size kötülük edenler yararına duâ edin. Bir yanağına vurana öbürünü de çevir ve üst giysini alanın, gömleğini de almasına direnme. Senden bir dilekte bulunana ver ve malını alandan onu geri isteme. İnsanların size nasıl davranmasını istiyorsanız, siz de onlara öyle davranın. Yalnız sizi sevenleri severseniz ne yararınız olur? Çünkü günahlı kişiler bile ken*dilerini sevenleri severler. Yalnız size iyilik edenlere iyilik ederseniz, ne yararınız olur? Günahlılar da aynı şeyi yapıyorlar. Yalnız geri alacağınızı umduğunuz kişilere ödünç verirseniz ne yararınız olur? Günahlılar da geri almayı umarak günahlılara ödünç verirler. Ama siz düşmanlarınızı sevin, iyilik edin, hiçbümitsizliğe düşmeden ödünç verin, karşılığınız büyük olacak ve sizlere 'Yüce Olan'in oğulları' denecek. Çünkü O, iyilik bilmezlere ve kötülere karşı da iyi yüreklidir. Babanız (Rabbınız) sevecen olduğu gibi siz de sevecen olasınız." [150], "Kötüye karşı koma; ve senin sağ yanağına kim vurursa ona ötekini de çevir. Ve eğer biri seninle mahkemeye gidip senin gömleğini almak isterse ona abanı da bırak. Ve kim seni bir mil gitmeğe zorlarsa onunla iki mil git. Senden dileyene ver, senden ödünç isteyenden yüz çevirme! "[151] "(Kitapta) 'Sen komşunu sevecek ve düşma*nından nefret edeceksin' denildiğini işittiniz. Düşmanlarınızı sevin, ve size eza edenler için duâ edin ki, siz göklerde olan babanızın oğulları (Allah'ın hâlis kulları) olasınız; zira O, güneşini, kötülerin ve iyilerin üzerine doğrdurur; ve salih olanlar ile olmayanların üzerine yağmur yağdırır. Çünkü eğer sizi sevenleri severseniz, ne karşılığınız olur? Vergi mültezimleri de öyle yapmıyorlar mı? Ve yalnız kardeşlerinizi selâmlar*sanız, fazla ne yapmış olursunuz? Putperestler de öyle yapmıyorlar mı? Bundan dolayı, semavî babanız kâmil olduğu gibi siz de kâmil olun!" [152]diyecek kadar insan sevgisi aşılamıştır. Onun öğütlerinden ve teblîğ ettiği dinin ruhundan ayrılmayan insanların yüreklerinde şefkat olur. Yüce Allah: "Arkalarından Meryem oğlu îsâ'yı da gönderdik. Ona İncil'i verdik ve ona uyanların kalblerine şefkat ve rahmet (acıma duygusu) koyduk..." [153]buyurmuştur.

İşte Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde bu sevgi ruhunu taşıyan bazı kıssîslerin ve rahiplerin de teşvik ve telkinleriyle Hıristiyanlar, müslüman -lara dostça davranmışlardır. İçlerinden hey'etler gelip Allah'ın Elçisi ile görüşmüş, Kur'ân dinlemiş, kimileri müslüman olmuş, kimileri Hıristiyan kalmakla beraber Allah Elçisi'nin peygamberliğini kabul etmişlerdir. Nec-rân hey'eti böyledir. Bu âyetlerde anlatılanlardan da kendi dinlerini bırak*tıkları izlenimi doğmamaktadır. Ancak bunlar Hz. Muhammed'e gelen sözlerin vahiy olduğunu kabul etmişlerdir. Eğer müslüman olsalardı, Kur'ân onlara Hıristiyanlar demezdi.

Kur'ân, İlâhî Kitâbları ve onların samimi bağlılarını övgü ile anar. Onlardan istenen, hiçir Hak söze karşı çıkmamaları, Hakk'a çağırana engel olmamalarıdır. İslâm'a karşı olmadıkları takdirde, kendi şerîatlerinin hükümleriyle de amel etseler, yine cennete giderler. Yeter ki tevhîd çizgi*sinden ayrılmasın ve Hak sözüne, Allah'ın yoluna engel olmasınlar.

Bu, yalnız Kitâb ehli için söylenecek söz değildir. Her hak din sahibinin, daha genel ifade ile tevhîd dini mensuplarının birbirlerine kar*şılıklı sevgi ve saygı beslemeleri gerekir. Tevhîd çizgisinde Allah'a ibâdet eden Hıristiyan lan cehennem ehli, İncîl'i uydurma kabul eden müslüman da Kur'ân'ın düşünce çizgisinden ayrılmış, dinî egoizm içinde hareket eden sapık düşünceli insandır. Peygamberler birbirinin misyonunu tamam*larken, onların mensuplarının birbirlerine düşmanca bakmaları, Hakk'ın muradına uygun olamaz. Kur'ân tevhîd ehlini birliğe çağırmaktadır.

Burada bir anımı kaydetmek istiyorum: Almanya'nın Dortmund ken-

tinde birkaç Diyanet Din görevlisi ile sohpet ediyorduk. Çeşitli sorunlar üzerinde görüşlerimi öğrenmeğe çalışan genç görevlilerden biri, mevcut Kitap ehlinin cennete girip giremeyeceğini ortaya attı. Önüne konulmuş meyvaları ha bire yutan şişman bir din görevlisi de tutarsız sözlerle itiraz ediyordu. Hayli sabrettikten sonra dedim ki:

Yahu siz imamsınız. İmam önder olur, toplumun önünde bulunur. Siz neden hep toplumun gerisindesiniz? Bu nasıl düşüncedir sizde? Dü*şünün bir kere Peygamber'in zamanında Amerika'da, Japonya'da, Hindis*tan'da yaşayan insanların, onun davetinden, haberi oldu mu? Değil o zaman, aradan 14 asır geçtikten sonra bugün bile bu davet, onların dikkatini çekecek biçimde oralara götürülmüş değildir.

Hz. Muhammed, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Dünyada altı milyar insan var. Ona inananların sayısı takriben bir milyar. Eğer Hz. Muhammed, kendisine inanıp tâbi olmayan beş milyar insanın sonsuzca cehenneme gitmesine neden oluyorsa nerede kaldı onun rahmetliği? Bu takdirde gönderilmese daha iyi olurdu. Bir milletin, öyle topluca kimliğini oluşturan dinini bırakıp Hz. Muhammed'e tâbi olması kolay mı? Onlardan istenen, dinlerini bırakmaları değil, tevhîd çizgisine gelmeleridir. Bırakın şu bağnazlığı...

O gece yeğenim Muhammed'e, rü'yasında, sağ tarafından kendisine verilen Kur'ân'dan, Bakara Sûresinin 2'nci sayfasıyla, Âl-i İmrân Sûresinin 52'nci sayfasının yarısına kadar olan kısımlarını okuması emrediliyor ve delikanlı o sayfaları yarısına kadar okuyor. Bize itiraz eden din görev*lilerinin tutumunun, Hz. Muhammed(s.a.v.)e itiraz eden bağnaz insanların tutumunun aynısı olduğuna işaret eden bu âyetlerde şöyle buyuruluyor:

"İnkâr edenlere gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir; inanmazlar. Allah, onların kalblerini ve kulaklarını mühür-lemiştir, gözlerine de perde inmiştir. Onlar için büyük bir azâb vardır. İnsanlardan öyleleri de vardır ki, inanmadıkları halde 'Allah 'a ve âhiret gününe inandık' derler. Allah'ı ve mü'minleri aldatmağa çalışırlar, halbuki yalnız kendilerini aldatırlar da farkında olmazlar. Onların kablerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırmıştır. Yalan söylemelerinden ötürü onlara acı bir azâb vardır. Onlara: 'Yeryüzünde bozgunculuk yap*mayın,' dendiği zaman: 'Biz sadece düzelticileriz,' derler. İyi bilin ki, onlar bozgunculardır; fakat anlamazlar. [154]

"Baksana Kitâbdan kendilerine bir pay verilmiş olanlar, aralarında hüküm versin diye Allah'ın Kitabına çağırılıyorlar da sonra onlardan bir topluluk yüz çevirerek dönüyorlar. Bu hareketleri, onların: "Bize, ateş sayılı birkaç günden başka dokunmayacak" demelerinden ileri gelmektedir. Uydurdukları şeyler, onları dinlerinde yanıltmıştır. Peki, ya kendilerini, hiç şüphe olmayan bir gün için topladığımız ve herkesin kazandığı, kendisine tastamam verilip hiç kimseye haksızlık edilmeyeceği zaman (durumları) nasıl (olacak)?'[155]

İnananlar, hangi dinden olursa olsun, Allah'a inanıp O'na tapanları, Allah'a inanmayanlara tercih ederler. İnananların, Allah'ı tanımayanları, Allah'a inananlara tercih etmesi, gerçek imanla bağdaşır şey değildir (Mâide: 110/81).

Allah'ın, bütün peygamberler aracılığı ile insanlara gönderdiği din İslâm, yani sadece Allah'a tapma dinidir. Allah, İslâm'dan başka bir dine razı olmaz. İslâm Allah'ın nurudur. Allah, nurunu tamamlamayı üzerine almıştır: "Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki kâ*firler hoşlanmasa da Allah, mutlaka nurunu tamamlamak ister. O Elçisi'ni, hidâyet ve hak dinle gönderdi ki ortakkoşanlar hoşlanmasa da Hakk'ın dinini bütün dinlerin üstüne çıkarsın (yalnız kendisine tapılmayı egemen kılsın)." (Tevbe: 113/32-33, Saf: 108/9 ve Fetih: 109/28)

Ra'd: 87/23 de belirtildiği üzere Kitâb ehli, kendi Kitâblarını doğru*layan Kur'ân'ın inmesinden sevinç duymuşlardır. Çünkü yeni vahyin, Ki*tâblarını doğrulaması, kendi durumlarını güçlendirir. Tevhide bağlı olan Kitâb ehli, ibâdetin yalnız Allah'a yapılacağını, yalnız O'nun yasalarına uyulacağını söylüyorlardı. Ancak onların Kitabı İbrânîce olduğu için Arap*lar onu anlamıyorlardı. Şimdi o Kitabın içeriği, son derece vecîz bir üslûb ile Hz. Muhammed'e vahyedilmekte, böylece Araplar da şirki bırakıp yalnız Allah'a kulluk etmeğe çağırtmaktadır.

Kendilerinin inandıkları temel prensipleri Araplara ve bütün puta-taparlara inandırmak üzere indirilen ve İlâhî Kitabı doğrulayan; onları reddetmeyen, tersine koruyan, gereğinin yapılmasını isteyen Kur'ân'ın in*mesinden, insaflı her Kitâb sahibinin elbette sevinç duyması gerekir.

İlâhî dinlerin özü birdir. Bu dinler, insanları birbirine düşürüp düşman etmek, kırdırmak için değil, aynı ülkü ve idealde birleştirip kaynaştırmak için gönderilmiştir. Dinlerdeki ayrılık, insan egoizminin ürünüdür.

A'râf: 39/59-93'ncü âyetlerde bir dizi peygamberin da'vet kıssaların-daki ortak noktalar anlatılır:

Bütün peygamberler insanları bir tek Allah'a kul olmağa, Allah'tan başka tanrılaştırdıkları şeyleri bırakmağa da'vet etmişler; kavimlerinin, özellikle servet ve mevkî ile şımarmış zengin takımı onları engellemeğe çalışmışlar. Peygamber ne kadar öğüt vermiş, ne kadar uyarmış ise uyarıları kâr etmemiş, nihayet azabı hak eden inkarcı kavim İlâhî azâb ile yıkılıp gitmiştir. [156]

dost1
14. January 2009, 03:42 PM
Kur'ân'm, İhtilaflı Konuların Gerçeğini Açıklaması:


Bu Kur'ân, İsrâîloğullarına, kendilerinin ayrılığa düştükleri şeylerin birçoğunu anlatıyor. (Nemi: 48/76)

Bu âyette de Kur'ân'ın, İsrâîloğullarımn ayrılığa düştükleri birçok konunun doğrusunu onlara açıkladığı belirtilmektedir. Birçok âyette Kur'*ân'ın, daha önceki Kitâblarda söylenenleri doğruladığı, onlara uygun şeyler söylediği vurgulanır ve bu, Kur'ân'ın vahiy olduğunun kanıtı gösterilir. Oysa âhiret hususunda Kur'ân'ın söyledikleri, tam olarak ne Tevrat'ta, ne de İndilerde vardır. Muhtemeldir ki o zaman bazı Tevrat nüshalarında Kur'ân'ın anlattıklarına benzer âhiret bilgileri vardı. Bundan dolayı Yahûdî mezhepleri arasında görüş ayrılıkları bulunuyordu. Kimi Kur'ân'ın anlat*tığına benzer biçimde bir âhiret inancına sahipti, kimi de âhirete belirsiz biçimde inanıyordu. Âhireti asıl anlamından çıkarıp son zamanda Yahû-dîlerin dünyâya hakim olacakları ve bütün dünyânın kendi yönetimlerine gireceği şekline sokanlar da olmuştur.

Ayrıca Kur'ân'ın anlattığı Yahûdî kıssaları, ana çizgileriyle Tevrat'ta varken, bunların bazı parçalan bugünkü Tevrat'ta yoktur. Bundan o za*manki Yahûdîlerin ellerinde farklı nüshalar bulunduğu, bazı nüshalarda, bazı kıssa parçalarının eksik olduğu; bazılarında ise peygamberlerin ahlâ*kına aykırı şeylerin yer aldığı; Kur'ân'ın, bu nüshalardan, tevhide ve pey*gamberlerin ahlâkına en uygun parçaları seçip anlattığı ve kendi anlat*tıklarının da gerçeğe en uygun olduğunu söylediği sonucuna varılabilir. Kur'ân'ın anlattıklarına tıpa tıp uyan Tevrat nüshası, bizim bilgimize göre bugün mevcut değildir.

Bakara: 92/79, Mâide: 110/41 'nci âyetlerinden, Yahûdîlerin, müslü-manları kandırmak için bazı sözleri yerlerinden kaydırdıkları, müslüman-ların kullandıkları sözleri de kurnazca başka anlamlara gelebilecek biçimde

çarpıtarak söyledikleri anlaşılmaktadır.

M. Ö. 6. yüzyıla kadar süren uzun zaman içinde çeşitli yazımlarla tamamlanmış olan Tevrat'a zaman içinde pek çok katma ve çıkarmanın yani tahrifin girdiğinde kuşku yoktur.

Tevrat'taki katmalardan biri de Tekvin Kitabının 36. bâbındaki 31. âyettir. Bu âyette: "İsrail Oğulları üzerine bir kral, krallık etmeden önce Edom diyarında krallık eden krallar şunlardır.." deniliyor. Bu âyet, Hz. Mûsâ tarafından söylenmektedir. Oysa bu âyetin, Musa'nın sözü olması mümkün değildir. Çünkü Hz. Mûsâ zamanındaki Edom'da İsrâiloğulla-rından bir kral olmamıştır. İsrâiloğullarından ilk kral, Musa'dan üç asır sonra gelmiş olan Saul'dur.

Tevrat müfessirlerinden Adam Clark da "Tekvîn 36/32-39. âyetlerin, Tevrat'ın doğru bir nüshasına haşiye olarak yazıldığını, sonra onu istinsah eden birinin, bunları Tevrat metninden sanıp Tevrat'a soktuğunu kesinliğe yakın bir biçimde kuvvetle zannediyorum" diyor.

Daha bunun gibi örnekler çoktur. Tevrat müfessirleri, Tevrat'ı yazan Azrâ'nın, Tevrat'a bazı şeyler kattığını, bazı ibareleri ilâve edenin kim olduğunu bilmediklerini, ancak bunları Musa'nın yazmadığını açıklamış*lardır. Bâbil'e âit sözlerin çokluğu da Tevrat'ın, İsrâiloğullarının Bâbil esaretinden sonra yazılmış olduğunu kanıtlar. [157]

Hz. Musa'dan asırlar sonra derlenebilmiş bir Kitabın, aynen korun*muş olması mümkün değildir. Tevrat, çeşitli asırlardaki Yahûdî peygam*berlerinin, din adamlarının söz ve yazılarının derlenmesinden oluşmuş ve ancak Bâbil esaretinden sonra derlenmiştir. Bundan dolayı Tevrat'ta Bâbil sözlerine çok raslanmaktadır.

Ama Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber döneminde Yahudilerin ellerin*de bulunan Kitabı -temeli İlâhî olduğu için- İlâhî Kitâb kabul etmektedir. Çünkü çeşitli dönemlerdeki peygamberler tarafından derlenmiş olsa da yine esas itibarıyla ilhama dayalı İlâhî bir Kitaptır. Bundan dolayı Kur'ân Yahudilere ehlu'l-Kitâb (İlâhî Kitap sahibi) demekte ve kendisinin de o Kitabı doğrulayıcı olarak geldiğini çeşitli âyetlerinde vurgulamaktadır.

Bunun içindir ki Kur'ân'ın: "Kelimeleri yerlerinden tahrif ettikleri" ifadesiyle kasdı, Yahudilerin, kendi Kitaplarını tahrîf ettiklerini söylemek değildir. Çünkü âyetin devamında: "Sizin yanınızda bulunanı doğrulayıcı

olarak indirdiğimiz bu(Kur'â)n'a inanın..." denmesi, Kur'ân'ın, Yahudi*lerin ellerinde bulunan Kitabın doğruluğunu onayladığını kanıtlar. Eğer onların yanlarında bulunan Kitâb bozulmuş, tahrif edilmiş ise Kur'ân nasıl o Kitabı doğrulayıcı olur? Bu çelişkidir? Kur'ân'da çelişki yoktur.

Kur'ân'a göre Hz. Peygamber dönemindeki Yahudilerin ellerinde bulunan Kitâb, Allah'ın hükümlerini içeren İlâhî bir Kitaptır. Onu lâyıkıyla uygulamayan, işlerine geleni uygulayıp çıkarlarına uymayanı uygulamayan Yahudiler, Allah'a karşı nankörlük etmiş, doğru yoldan çıkmışlardır.

Kur'ân'ın, kesin gerçeği içerdiğini, Kitap ehlinin ayrılığa düştükleri konuların en doğrusunu onlara açıkladığını bildiren başka âyetler için: Mâide: 110/15,19 ve 48'nci âyetlere de bakınız.

Diğer âyetler: Zuhruf: 63/59; Duhân: 64/30; Câsiye: 65/16; Ahkâf: 66/10; Bakara: 92/40, 47, 83, 85, 122, 211, 246; Âl-i İmrân: 94/49, 93; Saf: 108/6, 14; Mâide: 110/12,32,70,72,78, 110. [158]

dost1
14. January 2009, 03:43 PM
Ölmüş Olan Bir İsrâîloğlu Topluluğunun Diriltilmesi:


243- Şu, binlerce kişi iken ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara, "Ölün!" dedi de sonra kendilerini diriltti. Şüphesiz Allah, insanlara karşı ikram sahibidir. Ama insanların çoğu şükretmezler. 244- Allah yolunda savaşın ve Allah'ın semi' (işiten), alîm (bilen) olduğunu bilin! (Bakara: 92/243-244)

243'ncü âyet, savaştan kaçmanın bir yarar sağlamayacağını, aksine insanı ölüme, ölümden de beter olan bir zillete düşüreceğini anlatmaktadır.

Bu âyette anlatılan olayın, hangi toplumun başına geldiği anılma-makla beraber tefsirlerde olay, genelde İsrâîloğullarıyla ilgili bir olay olarak değerlendirilir. İbn Abbâs'tan gelen rivayete göre: İsrâîloğullarının bulunduğu bir bölgede veba salgını olmuştu. Kent halkı ölümden korkarak kentten kaçtılar. Allah da iki melek gönderdi. Onların saldığı bir gürültü ile bu adamların hepsi öldü (yani vebaya yakalanmış olanlar, gittikleri yerde öldüler). Aradan çok zaman geçtikten sonra bir gün bunların ke*miklerinin yığıldığı vadiden, Hezekiel adında bir İsrâîloğlu peygamberi geçti. Hezekiel, Allah'tan, bunları diriltmesini niyaz etti. Allah da onun du'âsını kabul buyurdu. Kemiklere, bir araya toplanmaları için emir ver*mesini istedi. Hezekiel'in emriyle her bedenin kemikleri, bir araya top*landılar. Toplanan bu kemiklere et giydirildi. Sonra rüzgâra emretti, rüzgâr bu cesetlere soluk verdi.

Başka bir rivayete göre de Peygamber Hezekiel, İsrâîloğullarından bir grupu savaşa teşvik etmiş. Onlar korkup isteksizlik göstermişler. Allah da onların üzerine ölüm göndermiş. Sonra Hezekiel'in, yani Zülkifl'in du'âsıyla Allah onları hayata döndürmüştür. [159]

Kitâb-ı Mukaddes'te Hezekiel'in ağzından şöyle deniliyor:

"Beni vadinin ortasına koydu; vadi kemiklerle dolu idi. Onların üzerinden her yandan beni geçirdi. Ve işte ovanın yüzünde kemikler pek çoktu. Ve işte çok kurumuşlardı. Ve bana dedi, Âdem oğlu, bu kemikler dirilebilir mi? Ve ben: Ya Rab Yehova, sen bilirsin, dedim. Ve bana dedi: Bu kemikler üzerine peygamberlik et ve onlara de: Kuru kemikler, Rabbin sözünü dinleyin; Rab Yehova bu kemiklere şöyle diyor: İşte sizin içinize soluk sokacağım ve dirileceksiniz. Ve üzerinize adaleler koyacağım ve üzerinizde et bitireceğim ve sizi deri ile kaplayacağım ve içinize soluk koyacağım ve dirileceksiniz ve bileceksiniz ki ben Rabbim." [160]

Hezekiel'in, Rabbin emriyle peygamberlik ettiğini, bir gürültü koptuğunu, kemikler birbirine yaklaşıp üzerine adaleler giydirildiğini ve üstten bunları deriler kapladığını, nihayet yele de peygamberlik etmesiyle bu cesetlerin içine soluk dolduğunu ve bunların dirilerek ayaklan üzerine dikildiklerini ve büyük bir ordu olduğunu Kitâb-ı Mukaddes anlatır ve bunun, Allah'ın kudretinin delîli olduğunu söyler. Kur'ân-ı Kerîm, müslümanları cihâda teşvîke başlarken bu kıssayı anlatıyor ki müslümanlar korkaklık göstermesinler. Yaşatanın da, öldürenin de Allah olduğunu bilsinler. Herhalde Medine döneminin başlangıcında ilk cihâd emri geldiği sırada bazı müslümanlar tereddüd göstermişlerdi. Nitekim: "Kendilerine: 'Ellerinizi (savaştan) çekin, namazı kılın, zekâtı verin!' denilenleri görmedin mi? Kendilerine savaş yazılınca hemen içle*rinden bir grup, insanlardan, Allah'tan korkar gibi hattâ daha fazla kork*maya başladılar: 'Rabbimiz, niçin bize savaş yazdın? Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen (savaş emrini bir süre geciktir sen) olmaz mıydı?' dediler. De ki: 'Dünya geçimi azdır, korunan için âhiret daha iyidir. Size kıl kadar haksızlık edilmez.' Nerede olsanız, sağlam kaleler içinde de bulun*sanız yine ölüm sizi bulur. [161]

Bu kıssada anlatılan ölümün, mecazî ölüm olması da muhtemeldir. Belki de İsrâîloğullarından bir grup, çalışmadan, cihaddan uzak durdukları için geri kalmışlar, düşmanlarının istilâsına uğrayıp esaret ve zillet içine düşmüşlerdir. Bu, onlardan birçok kimsenin ölmesine, birçoğunun da ölümden de kötü bir hakaret içinde kalmasına sebebolmuştur. Yıllarca böyle esaret içinde kaldıktan sonra nihayet içlerinden çıkan bir peygam*berin, karizmatik bir kurtarıcının uyarılarıyla uyanmışlar, kölelik zincirini kırıp bağımsızlığa kavuşmak suretiyle yeniden hayat bulmuşlardır. Ba*ğımsızlık ve özgürlük, bir ulus için hayat; esaret ise ölüm demektir. Ger*çekten yılgınlık gösterenler, ölümden korkanlar, millet olarak varlıklarını sürdüremezler. Özgürlük uğrunda ölmesini bilenlerdir ki yaşamağa lâyık*tırlar.

Benzeri Bir Kıssa da Bakara: 92/259'ncu âyette anlatılmaktadır:jm gibisini (görmedin mi) ki, duvarları, çatıları üstüne yığılmış (alt üst olmuş) ıssız bir kasabaya uğramıştı; "Allah, bunu böyle öldükten sonra nasıl diriltecek?" demişti. Allah da kendisini yüz sene öldürüp sonra diriltti. "Ne kadar kaldın?" dedi. "Bir gün, ya da bir günün birazı kadar kaldım." dedi. (Allah) "Hayır, dedi, yüz yıl kaldın. Yiyecek ve içeceğine bak, bozulmamış. Eşeğine bak, seni insanlar için bir ibret kılalım diye (bunları böyle yaptık). Kemiklere bak, nasıl onlara et giydiriyoruz!" Bu işler ona açıkça belli olunca: "Allah'ın her şeye kadir olduğunu biliyorum." dedi. (Bakara: 92/259)

92/259'ncu âyette, harabe bir kentin yanından geçerken ölmüş in*sanların nasıl diriltileceğim merak eden kimseyi Allah'ın öldürüp, yüz yıl sonra dirilttiği anlatılmakta ve O'nun her şeye kadir olduğu vurgulan*maktadır.

Bu adam kimdir? Bunun, ölmüşlerin diriltilmesinden adetâ umutsuz*luk ifade eden sözünü söylediği zaman mü'min mi, kâfir mi olduğu hakkında çeşitli rivayetler vardır. Fakat âyetin içeriğinden bu kimsenin mü'min olduğu anlaşılmaktadır. Müfessirlerin çoğunun kanısına göre bu adam, bir İsrâîloğlu peygamberidir. Kimine göre bu adam Uzeyr, kimine göre İmrân oğlu Harun'un torunlarından Hilkiya oğlu Yeremyâ (İrmiyâ), kimine göre de Hızır'dır[162].

Kitâb-ı Mukaddes'te anlatıldığına göre Fars Kralı Nabukadnesar (Buhtenasar) Kudüs'ü yağmalamış, Yahudileri esir alıp Babil 'e götürmüş*tür. Babil'e götürülenler arasında Yeremya ve Hezekiel de vardır.

Önemli olan, bu adamın, ya da gördüğü yıkık kentin ismi değildir. Çünkü verilen isimlerin, mutlaka Kur'ân'ın anlattığı kişi veya yer olduğu hakkında kesin bilgiye sahip değiliz.

Burada virane bir ülkeyi görünce bunun yeniden dirileceği hakkında umutsuzluğa düşen, fakat Allah'ın diriltici kudretini görünce de bütün içtenliğiyle Allah'a yönelen, O'nun kudretine hayranlığını belirtip O'na teslîm olan imanlı bir kimsenin durumu anlatılmaktadır.

Abdullah ibn Abbâs'tan gelen bir aktarıma göre bu kıssanın kah*ramanı Uzeyr'dir. Buhtenasar Yahudiler mağlûb edip ülkelerini yağma*lamış, halkın çoğunu tutsak edip Babil'e götürmüştü. Bunlar arasında İsrâîfoğfu bıfgınferinden Cfzeyr efe vâfdi. âyette anılan kasabaya geldi, orada dolaştı, kimseyi göremeyince: "Allah bunları nasıl diriltir?" diye umutsuzluğunu belirtti. Bir ağacın altında oturdu, üzüm, incir yedi, şıra içti, uyuyakaldı. Allah onu uykuda iken yüz yıl öldürdü. Fakat ne insanlar, ne yırtıcı hayvanlar, ne de kuşlar onun öldüğünün farkında idiler. Sonra Allah onu diriltti ve Uzeyr, gözleri önünde merkebinin nasıl diriltildiğini görünce Allah'ın kudreti karşısında secdeye kapanıp "Allah her şeye kadirdir!" dedi.

Daha sonra Uzeyr kasabaya girdi, kasabada kimse onu tanımadı. Çünkü Uzeyr'in, yüzyıl önce esir edilip öldürüldüğü söyleniyordu. Yüzyıl sonra çıkagelen Uzeyr, Tevrat'ı onlara ezberinden yazdırdı. Sonra bir yerde gömülü bulunan Tevrat'ı çıkarıp Uzeyr'in yazdırdığı ile karşılaş*tırdılar, bir harfin bile değişik olmadığını gördüler. [163]

Bu öykünün, Tevrat'a sağlamlık kazandırmak için bazı Yahûdî hikayeci ve vaizleri tarafından uydurulduğunda kuşku yoktur.

Olayın tarihini, kahramanlarını ve mahiyetini bilemeyiz. Kur'ân'ın söylediğine inanır, ayrıntıyı Allah'ın ilmine havale ederiz.

Modern yorumculardan kimi de ölümlerinden sonra dirilenler öyküsü ile, ölümünden yüzyıl sonra dirilen kişi öyküsünü, ölmüş olan canların, bir süre sonra yeniden bedenlenerek dünyaya gelmiş olmaları şeklinde değerlendirmekte ve bu olayları yeniden bedenlenmeğe (reenkarnasyona) işaret saymaktadırlar. Ancak bizim kanâatimize göre bunlar, Peygamber devrinde Kitâb-ı Mukaddes'te ve tefsirlerinde anlatılan ve İsrâîloğulları arasında bilinen olayların, ibret için, Kur'ân'ın öğüt üslubuyla naklinden ibarettir. Gerçeği Allah bilir. [164]

dost1
14. January 2009, 03:43 PM
İsrâîl Peygamber'inin Atadığı Kralın Zaferi:


246- Mûsâ'dan sonra hrâîloğullarının ileri gelenlerini görmedin mi? Peygam*berlerine: "Bize bir hükümdar gönder, (onun önderliğinde) Allah yolunda savaşalım." demişlerdi. "Ya size savaş yazılınca savaşmazsanız?" dedi. Dediler: "Bizler neden Allah yolunda savaşmayalım ki; oysa biz yurtla*rımızdan ve oğullarımızın arasından çıkarılıp sürüldük?" Fakat kendilerine savaş yazılınca (farz kılınınca), içlerinden pek azı hariç, yüz çevirdiler. Allah zalimleri bilir. 247- Peygamberleri onlara dedi ki: "Allah Tâlût'u size hükümdar gönderdi." Dediler ki: "O bizim üzerimize nasıl hükümdar olabilir? Biz hükümdarlığa ondan daha layıkız, ona geniş mal da veril*memiştir." Dedi: "Allah onu sizin üzerinize (hükümdar) seçti, onun bilgisini ve gücünü artırdı." Allah mülkünü dilediğine verir. Allah(ın lütfü) geniştir, (O, her şeyi) bilendir, 248- Ve peygamberleri onlara dedi ki: "Onun hükümdarlığının alâmeti, içinde Rabbinizden bir huzur ve Mûsâ ailesinin, Hârûn ailesinin geriye bıraktığından bir kalıntı bulunan, meleklerin taşıdığı (Allah'ın Ahid sandığı) Tâbut'un size gelmesidir. Eğer inanıyorsanız bunda sizin için (Tâlût'un hükümdarlığına) kesin bir alâmet vardır." 249- Tâlût, askerlerini) yürütüp (ordugâhtan) çıkarınca dedi ki: "Allah sizi bir ırmakla deneyecektir. Kim ondan içerse benden değildir. Ondan (kana kana) tadmayıp sadece eliyle bir avuç alan bendendir." İçlerinden pek azı hariç, hepsi ondan içtiler. Nihayet Tâlût ve kendisiyle beraber inananlar, ırmağı geçince: "Bugün Câlût'a ve askerlerine karşı bizim gücümüz yok." dediler. Allah 'a kavuşacaklarına kanaat getirenler ise: "Nice az bir topluluk var ki, Allah'ın izniyle çok topluluğa gâlib gelmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir." dediler. 250- (Tâlût'un askerleri) Câlût ve askerlerinin kar*şısına çıktıklarında şöyle dediler: "Rabbimiz, üzerimize sabır dök! Ayak*larımızı sağlam tut ve o kâfir millete karşı bize yardım et!" 251- Derken, Allah'ın izniyle onları bozdular, Dâvûd Câlût'u öldürdü; Allah ona (Davud'a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona dilediğini öğretti. Eğer Allah, insanların bir kısmıyla diğerlerini savmasaydı, dünya bozulurdu. Fakat Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir. (Bakara: 92/246-251)

Bu âyetlerde de İsrâîloğlu Peygamber(Nun oğlu Yûşa')ın kral olarak atadığı Tâlût(Saul)'un, kendilerinden çok daha güçlü olan Câlût(Golyat)'ın ordusunu yenerek İsrâîloğullarını zafere kavuşturması, Allah'ın, inanan az toplumu, kendilerinden çok daha üstün inançsız toplumlara galip getireceğinin kanıtı olarak ibret için anlatılmaktadır.

Câlût, İsrâîl ordusuyla çarpışan, sonunda yenilgiye uğrayan Filistin komutanıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de sadece, İsrâîl ordusunun az, Câlût'un ordu*sunun ise sayıca çok olduğu, fakat İsrâîl komutanlarından Davud'un, Câlût(Golyat)'ı öldürdüğü ve sonunda İsrâîl ordusunun galip geldiği anla*tılır. Kitâb-ı Mukaddes'te daha çok ayrıntı vardır. Ayrıntı için Câlût ve Tâlût maddelerine bakınız. [165]

dost1
14. January 2009, 03:44 PM
Yahudilere Uyarı:


Ey Kitâb verilenler, biz bazı yüzleri, silip arkalarına döndürmeden, ya da Cumartesi adamlarını la'netlediğimiz gibi onları da la'netlemeden önce, yanınızdakini doğrulayıcı olarak indirdiğimizi Kur'ân )a inanın. Allah'ın buyruğu yapılır. (Nisa: 98/47)

98/47'nci âyette Yahudilere hitaben, Allah'ın, birtakım yüzleri tams edip geriye döndürmesinden, ya da Cumartesi yasağını çiğneyenleri la'net-leyip azaba uğrattığı gibi kendilerini de la'netlemesinden önce, yanlarında bulunan Kitabı doğrulayıcı olarak indirdiği Kur'ân'a inanmaları buyurul-maktadır.

Tams, bir şeyin izini silmek, gidermek anlamına gelir. Yüzlerin tams edilmesi, kılığından çıkıp yüz denecek hallerinin kalmaması demektir. Müfessirlerden bir kesimi bu kelime ile, Yahudilerin yüzlerinin meshedilip deve tabanı, hayvan tırnağı şekline, ya da maymun suratına sokulacağını anlamışlardır. Kanâatimize göre bu ifade, inanmayan Yahudilerin, bir gün yurtlarını, evlerini barklarını bırakıp giderken üzüntüden yüzlerinin yüz olmaktan çıkacak derecede perişan olacağına, hasretle gözlerinin arkada kalacağına, dönüp dönüp geride bıraktıkları yurtlarına bakacaklarına işa*rettir. Râzî de bu noktaya işaret ederek Abdu'r-Rahmân ibn Zeyd'in şu tefsirini yazmıştır: "Bu tehdîd, Yahudilerin başına gelmiştir. Kaynuka ve Nadir Oğulları yurtlarından sürülüp Şam diyarında Erihâ ve Ezri'ât'a giderlerken Allah, yüzlerini arkaya döndürmüş, yurtlarına bakakalmış-lardır. [166]

Bilindiği gibi Medine'de üç Yahûdî kabilesi vardı: Kaynuka, Nadîr ve Kurayza Oğulları. Kaynuka Oğulları, Hicretin ikinci, Nadîr Oğulları üçüncü yılında Medine'den sürülmüş; Kurayza Oğulları da beşinci Hicret yılında ihanetleri yüzünden cezalandırılmışlardır. [167]


Yahûdî Kalelerinin Fethi:


A- Kaynuka Oğullarının Sürgünü ve Topraklarının, Müslüman*ların Eline Geçmesi:

55- Allah'a göre canlıların en kötüsü, kâfirlerdir; artık onlar inanmazlar. 56- Sen kendileriyle andlaşma yaptığın halde onlar, hiç çekinmeden, her defa andlaşmalarını bozarlar. 57- Savaşta onları yakalarsan, onlar(a vereceğin ceza) ile arkalarında bulunan kimseleri de dağıt ki ibret alsınlar. 58- Bir kavmin, (andlaşmaya) hiyanet etmesinden korkarsan, sen de(onların seninle yaptıkları andlaşmayı) aynı şekilde onlara at; çünkü Allah; hainleri sevmez. 59- İnkâr edenler (bizim elimizden kurtulup) geçtiklerini san-masınlar. Onlar (bizi) âciz bırakmazlar. 60-Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihâd için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Bununla Allah 'in düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız tam olarak size ödenir, hiç haksızlığa uğra*tılmazsınız. 61- Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş e Allah'a dayan, çünkü O işitendir, bilendir. 62- Eğer sana hîle yapmak isterlerse (korkma) Allah sana yeter. O ki, kendi yardımıyla ve inananlarla seni destekledi. 63- Ve onların kalblerinin arasını uzlaştırdı. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların kalblerinin arasını uzlaştıramaz-dın; fakat Allah, onların arasını uzlaştırdı. Çünkü O, dâima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Enfâl: 93/55-63)

57- £y inananlar, Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin! Onlar, birbir*lerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost tutarsa, o onlardandır. Şüphesiz Allah, zalim toplumu doğru yola iletmez. 52- Kalblerinde hastalık bulu*nanların: "Bize bir felâket gelmesinden korkuyoruz!" diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün. Belki Allah fetih, ya da kendi katından bir iş getirir de onlar, içlerinde gizlediklerine pişman olurlar. 53- (O zaman) İnananlar, "Bunlar mı o, bütün güçleriyle sizinle beraber olduk*larına yemîn edenler?" derler. Bütün çabaları boşa çıkmış, kaybedenlerden olmuşlardır. (Mâide: 110/51 -53)

Bu âyetlerde de müslümanlara, Yahûdî ve Hıristiyan lan veli edinme*meleri, onların birbirlerinin velîsi oldukları; onları koruyucu dost bilip onların ardınca gidenlerin onlardan olacakları; Allah'ın, haksızları doğru yola iletmeyeceği; yüreklerinde hastalık bulunanların, başlarına bir felâket geleceğinden korkarak onların peşinde gittikleri; o düşmanlarla dostluk*larını sürdürdükleri, ama Allah müslümanlan bir fetihle üstün getirince içlerinde taşıdıkları bu düşünceden ötürü pişman olacakları belirtilmektedir.

İslâm düşmanı olan Yahûdî ve Hıristiyanlar! velî yapmamayı emreden bu âyetler, müslümanlara saldırmayan, kendi halinde, barışçı gayri müslim-lerle, hattâ müşriklerle dostluk kurmalarına ve ittifak yapmalarına engel değildir. Çünkü ittifak başka, velî edinmek başkadır. Nitekim Hz. Peygam*ber Medine'ye geldikleri zaman, Medîne'de bulunan üç Yahûdî kabilesi: Kaynuka Oğulları, Nadîr Oğulları ve Kurayza Oğullarıyla şu şekilde ittifak yapmışlardır:

"Müzminlere tâbi olan Yahudilere yardım edilir, haksızlık edilmez, onlara karşı savaşılmaz. Onların dostları (müttefikleri) de aynen kendileri gibidir. Onlar kendi dinlerinde, müslümanlar da kendi dinlerinde serbesttir.

Zulüm, günâh yapanın, adam öldürenin sorumluluğu, bunları yapana ve ailesine aittir.

"Yahudiler de müzminlerle savaşanlara karşı müzminlere yardım ede*cekler, mü'minlerle birlikte savaş giderlerine katılacaklardır. Bu and-laşmada taraf olan müslümanlar ve Yahudiler, aralarında iyiliği öğütle-yecekler, günâh işlere girmeyecekler, birbirlerine iyi davranacaklardır. [168]

Bu andlaşmaya göre Yahudiler kendi dinlerinde serbest olacaklar; Evs ve Hazrec kabileleriyie yapmış oldukları andlaşmalar yürürlükte ka*lacak; müslümanlara bir saldırı durumunda Yahûdîler, müslümanların ya*nında yer alacak, müslümanlara karşı düşmanca bir tutum izlemedikleri takdirde de müslümanlar, bir saldırıya ma'ruz kalan Yahûdîlere yardım edeceklerdi.

Bu söz ve andlaşmalarına rağmen Yahûdîler, Bedir zaferinden sonra, bölgedeki siyasal ve ekonomik üstünlüklerini elden kaçıracakları endişe*siyle, müslümanlara karşı gittikçe artan bir kin ve düşmanlık beslemeğe başladılar. Zaman zaman andlaşmanın şartlarına aykırı davranmaktan çe*kinmediler. Bedir Savaşından sonra Allah'ın Elçisi, Kaynuka Oğulları çarşısına gidip onlara öğüt verdi; Allah'tan korkmalarını, Kureyşin başına gelen sonucun kendi başlarına da gelebileceğini söyleyerek onları uyardı. Yahûdî kabilelerinin en güçlüsü ve cesuru olan Kaynuka Oğulları:

Ey Muhammed, galiba sen bizi senin kavmin gibi sanıyorsun. Savaşmasını bilmeyen bir topluluğu savaşta yenmiş olman, seni aldatmasın! Vallahi eğer bizimle savaşırsan, ne yaman kahramanlar olduğumuzu anlar*sın! dediler.

Bir gün, hayvanını satmak üzere Kaynuka Oğulları pazarına giden ve orada bir Yahûdî kuyumcunun dükkânında oturan müslüman bir kadının eteğini, Yahûdî kuyumcu, arkadan gizlice kadının beline iliştirmiş ve kadın ayağa kalkınca edep yeri görünmüş. Kadının feryadını duyan bir müslüman, saldırıp kuyumcuyu öldürmüş. Yahûdîler de onu öldürmüşler. Bu olay, müslümanlarla Yahudilerin arasını iyice açmış.

Kaynuka Oğullarından, müslümanlara karşı hiyânet, gizli tertipler, andlaşmaya aykırı davranışlar birbirini izlemeğe başlayınca, yüce Allah, Enfâl Sûresinin kaydettiğimiz âyetlerini indirerek antlaşmayı bozanlara, andlaşmalarını geri vermeyi ve onları, geride kalanlara ibret olacak biçimde cezalandırmayı emretmiştir. Burada antlaşmalarını bozanlar ile, Kaynuka Oğulları kasdedilmiştir. Geride kalanlar da diğer Yahûdî kabileleri olan Nadîr, Kurayza Oğulları ve Hayber Yahûdîleridir.

Hz. Peygamber, İslâm ve müslümanlar için büyük tehlike oluşturan ve müslümanlara hiyanet eden Kaynuka Oğullarını, Hicretlerinin yirminci ayında kuşattı. Sonunda Yahudiler, Allah Elçisi'nin vereceği hükme razı oldular. Bu Yahudiler, Hazrec kabilesinin antlısı (müttefiki) idiler. Haz-rec'in liderlerinden olan Abdullah ibn Übeyy ibn Selûl:

Yâ Muhammed, dostlarıma iyi davran! dedi.

Allah'ın Elçisi bu söze pek aldırmadı ise de Abdullah, Allah Elçisi'nin zırhının yırtmacından tuttu, dostlarına iyi davranmasını söyledi. Allah'ın Elçisi kızdı:

Yazık sana, beni bırak, dedi. Abdullah:

Vallahi dostlarım hakkında iyi hüküm vermedikçe seni bırakmam! Beni kırmızıdan, siyahtan korumuş olan şu dörtyüz hasir(zırhsız)i, üçyüz dâri'(zırhlıy)ı bir günde biçecek misin? Ben başıma bir felâket gelmesinden korkarım, dedi.

Allah'ın Elçisi de:

Peki, onları sana bağışladım, dedi.

Peygamber'in sürgün ettiği Kaynuka Oğullan Yahudileri, Şam'da Ezri'ât'a gittiler. Malları müslümanlara kaldı. [169]

dost1
14. January 2009, 03:45 PM
B- Nadîr Oğulları Yurdunun Fethi:


2- Kitâb sahiplerin*den inkâr edenleri, ilk sürgünde yurtlarından O çıkardı. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da kalelerinin, kendilerini Allah'tan koruyacağını sanmışlardı. Allah onlara ummadıkları yerden geldi, yürek*lerine korku saldı; öyle ki evlerini kendi elleriyle ve müzminlerin elleriyle harab ediyorlardı. Ey akıl sahipleri ibret alın. 3- Eğer Allah onlara sürgünü yazmamış olsaydı, mutlaka onlara dünyada azabederdi. Ahir ette de onlar için ateş azabı vardır. 4- Bunun sebebi şudur: Onlar Allah'a ve Elçisi'ne karşı geldiler; kim Allah'a karşı gelirse (bilsin ki) Allah'ın azabı çetindir. 5- Hurma ağaçlarından herhangi bir şeyi kesmeniz, yahut kökleri üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyle ve (O'nun) yoldan çıkanları cezalandırması iç indir. (Haşr: 95/2-5)

95/2-5'nci âyetlerde: her şeyin, sânının yüceliğini haykırdığı yüce Allah'ın, Kitap ehli kâfirlerini, kaleleri önünde toplanan müslümanlarla korkutup yurtlarından çıkardığı; müslümanların, müstahkem kalelerinin kendilerini koruyacağına güvenen o kimselerin, kendi yurtlarını böyle kolay biçimde bırakacaklarını sanmadıkları; oysa Allah'ın, ummadıkları yerden üstlerine gelip gönüllerine korku saldığı; bir yandan müslümanların yıkmağa çalıştığı evlerini, bir yandan da müslümanlara kalmaması için kendi elleriyle yıkmaları; ibret alınacak bir olay olarak anlatılmakta; bu sürgün olayının Allah tarafından onlara verilen bir ceza olduğu; böyle sürülmeseler, Allah'ın onlara daha ağır bir ceza vereceği gibi, âhirette de onları şiddetli azaba çarptıracağı belirtilmekte ve Allah'ın, kendisine karşı koyanları şiddetle cezalandırdığı vurgulanmaktadır.

95/5'nci âyette de müslümanların kestikleri veya kesmeyip kökleri üzerinde bıraktıkları her ağacın, onlara yaptıkları her şeyin Allah'ın izniyle olduğu; Allah'ın, hak yoldan çıkmış olanları perişan etmek için müslümanlara bu imkânı verdiği bildirilmek*tedir. 3'ncü âyette geçen celâ': açmak, açığa çıkarmak ve çıkarılmak anlamına gelen celv kökünden gelir. Bir kimsenin yerinden, yurdundan uzaklaştırılması anlamındadır ki böyle bir kimsenin yurdu da kendisi de açıkta kalmış olur. Biz bunu "sürgün" sözüyle anlatırız.

Ayetlerin amacı, tarihi olayı ayrıntılarıyla anlatmak değil, müslüman*lara, yaşadıkları olayı anımsatarak öğüt vermek ve ele geçirilen ganimetlerin hükümlerini açıklamaktır. Bundan dolayı işaret edilen sürgün olayının ayrıntılarına girilmemiş, sadece ana çizgilerine işaret edilmiştir. Sîret yazar*larının ayrıntılarını verdiği bu olay şöyle geçmiştir:

Medine'nin el-öars denilen bir bucağında oturmakta olan Yahûdî Nadîr Oğulları,' Amir Oğullarının antlısı idiler. Liderleri Huyey ibn Ahtab idi. Peygamber (s.a.v.) Medine'ye geldiklerinde bunlarla, birbirlerinin leh ve aleyhlerinde bulunmamak (iç işlerine karışmamak, fakat dış düşmana karşı birbirlerine yardım etmek) üzere bir antlaşma yapmıştı.

Bir gün, Ebû Berâ isimli bir zâtın ricası üzerine Peygamber (s.a.v.), İslâm'ı anlatıp yaymak üzere Necd tarafına, Münzir ibn 'Amr başkanlığında bir hey'et gönderdi. Bu hey'et, Bi'r-i Ma'ûne denilen yere gelince 'Âmir ibn Tufeyl ve adamlarının saldırısına uğrayıp öldürüldü. Onların arkasından gelen Amr ibn Ümeyye ile Ensârlı bir arkadaşı, önden giden arkadaşlarının öldürüldüğünü görünce Ensârlı da dövüşerek öldürüldü.Tutsak edilen Amr ibn Ümeyye ise perçemi kesilerek salıverildi.

Bu halde Medîne'ye dönerken arkadaşlarını öldüren 'Âmir Oğulla*rından iki kişi, bilmeden kendisine yol arkadaşı oldular. Arkadaşlarının öcünü almak isteyen Amr, o iki kişiyi, uyudukları sırada öldürdü. Oysa Medîne tarafından gelen bu iki kişiye Allah'ın Elçisi can güvencesi vermişti. Verilmiş olan bu güvenceden dolayı 'Âmir Oğullarına hatâ ile öldürme diyeti vermek gerekti. 'Âmir Oğulları, Nadîr Oğullarının müttefiki idiler.

İşte Peygamber (s.a.v.), Medîne Andlaşmasına dayanarak bu iki kişinin diyetine katkıda bulunmalarını istemek için Nadîr Oğulları mahalle*sine gitti. Nadîr Oğulları:

"- Ey Ebû'I-Kasim, hay hay, olur, istediğini yaparız" diyerek yardım sözü verdiler. Fakat kendi aralarında fısıldaşarak Peygamber'e karşı bir suikasta yeltendiler:

Tam fırsat işte, adamı bir daha böyle uygun bir pozisyonda bulamazsınız. Biri çıkıp bacadan, üstüne taş yuvarlayarak bizi ondan kur*tarsın, dediler.

Görevlendirdikleri kimse bunu yapmak üzere bacaya çıkmıştı. Fakat durumu sezen Peygamber, bir işi varmış gibi acele ile oradan ayrıldı, ardından da arkadaşları döndüler:

Ya Resûlallah, bizim haberimiz olmadan sen kalkmışsın? dediler.

Yahudilerin suikasta yeltendiklerini Allah bana bildirdi, ben de kalktım, buyurdu.

Muhammed ibn Mesleme ile Nadîr Oğullarına haber salıp, on gün içinde Medine'yi terk etmelerini; on gün sonra orada kalanın öldürüleceğini bildirdi. Yahûdîler gitmeğe hazırlanırken Abdullah ibn Übeyy ibn Selûl onlara haber gönderip:

Yurtlarınızdan çıkmayınız, kalelerinizde kalınız, benim kavmim*den iki bin adamım ve başka kabilelerden yardımcılarım var. Onlar da sizin kalelerinize gelip, son bireylerine kadar sizin yanınızda çarpışacaklar. Kurayzalılar ve Gatafanlı müttefikleriniz de size yardım edeceklerdir, dedi.

Nadîr Oğullarının lideri Huyey ibn Ahtab, Abdullah ibn Übeyy'in sözüne güvenerek, Allah'ın Elçisi'ne: "Biz yurdumuzdan çıkmayacağız, elinden geleni yap!" diye haber gönderdi.

Bunun üzerine Allah'ın Elçisi, Medine'de, yerine Abdullah ibn Ümm-i Mektûm'u vekil bırakarak Nadîr Oğulları üzerine yürüdü. Bayrağı Hz. Alî taşıyordu, müslümanlarin geldiklerini gören Nadîr Oğulları, kalele*rinin üstüne çıktılar. Kurayzalılardan bir yardım gelmediği gibi, Abdullah ibn Übeyy de sözünde durmadı. Gatafanlılardan da yardım görmeyen Nadîr Oğulları, kalelerinde umutsuz kaldılar. Allah'ın Elçisi (s.a.v.), mahal*leyi kuşattı, korkutmak için de "Buveyre" denilen bir hurmalıklarını kestirip yaktırdı. Yahûdîler:

Sen bozgunculuğu meneder ve bunu yapanları kınarken niçin hurmaları kestirip yaktırıyorsun? diye bağırdılar.

İşte Hurma ağaçlarından herhangi bir şeyi kesmeniz yahut bırakmanız..." âyetinde bunun Allah'ın izniyle olduğu belirtilerek bu duruma işaret edilmektedir.

Onbeş gün kuşatma altında yüreklerine korku düşen Nadîr Oğulları, sonunda kentten çıkıp gitmeğe razı oldular. Arada bir savaş olmadı. Allah'ın Elçisi (s.a.v.), her ailenin, silâh hariç, bir deveye yükleyebileceği kadar malı yükleyip götürmesine müsaade etti.

Yahûdîler, hoşlarına giden kapı, pervaz, tahta ve saireyi söküp alıyorlar; müslümanlara kalmasın diye evlerini tahribediyorlardı.

Allah'ın Elçisi (s.a.v.), Yahûdîleri sürgün görevini Muhammed ibn Mesleme'ye verdi. Yahudilere üç gün süre tanımasını, bu üç gün içinde işlerini bitirip gitmelerini emretti'. [170] Yahudiler karılarını, çocuklarını ve altıyüz deveye yükleyebildikleri kadar eşyayı yükleyip götürdüler. Rivayet*lere göre Nadîr Oğulları, çalım satmak, gururlarını göstermek istediler. Bunun için cariyeleri şarkı söylüyor, tefciler ve zurnacılar tef ve zurna çalıyorlardı. Yalnız bunlardan iki kişi: Yamin ibn 'Amr ile, Ebû Sa'd ibn Vehb müslüman olduğu için sürgün edilmedi, malları olduğu gibi ken*dilerine kaldı. [171]

Bunların bir kısmı Şam diyarında Erîha ve Ezri'ât'a gitti. Bir kısmı da Hayber'e gidip oradaki Yahudilerin lideri oldular. Hayber'e gidenler Ebû'l-Hukayk ailesiyle Huyey ibn Ahtab âilesidir. Hayber halkına göre daha kültürlü olan bu insanlar oranın lideri oldular.

2'nci âyetteki ": İlk haşir için" ta'bîri, birkaç şekilde tefsir edilmiştir ki hiçbirisi bizce doyurucu değildir. Haşr toplantı, yığınak demektir. Âyette Yahudilerin, müslüman ların, kaleleri önünde silâhlı olarak toplandıklarını görür görmez korkuya kapılıp, hiç direnç göster-meden yurtlarını teslîm edip gitmeğe razı oldukları anlatılmaktadır. Burada haşr, sürgün değil, müslüman ların, silâhlı olarak Nadîr Oğulları yurdunda, savaş için yığınak yapmaları anlamında kullanılmıştır. İşte bu durum, derhal Yahudileri korkutmuş, dirençlerini kırmıştır.

4'ncü âyet, Yahudilerin, Allah'a ve Elçisi'ne karşı geldiklerini, Allah ve Elçisi'ni incitici davranışlar içine girdikleri için böyle cezalan*dırıldıklarını söylüyor. Gerçekten Yahudiler, Allah'ın Elçisi'ne inanmamak ve ona destek olmamakla kalmamışlar, onun dâvasının yayılmasını önlemek için ellerinden gelen çabayı göstermişler, inananların gönüllerine de kuşku düşürmeğe, hattâ müslümanları birbirine düşürüp, birliklerini bozmağa çalışmışlardır. O kadar ki bunların yandaşı olan Arap şâiri Ka'b ibn el-Eşref, Allah'ın Elçisi'ni hicveden kasideler yazmış ve Allah'ın Elçisi, şerrini def için onu öldürtmüştür. [172]

Biraz önce belirttiğimiz gibi Allah'ın Elçisi (s.a.v.), kuşatma sırasında Yahudileri korkutmak için Buveyre adlı hurma bahçelerinin kesilip yakıl*masını emretmişti. Bazı fakîhler, bunun, Allah'ın izniyle olduğunu bildiren 5'nci âyete dayanarak savaşta müşriklerin ağaçlarını kesmeyi, yurtlarını yıkmayı caiz görmüşlerdir. Fakat bazı fakîhlere göre düşmanın ağacını kesmek, evlerini yıkmak mekruhtur (doğru değildir). Çünkü Hz. Ebûbekir, Şam'a gönderdiği orduya, meyvalı ağaç kesmemelerini tavsiye etmiştir. [173]

11- İkiyüzlülük edenleri görmedin mi? Kitâb ehlinden inkâr eden kardeşlerine: "Eğer siz (yur*dunuzdan) çıkar ılır sanız, mutlaka biz de sizinle beraber çıkarız, sizin aleyhinize hiç kimseye itaat etmeyiz. Şayet sizinle savaşırlarsa mutlaka size yardım ederiz." derler. Allah, onların yalancı olduklarına şahitlik eder. 12- Andolsun eğer onlar, çıkarılsalar, (bunlar) onlarla beraber çıkmazlar; eğer onlarla savaşılsa onlara yardım etmezler, yardım etseler bile arkalar(ın)a dönüp kaçarlar, sonra kendilerine de yardım edilmez.

13- Onların kalblerinde sizin korkunuz, Allah'ınkinden fazladır. (Allah'tan çok sizden korkarlar). Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.

14- Onlar toplu olarak sizinle sav aşamazlar, ancak müstahkem şehirlerde yahut duvarların ardından (sizinle savaşmak isterler). Kendi aralarındaki çekişmeleri şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın, ama onların kalbleri dağınıktır. Böyledir, çünkü onlar düşünmez bir topluluktur. 15- (Onların durumu,) Kendilerinden az önce, yaptıklarının vebalini tadmış olan, âhirette de kendileri için acı bir azâb bulunan kimselerin durumu gibidir. 16- (Onların durumu,) Tıpkı şeytânın durumuna benzer ki insana "İnkâr et" dedi. (İnsan) İnkâr edince de: "Ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabbi Allah'tan korkarım!" dedi. 17- Nihayet ikisinin de sonu, ebedi olarak ateşte kalmaları oldu. Zalimlerin cezası budur. (Haşr: 95/11-17)

95/11-12'nci âyetlerde Yahûdîlere haber gönderip kendilerine yardım edeceklerini, onların aleyhinde kimseye boyun eğmeyeceklerini, şayet onlar Medine'den çıkarılırsa ken*dilerinin de onlarla beraber çıkacaklarını söyleyen Abdullah ibn Übey ve Abdullah ibn Nebtel gibi münafıkların yalan söyledikleri; Yahudiler çıka*rılmış olsa bunların onlarla beraber çıkmayacakları; onlara yardım da etmeyecekleri; yardım etseler dahi geriye dönüp kaçacakları ve perişan olacakları bildirilmektedir.

13-14'ncü âyetlerde onların, anlamaz bir topluluk olduklarından dolayı Allah'tan çok müslümanlardan korktukları; müslümanlarla göğüs göğüse çarpışmağa cesaret edemeyecekleri; ancak müstahkem kalelerin içinde ve duvarların arkasına sığınarak savaşacakları; birlik içinde bir toplum görünmelerine rağmen aralarında çok ayrılık, düşmanlık bulunduğu; çünkü onların, düşüncesiz, anlamaz bir topluluk oldukları belirtilmektedir.

15-17'nci âyetlerde de onların durumunun da, yakın geçmişte kötü davranışlarının cezasını çekip âhirette de acı azaba uğrayacak olan kimselerin durumuna benzediği anlatılmakta, daha sonra Yahûdîlere yardım va'deden münafıklar ile, onla*rın yardımına güvenen Yahudilerin durumu, tıpkı insanı kandırıp inkâra yönelten, insan inkâr edince de âhirette ondan el çekip "Ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabbi Allah'tan korkarım!" diyen şeytânın duru*muna benzetilmektedir. Nasıl ki şeytân da, ayarttığı insan da cehennem âteşinde sürekli kalmaya mahkûm ise bu münafıklarla, ayarttıkları Yahû-dîler de aynı şekilde perişan olmağa mahkûmdurlar.

13-17'nci âyetler, münafıkların durumunu anlatabileceği gibi Yahu*dilerin durumunu da anlatabilir. Gerçi söz münafıklar hakkında görünse de iki topluluğun birbiriyle ilişkisinden söz edildiği için 13-14'ncü âyetler münafıkların, 15-17'nci âyetler de Yahudilerin davranışlarına daha uygun düşmektedir. Yani Yahudilerin, anlayışsız insanlar oldukları için Allah'tan çok üstlerine gelen müslümanlardan korktukları, müslümanlara karşı savaş*mağa cesaret edemeyecekleri, ancak kale surlarının, duvarlarının ardına gizlenerek savaşacakları, fakat yaptıklarının cezasını çekecekleri anlatıl*maktadır.

Taberî'nin dediği gibi son üç âyetin içeriği, münafıklardan çok Yahudilerin durumuna uymaktadır. Çünkü kalelerin içinde duvarların ardına çekilip savaş düzenine girmiş olanlar Yahûdîlerdi. Münafıklarla böyle bir karşılaşma olmadığı gibi, münafıklar içinde cezalandırılan bir grup da olmamıştır.

Ayrıca kendi aralarında birbirlerine düşman olanlar da Yahûdîlerdi. Aralarında çok anlaşmazlıklar, görüş ayrılıkları vardı. Nadîr ve Kurayza Oğulları, sürgün edilen Kaynuka Oğullarına yardım etmedikleri gibi, Kuray*za Oğulları da Nadîr Oğullarına yardım etmemişlerdi. Çünkü bu Yahûdî kabîleleri birbirlerine tutkun, dayanışma içinde bulunan bir ulus görünü*münde değillerdi.

15'nci âyette: ' Yakın zamanda yaptıklarının cezasını çekmiş olanlar" şeklinde nitelendirilenlerin, kimler olduğu hakkında iki ihtimal vardır: Birine göre bunlar, bir süre önce Bedir'de yenilip öldürülmüş olan Kureyş müşrikleridir. Onlar şirklerinin ve Peygamber'e yaptıkları kötülüklerin cezasını çekmişlerdir. Ancak bu, zayıf bir olasılıktır. Çünkü Haşr Sûresi, Uhud Savaşından sonra inmiştir. Uhud Savaşında ise Müslü*manlar galip gelmemişlerdi.

İbn Abbâs'a göre de bunlar, Hz. Peygamber'in daha önce sürgün ettiği Kaynuka Oğulları Yahûdîleridir. [174]

dost1
14. January 2009, 03:46 PM
C- Kurayza Oğulları Yurdunun Fethi:


26- Kitâb ehlinden onlara yardım eden(Kurayza Yahûdî)lerini de kalelerinden indirdi ve kalblerine korku düşürdü. (Onlar*dan) bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir alıyordunuz. 27- Onların topraklarını, evlerini, mallarını ve henüz ayak basmadığınız bir toprağı size miras verdi. Allah, her şeye kadirdir. (Ahzâb: 97/26-27)

97/26-27'nci âyetlerde, müslümanları imha için gelen müşrik Arap ordularını (Ahzâbı), hiçbir yarar sağlayamadan öfke ile geri döndüren Allah'ın, onlara yardım eden Kitâb sâhiblerini de kalelerinden indirdiği, kalblerine korku düşürdüğü ve müslumanların, onların bir kısmını öldürüp, bir kısmını tutsak ettikleri, arazilerini ve yurtlarını ve henüz ayak basma*dıkları bir toprağı da müslümanlara verdiği; O'nun her şeyi yapabileceği

belirtiliyor.

Âyetlerde sözkonusu edilen Kitâb ehli, andlaşmalarını bozarak Müs*lümanlara hiyânet eden Kurayza Yahûdîleridir.

Müşrikler çekip gittikten sonra müslümanlar da evlerine dönmüş*lerdi. Peygamber (s.a.v.) Ümmü Seleme'nin evinde, seferin toz ve top*rağından henüz yıkanmış iken Cebrail Aleyhisselâm göründü, başındaki toprağı silkeleyen Cebrâîl:

Sen silâhı bıraktın mı? Fakat biz (melekler) silâhımızı bırakmadık. Şunların üstüne yürü! dedi ve Kurayza tarafını gösterdi. [175]

Başka rivayette Cebrâîl, ipek sarık sarmış ve atlas eğerli bir katıra binmiş olarak Peygamber'e görünmüş: "Melekler silâhlarını bırakmadılar, şimdi ben o kavmi takipten geliyorum. Allah sana kalkıp Kurayza Oğulları üzerine yürümeni emrediyor!" demiştir.

Hz. Peygamber, sahâbîlerine, derhal Medine'den birkaç mil uzakta bulunan Kurayza Oğulları üstüne yürümeyi emretti. Vakit ikindi idi:

İkindi namazını Kurayza Oğulları yurdunda kılacağız! dedi.

Medine'de, Abdullah ibn Ümmi Mektûm'u yerine vekil bırakarak yürüdü. Bayrağı Alî ibn EbîTâlib'e verdi.

Kurayza Oğullarını kuşattı. Kuşatma yirmibeş gün sürdü. Kayıtsız, şartsız teslîm olmalarını istedi. Barış isteklerini de reddetti. Yalnız seçecek*leri bir hakemin vereceği hükme razı olacağını bildirdi.

Kuşatma altında bir kurtuluş umudu kalmadığını anlayan Kurayza Oğulları, müttefikleri olan Evs'in lideri Sa'd ibn Mu'âz'ın hükmüne razı olacaklarını bildirdiler. Bu arada Peygamber'e haber gönderip, istişarede bulunmak üzere Ebû Lübâbe'yi göndermesini istediler. Sa'd'in vereceği hüküm hakkında düşüncesini sormak istedikleri Ebû Lübâbe gelince er*kekler ayağa kalktılar, kadınlar ve çocuklar başına toplanıp ağlaştılar:

Ne dersin Ebû Lübâbe, Muhammed 'in hükmüne boyun eğip teslîm olalım mı? dediler.

Durumlarına acıyan Ebû Lübâbe:

Evet, dedi ama elini de boğazına götürerek teslîm oldukları takdirde kesileceklerini imâ etti.

Bu tutumuyla Allah'ın Elçisi'ne hiyânet ettiğinin farkına varan Ebû Lübâbe, hemen Peygamber'in mescidine gidip kendisini direğe bağladı ve: "Allah bu yaptığım günâhı affedinceye dek yerimden kalkmayacağım! " dedi. Peygamber (s.a.v.) haberi duyunca: "Bana gelseydi ben onun için mağfiret dilerdim. Madem ki böyle yapmış, artık Allah affetmedikçe ben onun bağını çözmem " dedi.

Yedi gün yemeden, içmeden o halde kalan Ebû Lübâbe bayılmış, hakkında inen Enfâl: 93/27'nci âyet, Allah tarafından affedildiğini bildirin*ce Allah'ın Elçisi gidip onun bağlarını çözmüştür. [176]

Hendek'te düşmanın attığı ok ile kol damarı kesilmiş bulunan Sa'd ibn Mu'âz,Rufeyde isimli bir hanımın çadırında tedavi görüyordu. Rufeyde, yaralıları tedâvî eden, bakıma muhtaç müslümanların hizmetine koşan Eşlemi i bir kadın idi. Allah'ın Elçisi, kendi mescidinin yanında, bu hanım için bir çadır yaptırmıştı. İşte İslâm tarihinde ilk müslüman hemşire ve doktor kadın olan Rufeyde, ilk hastane sayılabilecek olan bu çadırda, yaralıları ve hastaları tedavi ederdi. [177]

Kurayzalılar Sa'd'ı hakem yapmak isteyince Peygamber (s.a.v.), onun Medine'den getirilmesini emretti. Sa'd'ı götürmek üzere bir eşeğe bindirdiler. Evsli bazı kişiler, Sa'd'dan, Kurayza Oğullarına acımasını, onlara iyilik etmesini rica ettiler. Hiç sesini çıkarmayan Sa'd, fazla ısrar karşısında:

Şimdi Sa'd için Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeden doğru hüküm verme zamanı geldi! dedi.

Hz. Peygamber, Sa'd çadırına doğru yaklaşınca ashabına:

Efendinizin önünde ayağa kalkınız! dedi.

Müslümanlar da ayağa kalkarak Sa'd'a saygı gösterdiler, böylece verdiği hükmün uygulanacağına işaret etmiş oldular. Sonra Allah'ın Elçisi Sa'd'a:

Şunlar senin vereceğin hükme razı oldular. Onlar hakkında istediğin hükmü ver! buyurdu.

Vereceği hükmün geçerli olup olmayacağını Peygamber'e ve orada bulunanlara sorup, olumlu yanıt alan Sa'd:

Savaşçılarının öldürülmesine, çocuklarının ve kadınlarının tutsak edilmesine hükmediyorum! dedi.

Peygamber (s.a.v.):

Sen kral hükmüyle (başka bir rivayete göre: Allah'ın hükmüyle) hükmettin! dedi.

Savaşta kolunun atardamarı kesilmiş olan Sa'd, daha sonra yarası açıldığı için kan kaybından ölmüştür[178]

Kurayza yurdunun fethi, beşinci Hicret yılının Zu'1-Ka'de ayının sonunda olmuştur. Allah'ın Elçisi, Kurayza Oğullarını önce Haris kızının evinde hapsetmiş, Medine çarşısına çukurlar eştirmiş, sonra bunlar elleri arkadan bağlanarak grup grup götürülüp boyunları vurulmuştur.

Boynu vurulanlar arasında Yahûdî liderlerinden Huyey ibn Ahtab ve Ka'b ibn Esed de vardı. Huyey, üzerine gül rengi bir kaftan giymişti. Fakat düşmanın soyup almaması için kaftanını her yanından parmak parmak kesmişti. Elleri iple boynuna bağlı olarak Allah Elçisi'nin huzuruna getirilen Huyey ona bakıp şöyle dedi:

Vallahi sana düşmanlığımdan dolayı ben nefsimi kınamadım. Fakat ne yapayım, Allah'ın perişan ettiği perişan olur!

Sonra:

Ey insanlar, zararı yok, Allah'ın emridir, bu büyük belâ İsrâîloğul-lannın yazgısıdır, dedi ve oturdu. Boynu vuruldu.

Kadınlar ve sakalı bitmemiş çocuklar öldürülmemiş, sadece tutsak edilmişlerdir. Yalnız bunlardan Hakem ibn Kurazî'nin karısı Bunâne'nin de boynu vurulmuştur. Hallâd ibn Süveyd'in üzerine el değirmeni taşını düşürüp onu öldüren bu kadın hakkında Hz. Âişe şöyle demiştir:

Vallahi o kadın benim yanımda idi. Allah'ın Elçisi, erkeklerini çarşıda öldürtürken o benimle şen şakrak konuşuyor, güle güle katılıyordu. Sonra birisi: "- Falan kadın nerede?" diye bağırınca:

O benim, dedi.

Senin neyin var? dedim.

Öldürüleceğim, dedi.

Niçin? dedim.

Yaptığım bir iş için, dedi.

Götürülüp boynu vuruldu. Vallahi onun, öldürüleceğini bildiği halde cana yakınlığını, soğukkanlılığını, gülüşünü hiç unutmam." [179]

Ünlü tabiî ve hadîs râvîsi Muhammed ibn Ka'b el-Kurazî'nin babası olan Ka'b ibn Süleym el-Kurazî ve Atıyye el-Kurazî henüz sakalları bit*mediğinden öldürülmeyip serbest bırakılmışlardır ki sahâbî olmak şerefine ermiş olan bu zâtlardan ikincisi hadîs de rivayet etmiştir. [180]Bulûğa ermiş olan Rifâ'a el-Kurazî ise Hz. Peygamber'in teyzelerinden Selmâ binti Kays'a sığınmış ve Selmâ'nın ricasıyla, Peygamber tarafından bağışlanmış, müslüman ve sahâbî olmuştur.

Allah'ın Elçisi, Sabit ibn Kays ibn Şemmâs'ın hatırına, Zibeyr ibn Bâtâ'yı ve ailesini bağışlamıştır. Rivayete göre Sabit ibn Kays, Bu'âs savaşında kendisini tutsak edip alnını çizerek serbest bırakmış olan Zibeyr ibn Bâtâ'ya borcunu ödemek için Allah'ın Elçisi'nden, onun bağışlan*masını, ailesinin ve malının kendisine geri verilmesini rica etmiş; Allah'ın Elçisi de Sabit'in ricasını kabul etmiştir. Fakat daha sonra Sâbit'ten kavmi*nin durumunu soran ve adamlarının hep öldürüldüğünü öğrenen İbn Bâtâ, Sâbit'e:

- Artık senin zimmetin kalmadı. Şu hurmalığa bir tek kova su dahi dökmem. Beni kardeşlerime kat! demiş.

Sabit onu öldürmek istemeyince bir başkası öldürmüştür. Rivayetten anlaşılıyor ki İbn Bâtâ'nın kendisi öldürülmekle beraber çocukları sağ bırakılmıştır. Abdu'r-Rahmân ibn ez-Zibeyr de bunlardandır ki bu da sahâbî olmuştur.

Boynu vurulanların, altıyüz, yediyüz kişi oldukları rivayet edilir. [181]

İşte 26'ncı âyette: Onlardan bir bölümünü öldürüyor, bir bölümünü de tutsak ediyordunuz" cümlesiyle bu duruma işaret edilmektedir.

Peygamber (s.a.v.) bu esirleri Necd'e gönderip sattırmış, paralarıyla at ve silâh aldırmıştır. Kadınlardan 'Amr ibn Cunâfe(ÜLr) kızı Reyhâne'yi kendisine câriye olarak almıştır. Hz. Peygamber'in evlenme önerisini kabul etmeyen, Allah Elçisi'nin vefatına kadar onun cariyesi olarak kalan ve ilk sıralarda İslâm'ı kabul etmeyip Yahûdî dininde kalmayı yeğlemiş bulunan bu hanım, bir süre sonra müslüman olmuştur. [182]

Esasen Hz. Peygamber, bunun müslüman olmasını arzu ediyordu. Bir gün ashâbıyla yürürken arkadan bir ayak sesi geldi. Peygamber:

Gelen, Sa'lebe ibn Şa'ya'dır. Bana Reyhâne'nin müslüman oldu*ğunu müjdeleyecek, dedi.

Gerçekten Sa'lebe geldi:

Yâ Resûlallah, Reyhâne müslüman oldu! dedi.

Peygamber buna sevindi. [183]

Durumu bütün yönleriyle değerlendirmeyenler, Kurayza Oğullarına uygulanan bu hükmü ağır bulabilirler. Ancak mes'ele iyice düşünülünce kararın yerinde olduğu anlaşılır. Çünkü bu Yahûdî kabileleri, müslüman-ların müttefiki idiler. Saldırgan yabancı güçlere karşı müslümanlarla birlikte Medine'yi savunacakları hususunda müslümanlarla ittifak yapmışlardı. Kendilerinden önce sözlerinde durmayan Kaynuka ve Nadîr Oğullarının sürgün edilmiş olmalarından da ibret almamış, onlardan çok daha büyük bir hiyânet içine girerek, müslüman lan tamamen imha etmek üzere gelen birleşik müşrik ordusuyla birleşmişlerdi. Eğer savaşta öteki taraf galip gelseydi, müslüman erkekler kesin olarak öldürülecek, çocukları ve kadın*ları esir edilecekti. Hiyânetin cezası ölümdür. Yapılan suçu dengiyle ceza*landırmak adalete uygundur.

Kaldı ki uygulanan bu karar, Tevrat'ın hükmüdür. Herhalde bu kararı veren Sa'd, Tevrat'ın bu konudaki hükmünü biliyordu. Peygamber'in ona: "Sen Allah'ın hükmüyle hükmettin!" demesi de Sa'd 'in hükmünün, Tevrat'a dayandığını gösterir. Şimdi bu konuda Tevrat'ın hükmünü gözden geçire*lim:

"Bir şehre karşı cenk etmek için ona yaklaştığın zaman, onu barı*şıklığa çağıracaksın. Ve vaki olacak ki eğer sana sulh cevâbı verirse ve kapılarını sana açarsa, içinde bulunan bütün kavm sana angaryacı (esîr, köle) olacaklar ve sana kulluk edecekler. Ve eğer seninle barış yapmayıp cenk etmek isterlerse o zaman onu kuşatacaksın ve Allah'ın Rab onu senin eline verdiği zaman, onun her erkeğini kılıçtan geçireceksin; ancak kadınları ve çocukları ve hayvanları ve şehirde olan her şeyi, bütün malını kendin için çapul edeceksin (ganimet alacaksın)! [184]

İşte Kurayza Oğullarına, kendi Kitâblarının bu hükmü uygulanmıştır. Bir kavme kendi yasalarını uygulamak zulüm değil, adalettir.

Onların topraklarını, evlerini, malla*rını size miras verdi." âyeti de onların arazilerinin ve evlerinin müslü-manlara ganîmet olarak verildiğini belirtmektedir, ": ve henüz ayak basmadığınız bir toprağı da size verdi" cümlesinde işaret edilen toprak, müfessirlerin çoğunluğunun kanısına göre müslümanların ileride fethedecekleri Hayber toprağıdır. Âyet, ilerideki fetihleri müjdelemektedir. Bunun Mekke, îrân, Anadolu toprağı olduğunu söyleyenler de vardır. [185] Muhammed İzzet Derveze'ye göre bu cümlede işaret edilen toprak, Kuray-zalıların, kent dışında kalan topraklarıdır[186]

Rivayete göre Allah'ın Elçisi, Kurayza Oğullarından 1500 (binbeş-yüz) kılıç, 300 (üçyüz) zırh, 2000 (ikibin) mızrak, 1500 (binbeşyüz) kalkan ve birçok deve ve koyun ganîmet almıştır. [187]

Kuıtubî'nin kaydına göre Hz. Peygamber (s.a.v.) Kurayza Oğulla*rından kalan malları ashabı arasında üleştirmiş, atlıya üç hisse, piyadeye bir hisse; başka rivayete göre atlıya iki, piyadeye bir hisse vermiştir. O gün müslümanların sadece otuzaltı atı vardı. Rivayete göre Peygamber'in atlı ve yayaya ayrı ayrı hisse verdiği ve humus (beşte bir) hisseyi kendisi ve kamu harcamaları için aldığı ilk ganîmet malı, Kurayza ganîmetleridir. Fakat bu üleştirmenin, ilk defa Abdullah ibn Cahş seriyyesinde uygulandığı da söylenir. Ebû Amr'e göre Peygamber, Abdullah ibn Cahş Seriyyesinde kendi içtihadıyla humus almış, daha sonra Enfâl Sûresinin: "İyi biliniz ki aldığınız ganimetin beşte biri Allah'a, Elçiye, akrabaya, yetimlere, yoksul*lara, yolcuya mahsustur"[188]mealindeki âyet inmiştir. Bu âyet indikten sonra humus'un ilk uygulandığı ganîmet malı Kurayza ganimetleri olmuş-tur. [189]

dost1
14. January 2009, 03:48 PM
D- Hayber'in Fethi:


18- Allah şu müzminlerden razı olmuştur ki onlar, ağacın altında sana biat ediyorlardı, Allah onların gönüllerinden geçeni bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi. 19- Yine onlara alacakları birçok ganimetler bahşeyledi. Allah üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir. 20- Allah size elde edeceğiniz birçok ganimetler va'detti. Şimdilik size bu(Hudeybiye barışı)nı verdi. İnsanlara, bir ibret olsun ve (Allah), sizi dosdoğru bir yola iletsin. 21-(Size) Başka (ganimetler) de söz vermiştir ki henüz onları ele geçiremediniz, fakat Allah onları kuşatmıştır (ileride bunları size verecektir. Allah, ilerde sizlere birçok fetihler ve ganimetler verecektir.) Allah her şeye kadirdir. (Fetih: 109/18-21)

109/18-2l'nci âyetlerde Allah'ın, Hudeybiye'de Peygamber'e bey'at eden mü'minlerden razı olduğu, onların kalblerinde olanı, yani o güç durumda içlerinden geçen düşünceleri, kuşkuları bildiği, indirdiği huzur ile gönüllerini yatıştırdığı ve kendilerine yakın bir Fetih nasîbettiği, şimdilik elde ettikleri bu Fetih'ten ayrı olarak, daha birçok fetih ve ganîmet vereceği buyurulmaktadır.

18'nci âyette anılan feth-i karîb ile 19'ncu âyette müslümanların ele geçirecekleri bildirilen ganimetler hakkında iki tefsîr vardır: Birine göre feth-i karîb (yakın fetih) Hudeybiye Barışıdır. Alacakları ganimetler de ilerideki fetihlerde ellerine geçecek olan ganimetlerdir. Diğerine göre feth-i karîb, Hayber'in fethi, alacakları ganimetler de Hayber ganimetleridir.

Âyetlerin sözgeliminden anlaşıldığı üzere Allah'ın acilen, yani şim*dilik müslümanlara verdiği yakın fetih, Hudeybiye Barışıdır. Allah, inançsızların yüreklerine kuşku düşürerek onların müslümanlara saldırmalarını önlemiştir. Ayetlerde kâfirler saldırmış olsalardı dahi yenilmiş olacakları ve artık müslümanlara zafer yollarının açıldığı, bundan böyle çok zafere ulaşıp ganimetler alacakları müjdelenmektedir. Hudeybiye Barışından son*ra müslümanların elde ettikleri ilk zafer, Hayber zaferidir. Müslümanlar bu zaferde çok ganimet almışlar, verimli topraklar kazanmışlardır. Bu olayın geçişi şöyledir:

Hayber Seferi, sırt müslümanlara ganimet sağlamak için sebepsiz yere düzenlenmiş bir sefer değildir. Medine'den sürülmüş olan Yahûdî Nadîr Oğulları, Hayber'e gidip yerleştiler ve o bölge Yahudilerinin lideri olup onlara İslâm düşmanlığı aşıladılar. Bu adamlar, yalnız oradaki Yahû-dîleri kışkırtmakla kalmadılar. Gidip Mekke müşriklerini, Esed ve Gatafan kabilelerini de kışkırttılar ve Kureyşin bu kabilelerle birleşip büyük bir ordu ile müslümanların üzerine yürümesine sebeboldular. Sonuçta vuku-bulan Hendek Savaşında Medine'deki Yahûdî kabilesi Kurayza Oğullarını da kandırıp, onların, vaktiyle müslümanlarla yaptıkları ittifaklarını bozarak müşrik ordusunun yanında yer almalarına neden oldular. Müşriklerin bir sonuç alamadıkları bu savaştan sonra Medine, ittifaklarını bozarak müs*lümanlara hiyanet eden Kurayza Oğullarından temizlenmişti. Fakat Şam yolu üzerinde verimli toprakları olan Hayber, hâlâ müslümanların başına gaileler açmış bulunan Nadîr Oğulları Yahûdîlerinin barınağı idi. Onlar oralarda egemen oldukça da müslümanların güvenliği tehlikede bulunu*yordu.

İşte bu mıntıkayı güven altına almak için Allah'ın Elçisi (s.a.v.), Hayber'e bir sefer yapmayı düşünüyordu. Fakat tehlikeyi o kadar vahim görmediği için sadece müfreze gönderip liderleri Râfi' ibn Ebî'l-Hukayk'ı, daha sonra onun yerine geçen Useyr ibn Zârim'i öldürtmekle yetinmişti. Böylece onları, hareketlerine dikkat etmeleri için uyarmış, cezalandırma işini Ka'be'yi ziyaretten sonraya ertelemişti. Hudeybiye barışı ile Kureyşin herhangi bir saldırısı önlenmiş, sıra Hayber bölgesinin güvenlik altına alınmasına gelmişti.

Ashabına Hayber seferine hazırlanmalarını emretti. Medîne yöresinde oturan kabilelerden sadece gönüllü olanların gazaya katılmalarını istedi. Sibâğ ibn Arfaz el-Ğifârî'yi, Medîne'de yerine vekil bırakarak ve zevcesi Ümmü Seleme'yi de beraberine alarak Hayber üzerine yürüdü. Hudeybi-ye'ye giderken de yine bu zevcesini yanına almıştı. Bundan Ümmü Sele-me'nin, müşkil durumlarda Allah'ın Elçisi'ne danışmanlık yaptığı kanısı doğmaktadır.

Hudeybiye'den Zu'1-hicce ayında dönmüştü. Ondan bir ay sonra, Muharrem'in sonlarında, bir rivayete göre de beş ay sonra Cumâdâ el-Ûlâ ayında Hayber üzerine yürüdü.

Sabahleyin erkenden belleriyle, kürekleriyle tarlalarında çalışmak üzere evlerinden çıkan Hayberliler, birden bire karşılarında müslümanları görünce:

Muhammed ve ordusu! deyip kalelerine kaçtılar. Allah'ın Elçisi (s.a.v.):

Allahu ekber, Hayber yıkıldı! Biz bir kavmin alanına inersek "Uyarılanların sabahı kötü olur!" dedi.

Sonra Recî' denen yere vardı. Gatafanlılarla Hayber arasında karar*gâhını kurdu ki Gatafân'dan Haybere'e gelebilecek yardıma engel olsun. Gatafanlılar Hayber'e yardım için yola çıktılar, bir konaklık mesafe yürü-dülerse de korkup geriye döndüler.

Hayber nüfusça kalabalık bir yerdi. Kaleleri sağlam, ekonomileri iyi, silâhları çok idi. Müslümanlar Hayber'in fethinde hayli güçlük çektiler. Hayberlilerden birçok kimse öldüğü gibi müslümanlar da birkaç şehîd verdiler.

Birkaç kaleden oluşan Hayber'de önce Nâim, sonra Ebû'l-Hukayk Oğullarının kalesi olan el-Kamûs fethedildi. Birçok esîre alındı. Huyey ibn Ahtab'ın kızı ve Kinâne ibn er-Rabî' ibn Ebî'l-Hukayk'ın karısı olan Safıyye de esîreler arasında idi.

O günlerde Safıyye ru'yâsında Ayın, kendi koynuna girdiğini görmüş ve bunu kocası Kinâne'ye anlatmıştı. Kinâne:

Bu demektir ki sen, Hicaz kralı Muhammed'i istiyorsun, deyip yüzüne bir tokat vurmuş ve Safıyye'nin gözünü morartmış idi. İşte Allah'ın Elçisi'ne getirildiği zaman Safıyye'nin gözünün çevresindeki morartı duru*yordu. Allah'ın Elçisi ona, kendi ridâsını verip örttürünce herkes, onu kendisine seçtiğini anlamıştı.

Bir rivayete göre Dihye, alınan esîrelerden bir tanesini kendisine vermesini Allah'ın Elçisi'nden istemiş, o da esîrelerden bir tanesini almasını söylemiş. Dihye Safıyye'yi seçince bir adam:

Ey Allah'ın Peygamberi, sen Kurayza ve Nadîr Oğullarının başka*nının kızını Dihye'ye mi veriyorsun? O yalnız sana yaraşır, dedi.

Peygamber (s.a.v.), Safıyye'yi çağırttı, yüzüne bakınca Dihye'ye:

Sen başka bir câriye al, dedi ve Safiyye'yi âzâd edip onunla nikah*landı.

Daha sonra Allah'ın Elçisi, Hayber dönüşünde, yolda Enes'in anne*sinin bezediği Safıyye ile zifaf olmuştur.

Safıyye'nin kocası Kinâne ibn er-Rebî' getirildi. Nadîr Oğulları hazînesi bu adamın yanında idi. Hz. Peygamber ondan hazineyi istedi. Kinâne inkâr etti. Başka bir Yahûdî:

Ben Kinâne'nin, her sabah şu harabede dolaştığını görürdüm, deyince Peygamber (s.a.v.) Kinâne'ye:

Eğer hazîneyi bulursak seni öldüreyim mi? dedi. O da:

Evet, dedi.

Peygamber(s.a.v.)in emriyle harabe eşildi ve hazinenin bir kısmı ortaya çıkarıldı. Peygamber, Kinâne'ye, geri kalan hazineyi vermesini emretti. Kinâne yine vermeyince öldürüldü. [190]

Daha sonra müslümanlar, en son ve güçlü kaleler olan Vatîh ve Sülâlim kalelerine geldiler. Peygamber (s.a.v.) bu savaşta komutanlara bayrak verdi. Bayrak, ilk defa bu savaşta kullanılmıştır. Komuta bayrağını ilk önce Ebûbekir'e verdi, fetih nasib olmadı. Sonra Ömer'e verdi, yine fetih nasib olmadı. Sonra:

Yarın bayrağı öyle birine vereceğim ki o Allah'ı ve Elçisi'ni sever, Allah ve Elçisi de onu sever, Allah onun eliyle fetih nasibedecektir dedi ve bayrağı Alî'ye verdi. Alî'nin gözleri ağrıyordu. Gözüne tükürüp:

Bu bayrağı al, Allah fetih nasibedinceye kadar bayrağı taşı! dedi. Alî'nin eliyle bu kaleler de fethedildi.

Vatîh ve Sülâlim'dekiler, kuşatmanın kalkmayacağını anlayınca can*larına dokunulmaması, mallarını bırakıp gitmeleri şartıyla kaleyi teslîm etmeyi önerdiler. Peygamber (s.a.v.) bu öneriyi kabul etti. Silâhlan, malları, tarlaları, kadınları ve çocukları hep müslümanlara ganimet oldu. Allah'ın Elçisi, ganîmetin beşte birini Beytu'l-mâle ayırdıktan sonra gerisini Müslü*manlara paylaştırdı.

Hayberliler, kaleden indikten sonra: "Biz toprağı işlemesini, onar*masını biliriz" deyip yarıcılıkla toprağı işlemeyi önerdiler. Peygamber (s.a.v.) bunu: "Dilediğimiz zaman sizi çıkartmak" kaydıyla kabul etti, fakat tehlikeli olanları sürdü. Böylece barış yapıldı.

Hz. Ömer devrine kadar o toprakları Yahudiler işlediler. Ömer döne*minde artık müslümanlar, toprağı işleyecek insan gücüne ve beceriye ula*şınca Hz. Ömer Yahudileri Şam'a sürdü.

Peygamber (s.a.v.), daha sonra Hayber'den Vâdî'l-Kurâ'ya geldi. Çeşitli kalelerin bulunduğu Vâdî'l-Kurâ'da biraz dirençle karşılaştı ise de sonunda fetih nasib oldu. Halkından teslim olanların bir kısmını sürdü, kalmasında sakınca bulunmayanları da toprağı yarıya işlemek üzere orada bıraktı.

Olayları duyan Fedek Yahudileri korktular. Bahçeleri, tarlaları yarıya işlemek üzere anlaşmak için Peygamber(s.a.v.)e elçi gönderdiler. Böylece Fedek, savaş olmadan müslümanların eline geçtiği için burası sadece Allah'ın Elçisi'nin özel mülkü oldu.

Savaştan sonra Hayber'de Sellâm ibn Mişkem'in karısı Zeyneb, Al*lah'ın Elçisi'ne ikram etmek üzere pişirdiği koyunu zehirledi. Allah'ın Elçisi, koyundan bir lokma alıp çiğnedi ve yutmadan hemen tükürdü:

Bu kemik, bana zehirli olduğunu söylüyor! dedi. Fakat çiğnediği lokmayı yutmuş olan Bişr ibn Ma'rûr öldü. Sonra bu kadın suçunu itiraf ederek kendisini şöyle savundu:

Kavmime yaptıklarını görünce düşündüm ki eğer sen kral isen, senden kurtulurum. Peygamber isen zaten bu durum sana bildirilir.

Peygamber(s.a.v.)in, bu kadının suçunu bağışladığı rivayeti varsa da daha sağlam rivayete göre bu kadını öldürtmüştür. Peygamber (s.a.v.) ölüm hastalığı sırasında:

'Âişe, Hayber'de yediğim yemeğin acısını hâlâ duyuyorum! Şimdi o tehirin etkisiyle boyun damarımın kesildiğini hissediyorum!" dediği rivayet edilir. [191]

Peygamber (s.a.v.) ya Hayber'de veya yolda Safıyye ile zifaf olmuştur. Zifaf gecesi Ebû Eyyûb el-Ensârî, Peygamberin çadırının çevresinde dolaşarak onu beklemiş, sabahleyin Peygamber (s.a.v.), Ebû Eyyûb'a neden öyle yaptığını sorunca:

Yâ Resûlallah, bu kadının sana bir şey yapmasından korktum.

Babasını, kocasını, kavmini öldürdün. Henüz küfürden yeni ayrıldı. Sana bir şey yapmasından korktum, demiş. Allah'ın Elçisi de ona du'â ederek:

Allahım, Ebû Eyyûb nasıl geceleyin beni korudu ise sen de onu koru, dedi.

Hâlâ Habeşistan'da bulunan ilk muhacirler de Hayber'in fethi sırasında geldiler. Bir rivayete göre Peygamber (s.a.v.) 'Amr ibn Ümeyye ed-Da-mrî'yi Necâşî'ye gönderip oradaki miislümanları istetmiş, Necâşî de onları iki gemiye bindirerek göndermiş, Hz. Peygamber henüz Hayber'de iken Habeşistan'dakiler gelmişler. Peygamber (s.a.v.) Ca'fer'i görünce gözlerin*den öpmüş:

Hangisine sevineyim, Hayber'in fethine mi, Ca'fer'in gelmesine mi?! demiş. [192]

Hiç kuşkusuz Peygamber'in, Habeşistan'dakileri istemesi de, Hudey-biye Barışının yararlı sonuçlarındandır. Çünkü müslümanlar yeterli dere*cede güçlendikleri için artık uzun süreden beri vatanlarından ayrı yaşayan ilk muhacirlerin, daha fazla gurbette durmalarına gerek kalmamış ve Peygamber onların geri dönmelerini istemiştir.

Hz. Peygamber Hayber günü şöyle demiştir: "Allah'a ve âhir et gününe inanan, suyunu başkasının ekinine dökmesin (başkasının gebe karısıyla yatmasın). Allah'a ve âhiret gününe inanan, gebe olmadığı anlaşılıncaya kadar tutsak kadınla yatmasın. Allah'a ve âhiret gününe inanan, bölüş*türülmemiş ganimet malını satmasın. Allah'a ve âhiret gününe inanan, müslümanlann ganimet hayvanına binip de onu zayıflatıp müslümanların fey'ine (ganimetine) iade etmesin." [193]




--------------------------------------------------------------------------------

[1] En'âm: 55/92

[2] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/330

[3] İbn Hişâm, es-Sîretu'n-Nebeviyye, 3 ve 4. ciltler, Beyrut, 1356/1937; İbn Sa'd, et-Tabakatu'1-kubrâ: 3/135

[4] et-Tabakatu'1-kubrâ: 2/91, Dâru Sâdir, Beyrut

[5] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/331-333

[6] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/333

[7] Çıkış: 19/7-9

Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/333-335

[8] Buhârîjcâre: 16

[9] Buhârî, Bed'u'1-halk: 10; Müslim, Zühd: 51; İbn Hanbel, Müsned: 5/205-209

[10] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/335-337

[11] Çıkış: 1/8-22

[12] Çıkış: 12/37

[13] Şu'arâ: 47/63

[14] A'râf: 39/140

[15] Kurtubî, el-Câmi': 1/386

[16] Buhârî, Savm: bâbu Sıyâmi Yevmi 'âşûrâ, h. 111; Müslim, Sıyâm: 127-130; Ebû Dâvûd, Savm: 63; Dârimî, Savm: 46; İbn Hanbel, Müsned: 1/291

[17] Buhârî, Savm: h. 109; Müslim, Sıyâm: Yevmu 'Âşûrâ

[18] Müslim, Sıyâm: 134; İbn Mâce, Sıyâm: 41; İbn Hanbel, Müsned: 1/225,236,345

[19] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/337-347

[20] Tâhâ: 45/78

[21] Kasas: 49/40

[22] Tefsîru'l-Kur'âni'l-hakîm: 9/98-99

[23] Mâide: 110/21

[24] Al-iîmrân:94/112

[25] A'râf: 39/167

[26] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/348-351

[27] Çıkış: 11/2-3

[28] İbn Kesîr,Tefsir: 3/164

[29] et-Tefsîru'1-hadîs: 3/84-85

[30] Mefâtîhu'l-ğayb:22/lll

[31] Çıkış: 32/1-4,7-8, 19-24

[32] İbnKesîr,Tefsîr: 1/92

[33] Çıkış: 33/27-28

[34] Letaifu’ I-işarat: 1/104

[35] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/351-361

[36] Mefâtîhu'1-ğayb: 15/17

[37] Mefâtîhu'1-ğayb: 15/21

[38] Mefâtîhu'1-ğayb: 15/18

[39] Tefsîru'l-Kur'âni'l-Hakîm: 1/321

[40] Sayılar: 16/1-35'nci âyetlerin özeti.

[41] Bakara: 92/19

[42] Fussilet: 61/17

[43] Nisa: 98/153. âyette de Musa'dan, "Allah'ı bize açıkça göster" diyen Yahudileri, bu saygısızlıklarından ötürü sâ'ika'nın yakaladığı belirtilmektedir.

[44] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/361-364

[45] Kitabı Mukaddes, s. 197-198, İst. 1972

[46] el-Fethu'r-Rabbânî: 15/191

[47] Kurtubî,el-Câmi': 1/456

[48] Aynı eser: 1/457

[49] Aynı eser: 1/460

[50] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/365-368

[51] Âl-iİmrân: 94/187

[52] Bakara: 92/174

[53] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/368-370

[54] Çıkış Kitabının 19'ncu babında Allah'ın, İsrâiloğullarının gözü önünde, bulutlar arasında Sina Dağının tepesine inip Musa'ya konuştuğu anlatılıyor: "... Ve vaki oldu ki üçüncü günde sabah olunca gök gürlemesi ve şimşekler ve Dağ üzerinde koyu bir bulut ve çok kuvvetli boru sesi oldu. Ve ordugâhta olan bütün kavim titredi. Ve Sina Dağı hep titriyordu. Çünkü Rab, onun üzerine ateş içinde inmişti. Ve onun dumanı, ocak dumanı gibi çıkıyordu. Ve bütün Dağ titredi. Ve boru sesi git gide kuvvetlenince Mûsâ söyledi ve Allah ona sesle cevap verdi. Ve Rab Sina Dağı üzerine, Dağın tepesine indi ve Rab Musa'yı Dağın tepesine çağırdı, Mûsâ da çıktı..." (Çıkış: 19/16-20) Çıkış: 24/9-11, 13-14, 18. âyetler de şöyledir: "Ve Mûsâ ile Hârûn, Nadab ve Abihu ve İsrail'in ihtiyarlarından yetmiş kişi çıktılar ve İsrail'in Allah'ını gördüler; ve onun ayakları altında gök, yakuttan tuğla döşeme gibi, aydınlıkça asıl göke benzer bir şey vardı... Ve Mûsâ, Allah'ın dağına çıktı ve ihtiyarlara dedi: Size geri dönünceye kadar bizi burada bekleyin... Ve Mûsâ dağa çıktı ve bulut dağı örttü. Ve Rabbin izzeti Sina Dağı üzerinde durdu ve bulut onu altı gün örttü ve yedinci günde bulutun içinden Musa'yı çağırdı... Ve Mûsâ, bulutun içine girip dağa çıktı ve Mûsâ, kırk gün kırk gece dağda kaldı..."

[55] Nisa: 98/153

[56] Bakara: 92/55

[57] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/370-372

[58] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/372-374

[59] Kitabı Mukaddes,Çıkış: 16/13-14,31

[60] Buhârî,Tefsîr: 4; Müslim,Tefsîr: 1; Fethu'1-Bârî: 8/164,304

[61] Bkz. Oniki İmam ve Velî maddeleri

[62] Tirmizî,Tıbb:22

[63] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/374378

[64] el-Mu'cemu'l-Vasît: 2/715

[65] Aynı eser: 2/278,748,805

[66] el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân: 1/414-415

[67] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/378-381

[68] Kitabı Mukaddes, Levililer: bab: 26, s. 127-128

[69] Yahûd Kutsal Kitabında İşaya olarak geçer. Dört büyük İsrail peygamberinden biridir. M. Ö. 8. asırda yaşamış, Kral Ahaz'a karşı koymuştur. Hizkiyâ'nın danışmanlarından idi. M. Ö. 701 tarihinde şehîdedildiği rivayet edilir (Müncid). Kitabı Mukaddes'in 673-723'ncü sayfaları onun öyküsünü ve sözlerini anlatır. Bakirenin çocuk doğuracağını haber vermiştir (İşaya: 7/14).

[70] M. Ö. 650-585 yılları arasında yaşamış bir İsrâîl peygamberidir. Kudüs'ün düşeceğini, Babil Kralına teslim olmayı önermiş, Kudüs'ün düşmesinden sonra Mısır'a kaçıp orada ölmüştür. Kutsal Kitapta adı Yeremya olarak geçer (Müncid).

[71] Luka İncîli: 3/18-20

[72] Fethu'l-Kadîr: 3/209-210

[73] et-Tefsîru'1-hadîs: 3/220

[74] İbn Kesir, Tevsir: 3/464

Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/381-389



[75] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/389-391

[76] Allah ile meşgul olan, yani Allah'a ibâdet eden

[77] Tekvîn: 32/22-31

[78] Tirmizî, Libâs: 6; İbn Mâce, Afime: 60

[79] Tekvîn: 12/21-31

[80] Tesniye: 14/3-8

[81] Levililer: 11/9-12

[82] Tesniye: 14/1-19, Levililer: 11/9,13-19

[83] Levililer: 11/41-42

[84] Solam, hargol ve hagob İbrânîce çekirge türleridir.

[85] Levililer: 11/20-21

[86] Levililer: 11/26-31

[87] Mefâtîhu'1-ğayb: 13/223

Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/391-395



[88] Tesniye: 23/19-20

[89] Çıkış: 23/9

[90] Mezmurlar: 15/5

[91] Hezekiel: 18/8

[92] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/395-397

[93] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/397-398

[94] Fâtır: 43/43; Ahzâb: 97/62; Fetih: 109/23

[95] İhyâ'uUlûmi'd-dîn: 3/499; Tefsîru'l-Kur'âni'l-hakîm: 1/341-342

[96] Tâhâ: 45/132

[97] Buhârî, Nefekat: 1, Edeb: 25, 26; Müslim, Zühd: 41; Tirmizî, Birr: 44; Nesâ'î, Zekât: 78; İbn Mâce, Ticârât: 1; İbn Hanbel, MUsned: 2/361,4/382

[98] Tâhâ: 45/44

[99] Kurtubî,el-Câmi':2/16

[100] İsrâ: 50/4-6

[101] İsrâ:50/7

[102] Mefâtîhu'1-ğayb: 12/57-58

Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/398408

[103] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/408-409

[104] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/409-410

[105] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/410-411

[106] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/411-413

[107] Bakara: 92/111

[108] Bakara: 92/81-82

[109] İbnKesîr.Tefsîr: 1/378

[110] R. Rıza,Tefsîru'l-Kur'âni'l-hakîm: 3/32

Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/413-418

[111] R. Rıza,Tefsîru'l-Kur'âni'l-hakîm: 3/32

Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 10/418-420

[112] Tevbe: 113/6

[113] Buhârî, Edeb: 35, 38, Cihâd: 98; Müslim, Selâm: 10, 11, 13; Tirmizî, Siyer: 40, İsti'zân: 12,143; Dârimî, İsti'zân: 7; İbn Hanbel, Müsned: 2/114

[114] Râzî, Mefâtîhu'1-ğayb: 8/107; Reşîd Rızâ,Tefsîru'l-Kur'âni'l-Hakîm:, 3/344

[115] Tefsîru'l-Kur'âni'l-hakîm: 1/360-361

[116] Kurtubî,el-Câmi': 2/6; Fethu'l-Kadîr: 1/104

[117] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları :10/420-426

[118] Tefsîr: 2/261

[119] İbn Kesîr,Tefsîr: 2/261-262

[120] İbnKesîr,Tefsîr: 1/106

[121] Mefatihu’I-ğayb: 15/40; İbn Kesir, Tevsir: 1/105-106

[122] Cum'a: 96/5

[123] Mefâtîhu'l-ğayb: 12/36

[124] Enbiyâ: 73/105

[125] Mefâtîhu'1-ğayb: 12/39-40

[126] İbn Kesîr, Tefsîr: 2/74

[127] Ebû Dâvûd. Mclâhim: 17

Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları :10/426-434

[128] Tefsîru'l-Kur'âni'l-hakîm: 3/339-340

[129] Kurtubî, el-Câmi': 4/119-120

[130] Müslim, İmân: b. 46, h. 171; İbn Kesîr, Tcfsîr: 1/375

[131] Buhârî, Şürb: 4, Husûmât: 4, Rehn: 6, Şehâdât: 19, 20, 23, Tefsîr, sûre: 3, Eymân: 11,17, Ahkâm: 30, Tcvhîd: 24; Müslim, İmân: b. 61, h. 220-222, 224; Ebû Dâvûd, îmân: 1; Tirmizî, Büyü': 42,Tefsîr, sûre: 3; İbn Mâce, Ahkâm: 8; İbn Hanbel, Müsned: 1/377, 379,432,442,460,2/118,4/192,317,5/25,211-212; İbn Kesîr, Tefsîr: 1/375

[132] Müslim, İmân: b. 46, h. 173; Ebû Dâvûd, Buyu': 6'da benzeri bir hadîs vardır. Ayrıca hadîsi İbn Kesîr, tefsîrinin 1/376. sayfasında zikretmiştir.

[133] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları :10/434-440

[134] Sayılar: 13-14. bablann özeti

[135] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları :10/440-443

[136] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları :10/443

[137] Tehzîbu Sîreti İbn Hişâm: 1/129

[138] Birinci Krallar: bab: 18, sayfa: 361

[139] Haşr: 95/14

[140] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları :10/443-451

[141] Vâkı'a: 46/8-11

[142] Vâkra: 46/8-10

[143] Cum'a: 99/5

[144] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları :10/451-458

[145] Kurtubî, el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân: 13/296; İbn Kesîr, Tefsîr: 3/395

[146] Anılan eserler.

[147] Cum'a: 99/5

[148] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları :10/458-468

[149] Tehzîbu Sîreti İbn Hişâm: 1/196

[150] Luka: 6/27-36

[151] Matta: 5/38-42

[152] Matta: 5/43-48

[153] Hadîd: 112/27



[154] Bakara: 92/6-12

[155] Âl-Ümrân: 94/23-25

[156] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları :10/462-468

[157] Tefsîru'l-Kur'âni'l-hakîm: 5/141

[158] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları :10/468-470

[159] Câmi'u'l-beyân: 2/286-288; Hâzin: 1/250-251; İbn Kesîr, Tefsîr: 1/298

[160] Kitabı Mukaddes: s. 825-826

[161] Nisa: 98/77-78

[162] Câmi'u'l-beyân: 3/28-29

[163] Mefâtîhu'1-ğayb: 2/486

[164] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları :10/470-474

[165] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları :10/474-476

[166] Mefâtîhu'l-ğayb: 3/341

[167] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları :10/476-477

[168] îbnHişâm,Sîret: 2/119-123

[169] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları :10/477-480

[170] İbn Kesîr.Tefsîr: 4/334

[171] İbn Kesîr, Tefsir: 4/333

[172] İbn Sa'd. Tabakat: 3/70-72; İbn Hişâm, Sîret: 2/231; Taberî, Târîhu'l-umemi ve'l-mulûk: 2/495

[173] et-Teshîl: 4/107

[174] Câmiu’l-beyân: 28/48

Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları :10/480-487

[175] Tehzîbu Sîreti İbn Hişâm: 1/196-206; öazavâtu'r-Rasûl ve Serâyâhu, s. 65-74; et-Tefsîru'l-hadîs: 8/252

[176] Sîretu İbn Hişâm: 2/5-6

[177] Sîretu İbn Hişâm: 2/6

[178] Müslim, Cihâd: b. 22, h. 64-67; Ahkâmu'l-Kur'ân: 3/1502; İbn Kesîr, Tefsir: 3/478-479

[179] Tehzîbu Sîreti İbn Hişâm: 2/8

[180] Usdu'l-ğâbe: 4/242

[181] Tehzîbu Sîreti İbn Hişâm: 2/7-8; Kurtubî, el-Câmi': 14/140-141

[182] Tehzîbu Sîreti İbn Hişâm: 2/8; Kurtubî, el-Câmi':14/140-141

[183] İbn Hişâm, Sîret, 3/264-265

[184] Tesniye:20/10-14

[185] İbn Kesîr, Tefsîr: 3/479-480

[186] et-Tefsîru'1-hadîs: 8/256

[187] et-Tefsîru'1-hadîs: 8/256

[188] Enfâl: 93/41

[189] Kurtubî.el-Câmi': 14/142

Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları :10/487-494



[190] Buhârî, Meğâzî: 64; Sîretu İbn Hişâm: 3/388-389

[191] Buhârî, Mağâzî: 83; Dârimî. Mukaddime: 11; İbn Hanbel, Müsned: 6/18

[192] Tehzîbu Sîreti İbn Hişâm: 2/36-42; Ğazavâtu'r-Rasûl: 106-117; et-Tefsîru'l-hadîs: 10/203-204

[193] Ğazavâtu'r-Rasûl: 115

Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları :10/494-499