Selamun Aleykum! Değerli Aşık74 Kardeşim!
Alıntı:
aşık74 Nickli Üyeden Alıntı
Merhabalar halil abim.
Peki bir kaç cümle ile açmak gerekirse , sizce kurandaki namaz nedir ve nasıldır ?
sevgiler saygılar...
|
Allah razı olsun. Namaz konusu ile ilgili forumumuzda oldukça çok yazı var ancak biz yine de sorunuza cevap olacak bilgileri paylaşalım.
ALLAH’A ZİLLET GÖSTEREREK YAPILAN DUA:
Rabbimizin biz kullara duayı emrettiği ayetlerden bir tanesi vardır ki, bu ayet duaya başka bir boyut getiriyor; hatta bu fakire göre tüm dua ayetlerini tefsir ediyor.
Araf; 55:
Rabbinize alçala alçala ve gizlice/açıkça göstererek dua edin; namaz kılın. Kesinlikle O, sınırı aşanları sevmez. Ve düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. O'na, ürpererek ve rahmetini umarak dua edin. Kesinlikle Allah'ın rahmeti, iyileştirenlere-güzelleştirenlere çok yakındır. (A‘râf/55, 56)
Bu ayette Rabbimiz, Kendisine yapacağımız niyazı dil, beden ve gönül üçlüsü ile yapmamızı emrediyor. Bu tarz yapılan dua; niyaz toplumda “
NAMAZ” adıyla yerleşmiş bulunmaktadır.
“
Namaz” sözcüğü Hintçeden Farsçaya, Farsçadan da Selçuklular döneminde Türkçeye geçmiştir. Farsçadaki ilk anlamı, “
ateş önünde saygıyla eğilmek” demektir. Sanskritçe, “
saygı sunmak” anlamına gelen namaste kelimesinin Farsçaya geçmiş şekli olması muhtemeldir. Bu kelime de, “
selam vermek” anlamına gelen nam kelimesinden türemiş olmalıdır. Hem nam [selam] ve hem de namaste [saygı sunmak] günümüz Hint kültüründe de görülebileceği üzere “eğilerek” yapılan bir fiildir.
Namaz” sözcüğünün Farsçadaki bu “eğilerek saygı ile dua etmek” anlamı, Arapça ve Kur’ân'da بالتّضرّع الدّعاء [ed-du‘au bi't-tezarru‘=alçala alçala/sürekli alçalarak yakarma] şeklinde ifade edilir.
Âyetin orijinalindeki تضرّعاً[tezarru‘an] ifadesi, ض ر ع[d-r-a] kökünden türemiş “tefe‘ul” babından bir sözcüktür. Kök sözcüğün anlamı “zillet ve tevazu göstermektir.” Tazarru‘an sözcüğü, kalıp ve cümledeki “hal” ögeliği itibariyle “zillet üstüne zillet, zillet üstüne zillet” [alçala, alçala, alçala alçala] demektir.
Âyetin orijinalinde yine و[vav] bağlacıyla cümlede ikinci “hal” konumunda bulunan hufyeten sözcüğü, h-f-v kökünden türemedir ve ezdâd'dandır. Yani, iki zıt anlamı da içeren bir sözcük olup “açıkça göstererek, parıl parıl parlatarak” ve “gizleyerek” demektir.
Bu durumda âyetten her iki mana da anlaşılmalı ve her iki hal ile de bu görev yapılmalıdır.
Yukarıda da zikrettiğimiz, “Rabbinize alçala alçala ve gizlice/açıkça göstererek dua edin (A‘râf/55)” emri, namaz adıyla meşhurlaşan niyaz şeklini ifade etmektedir. Bir kere daha ifade edelim ki, Kur’ân'daki namaz, işte bu âyetle emredilmiştir yani farz kılınmıştır. Ritüelli duanın; namazın kaynağı işte bu ayettir. Daha önce de defalarca zikrettiğimiz üzere “salât” sözcüklerinin malum namaz ile alakası yoktur. Bu ayet bu fakire göre Kur’an’da geçen iki yüz civarındaki dua konu edilen ayetlerin tefsiri konumundadır. O nedenle Kur’an’da namaz, tek bir ayette geçiyor demek yerinde değildir. Kur’an’daki her dua ayeti namazdan bahsetmektedir. Her duamızı da tazarrulu olarak yapmalıyız.
Girişte de açıkladığımız üzere “namaz” sözcüğünün Farsçadaki “eğilerek saygı ile dua etmek” anlamı Arapçada ve Kur’ân'da بالتّضرّع الدّعاء [ed-du‘au bi't-tezarru‘=alçala alçala; sürekli alçalarak yakarma] şeklinde ifade edilir. Nitekim bu ritüelin ana hatları, Rasûlullah'tan bize intikal etmiştir. Ne var ki, bunların bazıları, anlam ve kavram olarak mecrasından çıkarılmıştır.
Âyetten anlaşıldığına göre tazarrulu duada; namazda [Rabbimizin huzurunda dua anında] sürekli bir alçalma sergilenmelidir.
Bu zillet sergilemesi aleni; göstere göstere olacağı gibi gizli de olabilir. Rabbimiz burada “hufyeten” ifadesini kullanmıştır. Bu sözcük Ezdat’tandır; iki zıt anlamı ifade eden sözcüklerdendir. İnfakı emreden ayetlerde (Bakara; 274, Ra’d; 22, İbrahim; 31, Nahl; 75, Fatır; 29) “sirren ve alaniyeten” ve “sirren ve cehren” şeklinde gelerek infakın da hem gizli hem de aşikar yapılabileceğini emir buyurmuştu. Bizim bu ifadelere göre kanaatimiz, farz olan ibadetlerin aşikar, tatavvuların (gönülden yapılan fazla ibadetlerin) ise gizli yapılmasının gerekli olduğudur. Zira farzın riyası olmaz, tatavvuda ise riya şaibesi olabilir.
Tazarru ile duanın nasıl yapılacağını insan düşünmelidir. Bunu Rabbimiz tarif etmemiştir. Namazın nasıl kılınacağını Cebrail Peygambere öğretti cinsinden söylentiler yalan ve yanlıştır. Onun için insan; Rabbine karşı zilleti dua ederken nasıl sergileyebilir? Bunu kendisi iyi düşünüp bulmalıdır. Zaten Rasülüllah da öyle yapmıştır. Bir de geçmişten gelme teamül söz konusu idi. Bizim bunu pratik hayattan algılamamız mümkündür.
İşsiz birinin, iş verecek olana, dertli birinin derdine derman olacak olana, suçlu birinin affedecek olana, borçlu birinin kredi sağlayacak olana karşı yaptığı hazırlıkları bir düşünün. Sonra da biz kiminle buluşacağız, kimin huzuruna çıkacağız bunu düşünelim:
Yer gök bütün evrenin sahibi, bizim, mülkünde yaşadığımız, hep muhtaç olduğumuz, bizi dünyaya gönderen sonra istemesek de Kendisine döndüren, teneffüs ettiğimiz hava, içtiğimiz su, rızık elde ettiğimiz toprak; hepsinin sahibi olan, dünya üzerinde canlı cansız hizmetimize verilmiş tüm varlıkların da asıl sahibi, bizi yaratan, bizi yaşatan, içimiz dahil her şeyimizi gören, bilen ve işiten; Her şeyin sahibi, her isteyene istediğini veren, cennet ve cehennemin sahibi, suçluları affeden, bize yardım edecek olan, bağışı sınırsız, bize merhamet eden, bizi terbiye eden, gerekirse kahreden ve istemesek de huzuruna götürüp hesap soracak olan ALLAH’IN huzuruna çıkacağız. (Burada Rabbimizi Esma-ü Hüsna’daki tüm niteliklerle düşünebilmeliyiz).
Bu düşünüşe İslam’da “ZİKİR; Allah’ın anılması, hatırlanması” denilir. Allah, klasik anlayıştaki “Allah, Allah, Allah, …..” denilerek değil Bakara; 220’deki yol gösterimine göre “Babaların zikredildiği; anıldığı gibi zikredilmelidir; anılmalıdır.” Yani Allah’tan istenen, babadan istermişçesine istenmeli, babaya karşılık ödermişçesine, saygı sunarmışçasına saygı duyulmalı, babanın evlatlar için ne anlama geldiği iyi düşünülmeli, bu baba evlat ilişkisinden hareketle, Allah-kul ilişkisi dikkate alınarak Allah’a niyazda bulunulmalıdır.
Allah’ı zikir, kulu Allah’a dua etmeye; yakarmaya sevk eder. Ve kul, gönlünü Rabbine açar:
Al-i Imran; 190- 195:
Göklerin ve yeryüzünün yaratılışında, gecenin ve gündüzün art arda gelişinde, elbette, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anan; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde: “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen tüm noksanlıklardan arınıksın. Artık bizi Ateş'in azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen kimi o ateşe girdirirsen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Şirk koşarak yanlış yapanlar için yardımcılardan da hiç kimse yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, “Rabbinize inanın!” diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi “iyi adamlar” ile birlikte, geçmişte yaptıklarımızı ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı bir bir hatırlattır/öldür. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen verdiğin sözden dönmezsin” diye iyiden iyiye düşünen kavrama yetenekleri olanlar için nice alâmetler/göstergeler vardır.
Bunun üzerine Rableri onlara karşılık verdi: “Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun –ki hepiniz aynısınızdır– çalışanın amelini kaybetmem. O nedenle, göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır.”
Biz de öyle yaptık; Rabbimizi Esma-i Hüsna’da yer alan tüm nitelikleriyle hatırladık bir de kendi durumumuzu ve konumuzu göz önüne getirdik. Bu durumda Rabbimizin karşısında nasıl durulabilir?
Aslında bunu iyi bir psikolog, tiyatrocu, iyi bir dram yönetmeni çok iyi anlatır; koreografisini yapar. Yine de biz, aklımızın erdiği kadarıyla zihin yoralım.
• Saygılı bir şekilde ayakta durarak, boyun bükerek,
• Ta’zim ve tekbir ile [Allah'ı büyükleyerek, Allah'ın her şeyden daha yüce olduğunu
• ifade ederek, övgüler sunarak],
• Bel bükerek,
• Yere kapanarak,
• Huzurda diz çöküp boyun bükerek,
• Yüzü, gözü semaya dikerek. (Dua esnasında “Sema” öteler ötesini temsil eder.
• Bakara; 144, mülk; 16, 17) Kullar, Rabblerinden beklenti halinde iken yüzlerini
• Rabblerine döndürürler:
Kıyamet; 22, 23:
“Yüzler var ki o gün apaydınlıktır; Rablerine nazar edicidirler (göz bebeklerini Rabblerine odaklarlar).”
Ya da mahcubiyetten yere bakarak.
Bunların hepsi; sürekli zillet sergileme şekilleridir. Bunların hepsi bir arada yapılabileceği gibi, içinde bulunulan ortama göre birkaçı da yapılabilir. Nitekim günümüzde kılınan namazın ana unsurları bize Rasûlullah'tan intikal etmiş bulunmaktadır. Ne var ki geçen zaman zarfında, mezhepçiler ve meşrepçiler tarafından eklenen çıngıllar işi aslından uzaklaştırmıştır.
Zaman içerisinde birileri namazla ilgili birtakım şartlar ileri sürerek “Bunlardan biri dahi eksik olsa namaz bâtıl olur. Vâcibler ise, namazın ikinci derecede kuvvetli bölümleridir. Farzları tamam olan bir namazın vâcibleri bulunmasa da namaz sahih sayılır, ancak eksik bir namaz olur. Vâcibleri bilerek terk ederse günah işlemiş olur, ama namaz yine tamamdır” demişlerdir.
Önce bu şartları maddeler halinde sunup sonra da tahlillerini yapacağız:
NAMAZIN ŞARTLARI [BAŞLAMADAN ÖNCEKİ ŞARTLAR]:
• 1) Hadesten [hükmî pislikten] taharet/temizlik.
• 2) Necasetten [hakiki pislikten] taharet.
• 3) Avret sayılan bölgeleri örtmek.
• 4) Namazı kıbleye dönerek kılmak.
• 5) Her namazı kendi vaktinde kılmak.
NAMAZIN RÜKÜNLERİ [BAŞLADIKTAN SONRAKİ ŞARTLAR]:
• 1) Niyet [kılınan namazın hangi namaz olduğunu bilmek].
• 2) Başlangıç tekbiri.
• 3) Farz namazları ayakta kılmak.
• 4) Namazda Kur’ân'dan mutlaka bir parça okumak.
• 5) Rükû [ayakta iken belden eğilmek].
• 6) Secde [alnını yere koymak].
• 7) Son oturuşta “tahiyyât” okuyacak kadar durmak.
Evet, bilindiği, fıkıh ve ilm-i hal kitaplarında yazılı olduğu üzere birileri (bu kimseleri tespit imkanı yok maalesef) tarafından bunlar şart koşulmuş; “Bunların tümü farz olduğu için, bunlarsız farz namaz düşünülemez. Biri dahi eksik olsa namaz bâtıl olur” anlayışı hâkim kılınmıştır.
BU KOŞULLARIN TAHLİLİ
HÜKMÎ PİSLİKTEN [HADESTEN] TAHARET/TEMİZLİK
Bu madde, “hükmî [varsayılan ya da manevî] pislik” olarak açıklanmış ve cünüplük ve abdestsizlik, hayız ve nifas [lohusalık] bu kapsamda sayılmıştır. Birileri tarafından bu durumlarda namaz kılınamayacağı, kılınırsa kabul edilmeyeceği kuralı konulmuştur.
GERÇEK PİSLİKTEN [NECASETTEN] TAHARET/TEMİZLİK
Bu şart ile de, “Namaz kılanın hem vücudu ve elbisesinin, hem de namaz kılacağı yerin temiz olması” kuralı konulmuştur.
Hâlbuki namaz görevini bize yükleyen Allah, Kendisine yakarmak için böyle şartlar koşmamıştır. O, her durumda, pozisyonda bizden Kendisine yakarmamızı istemiştir. Allah’a dua etmek için, bu dua ister sadece gönülden olsun ister tazarrulu dua; zillet sergileyerek hem gönül hem beden ile yapılan dua için üst-başın, el ayağın, bulunulan mekanın temiz olması söz konusu değildir. Mü’min her konumda Rabbine dua edebilir. Bu şartlar Allah ile kulu arasına mesafe koymaktan başka bir işe yaramaz. Başka bir ifade ile kulun duasını sınırlar, her zaman yapamaz hale getirir. Kur’an için abdest şartı getirilerek Müslümanların Kur’an’dan uzaklaştırıldığı gibi.
Yukarıda da naklettiğimiz gibi, görünürdeki temizlik ve ziynet, salât için emredilmiştir. Yani, toplum içine çıkıldığı zaman temiz olunması ve süslenilmesi istenmiştir. Bireysel olarak kılınan namaz için herhangi bir şart yoktur; cemaate katılacak kişilerin ise bedenen ve elbiseleri temiz olmak zorundadır.
AVRET OLAN YERLERİNİ ÖRTMEK
Bu şart ile de, “Namazda kadının yüz, el ve ayakları dışındaki yerlerinden, erkeğin ise göbekle diz kapağı arasındaki bir yerinden, bir organın dörtte-biri kadar açık olması namaza engeldir. Tenin rengini gösteren elbise, hiç giyilmemiş gibidir” kuralı oluşturulmuştur.
Allah, Dua (İster salt dua ister tazarrulu dua olsun) için böyle bir şart da koymamıştır. Rabbimiz, tahrik, taciz ve tecavüz riskine karşı, Nûr; 30-31’de insanların toplum içine çıkacakları zaman, avretlerini örtmelerini, ziynetlerini dışa vurmamalarını; Ahzab; 59’da evlerinin dışında ev içi elbiseyle dolaşmamalarını; sokakta giyilen elbiselerini giymelerini emretmiştir.
O halde, evinde münferit niyazda bulunan kimse için böyle bir şart söz konusu değildir. Bu, yukarıda da değindiğimiz gibi salâtın şartlarındandır. Salât ikâme edilirken, salâtın ikâme edileceği yerlere [musallâ ve mescidlere] çıkılırken mutlaka temiz olunmalı ve ziynet takılmalıdır. Bireysel tazarrulu niyazda bulunurken, basit-sade bir giyim tercih edilmelidir. Zira gösterişli ve değerli elbiseler, kibre sebebiyet verebilir. Örtünme, Allah’a karşı değil, kullara karşıdır. Allah’tan bir şey saklanamaz.
KIBLEYE DÖNMEK
Bu şart ile, namaz kılarken “Ka‘be'ye dönmek zorunlu kılınmış ve Ka‘be'nin etrafında bulunanların kıblesi ise, bizzat Ka‘be'nin kendisi sayılmıştır. Ka‘be'den uzaklarda olup onu göremeyecek olanların kıblesi ise Ka‘be'nin bulunduğu yön kabul edilmiş; ancak Ka‘be'ye tam olarak isabet edememenin bir zarar vermeyeceği” söylenmiştir.
Bu şart da, İslâm'ı yozlaştırma çabasının bir ürünüdür. Yukarıda detaylıca açıkladığımız gibi, kıbleye yönelme, namazda Ka‘be'ye dönmek değildir. Müslümanların siyâsî, iktisadî ve askerî stratejileridir. Bu konu “Salât” bölümünde genişçe açıklanmıştı.
Allah her yönde bizimledir. Allah'a niyazı, belirli bir yöne bağlamak, Kur’ân ile çelişen bir düşünce olup İslâm'a da ihanettir:
Ve doğu-batı [her yön] yalnızca Allah'ındır. Öyleyse her nereye yönelirseniz, artık orası Allah'ın yüzüdür. Şüphesiz Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, en iyi bilendir. (Bakara/ 115)
Kul hangi hal üzerinde ve hangi yön üzerinde ise Rabbine niyazda bulunur, belirli bir yön aramaz. Ne var ki topluca yapılacak tazarrulu duada; cemaatle kılınan namazda kargaşayı önlemek için bir istikamet belirleyerek durumu çözmeleri gerekir.
VAKİT
Bu şartla da namaz, birileri tarafından vakitlere bağlanmış, farz ve nafile diye kısımlara ayrılmış ve vaktinde kılınmayan namazın başka zaman kaza edileceği kuralı getirilmiştir. Klasik görüşe göre namaz vakitleri şöyledir:
“Sabah namazının vakti; ikinci fecir, yani şafağın doğuşundan güneşin doğuşuna kadar olan süredir. Öğlenin vakti; zevâlden, yani gölgenin en kısa olup uzamaya başladığı andan, her şeyin gölgesi, zevâl gölgesi dışında, kendisinin iki misline ulaştığı ana kadardır. İmam A‘zam dışındaki imamlara göre ise, her şeyin gölgesi, zevâl gölgesi dışında, kendisinin bir misli olmasına kadardır. İkindinin vakti; öğle vaktinin bitiminden güneşin batışına kadarki süredir. Akşamın vakti; güneşin batışından, batıdaki kızıllığın ve onun arkasından beliren beyaz şafağın kayboluşuna kadarki süredir. Yatsının ve vitrin vakti; akşam vaktinin bitişinden, ikinci fecire, yani şafağın doğuşuna kadarki süredir.
Vakitler hakkındaki diğer görüşler:
A) MÜSTEHAB VAKİTLER:
Bazı vakitlerde namazı geciktirmek, ya da acele etmek müstehabtır: Meselâ;
1.Sabah namazını, selâmdan sonra abdest alıp Fâtiha dışında 40 âyet okunacak kadar bir zaman kalacak şekilde geciktirmek.
2.Öğleyi, yaz sıcaklarında gün ortası harareti geçinceye kadar ertelemek.
3.İkindiyi, güneşin sararma zamanına kalmayacak kadar geciktirmek.
4.Yatsıyı, gecenin son üçte-birine kadar geciktirmek.
5.Uyanabileceğinden eminse, vitri gecenin sonuna kadar geciktirmek.
6.Kışın, öğleyi acele kılmak.
7.Akşamı, yıldız karışımından önce kılmak.
8.Bulutlu günlerde, ikindi ve yatsı namazlarını acele kılmak.
9.Bulutlu günlerde, ikindi ve yatsının dışındaki namazları geciktirmek müstehabdır. (Bu son iki madde zamanın takvimsiz hesaplanmasına göredir.)
B) MEKRUH YA DA HARAM VAKİTLER:
Namazın kılınmayacağı vakitler:
1.Güneşin doğmaya başlamasından, bir mızrak boyu yükselişine kadar. (Ülkemizde yaklaşık 45 dakika.)
2.Öğleyin güneş tam tepede bulunduğu zaman, (öğleden yaklaşık 15 dakika öncesinden öğle ezanına kadar.)
3.Güneş, sararmaya başladığı andan batıncaya kadar, (yaklaşık 45 dakika). O anda yalnız o günün ikindisinin farzı kılınabilir.
4.Sabah ve ikindi namazlarından sonra tavaf ve nafile namazı kılmak. (Kaza ve cenaze namazı kılınabilir, tilâvet secdesi yapılır.)
5.İkinci fecrin doğuşundan sabahın farzını kılıncaya kadar, sabahın sünnetinden başka nafile namaz kılmak.
6.Akşamın vaktinde, akşamı kılmadan önce nafile kılmak.
7.Hutbe okunurken nafile kılmak.
8.Bayram günü bayram namazından önce namaz kılmak.
9.Arefe ve Müzdelife'den başka bir yerde, bir özürle de olsa iki vakti birleştirerek kılmak.
Bunların ilk üçü haram, geri kalanları mekruhtur.”
Doğrusu, Allah, tazarrulu duayı; namazı bir vakte bağlamamıştır. Kul, dilediği anda ve dilediği sürece duada ve tazarrulu duada bulunabilir, yani namaz kılabilir. Namazların vakte bağlanması, salât ile namazın karıştırılması sebebiyledir. Kur’ân'a göre salâtın vakitleri vardır, namazın vakti yoktur. Rasûlullah, genellikle salâtı ve namazı mescid veya musallâda birlikte icra ediyordu. Sonraki dönemlerde salât uygulamadan kaldırılınca, salât vakitleri, namaz vakitleri olarak ortada kaldı.
NİYYET
Birileri tarafından namazlar; sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı ve vitir namazı; farz, vâcib, sünnet ve nafile namazlar diye kategorilere ayrılmış, ayrıca bir de niyet şartı eklenmiştir. Niyet şu şekilde izah edilmiştir:
“Namazın niyyeti, yapmakta olduğu hareketin namaz kılmak olduğunu ve hangi namazı kılacağını söylemektir. Meselâ, ikindi namazını kılmak için kıbleye dönen bir adam tekbir için ellerini kaldırırken ikindinin, meselâ, sünnetini düşünüp, kendisi için tekbir almakta olduğu bu kılacağı namazın, ikindinin sünneti olduğuna içinden veya diliyle karar vermesidir.”
Dîn, Allah'ın dini olmaktan çıkarılmış, her önüne gelen din ve ibadetlere kendince bir şeyler eklemiştir. Oysaki Allah, açığı ve gizliyi, zihinlerdeki düşünceleri bilir. Bu gibi şartlar, Allah'ı hakkıyla tanımamaktan ileri gelmektedir. Bu şartlar, kulları şekillere esir ederek gerçek duadan uzak tutmaktan başka bir işe yaramaz.
BAŞLANGIÇ [İFTİTAH] TEKBİRİ
Bu şart, İlmihal kitaplarında, “Namaza, Allah'ın yüceliğini bildiren bir kelime ile başlamak, namazın şartlarındandır” şeklinde tarif edilmiştir.
İşin aslı, niyazda bulunacak kişinin, zihinsel olarak tazarruya hazırlanması ve başlamasıdır. Kul, tazarruya, önce kendini psikolojik olarak hazırlamalıdır.
Günlük hayatta insanlar kılık-kıyafetlerini, görüşecekleri kimsenin kimliğine göre seçerler. Görüşülecek kişi sıradan birisiyse, görüntüye pek önem verilmez. Ama önemli biri ise, o zaman özene bezene hazırlık yapılır.
İşsizin işverene, hastanın hekime, suçlunun hâkime, borçlunun alacaklıya karşı tutumunu düşünün, sonra da kimin huzuruna çıkacağınızı düşünün:
O ki, yaratan; yaşatan; söz-fiil ve düşünceleri işiten, gören ve bilen; her isteyene istediğini veren, her şeyin, cennet ve cehennemin sahibi olan, suçluları affeden, yardım edecek olan, bağışı sınırsız olan, acıyan, terbiye eden, kahreden ve huzuruna çıkılacak ve hesap soracak olan Allah'tır.
Hakikatte Allah bize şah damarımızdan yakındır ve her an bizimle beraberdir. Ama lütuf buyurmuş, bizim Kendisine niyazda bulunmamızı istemiş. Öyleyse bu randevu çok önemlidir, çünkü Rabbimizle buluşacak, O'nun tüm sıfatlarıyla tecelli ederek bizi kuşattığını hissedecek, aklımızı-fikrimizi buna odaklayacak, azameti karşısında el pençe divan duracak ve “Allahu ekber (Allah her şeyden büyüktür)” diyeceğiz.
Konsantrasyon nasıl SAĞLANIR?
Burada, psikoloji biliminde de, “Bir ferdin, neyi gözleyeceğine dair bir seçme faaliyeti” olarak tanımlanan “dikkat” konusu ön plana çıkmaktadır. Öyleyse, samimiyet ve tazarru için namazda dikkati dağıtan iç ve dış faktörleri uzaklaştırmak, dikkati celbeden iç ve dış amilleri de oluşturmak gerekir. Şöyle ki:
Önce amaçladığımız şeyi belirlememiz ve onu diğer şeylerden ayırıp ilk sıraya koymamız gerekir. Duaya başlayacağımız zaman diğer iş ve ihtiyaçlarımız geri plana itilmelidir.
Fıtratı gereği insan, duyduğu, gördüğü, dokunduğu, kokladığı ve tattığı her şeye ilgi duyar ve akıl yürütür. Onlarla ilgili olumlu-olumsuz birçok düşünce üretir. Onun için, dua ederken, namaz kılarken, bir şey duymamalı, dikkat çekici bir şey görmemelidir. Namaz kıldığı yer sakin ve sade olmalıdır. Özellikle önünde ve namaz kıldığı yerin zemininde renkli, motifli, desenli halılar, seccadeler, duvarlarda yazılar, süslemeler, kilise çanı gibi dan dan vuran saatler bulunmamalıdır. Namaz kıldığı yer bir sanat galerisi niteliğinde olmamalıdır. Sakin bir yerde olup değişik seslerden, gürültü ve patırtıdan uzak durmalıdır.
Müslümanlar evlerinin bir noktasını namaz için tahsis etmeli, bu mekânda sık sık değişiklik yapmamalıdır. Zira insan her gördüğü yeni şey için de fikir yürütür, namaz kılarken zihni Allah'tan başka şeylere yönelir. Dolayısıyla dikkati dağılır, hudû ve tazarruu bozulur. Oysa alıştığı ve âşina olduğu eski şeyler dikkatini fazla dağıtmaz.
Toplu, cemaat halinde namaz kılmaya gayret etmelidir. Birlik ve beraberlik içindeki hazırlık da hudu’ ve huşu’ oluşmasına yardım edecektir. Safta durmak insanın psikolojisini etkiler. Zira namaz safında, insanlar arasındaki zenginlik-fakirlik, şahlık-gedalık, âlimlik-câhillik, gençlik-ihtiyarlık, dil, ırk, makam ve mevki farkları yok olur. Kral ile hizmetçi, beyaz ile zenci vs. omuz omuza durur. Bunlar da hudû ve tazarrua neden olur.
Namaz kılınacağı zaman zihinsel birçok düşünce altında kalınacağı, onların da hudû ve tazarruyu bozacağı dikkate alınmalıdır. Bu bilince sahip olanlar, hazırlıklı olduklarından kolay kolay dikkatleri dağılmaz.
Dikkatin dağılmamasını temin eden bir yol da şudur: Namazda okunan her kelimenin anlamı düşünülmeli, sözcükler yavaş okunmalı ve sözcük ile anlamı aynı anda düşünülmelidir. Bir kelimenin anlamı zihinde canlanmadan diğer sözcüğe geçilmemelidir.
Namaz kılarken Rasûlullah Efendimizin de önerdiği gibi göz yere kapanılan yere odaklanmalıdır. Çünkü duyular bir yere yoğunlaştığı zaman diğer duyular zayıflar dış âlemden etkilenmez.
“Kıraat” bahsinde açıkladığımız gibi namazda sadece dua yapılmalıdır. Mümkünse Kur’an’daki dua içerikli ayetler duaya uyarlanmalıdır. Dua ederken ayet okumak özellikle de kıssa âyetlerinde zihin târihin derinliklerine, ahkâm âyetlerinde de sosyolojik düşüncelere dalar; namaz, dua ve niyaz olma esprisini kaybeder, târih ve sosyoloji dersine dönüşür.
En önemlisi de, biz Allah'ı görmüyorsak da O şüphesiz bizi görüyor. Öyleyse O'nu görüyormuş ve önünde dururmuş uzcasına namaz kılmalı, dua etmeliyiz.
Gerektiğinde bir psikologdan destek almalıyız. Bu hususu ciddiye alıp sorun haline getirmeliyiz. Zira bu, basit takıntı ve saplantılardan daha önemlidir.
Bu içtenliğin temini şüphesiz zordur, ama mümkündür. Sadece devamlılık ve çaba ister. Allah yardımcımız olsun!
Zihnimizi gıllıgıştan arındırıp kendimizi hazırlayınca:
ALLAHU EKBER!
Allah her şeyden büyüktür!
Bu noktada bilinçli olmak gerekir. Allah nelerden, hangi şeylerden büyüktür?
Allah;
Sahte ilâhlardan, yapay tanrılardan,
Maldan, mülkten, çıkardan, tutkudan, paradan, puldan, kadından, kızdan, çocuktan, aşktan . . . daha büyüktür.
Namazın başlangıcında içtenlikle bu ilan yapılırken, hareketlerle de bu desteklenir. “Allahu ekber” derken eller baş hizasına kaldırılarak Allah'ın dışındaki her şey elin tersiyle arkaya atılır.
Kulun Rabbine niyaza bu şekilde başlaması, niyazının bilinçli, samimi olması ve Allah tarafından karşılık alınabilmesi için önemli bir adımdır.
Kul Allah'ı büyükle dikten sonra, Rabbine karşı bir nevi selâmlamaya geçer:
Sübhanekellahümme ve bihamdike ve tebarekesmüke ve teâlâ ceddüke ve lâ ilâhe gayrüke [Allahım! Seni her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. Ve Seni hamdinle tesbîh ederim. Ve Senin adın mübarektir. Ve Senin şanın çok yücedir. Ve Senden başka ilâh diye bir şey yoktur].
Bu metin, çok güzel bir metin olmasına rağmen olmazsa olmaz bir kural değildir. Bu, Rabbimizi ululamak açısından bu aciz kula ait bir görüştür. Herkes Rabbini kendi kavrayışına göre ta’zim ve tekbir edebilir ve aslında öyle de olmalıdır. Bunlar kurallaştırılamaz.
AYAKTA DURMAK
Bu şart İlmihal kitaplarına, “Bir özrü olmayan mükellefin farz ve vâcib olan namazları ayakta kılması da farzdır. Nafile namazları ise ayakta kılmak şart değildir, oturarak da kılabilir, ancak sevabı daha az olur” şeklinde girmiştir.
Tazarrulu duada; namazda kıyam [ayakta durmak], tazarru [Allah huzurunda sürekli alçalma] kapsamında ele alınmalıdır. Kul yüce huzurda kral huzurunda uşak gibi olmalı, emre hazır bir asker gibi “hazır ol” duruşuna geçmelidir.
Namazdaki bu kıyam, yalnızca bir şekil değildir. Kul, Allah'ın huzuruna tam bir teslimiyet, derin bir alçak gönüllülük, bir saygı anlayışıyla çıkar, çıkmalıdır. Yeryüzünde nice insanlar kibirle başlarını yukarı kaldırır, büyüklük taslarlar, namaz kılan kimse ise başını Allah'ın önünde eğer, sakin ve vakarlı bir şekilde O'nun önünde dikilir. Bu kıyam, Allah'ın dışında her şeyin bir tarafa atıldığı bir buluşmanın başlangıcıdır. Müslüman sadece ibadet için Allah'ın huzurunda ayakta dikilir.
Bunun bir diğer adı da “kunut”tur. Kunut, namazın önemli özelliklerindendir. Kunut, “itaat, saygı ve sakinlik” anlamlarını ifade eder. Bu anlamıyla kunut, “Allah'a karşı saygıdan dolayı alçak gönüllü olarak uzun süre ayakta durmak ve O'na yakarmak” tır.
Bu pozisyonda neler yapılmalıdır?
KUR’ÂN OKUMAK [KIRAAT]
İlmihal kitaplarında, “Farz namazların ilk iki rekâtlarında Kur’ân-ı Kerîm'den bir parça okumak da farzdır. Dolayısı ile bu farzın yerine gelmesine yetecek kadar Kur’ân âyetini ezbere bilmek de farz olmuş olur. Bu farz, Kur’ân'ın neresinden olursa olsun, üç kısa âyet okumakla yerine gelmiş olur” şeklinde yer alır.
Bu anlayışa, “…O hâlde Kur’ân'dan kolay geleni öğrenin-öğretin! Sizden hastalar olacağını bildi. Bir kısmının yeryüzünde dolaşıp Allah'ın fazlından bir şeyler isteyeceklerini, diğer bir kısmının da Allah yolunda çarpışacaklarını bildi. O hâlde ondan kolay geleni öğrenin-öğretin! … (Müzzemmil/20) âyeti kanıt olarak ileri sürülür.
Oysaki bu âyetin namaz ile alakası yoktur. Bu âyette, mü’minlerin Kur’ân çalışmaları, dinlerini Kur’ân'dan öğrenmeleri istenmektedir
Konumuz, din dersi olmadığından, namaz süresince Kur’ân âyetleri okunmayıp, gönülden niyazda bulunulmalıdır. Kur’ân'daki dua içerikli âyetler, dua formatına uyarlanarak namazda kendi niyazımız olarak Rabbimize arz edebiliriz. Örneğin;
Felâk ve Nas Sûreleri, başındaki “De ki” ifadeleri kaldırılarak; “Yarattığın şeylerin kötülüğünden ve çöktüğü zaman karanlığın kötülüğünden ve düğümlere tükürüp üfleyenlerin/sözleşmelere uymayanların kötülüğünden ve kıskandığı zaman kıskananın kötülüğünden çatlamaların Rabbine; sıkıntıları ortadan kaldıran Allah'a sığınırım. Gözükmeyen varlıklardan, bilinen varlıklardan; hepsinden, insanların akıllarında kötülük fısıldayan sinsi düşmanın kötü fısıltılarının kötülüğünden, insanların ilâhına, insanların hükümdarına ve insanların Rabbine sığınırım.” şeklinde söylenebilir.
Fıkıh bilginleri, Rasülüllah’ın her namaz kıldırışında “Fâtiha Suresi” diye adlandırılan yedi ayeti okumasından dolayı namazda Fâtiha Sûresi'nin okunmasının, farz ya da vâcib olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bununla birlikte, namazda Fâtiha'nın tek başına okunması yeterli görülmemiştir. Buna, kısa bir sûre daha ilave etmenin lüzumu ileri sürülmüştür.
Mushaf'ın son sûreleri olan Fil, Kureyş, Mâûn, Kevser, Kâfirûn, Nasr, Tebbet, İhlas ve Muavvezeteyn sûrelerine, “Namaz sûreleri” adını vermişlerdir. Müslümanlar mektep ve medreselerinde çoluk-çocuklarına bu adla öğretir, ezberletirler. Oysaki bu adlandırma yanlıştır; Kitap ve sünnette dayanağı yoktur.
Namazın dindeki hakiki anlam ve uygulamasını izaha çalıştığımız için kıraat konusunu da Kur’ân açısından ele almamız gerekir:
NAMAZDA NELER OKUNMALIDIR?
Bu sorunun cevabı, yapacağımız ibadetin adında, yani namaz/niyaz sözcüğünün içinde mevcuttur. Namaz'ın anlamı, “sürekli alçalarak Allah'a yakarış” olduğuna göre, namazda Rabbimize hitabımız, yakarışımız, kulluğumuzu arz edişimiz dua ve niyaz ölçüleri içerisinde olmak durumundadır.
Dua ve niyazda, tüm gönlümüz, dilimiz ve bedenimiz ile yakarıştayız. O zaman kıssa anlatan veya hukuki hükümlerden, savaştan, savaş hükümlerinden ya da hayız-nifas ve cinsel ilişkiden bahseden âyetler, bulunduğumuz konuma uygun düşmez. Bu durumda namaz, dua ve niyaz olma esprisini kaybeder, târih, hukuk ve sosyoloji dersine dönüşür, dikkat dağılır, samimiyet ve yoğunlaşma kalmaz.
Bu konulara ait ayetlerin okunacağı ortamlar ve zamanlar başkadır.
Rasûlullah'ın mescit ve musallalarda okuduğu Kur’ân âyetleri, namaz kapsamında olmayıp salât kapsamındadır ve toplumu eğitip aydınlatmaya yöneliktir. Salat, namazla karıştırıldığı için “Rasulullah’ın Kur’an ayetlerini namazda okuduğu” şeklindeki kabulleniş yaygınlaşmıştır.
EĞİLMEK
Geleneksel kabul de bu şart, “Rükû, eğilmek demektir. Namazların her rekâtında en az eller dizlere ulaşacak kadar eğilmek farzdır. Rükû, mükemmel şekliyle baş ile göğüs yere paralel oluncaya kadar eğilmekle olur. Yalnız bu, erkek içindir. Kadın ise sadece elleri dizlerine ulaşacak kadar eğilir” diye açıklanır.
Aslında Kur’ânda geçen “rükû”, sözcüğünün namazdaki eğilmek ile alakası yoktur. Namazdaki eğilme, normal duayı, namaz şekline sokan tazarru ifadesinin bir başka aşamasıdır. İnsanoğlu zaman zaman sapıtmış, putlara, ceberut yöneticilere, tağutlara ya da çıkar sağlamak için birilerine boyun eğmiş, bel bükmüştür. Kısacası Allah'ın astlarının önünde eğilmiştir. Hâlbuki akıllı insan, sadece Allah'ın karşısında bunu yapar ki bu, Allah'ı büyük tanımanın bir göstergesidir.
Namazda eğilmek, saygı ve alçak gönüllülüğü yansıtır. Mü’min kulun Rabbine hürmetinin, O'nun karşısında küçülüşünün bir ifadesi ve aşamasıdır. Saygısından dolayı Rabbinin önünde eğilerek iki büklüm olur, böylece O'nun büyüklüğünü kabul eder. Allah'tan başka hiç kimsenin, hiçbir makam ve çıkarın önünde eğilmek mü’mine yakışmaz. Çünkü böylesine bir hürmet, ancak Allah'a yapılır. İnsanın böylesine küçülmesi, acizleşmesi ancak Allah'a karşı olabilir. Allah’ın huzurunda böyle eğilmek, şüphesiz ki mü’minler için son derece önemli bir iman borcu olup mü’min olmanın nişanesidir.
Namaz kılan mü’min, kıyamda Allah'a hamd ettikten sonra, Allah'tan dilediği şeyleri ister, niyazda bulunur. Sonra, Allah sanki kendisine, “Hep istek olmaz. Biraz da içini-dışına vur. Bir evvelki namazından bu ana kadarki sürede yaptıklarını göz önüne getir hesap ver” der. Kul, olan-biteni, yaptıklarını bir bir düşünür. Bunca nimet ve lütfa karşı yaptığı nankörlükler gelir aklına. Mahcup olur, utanır. Huzurda durmaya bunca nimetleri verenin yüzüne bakmaya yüzü olmaz ve beli bükülür.
Hemen, tekbir: Allahu Ekber [Allahım! Sen her şeyden .. . büyüksün]
Beli bükükken de niyazını sürdürür. Terk edilmemeyi, yardım edilmeyi diler, Sübhane rabbiye'l-azîm [her türlü noksanlıktan münezzeh Rabbim Sen çok büyüksün] der.
Peygamberimizin bu konumda çeşitli dualar yaptığı nakledilir. Bunların hemen tamamı Allah'ı ululamak, O'nun azametini dile getirmeye yönelik ifadelerdir ki biz bunu bugün, Sübhane rabbiye'l-azîm [her türlü noksanlıktan münezzeh Rabbim Sen çok büyüksün] diyerek ifade ediyoruz. Bu tesbîhi kaç kez söyleyeceğimize gelince, içinde bulunduğumuz halet-i ruhiyeye göre bu değişebilir; 3, 5, 500, 5.000. . Bu, sevdiğimiz, hayran olduğumuz bir kimseyle ne kadar süreyle kalmak istediğimize bağlıdır.
Ayrıca bu konumda iken de Rabbimize her türlü duayı yapabiliriz; her ne isteyeceksek isteyebiliriz.
Kul belini bükmüş halde bu halet-i ruhiye içerisinde iken sanki Allah, “Kalk, başını kaldır, karşımda dik dur!” der.
Kul başını kaldırır ve şöyle der: Semiallahu limen hamideh [Allah, Kendine hamd eden kuluna kulak verir/dikkate alır/onun isteklerini kabul eder].
Fakat kul, Allah'ın istediği gibi yaşamadığından, öyle bir Rabb’e yaraşır bir kul olamadığından daha da çok utanır. Ayakta duramaz. Bu defa yüz üstü düşer, yere kapanır: Allahu Ekber!
YERE KAPANMA
Klasik anlayışta bu şart şöyle açıklanmıştır: “Namazın ana bölümlerinden biri de secdedir. Secde, Allah'ı ululayarak alnı yere koymaktır. Bu kadarı farzdır. Alınla beraber burnun da yere değmesi, ellerin de yere konması vâcibdir, yani secdenin tam ve mükemmel olması için gereklidir. Secde edilen yerin temiz ve katı olması gerekir; pamuk, kar, saman gibi yumuşak olup yerin sertliğini duyurmayan şeyler üzerine secde yapılmaz. Ayrıca secde yeri, ayakların basıldığı yerden yarım zira'dan [20- 30 cm.'den] yüksek olmamalıdır.”
Secde, “Kişinin bilinçli olarak bir başkasına –kendisinden daha güçlü olduğunu kabul ederek– teslim olması, boyun eğmesi, onun otoritesi dışına çıkmaması” demektir. Kur’an’da geçen “secde” ifadelerinin namazdaki yere kapanma ile ilgisi yoktur.
Namazda yere kapanılması, tazarrunun; Allah’a karşı zillet gösteriminin bir başka aşamasıdır. Allah'ı tazim ve O'na itaat etmenin en iyi göstergesidir. Bu durum aslında bir sürüngen gibi yere yamanarak ve baş semaya dikilerek yapılır. Bu günkü secde adıyla yapılan bir takım özellikler ile yapılan davranış, Allah’a karşı tazarru sunuşu tam olarak ifade etmemektedir.
Allah'tan başkasının önünde kesinlikle yere kapanılmaz. Allah'tan başkasının huzurunda yere kapananlar, önünde yere kapandıkları varlığı tanrı edinmiş olurlar. Birinin karşısında yere kapanan kişi, ona karşı sınırsız bir saygı duyuyor, onu en yüce olarak tanıyor ve ona derin sevgi duyuyor demektir. Çünkü yere kapanma, insanın kendisini en aşağı, en küçük, en güçsüz gördüğü bir hiçlik halidir.
Tarihte birçok zorba, insanları kendilerine ya da makamlarına karşı yere kapanmaya zorlamış; onların kendilerine teslimiyetlerinden ve boyun büküşlerinden zevk almışlardır.
Allah'a samimiyetle inananlar, Allah'ın dışında hiçbir varlığın, makamın, çıkarın, gücün önünde boyun eğmez ve yere kapanmazlar. Başlarını dik tutarlar, haysiyet ve şereflerini koruyup, zorbalar karşısında onurlarını rencide etmezler. Allah'ın karşısında yere kapanmayanlar ise kibirli, burnu havada olan kimselerdir. Onlar Allah'a karşı yere kapanmayı gururlarına yediremezler, ama çıkarın, makamın ve zorba yönetimin önünde eğilirler; küçücük bir menfeat için süklüm-püklüm olurlar.
Yere kapanma ameliyesinin toprağa yapılması daha anlamlıdır. Çünkü toprakla insanın birleşmesi tazarru ve tevazuun, hiçliğin en güzel göstergesidir. İnsan, toprak misali kendini Rabbinin karşısında küçültürse, en büyük makama: Allah'a yakınlaşır.
Yere kapanmış halde iken kul, Sübhane Rabbiye'l-a‘lâ [Ey, her türlü noksanlıktan münezzeh Rabbim! Sen yüceler yücesisin, Sen, en yüce olansın] der.
Secdenin süresi ve bu konumda iken yapılacak niyazların miktarı kişinin takdirine kalmıştır.
SON OTURUŞ
Bu şart da İlmihal kitaplarında, “Kıldığı namaza göre son rekâtın bitiminde tahiyyât okuyacak kadar oturmak da farzdır. Tahiyyâtı okumak ise vâcibdir” şeklinde zikredilir.
Hâlbuki Kur’ân'da, namazda oturmayı ve tahiyyât okumayı emreden bir âyet yoktur.
Kul yere kapanıştan sonra oturur, bir müddet de oturarak, boynunu bükerek bu pozisyonda da Rabbine niyazda bulunur. Bu da Allah'ın huzurunda sürekli alçalmanın bir başka şeklidir. Bu niyazında da arzu ettiği yakarışı yapar, Allah'tan dilediğini ister.
Son oturuş ile ilgili olarak klasik kabullerde konulan kuralların tahlili:
TEŞEHHÜD/TAHİYYAT
Teşehhüd, sözlükte “şehadet getirmek” demektir. Bundan maksat, Kelime-i Şehadet denilen, Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve rasûluhu cümlesini söylemektir.
Terim olarak ise, namaz kılarken ‘ka’de’ denilen oturmada, içerisinde Kelime-i Şehadet'in de bulunduğu et-Tahıyyatu lillahi ve's-salâvâtu ve't-tayyibatu. . cümlelerini okumaktır.
Biz, klasik kabullerdeki içerisinde Kelime-i Şehâdet bulunan, et-Tahiyyâtu lillahi ve's-salâvâtu. . diye devam eden sözcüklerin tahlili üzerinde duracağız.
Önce tahiyyât'ın metnini aktaralım:
et-Tahıyyâtu lillahi ve's-salevâtu ve't-tayyibâtu es-selâmu aleyke eyyühe'n-nebiyyü ve rahmetullâhi ve berakâtuhu es-selâmu aleynâ ve alâ ibâdillâhi's-sâlihîn. Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve rasuluh.
Türkçesi:
Tahiyyât [dil ile yapılan karşılama övgüleri], salâvât [yapılan maddî ve manevî destekler] ve tayyibât [temiz mallar ile yapılan kulluklar] Allah içindir. Ey Peygamber! Selâm, Allah'ın rahmeti ve bereketleri senin üzerine olsun. Selâm, bizim ve Allah'ın sâlih kulları üzerine olsun. Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilâh/tanrı yoktur. Yine şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın rasûlüdür.
Yukarıda, genel olarak dua'nın ne olup ne olmadığını, Allah'tan başkasına dua edilemeyeceğini, namazın da Allah'ın huzurunda sürekli alçalarak niyazda bulunmak olduğunu ve namazda iken muhatabın sadece Allah olduğunu ve olması gerektiğini açıklamıştık.
İşin gerçeği ve olması lazım geleni bu olmasına rağmen, tahiyyât metninde de görüldüğü üzere Müslümanlar, es-selâmü aleyke eyyühe'n-nebiyyi [sana selâm olsun ey Peygamber] diye namazda Peygamber'i de muhatap almakta ve ona da seslenmektedirler.
Arapça bilenimiz de bilmeyenimiz de namaz kılarken ağzından çıkanı kulağı duymuyor; ne dediğini ne okuduğunu bilmiyor.
Bugünkü kitaplarda yer alan Tahiyyât metni, İbn Mes‘ûd kanalıyla rivâyet edilenidir. Daha başka rivâyetler de vardır. Ama hepsinde de es-Selâmü aleyke. . [Selâm sana ey peygamber. .] ibaresi mevcuttur.
Bu ravilerin, konuya tevhid ve namazın esprisi açısından bakmadıkları anlaşılıyor.
Bir de ‘et-Tahiyyatü’ metnine daha bir kutsallık verenler var. Onların yazdığı senaryoya göre güya bu, Mirac'ta Allah ile Muhammed arasında geçen diyalogmuş. Şöyle ki:
Hz. Muhammed Allah'ın karşısına varınca selâm verir:
-- et-Tahıyyâtü lillahi vesalâvâtü ve't-tayyibâtü.
Allah da Hz. Muhammed'e karşılık verir:
-- es-Selâmü aleyke eyyühe'n-nebiyyü ve rahmetüllahi ve berekâtuhu.
Hz. Muhammed sadece kendisinin esenlikte olmasına pek râzı olmayarak şöyle der:
-- es-Selâmü aleynâ ve alâ ibâdillahi's-sâlihîn.
Bu manzarayı izleyen Cebrâîl ve melekler de şöyle derler:
Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve rasûluhu.
İlk dönemde hiçbir kaynakta ciddi bir nakil olmamasına rağmen daha sonraları, –başta tarikatlar tarafından olmak üzere– malumat adı altında dilden dile dolaşan yakıştırmalar üretilmiş, bu yakıştırmalar son dönemdeki belirli eserlerde de yer almıştır. Örneğin: Said Nûrsî, Şualar, 6. Şua; Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi; İsmâîl Hakkı Bursevî, Ruhu'l-Beyan, c. 5, s. 121.
Yapılan hatalar, sadece namazdaki tahiyyâtla sınırlı değildir. Cum‘a günleri öğleyin, kandil gecelerinde yatsı vakitleri ve cenazelerde minarelerden okunan salâda da aynı hatalar yapılmakta; es-Salâtü ve's-selâmü aleyke yâ rasûlallah [salât ve selâm senin üzerine olun ey Allah'ın Elçisi] diye seslenilmektedir. Asırlar evvel dünyadan irtihal etmiş olan Peygamber'e, sağmış ve yanımızda hazırmış gibi seslenilmektedir. Böylece Peygamberimize, beşer üstü bir sıfat yakıştırılmaktadır ki bu da şirke sürükler. Salâda da salât ve selâmı, tahiyyâttaki gibi gaybî olarak ifade etmek gerekir. Meselâ, es-Salâtü ves-selâmü alâ rasûlillah veya Allahümme salli ve sellim alâ muhahammed veya Eyyühe'l-mü’minûn sallû ve sellimû alâ Muhammed gibi.
Gelelim asıl konuya:
Kulun Rabbine karşı gösterdiği zillet halinin son aşaması, Oturarak da niyazda bulunmasıdır. Bu konumda iken de kul istediği gibi, gönlünden geçenleri Rabbine arz edebilir.
Geçmişte Müslümanlar bu konumda Salli ve Barik duaları diye meşhurlaşan ifadeler ile niyazda bulunmuşlardı.
Bu dualar, genellikle salavâtı şerife adıyla bilinir. Salavât kavramı da maalesef yozlaştırılmış, dini mecrasından çıkarılmış bir kavramdır. “Salavât”, “destek olmak, yardım etmek”, “Teslim” de “güvenlik sağlamak” demektir. Salli, barik dualarında da:
“Allahümme salli ve sellim alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed. Kemâ salleyte ve sellemte alâ İbrahim ve alâ âl-i İbrahim. İnneke hamidün mecidün.”
“Ey Allahım!
Muhammed’e ve çevresindekilere yardım et, destek ol. Onların güvenliklerini sağla! Tıpkı İbrahim ve yakınlarına destek olduğun, yardım ettiğin ve güvenliklerini sağladığın gibi. Şüphesiz sen, Hamîd ve Mecîd’sin.”
Görüldüğü üzere, Yüce Rabbimizden namazlardaki son istek, kendileri için bir istek değil, dini yayan peygambere ve onun yardımcılarına destek, yardım ve onların güvenliklerinin sağlanması. Dinin yücelmesi ve yayılması.
Rasulullah ve yakınları bugün aramızda yoklar ve muvazzaf değiller. Onlar için yardım, destek istemenin bir anlamı yok. Öyleyse onların görevini yürütenler için edelim son duamızı.
Mesela:
“Allahümme salli ve sellim alâ evliyâke ve ensârik. ve alellezîne yücâhidüne fî sebîlik. Kemâ salleyte ve sellemte alâ muhammedin ve alâ âl-i muhammed.Ve kemâ salleyte ve sellemte alâ ibrâhîm ve alâ âl-i ibrâhîm. İnneke hamîdün mecîd.”
“Ey Allahım!
Yakınlarına, yardımcılarına (Dinin yayılması için gayret eden muttakilere) ve senin yolunda çırpınanlara/çaba harcayanlara yardım et, destek ol, onların güvenliğini sağla. Tıpkı Muhammed ve yakınlarına, İbrahim ve yakınlarına yardım ettiğin, destek olduğun ve güvenliklerini sağladığın gibi. Şüphesiz sen Hamid’sin, Mecid’sin.”
İsterseniz kişisel isteklerimizi de dile getirelim: Dertliysek deva, hastaysak şifa, borçluysak eda dileyelim.
İsterseniz Kur’ân uyumlu olarak:
“Rabbena âtina fiddünya haseneten ve fi-l âhireti haseneten. Ve gınâ azâbennâr. Rabbenağfirli ve livâlideyye ve lilmüminine yevme yegûmül hısâb! Bi rahmetike yâ erhamerrahımîn.”
“Ey yüce Rabbimiz!
Bize dünyada iyilik - güzellik ver. Ahirette de iyilik - güzellik ver! Ve bizi ateş azabından koru!
Ey Rabbimiz! Beni, anamı-babamı ve tüm müminleri, hesaba kalkılan gün bağışla! Sonsuz rahmetinle ey Merhametliler Merhametlisi!”
İsterseniz de başka isteklerde bulunalım. Sınır, sınırlama kesinlikle yok.
Rabbimiz yardımcı olsun.
Ayrılış, veda anındaki niyazımız:
Artık ayrılacağız. Başlarken, Rabbimize karşı, tespih ve tahmid etmiştik. Yani “Sübhanekellehümme ... ve Elhamdülillahi rabbil Alemin...” demiştik. Şimdi de ayrılış hitabı yapıyoruz:
“Ettehıyyatü lillahi,
Vessalavâtü,
Vettayyibat.
“Dil ile yapılan kulluklar,
Beden ile yapılan kulluklar,
Mal ile yapılan kulluklar Allah içindir.”
Not: Bilinen “Ettehıyyatü ....” veda sözcüklerini bu kadarla; yukarıda verdiğimiz kadarıyla bitirilmelidir. Ve Arapçasının anlamını bilmeyenler, Türkçe olarak bilinçli ve samimi olarak söylemelidir.
Tazarrulu duamızı bir kez daha yapalım. Buluşma şimdilik burada bitti. Artık işimize gücümüze bakalım, rabbimizin lütfettiği nimetlerin peşine düşelim. Ve aşkla, şevkle diğer başka niyaza hazır olalım.
Kul, tüm zillet aşamalarında yüzünü, gözünü semaya yöneltmelidir. Büyüklerin huzurunda, gözün büyüğün dışında bir yerlere yönelmesi, ciddiyetsizliğin, samimiyetsizliğin, lakaytlığın göstergesidir.
NAMAZ KAÇ REKÂT OLMALIDIR?
Kur’ân'da namazın kaç rekât olduğu yer almaz. Bunu, niyazda bulunan kişiler, psikolojik durumlarına göre yaparlar. Namaz; zillet göstererek yapılacak yakarışlar, tekbirden oturuşa uzun süreli olabileceği gibi, şekilciliğe düşmemek şartıyla kısa süreli de olabilir. Burada önemli olan yoğunlaşmanın bozulmadan yapılacağı süredir.
Ayrıca bu niyazda, konu ettiğimiz aşamaların hepsini yapmak da gerekmez. İmkân ölçüsünde ortama göre birkaçı yapıldığı zaman da tazarru yerine gelmiş olur.
Kur’an’ın mesanilik (ikişerlilik, katmerlilik) özelliği ve Rasülüllah’tan tevatüren bize ulaşan uygulamalar dikkate alındığında Rabbimize karşı tazarrulu duayı ikilemek en iyi yoldur. Eğer bunu rekat adıyla ifade edeceksek her tazarrulu duanın; namazın en az iki rekat olması çok makul olur. Bundan sonrası Tatavvu; gönülden, zorunlu olmadan yapılanlardır. Nitekim Rasülüllah toplu kıldırdığı namazların iki rekat göstere göstere, açık açık sesle yapmış ikiden sonrasını (akşamın bir rekat, yatsının iki rekatı)ise gizlice yapmıştır. Zira farzın riyası olmaz, nafilede ise riya söz konusudur. Buradan Rasülüllah’ın da namazları ikişer rekat kıldığı ve kıldırdığı açıkça anlaşılır. Öğle ikindi ise Kur’an’a göre salat vakti olmadığından bu vakitler yapılan ve sabah, akşam ve yatsıda sünnet adıyla yapılan tazarrulu dua; kılınan namaz tatavvu olduğundan sessiz uygulanır.
Rasülüllah toplu namazı genellikle salat vakitlerinde ve salatın icrasından önce yapmıştır.
Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere dua; hudû [eğilmek, bükülmek, küçülmek ve tam teslim olup itaat etmek, sözü yumuşatmak, kibar, tatlı söylemek; tevazu göstermek] ile namaz da tazarru [sürekli alçalma] ile yapılmalıdır. Bunlar, en önemli özelliklerdir. Hûdû ve tazarru, şekilciliğin bilince ermesidir.
Namazın mahiyeti ve nasıl kılınacağı, hudû ve tazarru yönünden bilinmediğinden, namaz kılanların sayısı azalmıştır. Profesyonel namaz kılanlar ve imamlar türemiştir. Ruhsuz kılınması sebebiyle namaz anlamsız hareketlere dönüşmüş, kılanların da namazı niçin kıldıkları tartışılır ve merak edilir olmuştur.
NAMAZIN CEMAATLE KILINMASI:
Yukarıda “cemaat” kavramını ve İslâm'daki yerini açıklamıştık. Müslümanların cemaat olmalarının en güzel örneklerinden biri topluca namaz kılmalarıdır. Cemaatle namaz, İslâm cemaati olmanın temeli olup cemaat olma bilincini kazandırır. Toplu uygulamalarda, insanlar, düşüncelerini Allah'a doğru yükselterek adale ve uzuvlarını dinlendirme, zihinlerinin gerginliğini giderme, fikirlerini billurlaştırma ve medeniyetin ezici bir yük haline getirdiği çetin hayata tahammül kuvvetini kazanma imkânını bulabilmektedir.
Cemaat düzeni, bir eşitlik ve kardeşlik düzenidir. İslâm toplumunda soylular, seçkinler sınıfı yoktur; hiç kimse diğerinden üstün değildir.
Mescidde toplanan Müslümanlar, Kur’ân'ı en iyi okuma, dini en iyi şekilde yaşama, takva, yaş gibi özellikleri göz önüne alarak aralarında, en uygun olan kişiyi “namaz imamı” olarak seçer ve onun arkasında saf tutarlar. İmamın işaretleriyle (bir nevi komut ki tekbir ile yapılır) tazarru aşamalarını gerçekleştirirler.
Cemaatle namazdaki imaj, Müslümanların oluşturması gereken toplum düzenine bir işarettir. Seçtikleri imam bile onlardan biridir. Sadece görevi gereği diğerlerinden bir adım önde durmaktadır.
NAMAZIN BOZULMASI
İlmihal kitaplarında, “Namazı bozan şeyler” başlığı altında yüze yakın davranışın namazı bozduğu yer alır. Bunların tümü, özünden uzaklaştırılıp sırf şekle hasredilen namaza ait şeylerdir. İlmihalciler, namaz kılanları, sürekli düşme korkusu taşıyan ip üstündeki cambaza dönüştürmüşlerdir. Namaza duran kişi, “namazım ha bozuldu ha bozulacak” derken aklında ne Allah kalır, ne niyaz kalır ne de yoğunlaşma kalır.
Kur’ân'daki namaz ise ya icra edilir, ya icra edilmez; icra edildiği zaman da kesinlikle bozulmaz. Çünkü İslâm'daki namazın bozulacak bir yapısı yoktur.
KAZA NAMAZI
Kazanın tarifi
Kaza, “herhangi bir mazeret dolayısıyla vaktinde yapılamayan ibadetin, vakti çıktıktan sonra başka bir vakitte yapılması”dır.
Peki, vaktinde kılınmayan namazın kazası olur mu? Diğer bir ifadeyle; geçmişte kılınmamış namazlar kaza edilir mi? İşte bu konuda Müslümanlar, İslâm'ın tasvip etmediği yanlış inanç ve uygulamalar içindedirler. Toplumdaki bu yanlışın dinimizdeki doğru şeklini, ana kaynağımız Kur’ân ve onu en iyi anlayıp uygulayan Rasûlullah'ı dikkate alarak açıklayacağız.
Geçmişte kılınmamış namazların kazasına dair Kur’ân'da bir âyet olmadığı gibi, buna bir işaret de söz konusu değildir.
Kanaatimiz odur ki, bizim bu konuda sunacağımız görüş, hem din bilginlerince ortaya konulmuş görüşlerin bir hâsılası, hem de en doğrusudur.
Konuyla ilgili teknik açıklamalara geçmeden önce, kaza namazı kılacak bir Müslüman portresi çizmekte fayda vardır: Anadan doğma Müslüman, ekserisi hacı-hoca çocuğu, sağlıklı, genç, dinamik, aklı başında, vakti bol, ama kırkına kadar namaz kılmamış, belki bayramdan bayrama veya Cum‘adan Cum‘aya kılmış. Şimdi geçmişte kılmadıklarını kılıyor.
Yukarıda verdiğimiz kaza tarifinde, “bir mazeret nedeniyle” ifadesi yer almaktaydı. Ne var ki, Kur’ân'daki âyetlere ve Peygamber'in bu âyetleri uygulamasına dikkat edilirse, akıl nimetinden yoksun olma hali; delilik, bunaklık, uyku dışında namaz kılmamaya herhangi bir mazeret veya ruhsat olmadığını görürüz. Aklı başında olan, kulluk bilinci bulunan mü’min, her zaman, her yer ve ortamda duasını ve tazarrulu duasını yapabilir. Netice itibariyle, hiçbir şey duaya ve namazı kılmaya engel değildir. Diğer bir deyişle, namaz kılmama hususunda; iş-güç, alış-veriş, işçilik-patronluk, yolculuk, esirlik, askerlik, savaş, hastalık, hayız, nifas, dermansızlık, ihtiyarlık, mal-mülk, çoluk-çocuk, yersizlik-yurtsuzluk, kirlilik vs. mazeret sayılamaz; mükellefiyeti düşüren sebepler [uyku, unutmak, bayılmak, bunamak, delirmek] olmadan, hiç kimse namazı terk edemez.
Zikri geçen bilinçsizlik halleri ortadan kalktığında kişi, namaz kılmakla mükellef olur. Yapılmamış, yapılamamış görevlerin akıbeti Allah'a bırakılır. Kula düşen kusurları için Allah’tan bağışlanma dilemektir.
Kılınmamış namazları, Allah'a ödenmemiş bir borç kabul edip sonra da topluca kılıverip, ‘ben namazlarımı kaza ettim, namaz borcum yok’ gibi ödeşme mantığı, namazın farz oluş gayesine ve esprisine de aykırıdır.
Bu açıklamalarımız yanlış anlaşılmamalı ve başka mecralara çekilmemelidir. İnsan çetele tutmadan, Allah'ın rızasını kazanmak ve O'nu memnun etmek için (borç alış-verişi, ödeşme düşünmeden) bol bol dua etmeli, namaz kılmalıdır. Namazsız geçen dönemleri için de Allah'a çokça istiğfarda bulunmalıdır.
Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyibilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.