Tekil Mesaj gösterimi
Alt 4. March 2010, 01:03 AM   #39
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

TARTIŞMANIN ÖZÜ

Bu tartışma ile ilgili yukarıda görüldüğü gibi birçok senaryo üretilmiştir. Nakillere göre, İbrâhîm, Benim Rabbim dirilten ve öldürendir deyince, o kâfir kral, iki kişiyi çağırtarak, birisini öldürür, diğerini serbest bırakır ve, “Ben de diriltip öldürüyorum” der. Bunun kabul edilmesi mümkün değildir. Adamın böyle dediği farzedilse bile bundan dolayı kimse, kralın da dirilttiğini ve öldürdüğünü kabul etmez. Burada geçen tartışmayı iyi anlamak için İbrâhîm peygamberin durumunu hatırlamakta yarar vardır:

Ve Biz (kanıt elde etmesi) ve kesin inananlardan olması için İbrâhîm'e göklerin ve yerin melekûtunu [mülkiyeti ve yönetimini] böylece gösteriyorduk. Bu nedenle o [İbrâhîm], üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü, “Bu, benim rabbimdir” dedi. Sonra yıldız batınca, “Ben batanları sevmem” dedi. Sonra ay'ı doğarken görünce de, “Bu, benim rabbimdir” dedi. O da batınca, “Andolsun ki Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, kesinlikle ben sapkınlar kavminden olurum” dedi. Sonra güneşi doğarken görünce de, “Bu benim rabbimdir, bu daha büyük!” dedi. Sonra o da batınca, “Ey kavmim! Şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Kesinlikle ben hanif olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene/yok edecek olana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim” dedi. Ve kavmi o'nunla tartıştı. O [İbrâhîm], “Bana doğru yolu göstermişken Allah hakkında benimle mi tartışıyorsunuz? O'na ortak koştuklarınızdan hiç korkmuyorum. –Ancak Rabbimin dilediği şey hariç.– Rabbim bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünmez misiniz? Ve Allah, hakklarında hiçbir güç kuvvet indirmediği hâlde, siz O'na ortak koşmaktan korkmuyorken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Bu durumda eğer biliyorsanız, bu iki topluluktan hangisi güvende olmaya daha layıktır?” dedi. Şu iman edenler ve imanlarına zulüm giydirmeyenler [şirk karıştırmayanlar]... İşte onlar; güven kendilerinin olanlardır. Doğru yolu bulanlar da onlardır. (En‘âm/75-82)

Bu paragraftan anlaşıldığına göre, İbrâhîm peygamber yer ve gök bilimleri [fizik, kimya, biyoloji ve astronomi] konusunda bir hayli birikime sahiptir. Ve bu bilgisi sayesinde şirkten uzak durmuştur. Zaten Allah da, akıllı insanları yer ve gök bilimlerini incelemeye ve bu sistemi kuran gücü itirafa davet etmektedir:

Ve onlar göklerin ve yerin melekûtuna [mülkiyeti ve yönetimine], Allah'ın yaratmış olduğu herhangi bir şeye ve ecellerinin gerçekten yaklaşmış olması ihtimaline hiç bakmadılar mı? Artık bundan sonra başka hangi söze inanacaklar? (A‘râf/185)

De ki: “Eğer biliyorsanız, her şeyin melekûtu [mülkiyeti ve yönetimi] Kendisinin elinde olan ve Kendisi her şeyi koruyup kollayan; fakat Kendisi korunmayan kimdir?” (Mü’minûn/88)

O hâlde her şeyin melekûtu [mülkiyet ve yönetimi] Kendi elinde olan [Allah] her türlü noksanlıklardan arınıktır. Siz de yalnız O'na döndürüleceksiniz. (Yâ-Sîn/83)

İbrâhîm peygamber ile hükümdarın tartışması, yer ve gök bilimleri çerçevesinde olmuştur. Makam koltuğunun verdiği şımarıklıkla, “Ben de öldürürüm, diriltirim” diyen kimse, olayı determinizm kurallarına göre açıklamıştır. Yani, hayat bulmayı, cinsel birleşmeye bağlayarak, cinsel ilişki ile kendisinin de çocuk sahibi [bir çocuğu diriltmiş] olacağını; bir kimseyi yaralayarak, zehirleyerek ölüme götürebileceğini ifade ediyor. Kısacası bu kişi hayat ve ölümün birtakım sebepler aracılığı ile olduğunu ileri sürüyor. Buna karşılık İbrâhîm peygamber, Öyleyse, şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen onu batıdan getir! diyerek, yer ve gökteki sebepler zincirini, tüm evrenin yasalarını koyanın Allah olduğunu, gücü varsa yer ve göklerdeki sistem ve kanunları değiştirmesini istiyor. Ve Allah'ın, onun gibi dünyanın ücra bir köşesine değil, tüm evrene hükmettiğini ifade ediyor. Bunun üzerine kâfir kral verecek cevap bulamayarak mağlup ve rezil oluyor.

259. …

259. âyet, 171. âyetin devamı olduğundan tahlili orada yapılmıştır.

260. Bir zamanlar İbrâhîm de, “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” demişti. O [Allah], “İnanmadın mı ki?” dedi. O [İbrâhîm], “İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın diye” dedi. O [Allah], “Hemen kuşlardan dördünü tut da onları kendine alıştır. Sonra her dağın üzerine onlardan bir parça kıl [bırak]. Sonra da onları [kuşları] çağır, koşa koşa sana gelecekler. Ve bil ki, Allah, azîz'dir, hakîm'dir” dedi.

Bu âyette insanlara, yeniden dirilmenin kanıtlarından biri, İbrâhîm peygamber aracılığıyla gösterilmektedir. Şöyle ki: ‘Kuşların İbrâhîm'e alışması ve çağırdığında gelmesi’ ile ‘ölünün dirilmesi’ arasında bir benzerlik kurulmuştur.

Âyetten anlaşıldığına göre İbrâhîm peygamber ölülerin diriltileceğine inanıyor, fakat kalbinin mutmain olmasını istiyordu. Bu âyetle insanlığa, tam bir imana sahip olabilmeleri için eksik bilgilerini tamamlamaları, sorgulamadan çekinmemeleri gerektiği mesajı verilmektedir. Özellikle de toplumun önüne çıkan kimselerin bilgili, becerili ve toplumu ikna edecek ölçüde zihinsel donanıma sahip olmaları gerekir. Aynı hususa Hûd sûresi'nde de dikkat çekilmişti:

Artık onlar [dünyayı isteyenler], hiç Rabbinden açık bir belge üzere olan ve kendisini O'ndan [Rabbinden] bir şâhidin takip ettiği ve de kendinden önce [önünde] bir önder ve rahmet olarak Mûsâ'nın kitabı bulunan kimse gibi midir? İşte onlar [böyle olanlar], ona [Kur’ân'a] inanırlar. Hangi hizibden olursa olsun kim onu inkâr ederse, ona vaad edilen yer ateştir. İşte bütün bunlardan dolayı sen de bundan [Kur’ân'dan] şüphe içinde olma. Kesinlikle o, Rabbinden bir hakktır/gerçektir. Fakat insanların çoğu iman etmiyorlar. (Hûd/17)

Bu hâdiseyle ilgili hayal mahsulü birçok hikaye icat edilmiştir ki bunlardan bir kısmını aktarıyoruz:

Hz. İbrâhîm'i böyle bir talepte bulunmaya itenin ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Denildi ki: “Yüce Allah o'na kendisini halil edineceğine dair vaadde bulunmuştu. O da buna dair bir alamet istedi.” Bu açıklama es-Saib b. Yezid'e aittir. Bir diğer görüşe göre de Numruz'un, “Ben diriltir ve öldürürüm” demesi üzerine Allah'tan böyle bir istekte bulunmuştur. el-Hasen der ki: O bir leş görmüştü. Bunun yarısı karada yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanıyordu. Diğer yarısı ise denizde idi. Deniz hayvanları tarafından darmadağın ediliyordu. Hz. İbrâhîm bu leşin darmadağın olduğunu görünce bunun bir araya gelişini görmek istedi. Ne şekilde darmadağın olduğunu gördüğü gibi, ne şekilde bir araya getirildiğini görmekle kalbinin mutmain olması istediğinde bulundu. Bunun üzerine o'na, “Dört kuş al” buyurdu. Bu dört kuşun horoz, tavus, güvercin ve karga olduğu söylenmiştir. Bunu İbn İshâk ilim ehli birisinden nakletmektedir. Mücâhid, İbn Cüreyc, Atâ b. Yesar ve İbn Zeyd de böyle demiştir.

İbn Abbâs ise, karga yerine turna kuşunu zikreder. Yine İbn Abbâs'tan güvercin yerine kartal dediği de nakledilmiştir.

Hz. İbrâhîm emrolunduğu şekilde bu kuşları aldı. Bunların kafalarını kesti, sonra küçük parçalara böldü. Daha bir hayret verici olsun diye kanlarını ve tüylerini de katarak hepsinin etlerini birbirine karıştırdı. Daha sonra bu toplu karışımdan her bir dağın tepesine bir parça koydu, o da bu parçaları göreceği bir yerde durdu. Kestiği kuşların kafasını da elinde tuttu, sonra da, “Yüce Allah'ın izniyle geliniz!” dedi. Bu parçalar, kanlar, tüyler her birisi kendi bedenine doğru uçuştu, sonunda önceki hâli gibi bir araya geldi ve başsız kaldılar. Hz. İbrâhîm bir daha seslenince ayakları üzerine koşarak ona geldiler.[273]

İbrâhîm (a.s) kuşları kesip, onları parçalayarak, her dağın tepesine onların karışımından birer parça koyup da, sonra da onları çağırdığında, karışım içerisindeki her bir cüz kendi parçasına doğru uçmaya başladı. Bunun üzerine Hz. İbrâhîm'e, “Her parça kendi parçasına doğru koştuğu gibi, kıyâmet gününde de, her parça kendi parçasına doğru uçar. Böylece de bedenler teşekkül eder ve rûhlar onlarla birleşir” denildi.

Bu dört kuş, canlıların ve bitkilerin bedenlerinin kendisinden meydana geldiği dört esas rükne, asla işarettir. Bu işaret ise şöyledir: Sen, bu dört kuşu birbirinden ayırdedemediğin sürece senin rûhun rubûbiyyet göklerine ve kudsiyyet âleminin safalarına uçamaz, yükselemez.

İbrâhîm (a.s), özellikle bu dört kuşu seçip aldı. Çünkü tavus kuşu insanın kalbindeki zînet, makam ve yükselme sevgisine işarettir. Nitekim Hakk Teâlâ, Nefsin isteklerini sevme insanlara süstü gösterildi (Âl-i İmrân/14) buyurmuştur. Kerkenez kuşu da, yemeye çok düşkün olmaya işarettir; horoz, şehvetperestliğe işarettir; karga da, derleyip toplamaya olan ihtiras ve tutkuya işarettir. Çünkü karganın, gece-gündüz uçup, çok soğuk günlerde bile bir şeyler toplama arzusu içinde olması, onun bu hırsından ileri gelmektedir. Burada şuna işaret edilmektedir: İnsan, nefsinin ve tercihinin şehvetini kırma; hırsını alt edip onu yenme ve başkaları için süslenmeyi terketme hususunda çaba sarfetmediği müddetçe, kalbinde Allah'ın celâlinin nûrlarından feyezan eden bir rahatlık duyamaz.[274]

Nakillerde görüldüğü üzere, İbrâhîm peygamber dört kuş alıp keserek tüylerini yolar ve onları parçalar, parçaları da birbirine karıştırır ve o karışımdan da bir kavle göre dört, diğer kavle göre yedi dağın başına birer parça koyar. Sonra çağırır, o kuşlar birleşmiş ve canlanmış olarak koşa koşa İbrâhîm peygambere gelirler. Oysa âyette böyle bir şeyden bahsedilmez. Eğer böyle olsaydı, 159. âyetin tahlilinde açıkladığımız gibi hâdise iman meselesi olmaktan çıkar, deneysel bilgi meselesi olurdu.

Burada kuşlar ile İbrâhîm arasında oluşan bağa dikkat çekilerek, Allah ile yarattıkları arasında da öyle bir bağın bulunduğu, bunun da ölümden sonra dirilmeye kanıt olduğu beyân ediliyor. Dirilmeye kanıt olarak birçok örnek verilmiştir:

Yoksa o insan başıboş bırakılacağını mı sanır? O, ayarlanmış meniden bir nutfe değil miydi? Sonra bir alak [embriyon] idi de sonra onu yaratmış, sonra da düzene koymuştur; ki ondan da iki eşi; erkek ve dişiyi var etmiştir. Peki, bu [bütün bunları yapan] ölüleri diriltmeye kadir [güç yetiren] değil midir? (Kıyâmet/36-40)

Onlar, şüphesiz gökleri ve yeryüzünü yaratan ve onları yaratmakla yorulmamış olan Allah'ın ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmediler mi? Evet şüphesiz ki, O, her şeye gücü yetendir. (Ahkâf/33)

Gerçekten Biz, evet Biz, hayat veririz ve öldürürüz. Dönüş de yalnız Bizedir. (Kaf/43)

Öyleyse Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak; yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki O, mutlaka ölüleri diriltir ve O, her şeye gücü yetendir. (Rûm/50)

Ve Allah rüzgârları gönderendir. Sonra onlar da bir bulutu harekete geçirip yukarılara kaldırır. Derken Biz onu ölmüş bir beldeye sevk etmişizdir. Böylece yeryüzüne ölümünden sonra onunla hayat veririz. İşte böyledir (ölmüş çürümüş insanlara) hayat vermek. (Fâtır/9)

261. Mallarını Allah yolunda harcayan kimselerin örneği, yedi başak bitiren ve her başağında yüz adet tane bulunan tane örneği gibidir. Allah dilediğine katlar. Ve Allah vâsi'dir, alîm'dir.

262. Şu, Allah yolunda mallarını bağışlayan, sonra verdiklerinin arkasından başa kakmayan ve incitmeyen kimselerin mükâfâtları Rabb'lerinin yanındadır. Onlar üzerine hiçbir korku yoktur ve onlar, üzülmeyeceklerdir.

263. Ma’ruf söz [bir tatlı dil, güzel söz] ve bağışlamak, kendisini eza [incitme, başa kakma] izleyen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, ğanî'dir [zengindir; hiçbir şeye muhtaç değildir], halîm'dir [yumuşak davranandır].

264. Ey iman etmiş kimseler! Allah'a ve son güne inanmadığı hâlde malını insanlara gösteriş için bağışlayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakarak ve eziyet ederek boşa çıkarmayın. İşte onun durumu, üzerinde biraz toprak bulunup da üzerine bir sağanak isâbet ettiği zaman, sağanağın cascavlak olarak bıraktığı kayanın durumu gibidir. Onlar, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Ve Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet etmez.

265. Allah'ın rızasını kazanmak ve kendilerini sağlamlaştırmak için infakta bulunanların/mallarını bağışlayanların durumu da kendisine bol yağmur isâbet edip de ürününü iki kat veren, verimli topraklardaki bir cennetin/bahçenin durumuna benzer. Böyle bir bahçeye bol yağmur düşmese de bir çisinti… Allah, yapmakta olduklarınızı en iyi görendir.

266. Hiç biriniz ister mi ki, kendisinin hurmalık ve üzümlüklerden bir bahçesi olsun, altında ırmaklar aksın, içinde her türlü ürünü bulunsun da, kendi üzerine de ihtiyarlık çökmüş ve zayıf zürriyeti olsun. Derken ona ateşli bir bora isâbet ediversin de o bahçe yanıversin. İşte Allah, tefekkür edersiniz diye âyetlerini size böylece açığa koyuyor.

267. Ey iman etmiş kimseler! Kazandıklarınızdan, gerek sizin için yerden çıkardıklarımızın temizlerinden infak edin. Kendinizin göz yummadan alıcısı olamayacağınız pis şeyleri vermeye yeltenmeyin. Ve şüphesiz Allah'ın ğanî ve hamîd olduğunu bilin.

268. Şeytân, sizi fakirlikle korkutur ve size aşırılığı [çirkinliği-hayasızlığı] emreder. Allah ise, size Kendisinden bağışlama ve bol ihsan vaad eder. Ve Allah vâsi'dir [ilmi ve rahmeti sonsuz geniş olandır], en iyi bilendir.

245. âyette infak, “Allah'a ödünç verme” olarak nitelenmiş; birçok âyette de Allah'a verilen ödüncün kat kat ilavesiyle iade edileceği vaad edilmişti. Burada ise Allah'a ödünç verme, “infak” olarak nitelenmiştir. Daha evvelki âyetlerde üzerinde zikredilen infak, burada detaylı olarak açıklanmıştır. Yüce Allah açıklamaya güzel bir örnekleme ile başlamıştır:

* Mallarını Allah yolunda harcayan kimselerin örneği, yedi başak bitiren ve her başağında yüz adet tane bulunan tane örneği gibidir. Allah dilediğine katlar. Ve Allah vâsi'dir, alîm'dir.

* Allah yolunda mallarını bağışlayan, sonra verdiklerinin arkasından başa kakmayan ve incitmeyen kimseler mükâfâtlarını Rabb'lerinden alacaklar. Onlara hiçbir korku olmayacak ve onlar üzülmeyecekler.

* Ma‘rûf söz [bir tatlı dil, güzel söz] ve bağışlamak, kendisini eza [incitme, başa kakma] izleyen bir sadakadan daha hayırlıdır.

* İnanmış kimseler, Allah'a ve son güne inanmadığı hâlde malını insanlara gösteriş için bağışlayan kimse gibi, sadakalarını başa kakarak ve eziyet ederek boşa çıkarmamalıdır.

* Böylesi kimselerin infakının durumu, üzerinde biraz toprak bulunup da üzerine bir sağanak isâbet ettiği zaman cascavlak kalan kayanın durumu gibidir. Onlar, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler.

* Allah'ın rızasını kazanmak ve kendilerini sağlamlaştırmak için infakta bulunanların durumu, kendisine bol yağmur isâbet edip de ürününü iki kat veren, verimli topraklardaki bir cennetin/bahçenin durumuna benzer. Böyle bir bahçeye bol yağmur düşmese de bir çisinti ile bol bol ürün alırlar.

* Hiç kimse, ihtiyarladığı ve zayıf zürriyetinin bulunduğu bir esnada, hurmalık ve üzümlüklerden olan, altında ırmaklar akan, içinde her türlü ürün bulunan bahçesine ateşli bir bora isâbet etmesini ve bahçesinin yanmasını istemez.

* Mü’minler, kazandıklarının ve Allah'ın kendileri için yerden çıkardıklarının temizlerinden infak etmelidir.

* Kendilerinin beğenmedikleri pis şeyleri vermemelidir.

* Şeytân, infak edecek kimseleri fakirlikle korkutur ve onlara aşırılığı [çirkinliği-hayasızlığı] emreder. Onun için şeytânın oyununa gelinmemelidir.

* Allah ise, Kendisinden bağışlama ve bol ihsan vaad eder. Ve Allah vâsi'dir [ilmi ve rahmeti sonsuz geniş olandır], en iyi bilendir. Onun için inananlar Allah'a kulak vermelidir.

Bu âyetlerin iniş sebebine ilişkin şu bilgiler verilmektedir:

Rivâyet edildiğine göre bu âyet-i kerîme Osman b. Affan ve Abdurrahman b. Avf (r. anhuma) hakkında nâzil olmuştur. Şöyle ki: Rasûlullah (s.a) Tebük gazvesine çıkmak üzere ashâb-ı kiramı sadaka vermeye teşvik edince Abdurrahman b. Avf 4.000 (dirhem) getirip o'na dedi ki: “Ey Allah'ın Rasûlü! Benim 8.000 dirhemim vardı, kendim ve aile halkım için 4.000'ini alıkoydum, diğer 4.000'ini de Rabbime ödünç verdim.” Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: “Alıkoyduğunda da verdiğinde de Allah bereket ihsan buyursun.” Hz. Osman da şöyle dedi: “Ey Allah'ın Rasûlü! Cihad için hazırlık yapamayanın hazırlığını ben üstleniyorum.” İşte bu âyet-i kerîme bu ikisi hakkında nâzil olmuştur.[275]

Yüce Allah'ın, Allah yolunda mallarını infak edip de... buyruğunun Osman b. Affan hakkında nâzil olduğu söylenmiştir. Abdurrahman b. Semura dedi ki: Osman (r.a) Zorluk Ordusunun teçhizi için 1.000 dinar getirdi ve bunları Rasûlullah'ın (s.a) kucağına koydu. Elini o dinarlar arasına sokup evirip çevirdiğini ve şöyle dediğini gördüm: “Bugünden sonra İbn Affan'a ne yapacağının zararı olmaz. Allahım! Osman'ın bu gününü unutma.”

Ebû Sa‘îd el-Hudrî de dedi ki: Peygamber'in (s.a), ellerini kaldırıp Hz. Osman'a şöyle dua ettiğini gördüm: “Rabbim! Şüphe yok ki ben Osman'dan razı oldum, Sen de ondan razı ol.” Rasûlullah (s.a) tan yeri ağarıncaya kadar bu şekilde dua edip durdu ve nihâyet, Allah yolunda mallarını infak edip de sonra o harcadıklarının arkasından başa kakmayan ve bir eziyet katmayanların Rabb'leri katında mükâfatları vardır... âyeti nâzil oldu.[276]

Bu âyet, Hz. Osman ve Abdurrahman b. Avf (r.ahmuma) hakkında nâzil olmuştur. Hz. Osman Tebük Gazvesi “usre” [zorluk ve meşakkat] ordusunu, takımları ile beraber 1.000 deve ve 1.000 dinar vererek teçhiz etmiş, bunun üzerine Rasûlullah (s.a) ellerini göğe kaldırarak, “Ey Osman'ın Rabbi, ben Osman'dan razı oldum, Sen de ol” demiştir. Abdurrahman b. Avf ise, malının yarısı olan 4.000 dinarı tasadduk etmişti, Bunun üzerine, bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[277]

Âyetlere göre, Allah'a ödünç verirken veya infak ederken dikkat edilmesi gereken hususlar şöyle sıralanabilir:

* İnfakta bulunulan kişiye başa kakmak yoluyla veya başka bir yolla eziyet edilmemelidir.

* İnfakta bulunulan kimseye iyi sözler söylenmelidir.

* İnfakta bulunulan kimsenin sıkıntıda olduğu –infakta bulunacak olanlar hariç– kimseye söylenmemelidir.

Âyetteki, İşte onun durumu, üzerinde biraz toprak bulunup da üzerine bir sağanak isâbet ettiği zaman, sağanağın cascavlak olarak bıraktığı kayanın durumu gibidir. Onlar, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Ve Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet etmez ifadesiyle, yaptığı infakı başa kakan kimse bir örnekle kınanmış ve onun eline bir şey geçmeyeceği bildirilmiştir.

Âyetteki, Kendinizin göz yummadan alıcısı olamayacağınız pis şeyleri vermeye yeltenmeyin ifadeyle de, kendisinin beğenmediği bir şeyi infak olarak vermemesi istenmektedir. Âyetin bu bölümü ile ilgili kaynaklarda şu bilgi verilir:

Bu âyeti kerîme Ensâr hakkında nâzil oldu. Ensâr, hurma kesme günleri gelince bahçelerinden taze hurmaları alır ve bunları Rasûlullah'ın (s.a) mescidinde iki direk arasına gerilmiş bir ipe asarlardı. Muhâcirlerin fakirleri de onlardan yerdi. Ensârdan birisi kötü, âdi hurmaları aldı ve taze hurma salkımlarının arasına koydu. Bunun caiz olduğunu sanıyordu. Böyle yapanlar hakkında Allah Teâlâ, Bayağı şeyleri vermeye yeltenmeyin âyetini indirdi.[278]

Pasajın başında “bire yediyüz”, sonunda da Allah ise, size Kendisinden bağışlama ve bol ihsan vaad eder buyurularak infak yapanların ahrette bire yediyüz sevap kazanacakları, dünyada da bire yediyüz bolluğa kavuşacakları beyân edilmektedir.

Paragraftaki, Şeytân, sizi fakirlikle korkutur ve size aşırılığı [çirkinliği-hayasızlığı] emreder ifadesiyle, şeytânın fakirlikle korkutmak sûretiyle infakı engellemeye çalışacağı (ilerideki âyetlerden anlaşılacağı üzere, infak yerine faizi yerleştirmeye çalışacağı) beyân edilmektedir.

269. O [Allah], dilediğine hikmet [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler] verir. Ve kime hikmet verilirse gerçekten ona pek çok hayır verilmiştir. Kavrama yetenekleri olanlardan başkası da iyice düşünmez.

Bundan önceki âyette, Allah ise, size Kendisinden bağışlama ve bol ihsan vaad eder buyurulmuştu. Bu âyette ise, söz konusu bol ihsan zikredilmektedir. Kanaatimizce burada isim verilmeden Rasûlullah'a işaret edilmekte; kendisinin ve ailesinin sahip olduğu serveti Allah yolunda harcamasının sonucu olarak Allah'ın kendisine “hikmet” verdiğine, yani o'nu devlet başkanlığına yükselttiğine işaret edilmektedir.

Hikmet hakkında daha evvel açıklama yapmıştık.[279]

Buradaki hikmetin, Rasûlullah'a özgü olan bir hikmet olduğu şu âyetlerden anlaşılmaktadır:

Kadınları boşadığınız zaman iddetlerini de bitirdiklerinde, artık onları ya ma‘rûf ile tutun veya ma‘rûf ile salın, hakklarına tecavüz için zararlarına olarak onları tutmayın. Her kim bunu yaparsa kendi nefsine zulmetmiş olur. Allah'ın âyetlerini oyuncak da edinmeyin, Allah'ın üzerinizdeki nimetini, size kendisiyle öğüt vermek üzere indirdiği kitap ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] hatırlayıp, düşünün. Hem Allah'a takvâlı davranın ve şüphesiz Allah'ın her şeyi en iyi bilen olduğunu bilin. (Bakara/231)

Eğer senin üzerinde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, onlardan bir güruh seni sapıtmaya çalışırdı. Hâlbuki onlar, kendilerinden başkasını saptırmazlar ve sana hiçbir zarar veremezler. Allah, sana kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın senin üzerindeki lütfu büyüktür. (Nisâ/113)

Andolsun ki Allah, mü’minlere kendilerinden, onlara kendi âyetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitap ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir iyilikte bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler. (Âl-i İmrân/164)

Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir. Ve siz, her nerede olsanız, insanlardan, –onlardan zulmeden kimseler hariç– sizin aleyhinizde bir delil olmaması için, Benim size, içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermemiz gibi, size olan nimetimi tamamlamam için ve doğru yolu bulabilmeniz için hemen yüzünüzü onun tarafına çevirin. Artık onlara haşyet duymayın, Bana haşyet duyun. (Bakara/150-151)

270. Nafaka cinsinden neyi infak ettiyseniz veya adak türünden ne adadıysanız şüphesiz Allah, onu bilir. Ve zâlimler için herhangi bir yardımcı yoktur.

271. Sadakaları açıkça verirseniz, artık o, ne iyi olur; ve eğer onları gizlerseniz, fakirlere verirseniz artık bu, sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmını kapattırır. Ve Allah, işlemiş olduğunuz şeylere haberdardır.

272. Onları doğru yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dilediği kimseyi doğru yola getirir. Ve hayırdan infak ettiğiniz şeyler sırf kendiniz içindir. Ve siz yalnızca Allah rızasını gözetmenin dışında infak etmezsiniz. Ve hayırdan ne infak ederseniz o size tastamam ödenecektir. Ve siz, zulmedilmeyeceksiniz.

273. (İnfakınız,) yeryüzünde gezip dolaşmaya güç yetiremeyen kendilerini Allah yoluna adamış olan fakirler için (olsun)… Utangaçlıktan, bilmeyenler, onları zengin sanırlar. –Sen onları işaretlerinden tanırsın.– Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler. Ve siz, hayırdan neyi harcarsanız, biliniz ki, şüphesiz Allah, onu çok iyi bilendir.

274. Mallarını gece ve gündüz [her zaman], gizlice ve açıkça infak eden kimseler; işte onların, Rabb'leri nezdinde mükâfâtları vardır. Ve onlara herhangi bir korku yoktur, onlar, üzülmezler de.

Bu âyetlerde de infakla ilgili bazı ilkelere dikkat çekilmektedir:

* Allah, infak edileni ve adananı bilir.

* Zâlimler için herhangi bir yardımcı yoktur.

* Sadakaları açıkça vermek iyidir, fakat gizli olarak vermek daha iyidir.

* Allah, infakla kusurları kapatır.

* Ve hayırdan infak edilen şeyler infak eden içindir.

* Allah rızasını gözetmenin dışında başka bir amaçla infak edilmemelidir.

* Hayırdan ne infak edilirse karşılığı Allah tarafından tastamam ödenecektir. Kimsenin hakkı yenmeyecektir.

* İnfak, yeryüzünde gezip dolaşmaya güç yetiremeyen, kendilerini Allah yoluna adamış olan, utangaçlıktan kendilerini bildirmeyen, yakından tanımayanların zengin sandığı, yüzsüzlük edip de dilenmeyen fakirlere yapılmalıdır.

* Mallarını gece ve gündüz [her zaman], gizlice ve açıkça infak eden kimseler, Rabb'leri tarafından ödüllendirilecekler, onlar için korku ve üzüntü olmayacaktır.

Âyetteki, Nafaka cinsinden neyi infak ettiyseniz veya adak türünden ne adadıysanız şüphesiz Allah onu bilir. Ve zâlimler için herhangi bir yardımcı yoktur ifadesi, hem teşvik hem de tehdit içeriklidir. Burada, Allah rızasının dışında bir amaçla infak edenler zâlimler olarak nitelenmekte; bunun onlara bir hayrının dokunmayacağı, onları Allah'ın cezalandırmasından kimse kurtaramayacağı ifade buyurulmakta; mü’minler de bu tiplere karşı tedbirli olmaya davet edilmektedir.

Âyette bahsi geçen adak ise, “mecbur olmadığı hâlde, ibâdet cinsinden bir şeyi kişinin kendine zorunlu kılması” demektir.

Bu âyetlerin iniş sebebine ilişkin kaynaklarda şu bilgiler yer almaktadır:

Ashâb müşrik olan akrabalarına az da olsa sadaka vermekten hoşlanmıyorlardı. Bu konuyu sorduklarında kendilerine müsâde edildi ve, Onları hidâyete erdirmek sana düşmez. Allah dilediğini hidâyete erdirir. Hayır namına ne infâk ederseniz kendinizedir. Zaten yalnız Allah rızâsını kazanmak için infâk edersiniz. Verdiğiniz her hayır tâm olarak size ödenir ve siz, hakksızlığa uğratılmazsınız âyet-i kerîmesi nâzil oldu.[280]

Sa‘îd b. Cübeyr mürsel olarak Peygamber'den (s.a) bu âyet-i kerîmenin nüzûl sebebine dair şunu rivâyet etmiştir: Müslümanlar zimmet ehli olan fakirlere sadaka veriyorlardı. Ancak müslümanlar arasındaki fakirler çoğalınca Rasûlullah (s.a), “Dinimize mensup olanlardan başkasına sadaka vermeyin” buyurdu. Bu âyet-i kerîme nâzil olarak İslâm dininden olmayanlara sadaka vermeyi de mübah kıldı. en-Nakkaş'ın zikrettiğine göre Peygamber'e (s.a) birtakım sadakalar getirilmişti. Yahûdinin biri gelerek, “Bana da bir şeyler ver” deyince, Peygamber, “Müslümanların sadakasından senin hakk ettiğin bir şey yoktur” buyurdu. Yahûdi fazla uzağa gitmeden, Onların hidâyete ermesi üzerine borç değildir âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Rasûlullah (s.a) onu geri çağırdı ve ona bir şeyler verdi. Daha sonra Yüce Allah bunu sadakalara ait âyet-i kerîmeleri ile (zekâtın harcama yerlerini belirten Tevbe/60 âyetiyle) neshetti.[281]

Âyet-i kerîme, Muhâcirlerin fakirleri hakkında nâzil olmuştur. Onlar kırk kişi kadar olan ve Medîne'de ne yurtları, ne de akrabaları bulunan Ashâb-ı Suffe idiler. Onlar Mescid-i Nebî'den ayrılmıyorlar, Kur’ân-ı Kerîm öğreniyorlar, oruç tutuyorlar ve her gazveye de iştirak ediyorlardı. İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a) bir gün Ashâb-ı Suffe'nin yanında durur; onların fakirliğini ve buna rağmen şevklerini görünce onların gönüllerini hoş tutarak şöyle der: “Ey Ashâb-ı Suffe! Sevinin ve birbirinize müjdeleyin ki, benim ümmetimden her kim razı olarak sizin bulunduğunuz sıfat üzerinde olduğu hâlde benimle karşılaşırsa, muhakkak ki o, benim kendisiyle dirsek dirseğe olacağım arkadaşlarımdan olacaktır.”[282]

a) Hakk Teâlâ'nın, (Sadakalar) kendilerini Allah yoluna vakfetmiş fakirler içindir âyeti nâzil olunca, Abdurrahmân ibn Avf, Suffe Ashâbına birkaç dinar; Hz. Ali (r.a) de geceleyin bir “vesk” hurma gönderir. Böylece Allah Teâlâ nezdinde, bu iki sadakanın en sevgilisi Hz. Ali'nin (r.a) sadakası olmuş olur. Bunun üzerine de bu âyet-i kerîme nâzil olur. Böylece de geceleyin verilen sadaka daha mükemmel olmuş olur.

b) İbn Abbâs (r.a) şöyle der: “Hz. Ali'nin (r.a) sadece dört dirhemi vardı. Böylece o, bunların birini geceleyin, birini gündüzün, birini gizlice ve diğer birini de aşikâre olarak tasadduk etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), “Seni, bu şekilde hareket etmeye sevkeden nedir?” dedi. Hz. Ali, “Rabbimin bana vaad ettiğini hakk etmek istemem” dedi. Hz. Peygamber de, “Rabbinin sana vaad ettiğini hakk ettin” dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, bu âyet-i kerîmeyi indirdi.[283]

Bu âyet-i kerîme [274. âyet] Hz. Ebû Bekr hakkında nâzil olmuştur. Çünkü o, 40.000 dinarın 10.000'ini gece; 10.000'ini gündüz, 10.000'ini gizli, 10.000'ini de açıktan tasadduk etmişti.[284]

Bu âyetlerde mü’minlerin infak hususunda mü’min-kâfir ayırımı yapmamaları gerektiği ifade edilmektedir. Sadakalarda din-iman ayırımı yapılmamalı, yakınlardan başlanıp halka genişletilmelidir.

Âyetteki, Yeryüzünde gezip dolaşmaya güç yetiremeyen, kendilerini Allah yoluna adamış olan fakirler için olsun ifadesiyle de, öncelikle “eğitim-öğretim kurumlarındaki öğretmen ve öğrenciler ile ülke ve dini savunan askerler” kasdedilmektedir.

271. âyetteki, ve eğer onları gizlerseniz, fakirlere verirseniz artık bu, sizin için daha hayırlıdır ifadesi, sadakanın gizli verilmemenin, açıktan verilmesinden daha faziletli olduğuna delalet eder. Çünkü bu, riyadan uzak olup, Allah'ın rızasını kazanma hususunda daha uygundur. Ayrıca bu uygulama, fakirin rencide olmasını da engeller.

Örnek olmak, başkalarını teşvik etmek için sadakanın açıktan verilmesi de makbuldür. Âyetteki iki ifade birleştirildiğinde, açıktan verilen sadakanın, fertlere doğrudan değil, bir kurum aracılığı ile verilmesi gerektiği anlaşılır ki böylece riya, minnet ve eziyet ortadan kalkar. Öyleyse sadaka, ferde gizli, kurumlara aşikâr verilmelidir.

275. O ribayı yiyen şu kişiler, şeytânın bir dokunuşuyla çarptığı kişinin kalkışından başka türlü kalkamazlar. Bu, şüphesiz onların, “Alış-veriş, riba gibidir” demeleriyledir. Oysa ki, Allah, alış-verişi helâl, bu ribayı harâm kılmıştır. Kendisine Rabbinden bir öğüt gelip de yaptığından vazgeçenin geçmişi kendisine, işi Allah'adır. Ve kim ki yeniden dönerse, işte onlar ateşin dostlarıdır. Onlar orada sürekli kalacaklardır.

276. Allah, ribayı yok eder, sadakaları da artırır. Allah, tüm aşırı nankör ve günahkâr kimseleri sevmez.

277. Şüphesiz iman eden ve sâlihatı işleyen, salâtı ikâme eden ve zekâtı veren kişilerin Rabb'leri katında mükâfâtları vardır. Ve onlar üzerine hiçbir korku yoktur, onlar üzülmezler de.

278. Ey iman etmiş kimseler! Eğer mü’minler iseniz, Allah'a takvâlı davranın ve ribadan kalanı bırakın.

279. Artık böyle yapmazsanız, o zaman Allah ve Elçisi'nden size savaşı bilin. Eğer tevbe ederseniz, artık sermayeleriniz sizindir. Hakksızlık etmezsiniz, hakksızlığa da uğramazsınız.

280. Eğer o [borçlu], darlık içindeyse, kolaylığına kadar mühlet! Eğer biliyorsanız, sadaka olarak vermeniz, sizin için, daha hayırlıdır.

281. Ve kendisinde Allah'a döndürüleceğiniz güne takvâlı davranın. Sonra da herkes kazancını tastamam alır. Ve onlar zulmedilmezler.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla