Tekil Mesaj gösterimi
Alt 4. March 2010, 01:02 AM   #38
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Allah Kendisini şu âyetlerde de toplu olarak tanıtmaktadır:

De ki: “O, bir tek olan Allah'tır, Samed olan Allah'tır, doğurmamış ve doğurulmamıştır. Ve hiçbir şey O'na; sadece O'na denk olmamıştır.” (İhlâs/1-4)

O, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, rahmân'dır, rahîm'dir. O, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. O, melik, kuddûs, selâm, mü’min, müheymin, azîz, cebbâr, mütekkebbir'dir. Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. O, hâlık, bâri, musavvir Allah'tır. En güzel isimler O'nun içindir. Göklerde ve yerde olanlar O'nun için tesbih ederler. Ve O, azîz'dir hakîm'dir. (Haşr/22-24)

Allah'ın kayyûm sıfatı şu âyetlerde detaylandırılmıştır:

Peki, kazandığı şeyler ile birlikte her bir nefsin [kişinin] üzerinde ayakta duran o kişi kimdir? Onlar ise Allah'a ortaklar kıldılar. De ki: “Onları isimlendirin! Yoksa siz O'na yeryüzünde bilmediği bir şey mi haber vereceksiniz? Yoksa sözden açık olanı mı? Aslında şu, küfre sapmış olan kişilere planları güzel gösterildi de yoldan saptırıldılar. Allah kimi saptırırsa, artık onun için yol gösteren kimse yoktur. (Ra‘d/33)

Hiç şüphesiz gökleri ve yeryüzünü yok oluvermekten, Allah tutuyor. Andolsun ki eğer onlar [gökler ve yeryüzü] yok oluverirlerse, onları O'ndan sonra kimse tutamaz. Gerçekten O, çok yumuşak davranan, çok bağışlayandır. (Fâtır/41)

Âyetteki, O, onların önlerinde ve arkalarında olan şeyleri bilir ifadesi, “onların dünya ve âhiretteki konumlarını, geçmiş ve geleceklerini bilir” demektir. Onlar ise, O'nun dilediğinden başka ilminden hiç bir şeyi kavrayamazlar ifadesi ise, insanların Allah katındaki bilgiyi, ancak O'nun dilemesiyle alabileceğini ifade eder.

EL-KÜRSÎ

Âyetteki, O'nun kürsüsü, gökleri ve yeryüzünü kucaklamıştır ifadesindeki الكرسىّ [kürsî] kelimesi, “bir şeyin üst üste binmesi” anlamındaki كرس [k-r-s] kökünün türevlerinden olup “üzerine oturulan ve dayanılan şey” demektir[266] ki bunu, “iktidar koltuğu” olarak niteleyebiliriz. Nitekim bu sözcük, “bilgi ve kudret” anlamında da kullanılmaktadır. Çünkü ilim ve kudret, iktidarda olanın olmazsa olmaz vasfıdır. Buradan hareketle âyetteki ifadenin, “O'nun bilgisi ve iktidar gücü gökleri ve yeryüzünü kaplamıştır, O'nun bilgi ve kudreti dahilinde olmayan hiçbir şey yoktur” şeklinde anlaşılması gerekir.

Allah'ın bu sıfatı, “arşa istiva” şeklinde de geçmişti:

O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratandır. Sonra da O, semayı istiva etti [egemenlik kurdu]; onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi en iyi bilendir. (Bakara/29)

Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş üzerine istiva eden, gündüzü, durmadan kovalayan gece ile bürüyen ve güneş, ay ve yıldızları emrine boyun eğmiş olarak yaratan Allah'tır. İyi biliniz ki yaratma ve emir sadece O'na özgüdür. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne cömerttir! (A‘râf/54)

Rahmân, Arş üzerine istiva etmiştir [egemenlik kurmuştur]. Göklerde olan şeyler, yeryüzünde olan şeyler, bu ikisinin arasında olan şeyler ve nemli toprağın altında bulunan şeyler yalnızca O'nundur [Rahmân'ındır]. Sen sesini yükseltirsen, O [Rahmân] şüphesiz gizliyi ve gizlinin gizlisini bilir. Allah, Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. En güzel isimler sadece O'nundur. (Tâ-Hâ/5-8)

Âyetteki, Onların ikisinin de korunması O'na zor gelmez ifadesiyle, Ehl-i Kitabın Allah hakkındaki görüşleri reddedilmektedir. Bu konu Kaf/38'de de geçmişti. Oradaki açıklamaları aynen aktarıyoruz:

Ve kesinlikle Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı günde yarattık. Ve Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı. (Kâf/38)

ALTI GÜN/ALTI DEVRE

اليوم [yevm] sözcüğü, Türkçe'ye “gün” olarak çevrilebildiği gibi, “devir” olarak da çevrilebilir. Çünkü Arapça'da yevm sözcüğü, hem “gündüz ve geceden oluşan 24 saatlik bir devir [gün]” anlamına, hem de genel olarak “devir [hangi müddet olursa olsun, zamandan bir müddet]” anlamına gelir. Nitekim Secde/5'de, 1.000 senelik bir yevm'den, Me‘âric/4'de ise 50.000 senelik bir yevm'den bahsedilmek sûretiyle, yevm sözcüğünün belirli bir ölçüdeki “devir”i değil de genel anlamda bir “devir”i ifade ettiği Kur’ân tarafından da teyit edilmiştir.

Eğer yevm sözcüğü, Kur’ân'a aykırı olarak “24 saatlik gün” anlamında kabul edilirse, evrenin ve yeryüzünün “altı yevm”de yaratıldığını söyleyen Kur’ân âyetleri de [A‘râf/54, Hûd/7, Yûnus/3, Furkân/59, Secde/4, Hadîd/4] yanlış anlaşılmış olur. Çünkü bu takdirde söz konusu âyetlerden, evrenin ve yeryüzünün her biri 24 saat olan 6 günde yaratılmış olduğu anlaşılır ki, daha güneşin ve dünyanın varlık âleminde olmadığı, yani gece ve gündüzden oluşan 24 saatlik bir gün'ün evrende mevcut olmadığı bir dönemdeki yaratılışa ait sürenin, güneş, dünya ve insanlar var olduktan sonraki döneme ait bir ölçü ile ifade edilmiş olması mantıklı bir ihtimal gibi gözükmemektedir. Zaten bilim de, evrenin ve yeryüzünün oluşumuna dair elde ettiği bulgular sonucunda kabul ettiği kuramlarla bu süreyi “milyarlarca yıl” ile ifade etmektedir. Dolayısıyla âyetteki altı gün'ün, “altı devir” olarak anlaşılması gerekir.

Yevm sözcüğünün buradaki anlamının “devir” olarak kabulü, bize Kur’ân'ın bir mucizesini daha görme imkânı vermektedir. Bilindiği gibi günümüzde elde edilmiş kozmolojik bulgular, evrenin (dolayısıyla dünyanın) birtakım evrelerden geçerek bugünkü durumuna geldiğini göstermektedir:

Genişleyen evren modellerinin hemen hepsi, evrenin yaşam öyküsü üzerinde uyuşmaktadır. ... Başlangıçta evren, sıcaklığı K gibi olağanüstü yüksek proton, nötron, elektron, pozitron ve nötrino gibi temel parçacıklardan oluşmuş, sonsuz yoğun bir ortamdı. Bu ortama enerji egemendi. … Patlamadan 100 saniye kadar sonra sıcaklık K'e düşmüş ve temel parçacıklar daha ağır çekirdekleri oluşturmak üzere birleşmeye başlamıştır. ... Bundan sonraki 1.000.000 yıl boyunca evren, fotonların kurtulup uzaya yayılamadığı yıldız çekirdeği gibi sıcak ve mat bir yapıda kalmıştır. Bu zaman süresinde sıcaklık yavaş yavaş 3.000 K'e düşmüş, yoğunluk da 1.000 olmuştur. Bu noktadan sonra ışınım uzaya kaçmaya başlamıştır. ... Uzayda yayılan madde, kütle çekimi kuvvetinin etkisiyle kümeler biçiminde toplanmaya başlamıştır. Böylece ışınım çağı sona ermiş ve yıldız çağı olarak adlandırılan yeni bir süreç başlamış, gökadaların ve yıldızların oluşumu gelişmiştir. ... Bu modellerin kanıtlanmasına yönelik araştırmalar, evrenin en uzak geçmişine karşılık gelen en uzak bölgelerinin incelenmesiyle sürdürülmektedir.

Keza dünya da bugünkü durumuna bir gaz bulutuyla başlayan ve çeşitli evrelerden oluşan bir süreç ile gelmiştir. İşte Kur’ân, evrenin ve dünyanın “altı yevm”de [devirde] yaratıldığını bildirerek bugünkü bilimsel bulgularla varılan sonucu, yani oluşumun evreler, devirler hâlinde gerçekleştiğini 14 asır önceden ilân etmiş ve bir mucizesini daha gözler önüne sermiştir.

Sonra duman hâlinde bulunan göğe yerleşti/egemenlik kurdu da ona ve yeryüzüne, “İsteyerek veya istemeyerek gelin!” dedi. İkisi de, “Biz isteyerek geldik” dediler. (Fussilet/11)

YAHUDİ İNANIŞININ REDDEDİLMESİ

Yahûdi inanışına göre âlemi yaratmaya Pazar günü başlayan Allah, yaratma işini altı günde tamamlayarak Cuma günü bitirmiş ve Cumartesi günü de arşının üzerine sırt üstü yatarak dinlenmiştir. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 2:2'de yer alan bu efsanedeki, Allah'ın yedinci gün istirahat ettiğine dair olan ifade, Hristiyan papazları rahatsız etmiş olmalı ki, Kitab-ı Mukaddes'in Türkçe ve Arapça yeni tercümelerinde “istirahat etti” ifadesi, “serbest kaldı” şeklinde değiştirilmiştir. Ama, King James'in meşhur İncîl'inde, “Ve O yedinci günde dinlendi” ifadesi, And he rested on the seventh day kelimeleri ile mevcuttur. Bu ifade, İncîl'in Arapça tercümelerinde yer aldığı gibi, Yahûdilerce 1954 senesinde Philadelphia'da yayınlanan İngilizce tercümede de aynen yer almaktadır.

Bu yanlış inanış, yukarıda da söylediğimiz gibi, bilim tarafından milyarlarca yıl ile ifade edilen bir sürecin, ancak Sümerler veya Bâbillilere dayanan bir zaman ölçüsü [hafta] ile ifade edilmesi şeklinde ortaya konmuş bir mantıksızlık ve bilime aykırılık içermekte olduğundan, akıl ve bilim tarafından dışlanmış durumdadır. Rabbimiz de bu yanlış inancı 38. âyetteki, Ve Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı ifadesiyle daha 14 asır önceden reddetmiştir. Yüce Allah tarafından reddedilmesine, akıl ve bilim tarafından dışlanmasına rağmen bu yanlış inancın hâlâ devam ediyor olması, bizce Tevrât'taki âyetin iyi anlaşılmamasından veya tahrif edilmiş olmasındandır.

38. âyetteki ifade, Yahûdilerin yanlış inançlarını reddettiği kadar, müşriklerin ölümden sonra dirilmenin mümkün olmadığı yolundaki inançlarını da reddetmektedir. 15. âyette, Peki Biz ilk yaratmada âcizlik mi gösterdik? Hayır, ama onlar yeni bir yaratılıştan kuşku içindedirler ifadesiyle kınanan müşriklere, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin yaratılması kanıt gösterilerek âdeta şöyle denmiştir: “Biz ilk yaratmadan dolayı yorulmadık ki, ikinci kez iadeye, yeniden yaratmaya kadir olmayalım...”

Gerçekten de, gözlerimizin önündeki muhteşem evren ve hayret verici yaratıklar düşünüldüğünde, bütün bunları yoktan var ederken hiç yorulmayan bir Güc'ün ölüleri de diriltebilecek olması hiç de mantıksız bir kıyas değildir. Üstelik insanın yaratılışı, göklerin ve yeryüzünün yaratılışına göre çok daha basit ve önemsiz bir şeydir.

Bu açıklamalardan sonra âyetin takdiri şöyle yapılabilir: “Yani, gerçek şu ki, bütün kâinatı Biz altı günde yarattık. Onu yarattığımızdan dolayı da yorulmadık. Böyle olunca onu yeniden yaratmaya gücümüzün yetmeyeceğini kim iddia edebilir? Bu zavallı câhiller, öldükten sonra dirilme haberini senden duyunca seninle alay etmeye ve sana deli demeye başlarlarsa buna sabret, sükûnetle onların manasız sözlerini dinle ve açıklamakla görevli olduğun hakikati onlara açıklamaya devam et.”[267]

“Âyete'l-Kürsi” olarak bilinen bu âyet hakkında, maalesef Rasûlullah'ın adı kullanılarak birçok safsata uydurulmuştur. Bunların zikrini gereksiz buluyoruz.

256. Dinde zorlama/tiksindirme yoktur; rüşd ğayden [iman küfürden, iyi kötüden, güzel çirkinden, doğruluk sapıklıktan] kesinlikle iyice ayrılmıştır. O hâlde kim tâğûtu tanımayıp Allah'a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.

Bu âyette, dinde zorlamanın/tiksindirmenin olmadığı ve olmaması gerektiği gerekçeleriyle açıklanmaktadır.

Allah, insanlara irâde ve seçme hakkı tanımıştır. İnanç bir gönül işi olduğundan insanların kalplerine nüfuz etmek ve beyinlerini kontrol etmek mümkün değildir. İnanç konusunda insanları zorlamanın, ikiyüzlü kimseler üretmekten başka bir işe yaramadığı tecrübeyle sâbittir. Ayrıca cebr/zorlama ve baskı, imtihan esprisine de aykırıdır. O nedenle Yüce Allah insanları bu konuda özgür bırakmıştır. Bu konudaki onlarca âyetten bir kaçını nakletmekle yetiniyoruz.

Ve de ki: “O hakk [gerçek], Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” Şüphesiz Biz zâlimler için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterseler, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O ne kötü bir içecektir! Dayanma/sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür! (Kehf/29)

Şüphesiz âyetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp inkâra sapan kimseler Bize gizli kalmazlar. O hâlde ateşe atılacak olan kişi mi daha hayırlıdır, yoksa kıyâmet günü güven içinde gelecek kişi mi? İstediğinizi yapın. Şüphesiz ki O [Allah], yaptığınız şeyleri en iyi görendir.

(Fussilet/40)

Doğrusu biz insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu imtihan edeceğiz bu nedenle onu işitici, görücü yaptık. Kuşkusuz biz ona yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör. (İnsan/2-3)

Benzer âyetler: En‘âm/35, 104-107, 149; Ra‘d/31; Şu‘arâ/3-4; Hûd/15, 28; Kâfirûn/6; Yûnus/99, 108; Teğâbün/2; Zümer/7, 15; Nahl/9, 36, 93, 99; Secde/13; Mâide/48; İsrâ/15, 18; Şûrâ/20, 48; Ğâşiye/21-22; Nisâ/80; Beled/10.

Kaynaklarda bu âyetin iniş sebebi ile ilgili şu bilgiler verilmiştir:

Ebû Dâvûd'un rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme Ensâr hakkında nâzil olmuştur. Çocuğu yaşamayan kadın, çocuğu yaşarsa onu Yahûdi yapacağına dair söz verirdi. Medîne'den sürülen Nadîroğulları arasında birçok Ensâr çocuğu vardı. “Çocuklarımızı bırakmayız!” demeleri üzerine Yüce Allah, Dinde zorlama yoktur, doğruluk ile sapıklık gerçekten apaçık meydana çıkmıştır buyruğunu indirdi.

Bir rivâyette de şöyle denilmektedir: “Biz bir işi yaparken onların dinlerinin bizim üzerinde bulunduğumuz dinden daha üstün olduğu görüşünde idik. Allah bize İslâm'ı gönderince, onları [çocuklarımızı] İslâm'a girmek üzere zorlamayı düşündük. Bunun üzerine, Dinde zorlama yoktur âyeti nâzil oldu. Artık (o çocuklardan) isteyen onlara [Yahûdilere] katılır, isteyen de İslâm'a girerdi.[268]

es-Süddî der ki: Bu âyet-i kerîme iki tane oğlu bulunan Ensârdan Ebû Husayn hakkında nâzil olmuştur. Şam'dan Medîne'ye zeytinyağı getiren tacirler geldi. Bunlar çıkıp gitmek isteyince el-Husayn'ın iki oğlu onlara gittiklerinde bu tacirler oğullarını Hristiyanlığa davet ettiler. Bunlar da Hristiyanlığı kabul edip beraberlerinde Şam'a gittiler. Babaları Rasûlullah'ın (s.a) yanına gelerek durumlarından şikâyetçi oldu. Rasûlullah'ın (s.a) onları geri getirecek kimseler göndermesi arzusunu belirtti. Bunun üzerine, Dinde zorlama yoktur âyeti nâzil oldu. O güne kadar henüz Kitap Ehli ile savaşma emri verilmemiş ve şöyle buyurmuştu: “Allah onları uzaklaştırsın. Onlar ilk küfre girenlerdir.” Ebû Husayn onları geri getirmek üzere kimseyi göndermedi diye Peygamber'e (s.a) karşı içinde bir şeyler duydu. Bunun üzerine şanı yüce Allah, Hayır, Rabbine yemin olsun ki onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem kılıp… iman etmiş olmazlar (Nisâ/65) âyetini indirdi. Daha sonra da, Dinde zorlama yoktur âyetini Tevbe sûresi'nde Kitap Ehli ile savaşma emri [Tevbe/29] ile neshetti.[269]

Bu çocuklar Şam'dan kuru üzüm getiren tacirler tarafından Hristiyanlaştırılmışlardı. Onlarla birlikte gitmeye kalkışınca babaları onları zorlamak istedi ve Rasûlullah'tan (s.a), onların peşinden birisini gönderme talebinde bulundu. Bunun üzerine bu âyeti kerîme nâzil oldu.[270]

Bu âyetlerde açıkça ifade edildiğine göre Allah, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini, hakk ile bâtılı açıkça beyân etmiş, ayrıca da herkese akıl ve seçme hürriyeti vermiştir. Bundan sonrası kişiye kalmıştır. Kimse baskı, işkence ve ölüm tehdidi ile dine girmeye zorlanamaz.

Âyetin son bölümündeki, O hâlde kim tâğûtu tanımayıp Allah'a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır ifadesiyle de, kimsenin yanlış tercihte bulunmaması gerektiği uyarısı yapılmaktadır. Zira, aklını kullanmayıp çevresindeki bunca kanıtı dikkate almayarak yanlış tercih yapanlar cezalarını bulacaklardır.

TÂĞÛT: Tâğût ile ilgili Alak sûresi'nde yaptığımız açıklamayı sunuyoruz:

Tâğût, “azgın, sapık, kötülük ve sapıklık önderi, zorba, şeytân, put, puthâne, kâhin, sihirbaz, Allah'ın hükümlerine sırt çeviren kişi ve kuruluş” anlamlarına gelir. Arapça tağa kökünden türetilmiştir. Tağâ fiilinin mastarı olan tuğyan ise, “Yüce Allah'a isyan etmek” demektir.

Tuğyan ile aynı kökten gelen tâğût kelimesi; “azgın, insanlara zorla hükmeden, kâfir, zorba kişi”yi ifade eder.

Kur’ân'da Allah mü’minlerin dostu ve yardımcısı; tâğût ise kâfirlerin dostu ve yardımcısı olarak gösterilmiş, mü’minlerin “Allah yolunda savaştıkları”, kâfirlerin ise “tâğût yolunda savaştıkları” ifade edilmiştir:

Allah inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır, inkâr edenlerin ise dostları tâğûttur [azgın putlardır]. Onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler. İşte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada temelli kalacaklardır. (Bakara/257)

İnananlar Allah yolunda savaşırlar, inkâr edenler ise tâğût [şeytân] yolunda savaşırlar. Şeytânın dostlarıyla savaşın. Esasen şeytânın hilesi zayıftır. (Nisâ/76)

Allah'ın indirdiği hükümlere muhalif olan ve onların yerine geçmek üzere hükümler icat eden her kişi ve kurum, tâğûttur.

Tâğût, Allah'a karşı isyan etmesinin yanısıra, O'nun kullarını kendisine kul edinmek gayretinde olandır. Bu işleviyle o, şeytân, papaz, dînî veya siyasî bir lider olabilir.

Yüce Allah, Andolsun ki, Biz her kavme “Allah'a ibâdet edin, tâğûta kulluk etmekten kaçının!” diye (tebliğ yapması için) bir peygamber göndermişizdir (Nahl/36); İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğût yolunda savaşırlar (Nisâ/76) âyetleriyle mü’minlere tâğût hakkında bilgi vermekte ve tâğûta karşı takınmaları gereken tavrı açıklamaktadır.

Her ne şekilde olursa olsun, insanlar tarafından Allah'ın hükümlerine muhalefet edecek şekilde konulan hükümler, “tâğûtî hükümler” olarak isimlendirilirler. Yüce Allah buyuruyor ki:

“Sana indirilen Kur’ân'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik” diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tâğûtun huzurunda muhakeme olmak [hükümlerine boyun eğmek] istiyorlar. Hâlbuki tâğûtu inkâr etmekle [kâfir saymakla, lânetlemekle] emrolunmuşlardı. Şeytân onları uzak bir sapıklığa saptırmak ister. (Nisâ/60)

Kendisinde böyle yetkiler görüp, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyip hevâ ve hevesleri doğrultusunda hükümler koyanlar, aynı zamanda “ilâhlık” iddiasındadırlar. Dolayısıyla Allah'ın hükümleri dışında hüküm koyanlar ve o hükümlere tâbi olanlar, tevhîd akidesinin dışına çıkıp kâfir, zâlim ve fâsık olurlar. Allah Teâlâ, Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenleri kâfir, zâlim ve fâsık olarak nitelemiştir (Mâide/44-47).

Konumuz olan âyetten de anlaşıldığı üzere Yüce Allah, Nûh'tan (a.s) Muhammed'e (as) kadar bütün peygamberleri, insanlığı tevhide, yani Allah'ın birliğine, ortağı olmadığına inanmaya; O'nun koyduğu hükümleri kabullenmeyip hevâ ve heveslerine göre hüküm koyan tâğûta karşı savaşmaya ve tâğût kapsamına giren şeylere kulluk etmekten kaçınmaya çağırmaları için göndermiştir.

Bu tâğûtlar, İbrâhîm (a.s) döneminde Nemrut, Mûsâ (a.s) döneminde Firavun, Muhammed (a.s) döneminde de Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi toplumun ileri gelenleri ve puta tapan şahsiyetleridir; diğer peygamberler döneminde de, kendilerine gönderilen tevhîd akidesini inkâr edip, atalarından kalan inançlar üzerinde ısrar eden putperest kavimlerdir.

Tâğûtların devri kapanmış değildir. Peygamber bulunsun veya bulunmasın, her dönemde tâğûtlar var olmaya devam etmiştir. Onlar sadece eski kavimlerde ortaya çıkıp yaşama imkânı bulan güçler değil; bugün de Müslümanlara en azim düşmanlığı ve en yıkıcı propagandaları reva gören kişi, odak veya organizasyonlardır. Tâğût, ekonomik, sosyal ve kültürel güç kaynaklarını ele geçirmiş, ahlâkî değerleri [dini] toplumların gözünde itibarsız ve taraftarı olmaktan çekinilen bir duruma düşürmeyi göze alacak kadar düşmanlığını ilerletmiştir. Ayrıca doğrudan yaptıklarının dışında, insanlığın ortak değerleri adı altında pek çok kavramı da Müslümanlara zarar verecek bir içeriğe dönüştürmüştür. Kısaca tâğût, Müslümanları dört-bir yanından kuşatmış bulunmakta ve Müslümanlara hayat hakkı tanımamaktadır.

Anlıyoruz ki, Peygamberimizin görevi sokaktaki şımarıklarla değil, tâğûtî düzenin kurucularıyla mücadele etmekti. İlk işi, toplumun hidâyet yolu üzerinde oturup haydutça engellemeler yapan bu azgın güruhu uyarmaktı.

Gerek âyetin orijinalindeki inne ve lam gibi edatlardan ve gerekse cümlenin isim cümlesi olması gibi tekitlerden anlaşılmaktadır ki, Peygamberimizin karşısındaki düşman çok çetindir. Mûsâ'nın düşmanı Firavun ile Peygamberimizin düşmanları mukayese edilecek olursa, âyetteki üç tekitten hareketle, Peygamberimizin düşmanlarının azgınlığının Firavun'unkinden daha fazla olduğu söylenebilir.

İnsanın tuğyânına, diğer bir ifadeyle tâğûtlaşmasına iki sebep gösterilmiştir. A) Âhireti inkâr, B) İstiğnâ. İstiğnâ; “insanın, (ister gerçek olsun, ister öyle olduğunu zannetsin) zengin/kendi kendine yeterli olduğuna inanması” demektir. Sözcük, istif‘al babındandır. Bu bab, Arapça dilbilgisi kuralları gereği, kendisine sokulan üç kök harfli herhangi bir fiile “talep”, “sual”, “tahavvül”, “itikat”, “vicdan”, “inkılab”, “isâbet”, “ziyâde”, “nazar” ve “teslim” anlamları kazandırır. Bu kelimeye “itikat/inanç” anlamı kazandırmıştır.

Kendisini zengin, yeterli görenlerin şımarıklıkları, azgınlıkları Hümeze sûresi'nde de vurgulanmıştır.[271]

257. Allah, inananların velîsidir [yakın kimsesidir]; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Küfretmiş kimseler de; onların velîleri tâğûttur ki, kendilerini nûrdan karanlıklara çıkarır. Bunlar, cehennem ashâbıdır. Onlar orada sürekli kalıcıdırlar.

Tâğût şeytân tanıtıldıktan sonra ilk önce Allah'ın inananların velîleri olduğu daha sonra da inkârcıların velîsinin Tâğût olduğu bildirilmektedir.

Âyetin iyi anlaması için “velî-evliyâ” sözcüğü hakkında yaptığımız bir açıklamayı naklediyoruz:

الاولياء [evliyâ] sözcüğü, الولىّ [velî] sözcüğünün çoğuludur. Velî ise, ولاء [velâ] kökünden türemiş sıfat-ı müşebbehe kipinde bir sözcük olup anlamı “yakın olan, yakın duran” demektir. Ancak bu yakınlık nicel değil, nitel bir yakınlıktır.

Hem velî, hem de evliyâ sözcüğü Kur’ân'da hep bu anlamda kullanılmıştır. Bu sözcükler İslâm'ın ortaya çıkışından yüzyıllar sonra, yabancı kültürlerin etkisiyle sözcük anlamları dışında birer kavram hâline gelmiş ve Müslümanların dinî hayatlarını istila etmiştir. Açıklıkla belirtmek gerekir ki, velî ve evliyâ sözcükleri Kur’ân'da tamamen kendi doğal anlamlarıyla kullanılan iki sözcüktür. Tasavvuf literatürünün bu doğal anlamları bozarak halk kültürüne özel mistik anlamlar ve hiyerarşik bir derecelendirmeyi ifade etmek üzere soktuğu velî ve evliyâ kavramlarının Kur’ân'daki velî ve evliyâ sözcükleriyle bir ilgisi yoktur.

Esma-i Hüsnâ'dan biri olan ve Kur’ân'da hem Allah hem de kullar için kullanılmış olan velî sözcüğü âyetlerde hep نصير [nasîr/yardımcı], مرشد [mürşid/aydınlatan, yol gösteren], شفيع [şefî‘/şefaat eden], واق [vâq/koruyucu], حميد [hamîd/öven, yücelten] sıfatları ve “karanlıklardan aydınlığa çıkarır”, “bağışlayıp merhamet eder”, “zarardan alıkoyup yarara yaklaştırır” nitelemeleri ile birlikte yer almıştır. Bu da demektir ki, velîliğin [yakınlığın] bu nitelikler ve bu sıfatlar ile yakın ilişkisi vardır. Yani, bu nitelik ve sıfatlar, velî'nin [yakın olanın] belirgin özellikleridir. Buna göre her nerede bir kimse için velî [yakın] sıfatı kullanılmışsa, o kimsenin, “yardım eden, yol gösteren, şefaat eden, aydınlatan ve koruyan” olduğu anlaşılmalıdır.

Âyetteki karanlıklar ile, küfür ve bilgisizliğin getirdiği olumsuzlukların tümü kasdedilmiştir. Bunlar çok oldukları için karanlıklar şeklinde çoğul gelmiştir. İman ise ışık olup vahye dayandığından tektir. Bu âyetin bir benzeri de En‘âm sûresi'nde geçmişti:

Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı kılan [var eden] Allah'a mahsustur. Sonra da şu küfretmiş kişiler Rabb'lerine eşit/denk tutuyorlar. (En‘âm/1)

Allah mü’minlerin velîsi olduğundan onları küfür ve cehâletin karanlıklarından; insanı cehenneme götüren yollardan çıkarıp cennet yoluna sevkeder:

Ve şüphesiz ki, bu, dosdoğru olarak Benim yolumdur. Hemen ona uyun. Ve yollara uymayın da sizi O'nun yolundan ayırmasın. İşte bunlar, takvâlı davranırsınız diye O'nun [Allah'ın] size vasiyet ettikleridir. (En‘âm/153)

Yukarıda Allah, rüşd ve ğayyı açıkça beyân edip insanların önüne koyduğunu; bu âyette ise, inananların velîsi olduğundan bunu yaptığını ifade etmiştir:

İşte bu, şüphesiz Allah'ın iman eden kimselerin mevlâsı olmasından, inkâr edenler için mevlâ olmamasındandır. (Muhammed/11)

258. Allah, kendisine mülk [hükümdarlık] verdi diye, Rabbi hakkında İbrâhîm'le tartışan kimseyi görmedin mi? Hani İbrâhîm, “Benim Rabbim dirilten ve öldürendir” demişti. O, “Ben diriltir ve öldürürüm” demişti. İbrâhîm, “Öyleyse, şüphesiz Allah, güneşi doğudan getiriyor, haydi sen onu batıdan getir!” deyince o inkâr eden kişi şaşırıp kaldı. –Ve Allah zâlimler kavmine doğru yolu göstermez.–

Yukarıda 256-257. âyetlerde tâğûta dikkat çekilmiş ve tâğût hakkında, Küfretmiş kimseler de; onların velîleri tâğûttur ki, kendilerini nûrdan karanlıklara çıkarır. Bunlar, cehennem ashâbıdır. Onlar orada sürekli kalıcıdırlar buyurulmuştu. Bu âyette ise, yönetim gücüne güvenerek hakk yola yanaşmayan İbrâhîm peygamber ile tartışan biri –ki bir tâğûttur– konu edilmektedir. Âyetten anlaşıldığına göre bu kişi, İbrâhîm peygamber dönemindeki yöneticilerden biridir. Bu âyet ile ilgili klasik kaynaklarda şu bilgiler yer almaktadır:

Hz. İbrâhîm ile tartışan kimse Numruz b. Kûş b. Ken’an b. Sâm b. Nûh'tur. Zamanının hükümdarı, Hz. İbrâhîm'i atmak üzere ateş yakan ve sivrisinek ile ölümü gerçekleşen kimsedir. Bu, İbn Abbâs, Katâde, Mücâhid, er-Rabi, es-Süddî, İbn İshâk, Zeyd b. Eslem ve başkalarının da görüşüdür.

Yüce Allah'a karşı savaşmayı kararlaştırması sebebiyle onun ölümü şöyle olmuştu: Allah (kavminin) üzerine bir bölük sivrisinek göndermiş, bu sivrisinekler güneşi kapatmış, Nemrud'un beraberindeki askerleri yiyip bitirmiş ve geriye kemiklerinden başkasını bırakmamıştı. Bu sineklerden bir tanesi de Nemrud'un beynine girmiş, beynini yeyip durmuş, sonunda bu sinek bir fare kadar büyümüştü. Artık bundan sonra Nemrud'un nezdinde en değerli kimse kafasına bu iş için hazırlanmış bir tokmak ile vuran kişi olmuştu. Bu musibeti kırk gün devam etti.

Denildiğine göre Nemrud, bütün dünyayı eline geçirmişti. Ve o (yeryüzüne egemen olan) iki kâfirden biridir. Diğeri ise Buhtanassar'dır. Yine denildiğine göre Hz. İbrâhîm ile tartışan kimse Numruz b. Falih b. Âbir b. Şâlih b. Erfehşed b. Şam'dır. Bütün bunları İbn Atiyye nakletmiştir.

es-Süheylî'nin naklettiğine göre ise Hz. İbrâhîm ile tartışan; Numrûz b. Kûş b. Ken’an b. Hâm b. Nûh'dur. Bu kişi Sevad'ın [Sevad-ı Irak'ın] hükümdarı idi. Buranın başına onu “el-İzdihak” ile tanınan ed-Dahhâk getirmişti. Bunun da adı Beyûrâseb b. Endrâset idi. Bütün bölgelerin hükümdarı idi. Efridûn b. Esfiya'nın öldürdüğü de odur:

Hz. İbrâhîm, yiyecek almak üzere gelince o'na, “Rabbin ve ilâhın kimdir?” diye sordu. Hz. İbrâhîm, “Rabbim dirilten ve öldürendir” dedi. Numruz bunu işitince, “Ben de diriltir ve öldürürüm” dedi. Hz. İbrâhîm de güneş ile ilgili isteğini söyleyerek ona cevap verince o kâfir şaşırıp kaldı ve “Buna yiyecek vermeyin” dedi. Hz. İbrâhîm, bir şey almaksızın ailesine geri döndü. Unu andıran kumdan bir tepeciğin yanından geçince kendi kendisine şöyle dedi: “Ben bundan heybeme doldursam, içeri girdiğim vakit çocuklar sevinir, ben de onları seyrederim.” Kumu alıp gidince evine vardığında çocuklar sevindiler. İki heybe üzerinde oynamaya başladılar. Kendisi de yorgunluktan dolayı uyudu. Hanımı da, “Uyandığı vakit hazır bulacağı şekilde o'na yiyecek bir şey yapsam” diye düşündü. İki heybeden birisini açınca en güzelinden has un ile karşılaştı. Hz. İbrâhîm uyanınca hanımı (pişirdiğini) önüne koydu. “Bu nereden geldi?” deyince, hanımı, “Getirdiğin undan yaptım” dedi. Böylelikle Hz. İbrâhîm, Yüce Allah'ın kendilerine bir kolaylık ihsan ettiğini anladı.[272]

Âyette, söz konusu hükümdarın kimliği ile ilgili ayrıntı verilmese de bunun, Bâbil kralı Nemrut olduğu varsayılır. İbrâhîm putperestliği reddettiği, tek ve ortaksız Allah'a iman ettiği için aralarında böyle bir tartışma olmuş olmalıdır. Kur’ân'dan öğrendiğimize göre Nûh peygamberden Rasûlullah'a kadar tevhid akidesine karşı çıkanlar, hep toplumun ileri gelenleri olmuştur. Çünkü bu inanç, onların düzen ve dümenlerini bozmaktadır.

Buradaki tartışma, Mûsâ ile Firavun arasındaki tartışmaya benzemektedir:

O [Allah], “Hayır, hayır… Haydi, ikiniz âyetlerimizle gidin. Şüphesiz ki, Biz sizinle beraberiz, işitenleriz. Haydi ikiniz Firavun'a gidin de ‘Biz kesinlikle, İsrâîloğulları'nı bizimle beraber gönderesin diye’ âlemlerin Rabbinin elçisiyiz deyin” dedi. O [Firavun], “Biz seni çocukken içimizde terbiye etmedik mi? Hayatından birçok yıllar içimizde kalmadın mı? Sonunda o yaptığın işi de yaptın. Sen inkârcılardan/nankörlerden birisin de” dedi. O [Mûsâ], “Ben, o işi şaşkınlardan olduğum zaman yaptım. Sizden korkunca da hemen sizden kaçtım. Sonra Rabbim bana hüküm bahşetti ve beni gönderilmişlerden [elçilerden] kıldı. O başıma kaktığın nimet de İsrâîloğulları'nı kendine köle edinmiş olmandır” dedi. Firavun, “Âlemlerin Rabbi dediğin de nedir ki?” dedi. O [Mûsâ], “Eğer yakînen bilmiş olsanız, O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbidir.” O [Firavun], yanı başında bulunanlara, “İşitmiyor musunuz?” dedi. O [Mûsâ], “O, sizin Rabbiniz ve daha önceki atalarınızın da Rabbidir” dedi. O [Firavun], “Size gönderilen bu elçiniz kesinlikle mecnûndur” dedi. O [Mûsâ], “Şâyet aklınızı kullansanız, O, doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir” dedi. O [Firavun], “Benden başka ilâh edinirsen, andolsun ki seni zindana kapatılmışlardan kılarım” dedi. O [Mûsâ], “Sana apaçık bir şey getirmiş olsam da mı?” dedi. O [Firavun], “Haydi hemen getir onu, eğer doğrulardan isen” dedi. (Şu‘arâ/15-31)
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla