Tekil Mesaj gösterimi
Alt 22. September 2008, 02:29 AM   #2
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.076
Tesekkür: 3.618
1.093 Mesajina 2.442 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Günümüz mandıraları

Modern ve teknolojik mandıraların kuruluş gayesini daha iyi anlayabilmek için, önce günümüz gıda sanayi ve teknolojisinin işleyiş biçimini öğrenmemiz gerekir. Tüketiciye konforu, hızı ve güvenliği getirmek aslında bizim dışarıdan gördüğümüz ve kabullendiğimiz nedenlerdir, gerçek neden değil. Asıl neden, herhangi bir besinin hammaddesinin üretim maliyeti ile perakende satış fiyatı arasındaki farkı mümkün olabildiğince arttırarak kârı en yüksek hale getirmektir.

Şöyle bir örnek verelim. Marketten aldığınız bir kahvaltılık mısır gevreğinin yapımında kullanılan mısırın üretim maliyeti, perakende satış fiyatının yüzde 10’unu geçmez. Yani el emeği göz nuru ile o mısırı yetiştiren köylü, 100 lirada ancak 10 lira kazanabilir. Aradaki fark ise zenginleştirme, ambalajlama, pazarlama ya da ulaşım gibi daha burada sayamayacağımız sürüyle teknolojik işlemi yürüten aracı kuruluşlara ödenmektedir.

O nedenledir ki üzerinden en çok kâr edilen besinler, aynı zamanda en çok işlem görmüş besinlerdir ve de televizyonda en fazla bu gıdaların reklâmı yapılır. Yiyecek sektörünün bu zihniyetle nasıl korkunç bir hızda büyüdüğüne bir örnek verelim. Doktor Ron Schmid’in belirttiği üzere 1990 yılından bu yana gıda şirketleri tam yüz binin üzerinde tamamen yeni paket yiyecek ve içecek türünü piyasaya sürmüştür (1). Bu gıdaların dörtte birinden fazlası o reklâmlarda çok sık duyduğumuz “zenginleştirilmiş” yiyeceklerdendir ve yüksek kalsiyumlu, lifli, vitaminli, ya da düşük yağlı diye pazarlanmaktadırlar.

İşte zamanının aile mandıralarının, günümüz modern süt fabrikalarına dönüşmesinin başlıca nedenlerinden birisi de budur. Şöyle bir düşünün, kaç farklı çeşit süt tezgâhlarımızı süslüyor? Pastörize süt, UHT (uzun ömürlü) süt, homojenize süt, tam yağlı süt, az yağlı süt, yağsız süt, D Vitamini katkılı süt, kalsiyumca zengin süt, aromalı sütler ve daha niceleri. Hatta ve hatta süt içerisindeki doğal yağın sağlığa zararlı olduğu iddiaları nedeniyle (ki siz sevgili okurlar bu iddiaların doğruluğunu sorgulayan yazılarımızı kitabımızın önceki bölümlerinden hatırlayacaksınız) Amerika’da şimdi de ayçiçek yağlı süt bile üretilmektedir. Acaba tabiat ana, yavruyu mükemmelleştirecek besin maddelerini bilmiyor muydu da böylesine fazla çeşide ya da zenginleştirmeye gerek duyuldu? Yoksa amaç aslında cepleri mi doldurmaktı?

Bu kadar karmaşık ve fazla çeşit işlemin yapılabilmesi için elbette ki en pahalı makineler ile donatılmış büyük sanayi fabrikalarına duyulan ihtiyaç artacak, bu makineleri almaya gücü yetmeyen küçük aile mandıraları ise yok olmaya yüz tutacaktır. Öyle ki Amerika’da 1950’lerde küçüklü büyüklü 4 milyona yakın aile mandırası bulunurken, 2000’li yıllarda bu sayı yüz bin civarına inmiştir (1).

Bir başka istatistiğe göre ise 2002 senesinde Amerika’da her gün yaklaşık 24 süt üreticisi işini kaybetmiştir (1). Mandıraların sayısı azalırken, mandıra başına düşen inek sayısı artmıştır. 1950’lerde mandıra başına 6 inek düşer iken, 2000 yılında tüketilen toplam sütün yüzde 50’den fazlasının geldiği mandıralarda 500’ün üzerinde inek barınmaktadır. Ron Schmid, bu tablonun Amerikan Tarım Bakanlığı’nın “Ya büyük şirketlere katıl, ya da kaybol!” politikasının çok güzel bir yansıması olduğunu sözlerine eklemektedir.

Modern mandıracılıkta gelirin azami seviyelere çıkartılması iki farklı yolda olur. Bunlardan ilki, masrafları en aza indirmektir. Sayıları binleri bulan ineklerin ahırlara en ekonomik şekilde sığdırılabilmesi için inekler eni bir buçuk, boyu ise iki buçuk metreyi aşmayan gözlere yerleştirilirler.

Eskiden bir isim verilerek ailenin parçası haline gelen bu hayvanlar, bu mekânlarda başlarını bile rahatlıkla çeviremez hale gelirler. Köylerdeki akrabaları bol bol güneş ışığı görüp yumuşak toprak üzerinde hareket ederken, bu zavallı hayvanlar beton üzerinde, daracık mekânlarda ve loş ışıkta yaşamlarını sürdürürler.

Köylerde otlaklardaki inekler 25 yaşına kadar yaşayabilirken modern mandıralardaki ineklerin en fazla 4 yaşına kadar yaşayabilmesinin nedenlerinden birisi de budur. Huysuzluk, sinirlilik genellikle hâkimdir ve bu da ineklerin ayakta daha fazla durmalarına sebebiyet verir. Tabiatta yerde geçirdikleri süre günde 12 ila 14 saat olan inekler, modern ahırlarda beton üzerinde uzun süreler ayakta bekledikleri için artan basınçlara dayanamayan ince ayak kemikleri ve toynaklarında lamına iltihabı denilen bir sakatlığın görülme oranı yüzde 50’lere kadar çıkabilir (1, 5, 8, 12, 13, 15).

Bu durumda hemen hesap makinelerine sarılan mandıra sahipleri, kötü yaşam koşullarından hastalanan ya da sakatlanan ineklerin ilaç ve benzeri veteriner masrafları ile onların direkt kesimhaneye satılmasından elde edilecek kazancı karşılaştırırlar. İşte şimdi duyacağınız gerçek kitabımızın en acı gerçeklerinden birisidir. Modern “fast-food” zincirlerinin restoranlarında yediğimiz etlerin büyük bir kısmı, hastalık ve sakatlıklardan ya hayatını kaybetmiş, ya da veteriner masrafları aşırı derecede artmış bulunan mandıra ineklerinin kesimhaneye verilmesi suretiyle elde edilen etlerden gelmektedir (1, 5, 8, 12, 13, 15).

İnsan gücünün yerini makinelere bırakması masrafları indirmenin bir diğer yoludur. Böylece ineklerden sütün sağılma işleminden tutun da onların beslenmesine kadar hemen hemen bütün işlemler makinelerce yapılmaktadır. İnsan gücü ortadan kaldırıldığı için taze çimen, saman, kök sebzeleri ya da yeşil yapraklar gibi ineklerin doğal gıdaları ile uğraşmaktan kurtulunmuştur.

Bunun yerine inekler onları en kısa sürede şişmanlatacak ucuz tahıl ürünleri ve mısır ile beslenirler (böylece ineklerin çoğu diyabetik olmaktadırlar!-editör-). Hatta ve hatta bazı üreticilerin yemlerin içerisine gazete parçaları, karton kırtıkları, odun talaşı ve çimento tozu bile karıştırdıklarına dair deliller bulunmaktadır (1, 5, 8, 12, 13, 15).

Kendi doğal besinleri yerine, bu ucuz ve sağlıksız yemlerle beslenen ineklerde insan sağlığını yakından ilgilendiren önemli sorunlar baş gösterir. Bunlardan ilki, ineklerin çabuk ve aşırı kilo almasıdır. Ancak bu hiç de sağlıklı bir kilo alımı değildir. Bilindiği gibi organizmada oluşan toksinlerin ilk uğrak yeri karaciğerdir. Ancak karaciğer depolayabileceğinden daha fazla toksin ile bombardıman edilirse bu toksinlerin fazlasını organizmanın yağ depolarına gönderir.

İnekler bu sağlıksız ve besin içeriği düşük yemlerle beslendikçe vücutlarındaki toksin oranı, dolayısıyla da o toksinleri barındıracak yağ kitlesi de artış gösterecektir. Nitekim Amerikan Tarım Bakanlığı çimento tozunun ineklerde diğer yemlere göre yaklaşık yüzde 30 daha hızlı kilo alımına yol açtığını, o nedenle gelecek için “cazip” bir alternatif olduğunu öne sürmektedir! (1).

İnekleri ucuz tahıl ve mısır ile beslemenin bir diğer önemli sakıncası ise ineklerin midesindeki doğal hidrojen (asit/baz) dengesinin bozulmasıdır (1, 5, 8, 12, 13). Doğal şartlarında büyüyen bir ineğin midesi nötr asitlik derecesine sahiptir. E. Coli ve benzeri insan sağlığına zararlı bazı bakteriler, ineklerin nötr mide ortamında yaşayabilmektedirler. İnsan vücudunda ise mide daha asidik olduğu için bu ineklerin eti ya da sütü tüketildiğinde bu zararlı bakteriler insan midesinde doğal olarak yaşayamaz ve ölürler.

Hâlbuki araştırmalara göre uzun süreli mısır ve hububat ile beslenmeye bağlı olarak nişastalı ve şekerli besinlerin ürettikleri asitler nedeniyle ineklerin mide ortamı daha da asitli bir hale dönüşmektedir (1, 5, 8, 12, 13). Bu durumda ineklerin midesindeki bakteriler zamanla asitliğe karşı bağışıklık kazanmaya başlayarak, insan vücuduna geçtiklerinde de ölmeyerek zararlı faaliyetlerini sürdürebileceklerdir.

Masrafların en aza indirilmesinden sonra kâr işlemlerinin ikincisi, her bir inekten doğal olarak elde edilen süt miktarının arttırılması çalışmalarıdır. Bu konuyu detaylarıyla açıklamadan önce şu gerçekleri öğrenmeliyiz. Tabiatta her anne hayvanın (buna insanlar da dâhildir) kendine özgü bir süt üretim süresi ve miktarı mevcuttur. Bu miktarların ve sürelerin üzerine çıkılması, sütü veren annenin sağlığını kötü şekilde etkileyeceği gibi, o sütün kalitesini de düşürecektir.

Çünkü doğal süt salgısının kendisi bile zaten sütü veren anne için yeterince zordur, anne kendi dokularından harcar, kilo verir ve hastalıklara karşı daha savunmasız bir hale gelir. Olağan miktarlarda ve sürelerdeki süt salgısı bile organizmaya böylesine yükleniyor ise, hormonlar ve kimyasallar kullanılarak bu değerlerin arttırılmasının o anne için ne kadar risk taşıyacağını ve üstüne üstlük o sütün kalitesini nasıl azaltacağını tahmin etmek zor değildir.
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla