hanifler.com Kuran odaklı dindarlık

hanifler.com Kuran odaklı dindarlık (http://www.hanifler.com/index.php)
-   KALEM SÛRESİ (http://www.hanifler.com/forumdisplay.php?f=567)
-   -   Kalem sûresi (http://www.hanifler.com/showthread.php?t=2809)

dost1 7. July 2012 06:33 PM

Kalem sûresi
 
[B]MEKKE DÖNEMİ [/B]

[B]Necm: 4[/B]

[SUP][B]1[/B][/SUP]Nûn/50.8 Kalem'i ve onların satır satır yazıp söylediklerini/efsaneleştirdiklerini kanıt gösteriyorum9 ki; [SUP][B]2[/B][/SUP]Sen Rabbinin nimeti sayesinde, mecnun [gizli güçlerce desteklenen/deli bir kişi] değilsin. [SUP][B]3,4[/B][/SUP]Ve kesinlikle senin için minnete bulaşmamış çok mal var. Ve kesinlikle sen, çok büyük bir ahlâk üzerindesin.10
[B](2/68, Kalem/1-4)[/B]

[B]Necm: 5[/B]

[SUP][B]5-8[/B][/SUP]Artık, yakında hak dinden çıkarak kendini ateşe atmış olan hanginizmiş göreceksin, onlar da görecekler. Şüphesiz Rabbindir, yolundan sapanı en iyi bilen. Yine O'dur kılavuzlanarak doğru yola ermiş olanları en iyi bilen. O hâlde âhiret gününü yalanlayan o kişilere itaat etme!
[SUP][B]9-16[/B][/SUP]Onlar arzu ettiler ki, sen onlara yağ çekesin, onlar da hemen sana yağ çeksinler. Çok yemin eden, aşağılık, alaycı, gammaz; arkadan çekiştiren, arabozucu, kovuculuk için gezip duran, mal ve oğulları var diye hayrı engelleyen, saldırgan, günaha batmış, kaba/obur, sonra da kötülükle
damgalı şu asalakların hiçbirine itaat etme. Âhireti yalanlayan o kişi, âyetlerimiz kendisine okunduğu zaman: “Daha öncekilerin masalları” dedi. Yakında Biz onun burnunu sürteceğiz.11
[B](2/68, Kalem/5-16)[/B]


[B]Necm: 6[/B] 12


[SUP][B]17-24[/B][/SUP] Şüphesiz Biz, o çiftlik sahiplerine belâ verdiğimiz gibi onlara belâ vereceğiz: Hani onlar, sabah olunca kesinlikle çiftliğin ürünlerini devşireceklerine yemin etmişlerdi. Bir istisna da yapmıyorlardı. Ama onlar uyurken Rabbin tarafından bir tayfun çiftliğin üzerinden dolaşıverdi. Sabaha, çiftlik, biçilmiş/devşirilmiş gibi oluverdi. Sabahladıkları vakit birbirlerine seslendiler: “Haydi, devşirecekseniz sabahleyin erkence gidin!” dediler. Hemen yola koyuldular, aralarında fısıldaşıyorlardı: Sakın bugün aranıza bir yoksul sokulmasın!
[SUP][B]25-29[/B][/SUP]Sadece engelleme gücüne sahip/şiddete güçleri yeten bir tavırla erkenden gittiler. Ama çiftliği gördüklerinde:“Biz şüphesiz biz şaşırmışız/ yanlış yere gelmişiz; yok yok, biz yoksunbırakılmışız; Allah bizi cezalandırmış!” dediler. En hayırlı olanları:“Ben size ‘Allah'ı noksanlıklardan arındırmıyor musunuz?’13 dememiş miydim?” dedi. Onlar: “Rabbimiz Seni tenzih
ederiz, doğrusu bizler yanlış; kendi zararlarına iş yapan, haksız davranan kimselermişiz!” dediler.
[SUP][B]30-32[/B][/SUP]Sonra döndüler, birbirlerini kınıyorlardı:“Yazıklar olsun bizlere! Bizler gerçekten kendini firavun gibi gören azgınlarmışız, umarız ki Rabbimiz bize onun yerine daha hayırlısını verir; gerçekten biz bütün ümidimizi Rabbimize çeviriyoruz.”
[SUP][B]33[/B][/SUP]Dünyadaki azap işte böyledir! Elbette âhiret azabı daha büyüktür, keşke bilenlerden olsalardı!
([B]2/68, Kalem/17-33[/B])

[B]Necm: 7[/B]

[SUP][B]34[/B][/SUP]Şüphesiz ki Allah'ın koruması altına girmiş kişiler için Rableri yanında nimetleri bol cennetler vardır. [SUP][B]35[/B][/SUP]Ya artık, Müslümanları günahkârlar gibi yapar mıyız?
([B]2/68, Kalem/34-35[/B])

[B]Necm: 8[/B]

[B][SUP]36[/SUP][/B]Neyiniz var, nasıl hükmediyorsunuz? [SUP][B]37,38[/B][/SUP] Yoksa içinde, ders aldığınız şeyler:“Siz bu âlemde neyi seçerseniz/beğenirseniz o kesinlikle sizin olacak” garantisi verilmiş olan size ait bir yazılı belge mi var?[SUP] [B]39[/B][/SUP]Ya da size karşı kıyamet gününe kadar sürecek,"Siz her ne hüküm verirseniz kesinlikle öyle olacak" diye üzerimizde yeminler/taahhütler, üstlenmeler mi var?
[SUP][B]40[/B][/SUP]Sor bakalım âhireti yalanlayan o kişilere, içlerinden böyle bir şeyi hangisi garanti etmektedir? [SUP][B]41[/B][/SUP]Yoksa onların ortakları mı var? O hâlde ortaklarını getirsinler, eğer doğrulardan iseler.
[SUP][B]42[/B][/SUP]Gerçeğin bütün çıplaklığıyla ortaya konulup işin büyümeye başladığı, işin ciddîleştiği ve boyun eğip teslim olmaya davet edildikleri gün artık güçleri yetmez. [B][SUP]43[/SUP][/B]Gözleri yere eğilmiş, kendilerini bir horluk, düşkünlük sarmış bulunur. Oysa onlar, sağ-salim iken de boyun eğip teslim olmaya davet ediliyorlardı.
([B]2/68, Kalem/36-43[/B])

[B]Necm: 9 [/B]

[SUP][B]44[/B][/SUP]O hâlde bu sözü/Kur’ân'ı yalanlayanları Bana bırak! Biz onları bilmedikleri yerden yakalayacağız. [SUP][B]45[/B][/SUP]Ve Ben, onlara mühlet veririm; süre tanırım, çünkü Benim plânım zordur/sağlamdır.
[SUP][B]46[/B][/SUP]Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da bu yüzden onlar ağır borç altında mı eziliyorlar? [SUP][B]47[/B][/SUP]Yoksa görmedikleri, bilmedikleri şeyler, gelecekte olacak olaylar yanlarında da onu onlar mı yazıyorlar?
[SUP][B]48[/B][/SUP]Öyleyse Rabbinin kararı için sabret, bunalan kişi14 gibi olma. Hani o, bir kez aşırı bunaldığında Rabbine seslenmişti. [SUP][B]49[/B][/SUP]Eğer Rabbinden o'na bir iyilik ulaşmasaydı, kınanmış bir durumda, boş bir yere atılacaktı. [SUP][B]50[/B][/SUP]Ancak, Rabbi o'nu seçti, sonra da iyilerden biri yaptı. [SUP][B]51[/B][/SUP]Kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler, o öğüdü/Kur’ân'ı işittikleri zaman az daha seni bakışlarıyla gerçekten devirecekler; sana yiyeceklermiş gibi bakacaklar ve “O şüphesiz bir delidir/gizli güçlerin desteklediği biridir” diyecekler.[SUP] [B]52[/B][/SUP]Hâlbuki Kur’ân, bütün âlemler için bir öğütten başka bir şey değildir.
([B]2/68, Kalem/44-52[/B])


[B]Dip not[/B]:

[I]8 Kur’ân'da birçok sûrenin “[B]kesik, bağlantısız harfler[/B]” ile başladığı görülür. Çeşitli kimselerce bu harflerin müteşâbih, bir şifre, bir sözcüğün kısaltılmış şekli, bazı sözcüklerin ilk harfi veya son harfi olduğu gibi görüşler ileri sürülür. Bize göre bu harfler, “[B]elâ[/B]” [dikkat, gözünüzü açın] sözcüğü gibi bir uyarı işaretidir ve telefon konuşmalarındaki “[B]alo![/B]” ünlemi gibi dikkati, okunacak âyetlere çekmektedir. Ayrıca Kur’ân'ın matematiksel yapısındaki olmazsa olmaz unsurlardan birisidir. Ayrıca bu harfler, sayısal bir değer de ifade ediyor olabilirler. Zira Kur’ân indiği dönemde Araplar arasında rakamlar henüz icat edilmemişti, rakam yerine harfler kullanılmaktaydı. Rakam yerine harf kullanılması, “Ebced” hesabı olarak bilinir. Biz kesik harflerin yanında sayısal değerlerini de gösterdik. Sayısal değerler ile neyin kastedilmiş olabileceği noktasında da henüz bir kanaatimiz oluşmamıştır. [B]“Ebced[/B]” hesabının, Kur’ân'ın indiği dönemlerde rakam yerine kullanılmış olmasından başka, herhangi bir nitelik ve özelliği yoktur.
Bu kesik harflerle ilgili henüz doyurucu bir çalışma yapılmamış olup mevcut eserlerde de eskilerin aktarımlarından başka bir bilgi bulunmamaktadır. Bu meselenin tam aydınlığa kavuşması da, -diğer birçok mesele gibi- dürüst, samimî ve gönüllü Kur’ân erlerini beklemektedir.

9 Arapça'da, iddia edilen tezi somut kanıtlar ile güçlendirmek için “[B]Kasem cümlesi[/B]” diye bir cümle çeşidi kullanılır. Yani “[B]kasem cümlesi[/B]”, ileri sürülen tezlerin kanıtlarla ve güçlü bir şekilde ortaya konulması için kurulan cümledir. Kasem cümlesi iki bölümden oluşur: Birincisi, yemin edilen [kanıt, tanık gösterilen] “[B]kasem bölümü”[/B]; ikincisi ise söylenmek istenen asıl tezin ileri sürüldüğü “[B]kaseme cevap bölümü[/B]”dür. Yemin bölümünde, ikinci bölümde ileri sürülecek tezi desteklemek üzere kişiler, olaylar veya nesneler kanıt gösterilir. Kaseme cevap bölümünde ise, asıl söylenmek istenen yargı belirtilir. Bu cümlelerin teknik yapıları da diğer cümle yapılarından farklıdır. Bunlar, Tebyînu'l-Kur’ân'da ayrıntılı olarak sunulmuştur.
Bu cümle çeşidi Kur’ân'da yüzlerce kez kullanılır. Rabbimiz birçok olaya, sisteme veya “şey”e kasem etmekte ve bunları belirttiği yargıya kanıt göstermektedir.

10 Paragraftan açıkça anlaşılıyor ki, Muhammed, toplumda saygı duyulan, ahlâklı, akıl ve zeka yönünden sağlıklı, temiz birservet sahibi olması nedeniyle peygamber seçilmiştir.

11 Âyetin lafzî karşılığı, Hortumunun üzerine damga basacağız şeklindedir. Bu, Arapların bir kişiyi toplum önünde rencide etmesini ifade eden bir deyimdir. Biz bu deyimi, Türkçe'deki bir deyimle ifade ettik.

12 Rabbimiz konunun doğru anlaşılması, ibret alınması ve geleceğe ışık tutması için bıkıp usanmadan örnekler verir, kıssalar nakleder. İleride yüzlerce örnekleme ve kıssa göreceğiz. Bu kıssa ve örneklemeler, Kur’ân'ın indiği dönemde yaşayanların yakından bildikleri, Nûh, Âd, Semûd, Lût, Mûsâ kavmi/İsrâîloğulları, Firavun'a ve onların kalıntıları hakkındadır. Eğitim ve
öğretimde önemli role sahip olan kıssalar, uyarı konusunda da çok etkili olduğu için, Kur’ân'da birçok kıssaya ve örneklemeye yer verilmiş, bu kıssa ve örneklemeler birçok kez tekrarlanmıştır. Kur’ân'da yer alan kıssa ve örneklemelerin üslubundan açıkça anlaşılmaktadır ki, bunlar tarih bilgisi vermek amacıyla değil, öğüt amacıyla anlatılmıştır. Kur’ân'daki kıssa ve örneklemeler, bizim tesbitlerimize göre, öğüdün kendisine fayda vereceği insanlara şu yararları sağlamaktadır:
• Eskiden de peygamberlerin gelip geçtiği bilgisini vermek sûretiyle peygamberlerin türedi olmadığını gösterir.
• Gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin görevlerinin tebliğde ve öğütte bulunmak'tan ibaret olduğunu öğretir.
• Allah'ın elçilerine, gönderildikleri toplumun ileri gelenleri [mele] tarafından daima karşı çıkıldığı bilgisini verir.
• Peygamberimizin tebliğine karşı çıkıp o'nu engellemek isteyenlere, bu tavırlarının bedelini nasıl ödeyecekleri konusunda geçmişten -bazılarını kendilerinin de bildikleri- örnekler vermek, onların çöküş, yok oluş nedenlerini açıklamak sûretiyle hatırlatma yapar, uyarıda bulunur, geleceğe ışık tutar.
• Peygamberimize ve o'nun yandaşlarına, karşı karşıya bulundukları durumun daha önceki peygamberler ve toplumları arasında meydana gelenlere benzediğini, hatta büyük ölçüde aynı olduğunu bildirmek sûretiyle onlara güven telkin eder, ayrıca Allah'ın elçilerinin daima galip geldiklerini bildirmek sûretiyle onlara azim kazandırır ve onların maneviyatını kuvvetlendirir.
Bugünün insanları ise Ortadoğu dışındaki ve Kur’ân'ın indiği dönemden sonra yok olan medeniyetleri, toplumları; örneğin Anadolu, Karya, Lidya, Likya, Firikya, Hitit, Urartu, İyon, Helen, Sümer, Asur, Bâbil, Roma, Büyük İskender, Bizans hakkında da araştırımalar yapıp onların düştükleri hata ve yanlışlara düşmeden geleceklerini kurmalıdırlar.

13 Tesbih, “Allah'ı, Kendisine yakışmayan şeylerden tenzih etmek/uzak tutmak, yani Allah'ı yüceltmek, O'nun her türlü kemal sıfatlarla donanmış olduğunu kavramak ve bunu her vesile ile yüksek sesle söylemek” demektir.

14 Esas anlamı “[B]habsetmek, içerde tutmak[/B]” olan sabır, “[B]aklın ve dinin gösterdiği yolda sebat etmek, kararlı olmak,gevşememek[/B]”; yani “[B]insanın elinde olmadan başına gelen ve ona büyük üzüntüler veren musibetlere karşı koymak, onların üstesinden gelmek için mücâdele etmek[/B]”tir. Sabrın ne olduğunu incelerken ne olmadığını da belirlemek gerekir.
İyi bilinmelidir ki, haksız yere mahkûmiyete boyun eğmek, miskinliğe, uyuşukluğa ve aşağılanmaya razı olmak, zillete, haksız tecavüzlere, insan onuruna gölge düşürecek saldırılara katlanmak, bunlara karşı sessiz ve pasif kalmak,dayanmak, dişini sıkmak, sabretmek değildir. Çünkü meşru olmayan şeylere karşı sessiz kalmak, o davranışa ortak olmak demektir.
Aksine sabır, “[B]bu tarz kötülüklerle mücâdele etmek, bunlara karşı çıkmak, bir hakkı savunmak ve korumak için çaba göstermek, bu süreçte kararlı olmak[/B]”tır. Rabbimiz, Sabrı Âl-i Imran/ 146’da “[B]Nice peygamberler de vardı ki kendileriyle beraber birçok Allah erleri savaştılar; Allah yolunda kendilerine isabet eden şeylerden gevşemediler, zaafa düşmediler ve boyun eğmediler. Ve Allah, sabredenleri sever.[/B]” şeklinde beyan buyurmuşturç İnsanın kendi gücü ve iradesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması ya da karşılayabileceği ihtiyaçları temin etme konusunda gevşeklik göstermesi sabır değil, âcizlik, tembellik ve korkaklıktır. Tüm peygamberlerin de ortak özelliği olan sabrın, İslâm'da çok önemli bir yeri vardır. Bunu tek kelimeyle veya birkaç sözcükle ifadeye çalışmak sözcüğün anlamını yansıtmamaktadır. O nedenle sözcüğü Arapça'dan Türkçe'ye geliş şekliyle bırakıyoruz. Okurlarımız “[B]sabır[/B]” sözcüğünün anlamını iyi bilmelidirler. Sabır konusu, Tebyînu'l-Kur’ân'da ayrıntılı olarak sunulmuştur.

Bizim “[B]bunalım[/B]” diye çevirdiğimiz hut sözcüğünün esas anlamı, “[B]doyumsuzluğun, tatminsizliğin getirdiği bunalım[/B]” demektir.
Balıkların doyma duygusu olmadığından “balık”, hut diye de ifade edilir. Burada Hut sahibi ifadesi ile kastedilen, “Yûnus ve Mûsâ peygamber”lerdir. Her iki peygamber de görevlerinin zorluğu nedeniyle bunalıma düşmüşler ve görevden kaçmaya çalışmışlardır. Kur’ân'da (Resmi Mushaf: Sâffât/139-149 ve Kehf/61) hut sözcüğü, her ikisine de izafe edilmiştir. Ve Kur’ân'a (Resmi Mushaf: Sâffât/139-148 ve Neml/10, Kasas/31) göre her ikisi de görevden kaçınmıştır. [/I]

40tr40 27. January 2013 07:11 PM

Selamün Aleyküm Dost1 kardeşim,
“Yûnus ve Mûsâ peygamber” Her iki peygamber de görevlerinin zorluğu nedeniyle bunalıma düşmüşler ve görevden kaçmaya çalışmışlardır. cümlesini Kur'an'dan örneklerle açıklayabilir misiniz?
Şimdiden tşk.lerimi arz ederim.
Sağlıcakla.

dost1 27. January 2013 11:31 PM

Aleyküm selam Değerli 40tr40 Kardeşim!

[QUOTE=40tr40;15472]Selamün Aleyküm Dost1 kardeşim,
“Yûnus ve Mûsâ peygamber” Her iki peygamber de görevlerinin zorluğu nedeniyle bunalıma düşmüşler ve görevden kaçmaya çalışmışlardır. cümlesini Kur'an'dan örneklerle açıklayabilir misiniz?
Şimdiden tşk.lerimi arz ederim.
Sağlıcakla.[/QUOTE]


[B]Saffat;139-148:[/B]
139- Elbette Yunus da gönderilenlerdendir [elçilerdendir].
140- Hani o, dolu bir gemiye doğru kaçak bir köle gibi kaçmıştı.
141- Sonra o, ok çekişti, sonra da kanıtı iptal edilenlerden [tezi çürütülenlerden] oldu.
142- Sonra onu Hut [açgözlülük- bunalım] yutmuştu. O ise kınayıcıydı [pişman olmuştu].
143, 144- Sonra eğer, şüphesiz o, Allah`ı tesbih edenlerden olmasaydı, kesinlikle diriltilecekleri güne kadar onun [hut’un] karnında [karanlıklarda, bunalımda] kalacaktı.
145- Sonra Biz, o hasta iken;[fikir sancısı çekerken] onu sahile attık.
146- Onun üzerine geniş yapraklılardan bir ağaç bitirdik.
147- Ve onu, yüz bin hatta daha çok kişiye elçi olarak gönderdik.
148. Sonunda inandılar, bunun üzerine Biz de onları bir süreye kadar yararlandırdık.

[B]Kalem;48- 50[/B]:
Öyleyse Rabbinin kararına karşı sabret; balık/bunalım arkadaşı gibi olma. Hani o bir kez aşırı bunaldığında Rabbine seslenmişti.
Eğer Rabbinden ona bir iyilik ulaşmasaydı, kınanmış bir durumda, boş bir yere atılacaktı.
Ancak, Rabbi onu seçti, sonra da iyilerden kıldı.

[B]Kehf/60-82:[/B]
[SUP]60[/SUP]Ve bir vakit Mûsâ, delikanlısına: “Ben iki bilgin kişinin toplandığı yere varıncaya kadar durmayacağım yahut senelerce gideceğim” demişti.
[SUP]61[/SUP]Bunun üzerine “iki bilgin kişinin toplandığı yer”e vardıklarında ikisi de bunalımlarını/sıkıntılarını[SUP]285[/SUP] terk etti. O zaman bunalım/sıkıntı, bilgin kimse yardımıyla yok olup gitti.
[SUP]62[/SUP]Bu şekilde geçtikleri zaman Mûsâ, delikanlısına: “Getir kuşluk yemeğimizi, gerçekten biz bu yolculuğumuzda yorulduk” dedi.
[SUP]63[/SUP]Delikanlı: “Gördün mü/ hiç düşündün mü? O Kaya'ya sığındığımız vakit doğrusu ben bunalımdan/ sıkıntıdan kurtuldum, onu söylememi de kesinlikle bencilliğim engelledi. Bunalım/sıkıntı, şaşılacak bir şekilde bilgin insanda kaybolup gitti” dedi.
[SUP]64[/SUP]Mûsâ, “İşte bu, aradığımızdı!” dedi. Hemen izlerini takip ederek gerisin geri döndüler.
[SUP]65[/SUP]Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir bilgi öğretmiştik.
[SUP]66[/SUP]Mûsâ ona: “Doğru yol konusundaki sana öğretilenden bana da öğretmen için sana tâbi olabilir miyim?” dedi.
[SUP]67,68[/SUP]Âlim ve rahmete mazhar kul: “Şüphesiz sen benimle beraber sabretmeye takat yetiremezsin. Ve kavrayamadığın bilgiye nasıl sabredeceksin!” dedi.
[SUP]69[/SUP]Mûsâ: “İnşallah beni sabreden biri bulacaksın ve senin hiçbir işine karşı gelmem” dedi.
[SUP]70[/SUP]Âlim ve rahmete mazhar kul: “O hâlde eğer bana uyacaksan, bana hiçbir şey hakkında soru sorma, ta ki ben sana öğüt olarak ondan söz açıncaya kadar.”
[SUP]71[/SUP]Bunun üzerine ikisi yürüdüler; sonunda gemiye bindiklerinde âlim ve rahmete mazhar kul gemide kusurlar oluşturdu. Mûsâ: “İçindekileri boğman için mi onu yırttın/kusurlar oluşturdun? Kesinlikle sen, şaşılacak bir şey yaptın!” dedi.
[SUP]72[/SUP]Âlim ve rahmete mazhar kul: “Ben, ‘Şüphesiz sen benimle beraber olmaya sabredemezsin’ demedim mi?” dedi.
[SUP]73[/SUP]Mûsâ: “Unuttuğum şeyle beni cezalandırma ve işimden dolayı bana güçlük çıkarma!” dedi.
[SUP]74[/SUP]Yine gittiler. Sonunda bir delikanlıya rast geldiler; âlim ve rahmete mazhar kul onu öldürüverdi. Mûsâ: “Bir nefis karşılığı olmaksızın tertemiz bir nefsi mi öldürdün? Kesinlikle çok anlaşılmaz bir şey yaptın!” dedi.
[SUP]75[/SUP]Âlim ve rahmete mazhar kul: “Ben sana ‘Kesinlikle sen benimle birlikte asla sabredemezsin’ demedim mi?” dedi.
[SUP]76[/SUP]Mûsâ: “Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme! Kesinlikle kovarsan darılmam” dedi.
[SUP]77[/SUP]Bunun üzerine yine gittiler. Sonunda bir köy halkına varınca onlardan yemek istediler.
Bunun üzerine onlar da, kendilerini misafir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular. Âlim ve rahmete mazhar kul, onu doğrultuverdi. Mûsâ: “İsteseydin bunun karşılığında kesinlikle bir ücret alırdın” dedi.
[SUP]78-82[/SUP]Âlim ve rahmete mazhar kul: “İşte bu, aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana o, üzerine sabretmeye güç yetiremediğin şeylerin birinci anlamlarını haber vereyim:
“Gemi olayına gelince; o, denizde çalışan birtakım miskinlerindi. İşte o nedenle ben onu kusurlu hâle getirmek istedim. Ötelerinde de bütün gemileri gasp edip alan bir kral vardı.
Delikanlıya da gelince; onun anne-babası mü’min kimselerdi. İşte o nedenle biz, onun, anne- babasını azdırmasından ve küfre; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeye sürüklemesinden korktuk. Sonra da ‘Rableri onun yerine kendilerine temizlikçe daha hayırlı ve merhamet bakımından daha yakınını versin’ istedik.
Duvara da gelince; o, şehirdeki iki yetim oğlanındı ve onun altında onlar için bir define vardı. Babaları da iyi bir zat idi. İşte onun için, –Rabbinden bir rahmet olmak üzere– Rabbin onların erginlik çağına ermelerini, definelerini çıkarmalarını diledi. Ve ben onu [duvar doğrultma işini] kendi görüşümle yapmadım. İşte senin, üzerine sabretmeye takat getiremediğin şeylerin ilk plândaki anlamı!”

[SUP]285[/SUP] Âyette geçen hut sözcüğü ile ilgili 14 nolu notta bilgi vermiş, hut'un “bunalım/sıkıntı”yı ifade ettiğini belirtmiştik.
Mûsâ'nın bunalımı, kendisine Firavun'u öldürerek İsrâîloğulları'nı Mısır'dan çıkarma görevi verildiği zaman bunu nasıl başaracağı konusundaki endişeleridir. Mûsâ bu kıssada bunu nasıl başaracağını ve Allah'a savaş açanların öldürülmesi gerektiğini; dolayısıyla da Firavun'u neden öldüreceğini öğrenecektir.

“ حوت[B] Hut” [/B]sözcüğü, dil bilimcilerinin bir kısmına göre “balık”, bir kısmına göre de “büyük balık” demektir. Bu anlamıyla sözcük, tatlı ve tuzlu sularda yaşayan soğukkanlı omurgalıların genel adı olmakla beraber, eski çağlardan beri bilinen burçlar kuşağındaki bir takımyıldızın adı olarak da kullanılmaktadır.
Ancak Kur’an’ı doğru anlamak için sözcüklerin teamüldeki kullanımını değil, gerçek anlamlarını bilmek gerekmektedir.
Bu sözcüğün kökü olan “حوت hvt”, Arap dilinde “hut” ve “havt” olmak üzere iki türlü okunur. Bu okunuşlara göre ortaya çıkan iki sözcüğün Bedeviler arasındaki kullanımı ise şu anlamlara gelmektedir:
“Hut” sözcüğünün geçtiği eski şiirlerden biri “Ve Sahip lâ hayre fi şebabihi / Hûten, izâ mâ zâdenâ / …” şeklindedir. Sözcük bu mısrada “ağır ağır da yutsa, çabuk çabuk da yutsa, kendisine kâfi gelmeyen [doymayan, doyma duygusu olmayan]” anlamında kullanılmıştır.
“Havt” sözcüğü ise “kuşun suyun çevresinde veya vahşî hayvanın bir şeyin çevresinde dönüp durması, oradan ayrılmaması” anlamındadır. Buna da İslâm öncesi ve sonrası dönemden birçok örnek mevcuttur. (Lisanü’l-Arab; c:2, s:644)
Bu temel açıklamadan anlaşıldığına göre, “hut” sözcüğü aslında doyma hissi olmadığı ve doyduğunu bilmediği için balıklara yakıştırılmış bir sıfattır, balık demek değildir. Nitekim herkesin bildiği gibi, sularda yaşayan balığın esas adı “semek”tir. Balıklarda doyma hissinin olmaması, yemelerine ara verme sebebinin doymaları değil de tıkanmaları olması bugün artık bilimsel bir bilgidir. Balıkların bu özelliklerini bilmeyen amatör akvaryumcuların, günlük ihtiyacın üzerinde yemleme yaptıkları takdirde çatlayarak ölen balıklarla karşılaştıkları, günlük hayata yansımış bir gerçektir. Balık oburluğunun balık cinsleri itibariyle gösterdiği özellikler ise Su Ürünleri Fakültelerinin araştırma raporlarına da girmiş durumdadır.
Buna göre, “hut” ve “havt” sözcüklerinin anlamlarını “hırs, doyumsuzluk” olarak ifade etmek mümkündür.
“Hut” sözcüğünün Kur’an’da yer aldığı pasajlardaki anlatım dikkate alındığında, sözcüğün daima “sebebiyet mecaz-ı mürseli” şeklinde kullanıldığı görülmektedir. Yani, sebep olan “hırs ve doyumsuzluk” zikredilmekte fakat hırsın insanda sebep olduğu “bunalım ve karamsarlık” kastedilmektedir.

[B]
صخرة SAHRA[/B]

“Sahra” “Büyük kaya” demektir. (Lisanü’l Arab, c.7 , s. 79) Ayette geçen [صخرة ] Sahra/ Büyük Kaya, bugün Kudüs’teki Kubbetü’s-Sahra’nın [Mescid-i Aksa’nın] yakınında bulunan ve “Sahratullah” olarak bilinen Kaya’dır. Yahudiler de orayı “Ağlama Duvarı” olarak anmaktadırlar. Bundan da anlaşılmaktadır ki, Davud ve Süleyman peygamberler, ataları Musa peygamberden bu yana bir ilim merkezi olması sebebiyle Beytü’l-Makdis’i orada inşa etmişlerdir. Söz konusu Kaya’nın kutsal kabul edilmesine de bu olaylar neden olmuş olsa gerektir.
Sahra/Kaya sözcüğü, başına özel isim yapma eki olan “El” takısı alarak “ الصّخرة Es-Sahra” olmuş ve böylece özel bir isim haline getirilmiştir. Sözcüğü “Sahratullah” olarak da özel isim haline getirmek mümkündür. Lokman/16’da ise sözcük nekra [belirsiz] olarak yer almıştır.

[B]BAHR [DENİZ][/B]

“ البحرBahr” sözcüğü “genişlik ve açık yüzlülük” demektir. Denize “bahr” denmesi genişliğinden, enginliğinden dolayıdır. “Bahr” sözcüğü aynı zamanda “çok bilgili kişi” demektir. (Lisanü’l Arab, c.1 , s. 332-335) Mecaz olarak ise “çok bilgili, saygın kişi” demektir. (Tacü’l Arus; c. 6 , s. 51) Bilindiği gibi, Türkçemizde de çok bilgili insanlar için “derya gibi adam” deyimi kullanılmaktadır.
Buradan hareketle, ayette geçen “mecmau’l-bahreyn [iki bahrin toplandığı yer]” ifadesinin coğrafi olarak “iki denizin toplandığı, birleştiği yer” demek olmayıp “iki bilgin kişinin toplandığı yer” anlamında olduğunu söyleyebiliriz.
Pasajdan açıkça anlaşıldığına göre, Musa bu “iki denizin buluştuğu yer”e gitmek niyetiyle yola çıkmıştır. “Ben iki denizin toplandığı [iki bilgin kişinin toplandığı] yere varıncaya kadar durmayacağım yahut senelerce gideceğim” demesi, bu konudaki kararlılığını göstermektedir. Genç hizmetçisine yaptığı açıklamadan, bilgi toplamak için yıllarını harcamayı göze aldığı anlaşılmaktadır. Daha sonraki ayetlerden de anlaşılacaktır ki, Musa’nın bu seyahatteki amacı ticaret değil, bilgi sahibi olmaktır; zihnindeki problemlerini çözmek, karamsarlıktan ve bunalımdan kurtulmaktır. Zira Musa elçilik görevine hazırlanmadan evvel birçok badirelerden geçirilmiştir, eğitilmiştir.

Kaynak: İşte Kur'an

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 02:59 PM.

Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam