GİRİŞ
  Allah  Teâlâ şöyle buyurur:
 وَمَنْ يَعْشُ عَن ذِكْرِ الرَّحْمَنِ نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَانًا فَهُوَ  لَهُ قَرِينٌ.
وَإِنَّهُمْ لَيَصُدُّونَهُمْ عَنِ السَّبِيلِ وَيَحْسَبُونَ أَنَّهُم  مُّهْتَدُونَ .
“Kim Rahman’ın Zikri’ni (Kur’ân’ı)  bulanık görürse başına bir şeytan  sararız. O onun arka*daşı olur. Onlar bunları yoldan çevirirler ama bunlar doğru  yolda olduklarını hesap ederler.”(Zuhruf 43/36-37) 
 Ayetteki  (يعش)  = ya’şu, (ذكرالرحمن)  = zikr’ur-Rahman ve (نقيض)  = nukayyid kelimeleri önemlidir. (يعش)  aşâ, kökünden, gözün dumanlı olması, iyi görememesi veya kör olması  anlamınadır[1].  (ذكرالرحمن),  Rahmân’ın Zikri demektir. Zikir, kafaya yerleştirilip  kullanıma hazır  tutulan bilgidir. Onu akla ve dile getirmeye de zikir  denir[2].Kafalara   yerleşip kullanıma hazır tutulacak asıl bilgi Allah’ın Kitabında  olandır. Bu  sebeple İlâhî kitapların ortak adı Zikir’dir[3]. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
 “Bilin  ki, kalplerin yatışıp rahatlaması Allah’ın  zikri ile olur.” (Ra’d 13/28)
  Kendini  ve  çevresini dikkatle gözlemleyenler, Allah’ın Kitabındakine benzer  bilgilere  ulaşırlar. Çünkü gözlemlenen o şeyler de birer âyettir. Allah  Teâlâ şöyle buyurur:  
“Biz onlara âyetlerimizi,  hem çevrelerinde hem de  kendi içlerinde göstereceğiz; sonunda onun gerçek olduğu  onlar  açısından iyice anlaşılacaktır.”  (Fussilet 41/53)
 Bu bilgiler  fıtrata,  yani yaratılış, değişim ve gelişim kanunlarına tam uyduğu  için kişiyi rahatlatır  ve tatmine ulaştırır. İşte Allah’ın dini budur. Allah  Teâlâ şöyle buyurur:
“Sen yüzünü dosdoğru bu dine,  Allah’ın  fıtratına çevir. O, insanları ona göre  yaratmış*tır. Allah’ın  yarattığının yerini tutacak bir şey yoktur. İşte sağlam  din bu dindir.  Ama in*sanların çoğu bunu bilmez*ler.”(Rum 30/30)
 (قيض): (نقيض=  kayd)  kökündendir. Kayd, yumurtayı saran dış  kabuktur[4].  Ayette geçen;  (نقيض له شيطانا =  nukayyid lehû şeytânen) ifadesi, “şeytanın onu, yumurta kabuğu gibi  sarmasına fırsat veririz” demek olur.   Doğru yol,  şeytanın çalışma sahasıdır. İblis,  Allah’tan Kıyâmete  kadar yaşama izni alınca şöyle demişti: “.
.. And olsun,  insanlar için  senin doğru yolunun üstünde oturacağım. Sonra onlara;  önlerinden, arkalarından,  sağla*rından, sollarından sokulacağım.  Göreceksin, çoğu sana teşekkür  etmeyecektir.”(A’raf 7/16-17)
Allah da şöyle  demişti: 
“Çık oradan;  yerilmiş ve kovulmuş olarak. Hele onlardan biri sana uysun, sizin hepinizi  Cehenneme dolduracağım.”(A’raf 7/18)
 Şeytan insandan ve cinden olur[5]. Cinden  olanını kovmak için Allah’a sığınmak  yeterli olur. Ama insan şeytanı ile mücadele zordur. En zoru da dini söylemle karşımıza  çıkanlardır. İlahi dinleri bozanların tamamı, bu işi, dindar gözükerek  yapmışlardır.   Şimdi âyeti  tekrar okuyalım: 
“Kim  Rahman’ın Zikri’ni (Kur’ân’ı) bulanık görürse başına  bir şeytan  sararız. O onun arka*daşı olur. Onlar bunları yoldan çevirirler ama bunlar doğru  yolda olduklarını hesap ederler.”(Zuhruf 43/36-37)
 
 Sahabe döneminde, bilinen   dünyanın büyük bir bölümü müslümanların hakimiyetine  girince yönetimi  ve gelirleri paylaşmada ihtilaf çıktı. Üzücü olaylar ve  günümüze kadar  süren derin ayrılıklar oldu. Peygamberimize yakın kişilerden  Ömer,  Osman ve Ali (ra),  halife iken, torunu Hüseyin de daha sonra, Kerbelâ’da  şehit edildi. 
Cemel ve Sıffin  savaşlarında yetmiş bin kadar müslüman birbirini öldürdü. Herkes  haklılığına Kur’ân’dan delil getirme ihtiyacı içindeydi. Bu ortamda   ilim, siyasetin emrine girdi. Bir taraf, sahabenin önemli bir bölümünü   kafirlikle suçlarken diğer taraf onları bir şekilde masum saydı. İslamı  anlama ve yayma işi, yeni müslüman olmuş kimselere kaldı. Mevâlî diye  adlandırılan bu kişilerin çoğu Arap değildi.
 Bu  ayrışmada inançla ilgili mezhepler  oluştu. Arkasından diğer mezhepler geldi.  Sonra yapı kemikleşti.  Kur’ân ve sünnetle meşgul  olanlar hür olamadılar, mezheplerin  görüşlerine uydular. Öncekilerin görüşleri,  Kitap ve sünnete perde oldu  ve yukarıdaki ayetin hükmü gerçekleşti. Yanlış  yanlışı doğurdu.  Müslümanların hayatı hurafeye boğuldu. Sonunda müslümanlar hem Kur’ân  ayetlerine,  hem de birer kevnî âyet olan, vücudumuzda ve dış  dünyadaki  âyetlere ilgisiz kaldılar. 
Batılıların kevnî  âyetleri okumasına kadar birçok şey fark edilemedi.  Ne zaman ki onlar kevnî âyetleri okumaya başladılar, o zaman İslam dünyasının durumu ortaya çıktı. Allah’ın  hiçbir âyetini okumayan Müslümanlar, kevnî âyetlerini okuyan Batılılar karşısında şaşkın  ve perişan duruma düştüler.
 Kevnî   âyetleri okumak; insanı, toplumu, toprağı, havayı, suyu, hayvanları,  bitkileri  ve gökyüzünü araştırıp incelemek ve oralardan bilgi edinmek  demektir. Batılılar  bu bilgilerle çok şey başardılar ve başarmaya devam   ediyorlar.
 Peygamberimizin  yetiştirdiği bir avuç müslümanın gittiği yerlerin  hakim rengi hâlâ İslamdır. Fas’tan   Doğu Türkistan’ın en doğusuna kadar bu böyledir. Sözünü ettiğimiz   karışıklıklardan sonra değişen anlayışla gidilen İspanya’da  ve Osmanlı’nın  dört asır kaldığı Batı Trakya’da  ise durum farklı oldu.
 Batı Trakya’ya İslam yerine müslüman aileler götürüldü. Dört asır sonra  bu aileler geri  dönmek zorunda kaldılar. Çünkü Kur’ân dışı engellerle   sarılı İslam dünyasında ufuklar daralmış; İslam, insanlığa sunulan din  olarak  değil, hakimiyetin bir unsuru olarak görülmeye başlanmıştı. Bu  şartlar altında  müslümanlar kendilerine yol gösteremiyorlardı ki   başkalarına göstersinler.
 Bu  kitabı okuyanlar, İslam’ın ilk hali ile bugünkü hali  arasındaki farkı  göreceklerdir. Ama önce Hıristiyanların başına gelenleri okumak   gerekir. Çünkü onları tenkit, müslümanları tenkitten  kolaydır.