Bu konuyu Doktor Schmid’in dışında yakından takip eden bir diğer kişi, deli dana hastalığı daha ortaya çıkmadan önce halkı bu konuda uyaran ve “Milk, the Deadly Poison (Süt, Öldürücü Zehir)” kitabının yazarı genetik araştırmacısı Robert Cohen’dir (14).
Bu her iki araştırmacı da nasıl 1900’lü yılların ortalarında doğal süt salgısı günde 7 buçuk litre civarlarında olan ve ortalama 12 hafta süreyle süt veren ineklerin, 2000’li yıllarda günde 25 litrelere varan miktarlarda ve 24 haftaya yakın sürelerde süt verdiklerini vurgulamaktadırlar. Günümüz süper ineklerinin bir süt döngüsünde 8 tona yakın süt verebileceklerini öne süren Doktor Schmid, bu miktarın normal bir ineğin yavrusunu (buzağı) büyütürken gereksinim duyacağı süt miktarının neredeyse 20 katı olduğunu belirtmektedir (1,14).
Süt miktarının yapay yollarla böylesine arttırılması, onun vitamin ve mineral yoğunluğunun toplam hacme oranını büyük ölçüde azaltarak onu iyice sulandıracaktır (1). Azalan vitaminlerin en başta gelenleri, kansere karşı savaş verme özellikleri ile bilinen E vitamini ile vücutta sonradan A vitaminine dönüştürülecek olan beta-karotendir. Doğal çiftliklerde yaşamakta olan inekler çok daha az süt veriyor olmalarına rağmen bu sütün vitamin ve mineral zenginliği oldukça yüksektir.
Bu durumun farkında olan gıda endüstrisi, bu sütleri sentetik vitamin ve mineral katkıları ile sözde “zenginleştirme” ye çalışırlar. Bu sentetik vitamin ve mineraller vücut tarafından oldukça zayıf şekilde emebilirler ve pastörizasyon kısmında da açıkladığımız gibi özellikle demir toksin özellik yaratarak kalp damar hastalıkları riskini arttırmaktadır .
Modern fabrikalardaki inekleri neredeyse geniş çaplı üretim ünitelerine dönüştüren kimyasal ilaçlardan en çok bilineni, diğer adı Posilac olan recombinant bovine growth hormone (rbGH) hormonudur. (1, 5, 8, 9, 12-16).
İneklerin vücudunda ister istemez streslere yol açacak olan bu hormon, mastit adı verilen meme iltihabı riskini yüzde 80 oranında arttırır.
Zaten kötü beslenme ve yaşam koşulları nedeniyle bağışıklık sistemleri zayıflamış olan bu hayvanlarda büyük oranlarda antibiyotik kullanımı kaçınılmaz duruma gelir. Bu nedenledir ki Amerikan Yiyecek ve İlaç Standartları Enstitüsü’nün araştırmalarına göre mandıra ineklerinde şu ana kadar onayı verilmiş 30 kadar antibiyotik çeşidi kullanılmaktadır ve tezgâh altından bir diğer 50 çeşidinin de kullanıldığı sanılmaktadır (1, 8, 12, 13).
İneklerde bu kadar geniş ölçüde antibiyotik kullanımı, biz insanların sağlığı acısından hiç de iyi değildir. Tıpkı sığırların ucuz tahıl ve hububat ile beslenmesiyle vücutlarındaki bakterilerin asitli ortamlara bağışıklık kazanmasında olduğu gibi, onlarda aşırı antibiyotik kullanımı birçok mikrobun bu antibiyotiklere zamanla bağışıklık kazanarak süper mikropların türemesine yol açacaktır.
Veterinerlikte kullanılan birçok antibiyotik türü insanlarda kullanılan antibiyotiklerden türetildiği için, önceden sığırların organizmasında bulunup da bir şekilde sindirim sistemimize ulaşan bu süper mikroplar bir hastalığa yol açtığında doktorumuzun verdiği antibiyotikler pek bir işe yaramayacaktır. Bu bilgileri doğrular şekilde bugüne kadar gıda zehirlenmeleri arasında en büyüğü olarak bilinen, 1985 yılında yaklaşık 200 bin kişiyi etkileyen Salmonella bakterisi salgını, çiğ sütten değil, pastörize sütten kaynaklanmıştır ve 2 sene sonra Aralık 1987’de bu salgın hastalığa yol açan bakterinin tam 14 farklı çeşit antibiyotiğe dayanıklı olduğu keşfedilmiştir (1). Bu demektir ki mikroplar ve bakteriler son yüzyılda aldıkları süper güçleri; pastörizasyon, sterilizasyon ya da anti bakteriyel tedaviler gibi modern insanlığın buluşlarına borçludur!
Süt veren ineklere aşılanan rbGH hormonu ile ilgili sağlığımızı en çok tehdit eden unsur, insülin benzeri büyüme faktörü olarak bilinen IGF-1’dir (İnsülin benzeri büyüme faktörü) (16). IGF–1 doğal sütte bulunan yaklaşık 70 kadar amino asidin birleşiminden oluşmuş bir çoklu amino asit zinciridir. Karaciğerimizin ve diğer bazı dokularımızın doğal olarak salgıladığı IGF–1 vücutta normal seviyede bulunduğunda tıpkı büyüme hormonu gibi davranır ve gelişmeyi, büyümeyi kontrol eder. Çocukların bol bol süt içmesinin tavsiye edilmesinin nedeni de budur.
Peki, problem bunun neresinde diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Araştırmalara göre IGF–1 faktörünün vücudumuzda doğal değerlerin üzerinde bulunması, özellikle belli yaşlarda kanser riskini büyük ölçüde arttırabilmektedir. Nitekim bilim adamları, 45–50 yaşlarındaki bayanlarda yüksek IGF–1 faktörünün meme kanseri riskini 7 kez, erkeklerde ise prostat kanseri riskini yaklaşık 4 kez daha fazla arttırdığını belirtiyorlar.
IGF–1 faktörü doğal inek sütünde vücudumuzun kullanabileceği oranlarda bulunurken, ne yazık ki pastörizasyon sonrasındaki sütte arttığı gibi, üstüne üstlük rbGH hormonunun kullanılması durumunda bu artış kat kat daha fazla olabiliyor.
Bütün bu risklerin biliniyor olmasına rağmen bırakın bu hormonun yasaklanmasını, Kasım 2004 tarihinde hormonun üreticisi Monsanto firmasının ürün satışlarında yüzde 70 artış olduğunu beyan edebilmesi, modern süt endüstrisinin nasıl sağlığımız yerine ceplerindeki fazladan kazancı düşündüğünü göstermektedir.
Modern süt endüstrisinin uygulamaları ile ilgili bu bölümde üzerinde duracağımız son önemli konu, dezenfeksiyon ve sterilizasyon işlemleridir. Bir süt fabrikasında çekilmiş fotoğraflara dikkati çeken beslenme uzmanı Sally Fallon, sütün ineklerden elde edilmesiyle başlayıp, paketlenme ve dağıtım evrelerine ulaşana kadar nasıl kilometrelerce uzunlukta metal boru hatlarının kullanıldığını göstermektedir (1). Bütün bu metal boruların, süt toplama depolarının ve süt sağım teçhizatlarının her süt transferinden önce ve sonra günde ortalama üç sefer kimyasal deterjanlarla yıkanıp sterilize edilmesi gerektiğini söyleyen Fallon, başta klorlu bileşikler ve dörtlü (kuvatner) amonyum bileşikleri olmak üzere bu kimyasalların bardağımızdaki süt içerisine belli oranlarda karışmasının önüne geçilemeyeceğini savunmaktadır.
Bazı süt teknolojisi uzmanları da süt içerisindeki bu kimyasal çözeltiler nedeniyle dönem dönem peynir fabrikalarının yüzde 17’sinin süt fermantasyonunda zorluk yaşadığını ve peynir yapamadıklarını vurgulamaktadır (17,18). İçindeki kimyasal deterjan çözeltileri nedeniyle peynir yapılamayan sütlerin insan sağlığına ne kadar yararlı olduğu tartışılır.
Modern süt fabrikalarında insan sağlığını yakından ilgilendiren diğer iki konu, sütün kalsifikasyonu ve hidrojenasyonu bir sonraki bölümde aktarılacaktır.
|