Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
|
Başlangıçta sadece tek bir ümmet olan insanlığın sonradan farklı inançlara, farklı gruplara ayrıldıklarının bildirildiği bu âyetten anlaşıldığına göre; insanların sonradan birtakım ihtilâflara düşerek ayrışması Allah'ın irâdesi ve izniyledir. Yani Yüce Allah, inanma konusunda insanlara herhangi bir zorlama yapmayarak onları özgür bırakmış, böylece de insanlar arasında ihtilâflar oluşmuştur.
İNSANLAR AYRILIĞA DÜŞMEDEN ÖNCE TEK BİR ÜMMET İDİLER
Çoğulu الامم [ümem] olan الامّة [ümmet] sözcüğü, ümm, ümmî, emam, imâm, âmmîn, teyemmüm sözcükleri gibi emm kökünden türemiştir. Emm sözcüğü; “kasdetmek, amaçlamak” demek olduğu için gerek ümmet sözcüğünde, gerekse de sözcüğün diğer türevlerinde –Türkçe'deki kullanımına uymasa da– “kasdetmek” anlamı mevcuttur.[205]
Ümmet sözcüğünün terim anlamı ise, “kendi irâdeleriyle veya bir zorunluluk neticesinde aynı zamanda aynı yerde bulunan; iyi ya da kötü aynı inanca sahip olan; aynı amacı gütme neticesinde bir arada yaşayan insan topluluğu” demektir. Çoğulu olan ümem sözcüğü ile birlikte Kur’ân'da 64 yerde geçmektedir. Ayrıca Kur’ân'da değişik kalıplarda olan ama aynı kökten gelen yüzlerce sözcük mevcuttur. Bu sözcüklerin hepsi de “kasdetmek, amaçlamak” anlamı eksenindedir.
Ümmet kavramı ile ilgili olarak A‘râf sûresi'nde açıklama yapıldığı için ilgili bölümün oradan[206] okunmasını öneriyor, insanların önceleri tek bir ümmet olduğu konusuna geçiyoruz:
İnsanlar tek bir ümmet idi. Allah, peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. Anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetsin diye o peygamberle beraber, gerçekleri içinde taşıyan kitap indirdi. Oysa kendilerine kitap verilmiş olanlar, kendilerine açık deliller geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlıktan ötürü, o kitap hakkında anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, Kendi izniyle inananları, onların üzerinde ihtilâf ettikleri gerçeğe iletti. Allah, dilediğini doğru yola iletir. (Bakara/213)
Yukarıdaki âyette insanların kendilerine uyarıcı gelmeden önce [küfür yolunda iken] bir tek ümmet oldukları bildirilmektedir. Sözcük küfür yolundaki insanlar için kullanıldığı gibi, mü’minler topluluğu için de kullanılmıştır. Nitekim aşağıdaki âyetlerde ümmet sözcüğü mü’minler için kullanılmıştır:
Ey elçiler! Tayyibâttan [temiz, hoş, yararlı şeylerden] yiyin ve sâlihi işleyin. Şüphesiz Ben sizin yaptıklarınızı çok iyi bilenim. Ve işte bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O hâlde Bana takvâlı davranın. Sonra insanlar kendi aralarındaki işlerini parça parça böldüler. Her grup, kendinde bulunan ile sevinip böbürlendi. (Mü’minûn/51-53)
Şüphesiz bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O hâlde Bana kulluk edin. (Enbiyâ/92)
Buna göre, konumuz olan 19. âyette geçen, insanlar sadece bir tek ümmetti ifadesine şu manalar verilebilir:
* İnsanlar önceleri tevhid ve İslâm ümmeti idiler. Ancak daha sonraları bir kısmının tevhid inancını bırakarak şirke batması sebebiyle aralarında ayrılık baş gösterdi. Böylece birbirlerine karşı hakk-hukuk tanımayan, her türlü zulmü reva gören çeşitli gruplara ve milletlere ayrıldılar.
* İnsanlar önceleri kâfir bir ümmet idiler. Ancak daha sonraları bir kısmı İbrâhîm peygamber gibi hanifleşti ve diğerlerinden ayrılarak tevhid ve İslâm ümmeti oldu.[207]
Bu âyette, elçilerin müjdecilik, uyarıcılık ve hükümdarlık niteliklerine dikkat çekilmiştir.
Elçilerden sonra insanların Allah'a karşı bir delilleri olmasın diye müjdeciler ve uyarıcılar olarak elçiler gönderdik. Ve Allah azîz'dir Ve hakîm'dir. (Nisâ/165)
Bu âyette bahsi geçen insanlar ifadesi, “İsrâîloğulları” olarak da anlaşılabilir, ki bizce bu tercihe daha şayandır.
Burada İsrâîloğulları'nın peygamberlik müessesine yabancı olmadıkları, dolayısıyla Rasûlullah'ın elçiliğini onaylamaları, hatta bunu herkese ilan etmeleri gerektiğine işaret edilmektedir.
214. Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hâli size gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara yoksulluklar, sıkıntılar dokundu ve sarsıldılar; hatta elçi ve beraberinde iman edenler, “Allah'ın yardımı ne zaman?” derlerdi. –Dikkat edin! Gerçekten Allah'ın yardımı pek yakındır.–
Bu âyette, cennete kolaycacık girilemeyeceği, onun bir bedelinin olduğu beyân edilmektedir:
Yoksa Allah, içinizden çaba harcayanları bildirmeden ve sabredenleri de bildirmeden cennete gireceğinizi mi sandınız. (Âl-i İmrân/142)
İnsanlar, fitnelendirilmeden, “İman ettik” demeleriyle, bırakılıvereceklerini mi sandılar? Ve andolsun ki Biz, onlardan öncekileri de fitnelendirmiştik. Artık elbette Allah, doğru kimseleri bildirecektir ve elbette yalancıları da mutlaka bildirecektir. (Ankebût/2-3)
Bu âyetin iniş sebebi hakkında kaynaklarda şu bilgiler verilmiştir:
Bu âyet-i kerîme yurtlarını ve mallarını müşriklerin ellerinde bırakan, Allah'ın rızasını tercih edip hicret eden, –diğer taraftan Yahûdiler Rasûlullah'a (s.a) düşmanlıklarını açıkça ortaya koyup bazı zenginler de münâfıklığı içten içe gizlemeleri üzerine– Muhâcirlere teselli olmak üzere nâzil olmuştur. İşte Yüce Allah onların kalplerini hoş tutmak üzere, Yoksa siz... sandınız? âyetini inzâl buyurdu. Burada buyruğun anlamı şudur: “Yani, sizler sizden öncekilerin mihnete düştükleri gibi imtihan olunmadan ve onların sabrettikleri gibi siz de sabretmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?”[208]
Bu âyetin, münâfıkların reisi olan Abdullah b. Übeyy'in, Hz. Muhammed'in (s.a) ashâbına, “Ne zamana kadar canlarınızı verecek ve boş şeyleri umacaksınız. Şâyet Muhammed peygamber olsaydı, Allah size esareti ve ölümü musallat etmezdi” dediği zaman, Uhud harbi esnasında nâzil olduğu da söylenmiştir.[209]
Bu âyette zikredilen elçi ve beraberindeki mü’minlerin kimler olduğu hakkında değişik fikirler ortaya atılmışsa da bunun, muayyen bir peygamber ve ümmeti ile tahsis edilmesini doğru bulmuyoruz. Çünkü söz konusu sıkıntıları her peygamber ve ümmeti yaşamıştır. Bu durumu, Rasûlullah ile örnekleyecek olursak:
Ekonomik kuşatmanın en önemli örneklerinden biri Mekke'de Rasûlullah'ın tevhid mücadelesinin engellenmesi amacıyla uygulanmıştır.
Kureyş müşrikleri, Rasûlullah'ın (s.a) kavminin o'nu koruduğunu görünce onlara karşı tavır almaya ve onları Mekke'den Şi’bu Abdilmuttalib olarak da adlandırılan vâdi'ye çıkarmaya karar verdiler ve Hâşimoğulları'yla Muttaliboğulları'na karşı aralarında işbirliği yapacaklarına dair bir yazı [anlaşma metni] yazmaya karar verdiler. Bu anlaşmaya göre onlardan kız almayacak ve onlardan birine kız vermeyeceklerdi. Onlara bir şey satmayacak ve onlardan bir şey satın almayacaklardı. Kendileriyle hiçbir anlaşma kabul etmeyeceklerdi. Rasûlullah'ı (s.a) öldürmeleri için kendilerine teslim etmedikleri sürece onlara hiçbir şekilde acımayacaklardı.
Söz konusu kuşatmaya dair anlaşma metinlerini, kendi açılarından daha çok bağlayıcı olması için Ka‘be'nin duvarına astılar. Böylece onlarla bütün ticarî ilişkilerini kestiler. Onlara hiçbir yiyecek, giyecek bırakmıyor, onlara bir şey satmıyor ve ihtiyaçlarını da başkalarından satın alıyorlardı. Kureyşliler bu uygulamayı başlatınca Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları Ebû Tâlib'in etrafına toplandılar ve mü’min olanları da kâfir olanları da onunla birlikte adı geçen vâdiye çekildiler. Mü’min olan dini, kâfir olan da hamiyyeti dolayısıyla buraya girdi. Sadece Hâşimoğulları'ndan Ebû Leheb Kureyşlilerin tarafına geçti ve onlara destek verdi.
Bu kuşatma tam üç yıl sürdü. Kuşatmaya alınanlar iyice zor duruma düştüler. Kureyş'ten kendilerini ziyaret etmek ve onlara bir şey getirmek isteyen kimse bunu ancak gizlice ve başkalarından saklayarak yapabiliyordu. Daha sonra Kureyşlilerden bazıları bu anlaşmayı bozmaya uğraştı. Anlaşmanın uygulanmasını izleme görevi Hişâm ibn Amr'a verilmişti. Anlaşmanın bozulması konusuyla ilgili olarak İbn Adiy'in yemekhanesine gitti. Kureyş'ten bir topluluk da orada bulunuyordu. Ona bu konuda olumlu cevap verdiler. Rasûlullah (s.a) da kendi kavmine, Yüce Allah'ın o yazı metnine bir kurt gönderdiğini ve o kurdun Allah ibareleri dışındaki bütün yazıları yediğini haber verdi. Gerçekten de öyle olmuştu. Sonra Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları Mekke'ye döndüler ve Ebû Cehl'in itirazına rağmen barış sağlandı.[210]
Müşriklerin ekonomik ambargolarına rağmen mü’minler inançlarından zerre kadar taviz vermediler. Tevhid mücadelelerini kararlılıkla sürdürdüler.
Ayrıca, bu iman âbideleri Mekke'den mallarını-mülklerini, evlerini-barklarını müşriklerin ellerinde bırakarak çıkmışlardı. Medîne döneminde de aynı sıkıntılar sürmüştür. İşte Medîne dönemine ait, Hendek savaşı'nı anlatan bir sahne:
Hani onlar, üst tarafınızdan ve sizden daha aşağıdan size gelmişlerdi. Ve hani gözler kaymıştı, yürekler gırtlaklara ulaşmıştı. Ve siz Allah hakkında zann yaptıkça zann yapıyordunuz. İşte burada mü’minler belâlandırılmış ve çok şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı. Ve o vakit münâfıklar ve kalblerinde bir hastalık bulunanlar, “Allah ve Elçisi bize bir aldanıştan başka bir vaad yapmamış” diyorlardı. (Ahzâb/10-12)
Âyette bahsedilen Allah'ın yardımının nasıl gerçekleştiğinin cevabı da Ahzâb/9'da bulunabilir:
Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; hani size ordular saldırmıştı da, Biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi. (Ahzâb/9)
Allah yardımı, A) Rüzgar ve fırtına, B) Meleklerden oluşan bir ordu ile tecelli etmişti.
Evet, bir bedel ödemeden cennete gidilemiyor. Cennetin bedeli ise şu âyetlerde bildirilmiştir:
Şüphesiz Allah, inananlardan canlarını ve mallarını Cennet karşılığında satın almıştır: Onlar, Allah yolunda savaşırlar; sonra öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allah'ın Tevrât, İncîl ve Kur’ân'daki gerçek bir sözüdür. Ve sözünü, Allah'tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alış-verişle sevinin. Ve işte bu büyük başarının ta kendisidir. (Tevbe/111)
Ey inanmış olan kimseler! Size, sizi can yakıcı bir cezadan kurtaracak, kazançlı bir ticaret göstereyim mi? Allah'a ve O'nun Elçisi'ne inanacaksınız; Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla çaba harcayacaksınız. İşte bu, eğer bilirseniz, sizin için daha iyidir: Sizin günahlarınızı bağışlar ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki hoş meskenlere girdirir. İşte bu, büyük kurtuluştur. Ey iman etmiş olan kimseler! Allah'ın yardımcıları olun! Hani Meryem oğlu Îsâ havarilerine, “Allah'a gidişte benim yardımcılarım kimdir?” demişti de, havariler, “Biz Allah'ın yardımcılarıyız” cevabını vermişlerdi. Bunun ardından İsrâîloğulları'ndan bir zümre iman etmiş, bir zümre de küfre sapmıştı. Nihâyet Biz, iman sahiplerini düşmanlarına karşı güçlendirdik de onlar üstün geldiler. (Saff/10-12)
215. Onlar, sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: Hayırdan [maldan] verdiğiniz şeyler, ana-baba, en yakınlar, yetimler, miskinler ve yolda kalmışlar içindir. Ve hayırdan ne işlerseniz, artık şüphesiz Allah, onu en iyi bilendir.
Bu âyet, müstakil bir necm konumundadır. 195. âyette, infak emredilmişti, bu âyette ise infakın kimlere yapılacağı açıklanmıştır.
Kaynaklarda bu âyetin iniş sebebi hakkında şu bilgiler verilmiştir:
Bu âyet-i kerîme Amr b. el-Cemuh hakkında nâzil olmuştur. Oldukça yaşlı bir ihtiyar idi. “Ey Allah'ın Rasûlü! Benim malım pek çoktur. Ben o malın ne kadarını tasadduk edeyim ve kime infak edeyim? diye sordu. Bunun üzerine, Onlar sana neyi infak edeceklerini soruyorlar âyeti nâzil oldu.[211]
Atâ şöyle demiştir: İbn Abbâs'tan (r.a) rivâyet edildiğine göre bu âyet, Hz. Peygamber'e (s.a) gelen ve, “Benim bir dinarım var” diyen, Hz. Peygamber'in kendisine, “Onu kendin için harca” dediği; o kimsenin, “Benim iki dinarım var” demesi üzerine Hz. Peygamber'in, “Onları ailen için harca” buyurduğu; bu sefer de adamın, “Benim üç dinarım var” dediği; Hz. Peygamber'in (s.a) de, “Onu hizmetçin için harca” cevabını verdiği; adamın, “Benim dört dinarım var” demesi üzerine de, Hz. Peygamber'in “Onu ana-baban için harca” dediği; adamın, “Benim beş dinarım var” dediği; Hz. Peygamber'in (s.a), “Onu akrabaların için harca” cevabını verdiği; adamın son olarak, “Benim altı dinarım var” demesi üzerine de, Hz. Peygamber'in (s.a), “Onu Allah yolunda harca; bu harcamaların en güzelidir” dediği bir adam hakkında nâzil olmuştur.
Yine Kelbî, İbn Abbâs'tan (r.a), bu âyetin Amr b. el-Cemûh hakkında nâzil olduğunu rivâyet etmiştir. Bu zat yaşlı ve düşkün birisi idi. Uhud savaşı'nda şehid edilmiştir. Çok zengin idi. Bundan dolayı, “Mallarımızı kimlere infâk edelim ve nereye koyalım?” diye sorduğunda, bu âyet inmişti.[212]
Âyette, görüldüğü üzere soranlar, “neyi infak edeceklerini” sormuşlar, cevap ise “kime infak edecekleri” yönünde gelmiş ve böylece kendilerine sanki, “Bu yersiz bir sorudur. Malın helâl olması ve verilmesi gereken yerlere verilmiş olması şartıyla ne infâk edersen et” denilmiştir. Neyin infak edileceği ise, 219. âyette belirtilmiştir.
Âyette, infak edilecek kimseler, ana-baba, en yakınlar… şeklinde sayılmıştır. Demek oluyor ki akrabalar, kişinin parçası mesabesinde olmakla birlikte, insanın önce kendisini düşünmesi lazımdır.
Mallarını Allah yolunda harcayan kimselerin örneği, yedi başak bitiren ve her başağında yüz adet tane bulunan tane örneği gibidir. Allah dilediğine katlar. Ve Allah vâsi'dir, alîm'dir. (Bakara/261)
Allah'ın rızasını kazanmak ve kendilerini sağlamlaştırmak için infakta bulunanların/mallarını bağışlayanların durumu da kendisine bol yağmur isâbet edip de ürününü iki kat veren, verimli topraklardaki bir cennetin/bahçenin durumuna benzer. Böyle bir bahçeye bol yağmur düşmese de bir çisinti… Allah, yapmakta olduklarınızı en iyi görendir. (Bakara/265)
Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz birr değildir. Ama birr [iyi olan kimseler], Allah'a, Âhiret Günü'ne/Son Gün'e, meleklere, Kitab'a, peygamberlere inanan; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolcuya ve dilenenlere ve boyunduruktakilere [kölelere], ona [Allah'a/mala/vermeye] sevgisi olmasına rağmen, veren ve salâtı ikâme eden, zekâtı veren kimselerdir. Ve de sözleştiklerinde, sözlerini tastamam yerine getiren, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreden kimselerdir. İşte onlar, sadık olanlardır. Ve işte onlar, takvâlı olanların ta kendileridir. (Bakara/177)
Sana hamrdan [aklı karıştıran/örten şeylerden] ve şans oyunlarından soruyorlar. De ki: “Bu ikisinde büyük bir günah, bir de insanlar için bazı menfaatler vardır. Fakat dünya ve âhirette günahları, menfaatlerinden daha büyüktür.” Yine sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: “İhtiyaçtan fazlasını infak edin.” Allah, tefekkür edersiniz diye âyetlerini işte böyle sizin için ortaya koyuyor. Sana yetimlerden de soruyorlar. De ki: Onlar için iyileştirme, en iyisidir. Eğer onlara karışırsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyla iyileştiriciyi bilir [birbirinden ayırt eder]. Eğer Allah dileseydi, sizi zora koşardı. Şüphesiz Allah azîz'dir, hakîm'dir. (Bakara/219-220)
Mallarını Allah yolunda harcayan kimselerin örneği, yedi başak bitiren ve her başağında yüz adet tane bulunan tane örneği gibidir. Allah dilediğine katlar. Ve Allah vâsi'dir, alîm'dir. Şu, Allah yolunda mallarını bağışlayan, sonra verdiklerinin arkasından başa kakmayan ve incitmeyen kimselerin mükâfâtları Rabb'lerinin yanındadır. Onlar üzerine hiçbir korku yoktur ve onlar, üzülmeyeceklerdir. Ma‘rûf söz [bir tatlı dil, güzel söz] ve bağışlamak, kendisini eza [incitme, başa kakma] izleyen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, ğanî'dir [zengindir; hiçbir şeye muhtaç değildir], halîm'dir [yumuşak davranandır]. Ey iman etmiş kimseler! Allah'a ve son güne inanmadığı hâlde malını insanlara gösteriş için bağışlayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakarak ve eziyet ederek boşa çıkarmayın. İşte onun durumu, üzerinde biraz toprak bulunup da üzerine bir sağanak isâbet ettiği zaman, sağanağın cascavlak olarak bıraktığı kayanın durumu gibidir. Onlar, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Ve Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet etmez. Allah'ın rızasını kazanmak ve kendilerini sağlamlaştırmak için infakta bulunanların/mallarını bağışlayanların durumu da kendisine bol yağmur isâbet edip de ürününü iki kat veren, verimli topraklardaki bir cennetin/bahçenin durumuna benzer. Böyle bir bahçeye bol yağmur düşmese de bir çisinti… Allah, yapmakta olduklarınızı en iyi görendir. (Bakara/261-265)
Sevdiğiniz şeylerden bağışlamadıkça asla birr'e eremezsiniz. Siz her neyi bağışlarsanız da kesinlikle Allah onu en iyi bilendir. (Âl-i İmrân/92)
Ve onlara, iki adamı örnek ver: Biz bunlardan birine her türlü üzümlerden iki bağ kıldık ve ikisinin [iki bağın] etrafını hurmalarla donattık. Aralarında da bir ekinlik kıldık. Her iki bahçe de, hiçbir şeyi eksik bırakmaksızın, ürünlerini verdiler. Aralarında da ırmak yardık/akıttık. Bu kişi [iki bağın sahibi] için ayrıca başka gelir de vardı. Bundan dolayı bu adam arkadaşına konuşarak, “Ben, malca senden daha çok, insan sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm” dedi. Ve bu adam, kendine zulmederek bağına girdi: “Ben, bunun hiç yok olacağını sanmıyorum. Ben Sâ‘at'in kopacağını da zannetmiyorum. Velev ki Rabbime geri götürüldüm, kesinlikle orada bundan daha iyi bir sonuç bulurum” dedi. Arkadaşı konuşarak ona, “Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, daha sonra da seni olgun insan hâline getireni mi inkâr ediyorsun? Fakat ben; O, benim Rabbim Allah'tır. Ve ben Rabbime kimseyi ortak koşmam. Kendi bağına girdiğin zaman, ‘Maşallah, lâ kuvvete illâ billâh’ [Allah ne isterse o olur. Allah'tan başka hiçbir güç yoktur] deseydin ya! Sen her ne kadar beni, malca ve evlatça kendinden az görüyorsan da, belki Rabbim, bana, senin bağından daha hayırlısını verir. Seninkinin üstüne de gökten felaketler gönderir de o [senin bağ], kaygan bir toprak hâline geliverir. Yahut bağının suyu yerin dibine çekilir de bir daha onu aramaya güç yetiremezsin” dedi. Ve o, serveti ile kuşatma altına alındı [bitirildi]. Bunun üzerine onda [bağında] yaptığı harcamalara karşı ellerini ovuşturmaya başladı. O [bahçe], çardakları üzerine yıkılmış kalmıştı, O da “Ah n'olaydım! Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmasaydım” diyordu. O kişi için Allah'ın astlarından yardım edecek bir topluluk olmadı. Ve kendisi de öç alacak biri değildi. (Kehf/32-43)
Andolsun ki, Sebe kavmi için iskan ettikleri yerde bir âyet vardı: Sağdan ve soldan iki bahçe! –“Rabbinizin rızkından yiyin ve O'nun için şükredin [karşılığını ödeyin]! Ne güzel bir belde ve çok bağışlayıcı bir Rabb!”– Fakat onlar yüz çevirdiler [karşılığını vermediler]. Biz de üzerlerine Arim [barajların] selini salıverdik ve iki bahçelerini onlara buruk yemişli, ılgınlık ve içinde biraz da sidir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik. Bu, onların küfretmeleri nedeniyle Bizim onları cezalandırmamızdır. Ve Biz sadece çok nankör olanları cezalandırırız. Ve Biz onlarla o bereket verdiğimiz memleketler arasında, sırt sırta şehirler meydana getirmiştik. Ve onlara da muntazam gidiş-geliş düzenledik: –Buralarda gecelerce ve gündüzlerce [sürekli] emniyet içinde gidin gelin!– Sonra da onlar, “Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır!” dediler ve nefislerine zulmettiler. Şimdi de Biz onları ehâdis [efsâneler] kıldık ve tamamen didik didik dağıttık. Şüphesiz ki bunda tüm çok şükreden sabırlı için elbette âyetler vardır. Ve andolsun ki, İblis onlar hakkındaki zannını tasdik etti de mü’minlerden ibaret bir kesimden başkası ona [İblis'e] uydular. Hâlbuki onun [İblis] için onlar üzerinde hiçbir sultân [kudret] yoktu. Fakat Biz âhirete imanı olanı, ondan şekk içinde bulunandan [yeterli bilgisi olmayandan] ayırdedecektik. Ve senin Rabbin her şeyi iyice koruyandır. (Sebe/15-21)
Şüphesiz Kârûn, Mûsâ'nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, şüphesiz onun anahtarları güçlü kuvvetli bir topluluğa ağır gelirdi. Bir zaman kavmi ona demişti ki: “Şımarma! Şüphesiz ki Allah şımarıkları sevmez. Ve Allah'ın sana verdiğinde âhiret yurdunu iste. Dünyadan da nasibini unutma! Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun. Ve yeryüzünde bozgunculuğu isteme. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” O [Kârûn], “O [servet], bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi” dedi. Bilmez miydi ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok topluluğu [taraftarı, birikimi] olan kimseleri kesinlikle helâk etmişti. Ve günahkârlar günahlarından sorulmaz [Allah onların hepsini bilir]. Derken o [Kârûn], ziynet [ihtişam] içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyen kimseler, “Keşke Kârûn'a verilen gibi bizim de olsaydı! Şüphesiz ki o [Kârûn], çok büyük bir nasip sahibidir” dediler. Ve kendilerine ilim verilmiş olan kimseler ise, “Yazıklar olsun size! İman eden ve sâlihi işleyen kimseler için Allah'ın mükâfâtı daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir” dediler. Sonunda Biz onu ve evini yere geçirdik. Artık Allah'ın astlarından kendisine yardım edecek bir taraftar da olmadı ve o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi. Ve daha dün onun yerinde olmayı isteyenler, “Demek ki Allah kullarından dilediğine rızkı genişletiyor ve daraltıyor. Şâyet Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Ve demek ki inkârcılar felâh bulmuyorlar” diyerek sabahladılar. İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimseler için kılarız. Ve âkıbet, takvâ sahipleri içindir. Kim bir iyilik getirirse ona ondan daha hayırlısı/ona ondan dolayı bir hayır vardır. Ve kim bir kötülük getirirse; işte o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıkları şeyler ile karşılıklandırılırlar. (Kasas/76-84)
Ve her kim Rahmân'ın zikrinden körleşirse Biz ona bir şeytân musallat ederiz de artık o, onun için karîndir [yaştaştır, yandaştır]; ve şüphesiz ki onlar [karînler], onları [körleşenleri] yol'dan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. (Zuhruf/36-37)
Kim Benim zikrimden [Benim anılmamdan/Benim öğüdümden] yüz çevirirse hiç şüphesiz onun için zor, sıkıcı bir geçim/yaşam vardır. Kıyâmet günü de onu kör olarak haşrederiz. O der ki: “Rabbim! Ben gören biri olduğum hâlde beni neden kör olarak haşrettin?” (Allah) der ki: “Bu böyledir, âyetlerimiz sana geldi de sen onları terk etmiştin; bugün de aynı şekilde sen terk ediliyorsun [cezalandırılıyorsun].” (Tâ-Hâ/124-126)
216. Ve savaş sizin için hoş olmayan bir şey olmasına rağmen, size yazıldı [farz kılındı]. Olabilir ki siz, sizin için hayırlı olan bir şeyden hoşlanmazsınız. Yine olabilir ki, siz, sizin için şerrli olan bir şeyi seversiniz. Ve Allah bilir, siz bilmezsiniz.
217. Sana harâm aydan ve onda [o harâm ayda] savaşmaktan soruyorlar. De ki: “Onda savaşmak, büyüktür. Ve Allah yolundan alıkoymak, O'nu ve Mescid-i Harâm'ı inkâr etmek ve onun [Mescid-i Harâm'ın] halkını [hacc ve umre yapanları] oradan çıkarmak, Allah yanında daha büyüktür. Ve fitne, öldürmekten daha büyüktür.” Onlar, eğer güç yetirirlerse, sizi dininizden döndürmek için sizinle savaşmaktan hiçbir zaman geri durmazlar. Sizden de her kim, dininden döner ve kâfir olarak can verirse, artık onların bütün amelleri dünyada ve âhirette boşa gitmiştir. Ve işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar orada sürekli kalanlardır.
218. Şüphesiz ki iman eden kimseler, hicret eden kimseler ve Allah yolunda gayret gösteren kimseler, Allah'ın rahmetini umarlar. Ve Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
Bu âyetlerde, savaşa ve kâfir düşmanlara karşı savaşın gerekliliğine işaret edilmiş, fakat harâm ayda savaşmak yasaklanmıştır. Bu konu Enfâl sûresi'nde detaylı olarak gelecektir.
Ve onların, kendileri Mescid-i Harâm'ın velîleri olmadıkları hâlde ondan menedip dururlarken Allah'ın kendilerine azap etmemesi için neleri var? Onun velîleri sadece muttakilerdir. Velâkin onların çoğu bilmiyorlar. Ve onların Beyt'in [Ka‘be'nin] yanındaki salâtları, sadece, ıslık çalmak ve el çırpmaktır. –Öyleyse küfretmiş olduğunuzdan dolayı bu azabı tadınız!– Şüphesiz, mallarını, Allah yolundan alıkoymak için sarfeden o küfretmiş olan kişiler; yine onu sarfedeceklerdir. Sonra o, bir pişmanlık olacak, sonra da Allah'ın, murdarı temizden ayırdetmesi için ve bir de murdar kısmını birbiri üzerine bindirip hepsini bir araya getirmesi, sonra da topunu birden cehenneme koyması için yenileceklerdir. Ve küfretmiş olan kişiler cehenneme toplanacaklar. İşte bunlar, o hüsran içinde kalanların ta kendileridir. (Enfâl/34-37)
Sonra da fitnenin öldürmekten eşed olduğu bildirilmiştir. Aslında Allah nazarında bir insanı öldürmek, tüm insanlığı öldürmek gibidir:
İşte bunun için Biz, İsrâîloğulları'na, “Şüphesiz her kim bir zat veya yeryüzünde bozgunculuk karşılığı olmadan bir zatı öldürürse artık bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir zatın yaşamasına sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur” yazdık [farz kıldık]. Ve kesinlikle onlara elçilerimiz açık deliller ile geldiler. Sonra da şüphesiz onların bir çoğu yeryüzünde kesinlikle aşırı davranan kimselerdir. (Mâide/32)
Durum bu olmasına rağmen Allah savaşı emretmektedir. Bununla birlikte, hangi şartlarda savaşılması gerektiğini de bildirmektedir:
Kendilerine savaş açılan kimselere, kendileri zulme uğramaları; onlar, başka değil, sırf “Rabbimiz Allah'tır” dedikleri için hakksız yere yurtlarından çıkarılmaları nedeniyle izin verildi. Ve şüphesiz ki Allah onları zafere ulaştırmaya gücü yetendir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yerle bir edilirdi. Allah, kendisine yardım edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, gâliptir. (Hacc/39-40)
Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yerle bir edilirdi (Hacc/40) âyeti ile Eğer Allah, insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla savması olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı [bozulur giderdi] (Bakara/251) âyeti, savaşın meşru kılınma nedenlerini açıklamaktadır.
Bu pasajda da zorunlu hâle gelmiş olan savaş ile açıklamalar yapılmaktadır. Âyetteki, Ve savaş… size yazıldı ifadesi, “savaş zorunlu hale getirildi, size farz kılındı” demektir. Sizin için hoş olmayan bir şey olmasına rağmen ifadesi de, “savaş esnasında karşılaşılan sıkıntılar, acılar, musibetler hoş şeyler olmasa da yeryüzünün selâmeti için gereklidir; tıpkı, hasta olan bünyenin sağlığa kavuşması için, acı ilacın içilmesi gibi Gelecekte kazançlı çıkmak için bugün birtakım sıkıntılara göğüs germelisiniz” anlamına gelir.
Bu ifadelerin bir benzeri de Nisâ sûresi'nde yer almaktadır:
Ey iman etmiş kişiler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl olmaz. Ve onlara verdiğinizin bir kısmını götürmeniz için açık bir fâhişe [çirkin bir hayasızlık; zina] getirmedikleri sürece onları sıkıştırmayınız. Ve onlara iyi davranın. Ve eğer kendilerinden hoşlanmadınızsa, olabilir ki, siz bir şeyden hoşlanmasanız da Allah onda [sizin hoşlanmadığınız şeyde] birçok hayır kılacak olabilir. (Nisâ/19)
Bu paragrafın iniş sebebine dair klasik kaynaklarda şu bilgiler verilir:
Peygamber (s.a), dokuz-on kişilik bir grup gönderdi, başlarına da Ebû Ubeyde b. el-Hâris'i veya Ubeyde b. el-Hâris'i komutan tayin etti. Hareket zamanı gelince Rasûlullah'tan (s.a) ayrılacağı için ağlamaya başladı. Bunun üzerine Abdullah b. Cahş'ı (komutan olarak) gönderdi. Ona bir mektup yazdı ve, şu şu yere ulaşıncaya kadar mektubu okumamasını emretti ve “Arkadaşlarından seninle gelmek üzere kimseyi zorlama” dedi. Belirttiği yere ulaşınca mektubu okudu ve istircâda bulunarak, “Allah'ın ve Rasûlü'nün buyruğunu dinleyip itaat ediyorum” dedi. Onlardan iki kişi geri döndü, diğerleri kaldılar. Bunlar İbnu'1-Hadramî ile karşılaştılar, onu öldürdüler. O günün Receb'den olduğunu bilmiyorlardı. Müşrikler, “Siz harâm ayda insan öldürdünüz” dediler. Bunun üzerine şanı yüce Allah, Sana harâm aya .... dair soru soruyorlar âyetini indirdi.
Bir diğer rivâyete göre ise bu âyetin nüzûl sebebi şudur: Kilaboğulları'ndan iki adam Amr b. Umeyye ed-Damrî ile karşılaştılar. O bunların Peygamber'in (s.a) yanından geldiklerini bilmiyordu. Amr b. Umeyye bu iki kişiyi öldürünce Kureyşliler şöyle dediler: “O, bunları harâm ayda öldürdü.” Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[213]
Bu âyetin Abdullah b. Cahş seriyyesi hakkında nâzil olduğuna dair görüşler daha çok ve daha yaygındır. Buna göre Peygamber (s.a) onu dokuz veya sekiz kişiyle birlikte Bedir savaşı'ndan iki ay önce Cumadelâhir ayında, bir diğer görüşe göre Receb ayında göndermişti. Ebû Ömer [İbn Abdi'1-Berr] ed-Durer adlı eserinde der ki: “Rasûlullah (s.a) Kürz b. Câbir'i takipten –ki bu birinci Bedir çıkışı diye bilinir– dönünce Cumadelâhire ayının geri kalan günlerinde ve Receb ayı süresince Medîne'de kaldı. Receb ayı süresince Abdullah b. Cahş b. Riâb el-Esedî'yi, beraberinde Muhâcirlerden sekiz kişiyle birlikte gönderdi. Bu kişiler Ebû Huzeyfe b. Utbe, Ukkâşe b. Mihsan, Utbe b. Ğazvan, Fihrli Süheyl b. Beyda, Sa‘d b. Ebî Vakkas, Âmir b. Rabia, Temimli Vâkıd b. Abdullah, Leysli Hâlid b. Bukeyr idiler. Abdullah b. Cahş'a bir mektup yazdı ve ona, iki gün süre ile yol almadıkça o mektubu açıp bakmamasını emretti. İki gün yol aldıktan sonra o mektubu açıp okuyacak ve o mektupta kendisine emredileni yapmak üzere yoluna gidecekti. Beraberindeki arkadaşlarından kimseyi de beraber gelmek üzere zorlamayacaktı. Abdullah onların komutanı idi. Abdullah b. Cahş (r.a) emrolunduğu şeyi yaptı. Mektubu açıp okuyunca onda şu ifadelerin yer aldığını gördü”:
‘Benim bu mektubumu okur okumaz sen hemen Mekke ile Tâif arasında Nahle denilen yerde konaklayıncaya kadar yola koyul. Orada Kureyş'i gözetle ve onların haberlerine dair bize bilgi topla!’
“Abdullah mektubu okuyunca, ‘Dinledim ve itaat ettim’ dedi ve daha sonra arkadaşlarına durumu bildirdi. Onlardan kimseyi zorlamayacağını ve kendisine itaat edenlerle birlikte belirtilen istikâmete gideceğini, hiçbir kimse itaat etmeyecek olursa tek başına yoluna devam edeceğini belirtti; ‘Kim şehâdeti arzuluyor ise haydi benimle gelsin. Kim de ölümden hoşlanmıyor ise geri dönsün’ dedi. Beraberindekiler, ‘Senin sevip arzuladığını hepimiz sever ve arzularız. Aramızdan Rasûlullah'ın (s.a) buyruğuna dinleyip itaat etmeyecek hiçbir kimse yoktur’ deyip onunla birlikte yola koyuldular, o da Hicaz yoluna koyuldu.”
“Sa‘d b. Ebî Vakkas ile Utbe b. Ğazvan'ın sıra ile bindikleri bir develeri kaçmıştı. Onu aramak üzere geri kaldılar. Abdullah b. Cahş ise diğer arkadaşları ile birlikte Nahle denilen yerde konaklayıncaya kadar gösterilen istikâmete doğru yol aldılar. O sırada yanlarından kuru üzüm ve ticaret malları taşıyan Kureyş'e ait bir kervan geçti. Bu kervan ile birlikte Amr b. el-Hadramî –Hadramî'nin adı Abdullah b. Abbad olup Sadeflidir. Sadef ise Hadremevt'lilerden bir koldur– ile Osman b. Abdullah b. el-Muğîre ile onun kardeşi Nevfel b. Abdullah b. el-Muğîre –ikisi de Mahzumludur– ile Muğîreoğulları'nın azadlısı el-Hakem b. Keysan da vardı.”
“Müslümanlar kendi aralarında danışarak şöyle dediler: ‘Bizler Harâm aylardan Receb ayının son günündeyiz. Onlarla savaşacak olursak Harâm ayın saygınlığını çiğnemiş oluruz. Eğer bu gece onları bırakacak, ilişmeyecek olursak bu sefer Harem bölgesine girerler.’”
“Daha sonra onlarla çarpışmak üzere görüş birliğine vardılar. Temimli Vakid b. Abdullah, Amr b. el-Hadramî'ye bir ok attı ve onu öldürdü. Osman b. Abdullah ile el-Hakem b. Keysan'ı da esir aldılar, Nevfel b. Abdullah ise kaçıp kurtuldu. Daha sonra iki esir ve kervan ile birlikte (Medîne'ye) geldiler.”
“Abdullah b. Cahş onlara, ‘Aldığınız ganimetin beşte-birini Rasûlullah'a (s.a) ayırın’ dedi, onlar da bunu yaptılar. Bu, İslâm târihindeki ilk beşte-birdir. Daha sonra Yüce Allah'ın, Bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte-biri şüphesiz Allah'ın ve Rasûlü'nündür (Enfâl/41) buyruğu nâzil oldu. Böylece Allah ve Rasûlü, Abdullah b. Cahş'ın bu uygulamasını benimsedi, onu beğendi, Kıyâmet gününe kadar ümmet tarafından uygulanacak bir hüküm olarak tesbit etti.”
“İslâm târihinde alınan ilk ganimet odur. İlk kumandan da Abdullah b. Cahş'tır. Amr b. el-Hadramî de ilk savaş maktulüdür.”
“Rasûlullah (s.a) harâm ayda İbnu'l-Hadramî'nin öldürülmesini tepkiyle karşılamıştı. Bu durum ise ötekilerini oldukça üzmüş ve etkilemişti. Bunun üzerine şanı yüce Allah, Sana harâm aya, onda savaşmaya dair soru soruyorlar âyetini sonuna kadar indirdi.”
“Rasûlullah (s.a) esir alınan iki kişiyi fidye karşılığında salıvermeyi kabul etti. Osman b. Abdullah Mekke'de kâfir olarak öldü. el-Hakem b. Keysan İslâm'a girdi ve Bi’r-i Maûne'de şehid düşünceye kadar Rasûlullah (s.a) ile birlikte kaldı. (Develeri kaçmış bulunan) Sa‘d ve Utbe ise Medîne'ye salimen geri döndüler.”[214]
|