Selamun Aleykum! Değerli Miralay Kardeşim!
Alıntı:
Miralay Nickli Üyeden Alıntı
Selam
Allah hepinizden razı olsun. Böylelikle tartışarak doğruyu bulabileceğimize inanıyorum.
|
Allah sizlerden de razı olsun. Bizler Allah'ın kulları olarak kendisinden razı olursak Allah da bizlerden razı olur.
Alıntı:
Miralay Nickli Üyeden Alıntı
Ben acizane hadisler ve namaz hususunda şunu diyeceğim:
Kuran Allah kelamıdır ve kıyamete kadar Cenab-ı Allah'ın koruması altındadır.
Hadisler veya diğer sözler ve yazılanlar ise hepsinin doğru olduğunu kabul etsek bile kul kelamıdır.
Allah kelamının yanında kul kealmının yeri olur mu? En doğrusunu her halukarda Cenab-ı Allah bilir. Demek ki bizim alacağımız tek referans Kuran-ı Kerim'dir; yani Allah kelamıdır. Resulullah Aleyhisselam veya sahabe-i kiram (Allah onlardan razı olsun) zamanından günümüze gelmiş bir hadis kitabının var olduğuna dair bir veriye rastlamadım. Hiçbir hadis kitabında da (kütüb-i sitte'nin tamamını okudum) açıkça yapılmış bir namaz tarifi bulamadım. Kuran'da öyle yorum farkları olur,herkes anladığı gibi yourmlar, vs. gibi düşüncelere katılmıyorum. Kuran tam,noksansız ve her akıl sahibine indirilmiştir. Aklın yolu da birdir. Kuran'ı bir bütün olarak algılarsak, eğer ard niyetimiz yoksa her ayetini doğru olarak algılar ve hayatımıza tatbik ederiz.
|
Kur'an'da yorum olmaz. Cenabı Allah Kur'an'ı kendisi tefsir etmiştir. Kur'an'da sadece tevil olur. Tevil ise yorum değil birbirine benzer olanların önceliklemesidir. Yapılan tevil, Kur'an'ın bütünlüü içerisinde çelişki ve tutarsızlık örneği oluşturmamalıdır. Tevil,Ali İmran Suresinin 7 ayeti ve Zümer Suresinin 23. ayetinde belirtilen müteşabih ayetler için sözkonusu olur.
Alıntı:
Miralay Nickli Üyeden Alıntı
Namaz konusuna gelince...
Evet Kuran'da namaz "Salat" olarak geçer heryerde. Ve çok çeşitli anlamları vardır. Nasıl ki "YÜZ" kelimesinin sesteşleri ne kadar çoksa salat'ın da öyledir. Yüz deyince, "insanın vechi, denizde yüzmek, hayvan derisi yüzmek,sayı olarak 100 sayısı" anlamlarını o anki kullanılış biçimine göre yükleriz.
|
Kur'an'da namaz, "salat" olarak geçmez, tazarrulu/ zillet üzerine zillet/alçala alçala niyaz olarak geçer. (A'raf;55)
"Salatı" ise “destek olmak, yardım etmek, sorunları sırtlamak; sorunların çözümünü üzerine almak” şeklinde özetlemek mümkündür. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, buradaki sorunlar, sadece bireysel sorunları değil, aynı zamanda toplumsal sorunları da kapsamaktadır. Dolayısıyla الصّلوة [salât] sözcüğünün anlamını, “yakın çevrede bulunan muhtaçlara yardım” boyutuna indirgemek doğru olmayıp, “topluma destek olmak, toplumu aydınlatmak, toplumun sorunlarını sırtlamak, üstlenmek ve gidermek” boyutunu da içine alacak şekilde geniş düşünmek gerekir. Yapılacak yardımın, sağlanacak desteğin gerçekleştirilme şeklinin ise “zihnî” ve “mâlî” olmak üzere iki yönü bulunmaktadır.
Salat namazlaşmıştır.
Yukarıda, namazın [tazarrulu niyazın] da Allah'ın emri olduğunu ifade etmiştik. Rabbinize alçala alçala ve gizlice/açıkça göstererek dua edin (A‘râf/55) âyetindeki ifadelerin çoğul olmasından, namazın; samimiyeti, heyecanı, galeyanı artırması açısından topluca uyum içerisinde icra edilmesi gerektiğini de anlıyoruz.
Bununla birlikte yukarıda salât konusunu işlerken, salâtın da huşû ile icra edilmesi gerektiğini, riya bulaşmış salâtın işe yaramayacağını detaylı olarak izah etmiştik. Anlaşılıyor ki Kur’ân'da huşû ile icra edilecek bir salât ile hudû ve tazarru ile icra edilecek bir niyaz vardır ki makul ve makbul olan, bu iki ödevi birlikte icra etmektir. Böylece salât, riyadan arındırılıp kişiye de yararlı hale gelecektir. Nitekim Rasûlullah da böyle yapmış ve yaptırmıştır. Eldeki nakillere göre Rasûlullah her toplantıda topluca “tazarrulu niyaz” icra etmiş [namaz kıldırmış], sonra da “salât”ı [zihnî ve mâlî destek programını] icra etmiştir.
Ne var ki yukarıda “Musalla” bölümünde açıkladığımız gibi Mervan ve benzerlerinin baskısı sayesinde Rasûlullah'ın uygulamaları değişmiş, “salât” kavramının içini boşaltmış, musallâ ve mescidlerde salât yok olmuş, sadece “namaz” icra edilmiştir. Böylece salât sözcüğü, literatüre “namaz” diye geçmiştir.
Bilindiği gibi musallâ ve mescidler, “beytullâh” [Allah'ın evi] kabul edilir. Yukarıda Cum‘a konusunda açıkladığımız gibi, beytullâh'da toplananlar, özgürce, kovuşturmaya maruz kalmadan orada İslâmî sınırlar dâhilinde her türlü siyâsî ve idarî eleştiri ve öneride bulunabilirler. İslâm'dan sapıp da eleştiriden rahatsız olan zorba iktidar sahipleri mescid ve musallâlarda salâtın icrasını yasakladılar, sadece tazarrulu namaza izin verdiler. Gündüz kılınan namazlarda kıraatin gizli okunması da, o baskı dönemlerinden intikal eden bir uygulamadır.
Sonraları “salât” denildiğinde sadece “namaz” [tazarrulu dua/niyaz] anlaşılır olmuştur. Saray beslemeleri de kitaplarına, “Salât, duadır, namazdır” diye yazmışlar, Râgıb gibi nisbeten dürüst olanlar ise, “Ehl-i lugat, ‘salât, duadır, tebriktir, temcidddir’ demiştir” diyerek vebali başkasına atmıştır.
Şurası hiç unutulmamalı ki, İslâmî kuralların yeryüzüne hâkim olmasıyla pek çok kesimin [Ümeyyeoğulları ve Hâşimoğulları'ndan bir çoğunun, inkârcıların, münâfıkların] menfaatleri baltalanmıştı. Bunlar, doğrudan İslâm'a karşı çıkmak yerine, İslâm'ı yozlaştırarak çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırma cihetine gittiler. Saray ulemasının marifeti [Din'in kaynağının çoğaltılması ve hadis uydurmacılığı] ile Din'in temel kavramları saptırıldı, “salât” örneğinde olduğu gibi kavramlara yeni anlamlar yüklendi, böylece İslâm dini tersyüz edildi. Kurdukları baskıcı yönetimlerle de, oluşturulan bu “sahte din” toplumlara dayatıldı. Daha sonra da Emevî anlayışını sürdüren yönetimler [Abbâsîler, Memlukîler ve Yavuz Selim'den sonra Osmanlılar] bu yanlış anlayış ve uygulamayı sürdürdüler. İslâm'a ve Kur’ân'a sarılmak isteyenlere (ki bir çoğu Rasûlullah'ın akrabası ve arkadaşlarıdır) her türlü zulmü reva gördüler. Öyle ki, Mekke'yi kuşatarak Ka‘be'yi yıkıp binlerce müslümanı katlettiler. Bu sebebledir ki, dönemin vâlileri târihe, “zalim” olarak geçtiler. Böylece, sahte din sistemleşti, bugün hâlâ çok geniş bir coğrafyada varlığını sürdürmektedir.
Kaynak:İşte Kur'an(Hakkı Yılmaz)
Alıntı:
Miralay Nickli Üyeden Alıntı
"Şekilsel namaz yoktur" fikrine şimdiye kadar ben de katılıyordum. Fakat değerli Ali Rıza Borazan abimizin yazdıkları ve söylediklerinden kendime bir uyarı mesajı algıladım ve fikrim değişti.
Nasıl ki askerde ictima varsa, namazın ritüel (şekilsel) biçiminin de öyle bir anlamı vardır.
Günde üç (veya beş) vakit Allah'ın huzurunda ictimaya çıkarız,tekmil verir; "Ben burdayım" deriz.
Bu bir nevi disipline sokulmadır. Yoksa haşa Cenab-ı Allah'ın namazımıza da ihtiyacı yoktur. "Ben burdayım" demesek te "burda" olduğumuzu külli ilmi ve iradesiyle bilir.
|
Kulun, Efendisi,Rabbisi olan Yüce Allah karşısında, haşyet halinde tam bir acziyet içerisinde zillete düşmesinin, alçalmasının , alçaldıkça alçalmasının bedene yansıması sırasında açığa çıkan beden dili tazarrulu yakarışın/namazın şeklini oluşturur. Bu anlamda şekilsel namaz vardır. Tam olarak şeklini kişinin Allah'tan haşyeti belirler.
Toplu yakarışlarda/namazlarda ise topluluğun başında bulunduğu liderin haşyeti sonucu oluşan beden diline ona uyanların beden dili de aynen yansır/yansımalıdır.
Okuduğunuzu belirttiğiniz kütübi sitte adıyla meşhurlaşmış hadis kitaplarında namazın /tazarrulu yakarışın tam bir örneğini göremeyişinizin nedeni de budur.
Allah Resulunun içerisinde bulunduğu ruh haline haşyetine bağlı olarak farklı beden dili ortaya çıkmış ve arkasında bulunanlar da buna aynen uymuştur.
Eldeki nakillere göre Rasûlullah her toplantıda topluca “tazarrulu niyaz” icra etmiş [namaz kıldırmış], sonra da “salât”ı [zihnî ve mâlî destek programını] icra etmiştir.
Müslümanların cemaat olmalarının en güzel örneklerinden biri topluca namaz kılmalarıdır. Cemaatle namaz, İslâm cemaati olmanın temelini atar, cemaat olma bilincini kazandırır. Seferberlik halindeki uygulama, hudû ve tazarruyu da artırır. Toplu uygulamalarda, insanlar, düşüncelerini Allah'a doğru yükselterek adale ve uzuvlarını dinlendirme, zihinlerinin gerginliğini giderme, fikirlerini billurlaştırma ve medeniyetin ezici bir yük haline getirdiği çetin hayata tahammül kuvvetini kazanma imkânını bulabilmektedir.
Cemaat düzeni, bir eşitlik ve kardeşlik düzenidir. İslâm toplumunda soylular, seçkinler sınıfı yoktur; hiç kimse diğerinden üstün değildir.
Mescidde toplanan müslümanlar, Kur’ân'ı en iyi okuma, dini en iyi şekilde yaşama, takvâ, yaş gibi özellikleri göz önüne alarak aralarında, en uygun olan kişiyi “namaz imamı” olarak seçer ve onun arkasında saf tutarlar. İmamın işaretleriyle (bir nevi komut ki tekbir ile yapılır) tazarru aşamalarını gerçekleştirirler.
Cemaatle namazdaki imaj, müslümanların oluşturması gereken toplum düzenine bir işarettir. Seçtikleri imam bile onlardan biridir. Sadece görevi gereği diğerlerinden bir adım önde durmaktadır.
Alıntı:
Miralay Nickli Üyeden Alıntı
""Kuran'da rekat sayısı yoktur" derseniz eğer; Cenab-ı Allah savaş durumunda 2 rekatlik bir namaz (salat) tarif buyurmuştur. Lakin ben acizane Cenab-ı Allah'ın bizden rekat sayısı gözetmemizi istediğini hiç saymıyorum. Bence ister 1 rekat, isterse bin rekat kılalım. Yeter ki huzurda olalım ve "ben burdayım Allah'ım" diyelim..
|
Kur’ân'da namazın kaç rekât olduğu yer almaz. Bunu, niyazda bulunan kişiler, psikolojik durumlarına göre yaparlar. Namaz, tekbirden oturuşa hudû ve tazarru ile uzun süreli olabileceği gibi, şekilciliğe düşmemek şartıyla arzu edildiği kadar uzatabilir.
Ayrıca bu niyazda, konu ettiğimiz aşamaların hepsini yapmak da gerekmez. İmkân ölçüsünde ortama göre birkaçı yapıldığı zaman da tazarru yerine gelmiş olur.
Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere dua; hudû [eğilmek, bükülmek, küçülmek ve tam teslim olup itaat etmek, sözü yumuşatmak, kibar, tatlı söylemek; tevazu göstermek] ile namaz da tazarru [sürekli alçalma] ile yapılmalıdır.
Bunlar, en önemli özelliklerdir. Hudû ve tazarru, şekilciliğin bilince ermesidir.
Yukarıda tekrar tekrar açıklamıştık ki namaz, “tazarrulu duâ” demektir. Duâ da, “kulun, ihtiyacını, gönlünden gelen düşünce ve isteği Allah'a arzetmesi”dir. Onun için duâ, kulluk görevlerinin en hasıdır. Hiç şüphesiz Allah, kalplerden geçeni, dertleri, sıkıntıları, istek ve ihtiyaçları bilir. Onun için insan onu, saygı ve edep çerçevesinde Allah'a arz edip O'ndan istekte bulunmalıdır. Bunu yaparken en fazla dikkat edilecek husus, samimiyet ve saygıdır.
Namazın mahiyeti ve nasıl kılınacağı, hudû ve tazarru yönünden bilinmediğinden, namaz kılanların sayısı azalmıştır. Profesyonel namaz kılanlar ve imamlar türemiştir. Ruhsuz kılınması sebebiyle namaz anlamsız hareketlere dönüşmüş, kılanların da namazı niçin kıldıkları tartışılır ve merak edilir olmuştur.
Bu âyet indiği zamanlarda da şimdiki gibi riyakâr, ısmarlama duâ yapan, süslü sözlerle emir verir gibi bağırıp çağırarak duâ yapan duâcılar vardı. Bu âyetle Cenâb-ı Hakk, duânın nasıl yapılması gerektiğini bildirmektedir. Dolayısıyla, bağırarak, çağırarak, emreder gibi, hele hele ne denildiği bilinmeden yapılan duâlar duâ olmadığı gibi Allah'a karşı da saygısızlık, edepsizlik ve haddi aşmaktır. Allah ise haddi aşanları, saygısızları ve edepsizleri sevmez. Burada, Kütüb-i Sitte'de yer alan sahih bir rivâyeti nakletmek istiyorum:
Ebû Mûsa el-Eş‘ari şöyle demiştir: Bizler Rasûlullah'ın maiyyetinde bir gazvede bulunduk. Yolda ilerlerken yüksek bir mevkie çıktıkça, bir yüksek yola yükseldikçe, bir vâdi içine indikçe buralarda tekbir getirerek seslerimizi yükseltmeye başladık. Rasûlullah bizim yanımıza yaklaştı ve dedi ki:
-- Ey insanlar! Nefislerinize yumuşak davranın [seslerinizi çok yükseltmeyin]! Şüphesiz ki, sizler bir sağırı ve bir gâibi çağırmıyorsunuz. Sizler şüphesiz semî‘ ve basîr olan Allah'a duâ ediyorsunuz.
Evet, kulluğun özü ve göstergesi duâdır. Duânın özü ve göstergesi de hudû ve tazarrudur. Namaz, yapılabilecek duâların en üstünü olduğundan [hem gönül hem beden hem de dil ile yapılan komple bir duâ olduğundan], hudû ve tazarrusuz olmamalıdır. Hudû ve tazarru namazın ruhudur. Hudû ve tazarrusuz namazın yararı olmak şöyle dursun, insana yük bile olur.
Gösteriş olarak yapılan hudû ve tazarru hiçbir işe yaramaz.
Cenabı Allah savaş durumunda iki rekatlik bir namaz tarifi buyurmamıştır. Sözkonusu seferde salatın nasıl yapılması gerektiği ile ilgilidir.
SALÂT, EN ZOR KOŞULLARDA BİLE İHMAL EDİLMEZ
Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin. Ve Allah için sürekli saygıda durarak kalkın (işe koyulun; eğitim-öğretim ve sosyal yardım kurumunu işletin). Ama, eğer korktuysanız, o zaman yaya veya binekli olarak giderken işe koyulun. Sonra da güvene erdiğinizde bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah'ı hemen zikredin []. (Bakara/238-239)
Ve yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfir kimselerin sizi fitnelendirmesinden [size bir kötülük yapacağından] korkarsanız, salâttan kısaltmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Şüphesiz kâfirler sizin için apaçık düşmandırlar. Ve sen onların içinde bulunup da onlar için salât ikâme ettiğin [eğitim-öğretim verdiğin] zaman içlerinden bir kısmı seninle beraber dikilsinler [eğitime katılsınlar], silahlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar boyun eğdiklerine [ikna olduklarında] arka tarafınıza geçsinler. Sonra salâta katılmamış [eğitim-öğretim almamış] diğer bir kısmı gelsin seninle beraber salât etsinler [eğitim-öğretim yapsınlar] ve tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. Kâfirler, silahlarınızdan ve eşyanızdan gâfil olsanız da size ani bir baskın yapsınlar isterler. Eğer size yağmurdan bir eziyet erişir veya hasta olursanız silahlarınızı bırakmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Tedbirinizi de alın. Şüphesiz Allah, kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamıştır. Sonra (korku halindeki) salâtı tamamlayınca, artık Allah'ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/güvene erdiğinizde, salâtı ikâme edin. Hiç şüphesiz ki salât, mü’minler üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır. (Nisâ/101-103)
Kaynak:İşte Kur'an(Hakkı Yılmaz)
Alıntı:
Miralay Nickli Üyeden Alıntı
Pekala namazı (salatı) Türkçe mi yoksa Arapça mı kılacağız. Benim acizane fikrim; nasıl ki tıbbi terimler Latincedir. Dünyanın neresine gidersek gidelim Latince bir tıbbi terim söylediğimizde o yörenin tüm doktorları o hastalığın, ve ilacın ne olduğunu anlar. Namazı da herkes kendi dilinde kılarsa (evde kılınana sözüm yok) memlekete gelen yabancı birisi ne yaptığımızı,ne dediğimizi anlamaz. Tabii ki tüm dilleri ve ırkları yaratan Cenab-ı Allah'tır. Yalnız başımıza istediğiniz dilde okuyun (yeter ki gönülden niyaz eyleyin), ama cemaat olduğunda, hele de yabancı bir memleketteyseniz tüm müslümanların birlik ve beraberliği adına orjinal terimleri kullanmamız daha sağlıklı olur kanaatindeyim.
Selam,saygı ve muhabbetlerimle
|
Salat ve namaz aynı şey değildir. "Salat", “destek olmak, yardım etmek, sorunları sırtlamak; sorunların çözümünü üzerine almak” şeklinde özetlemek mümkündür. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, buradaki sorunlar, sadece bireysel sorunları değil, aynı zamanda toplumsal sorunları da kapsamaktadır. İnsanlar bulunduğu vatandaşı olduğu ülkede salat için çağrıldığında koşarlar ve devletininin kendisine verdiği salat görevini eksiksiz yerine getirmeye çalışırlar. Bunun olabilmesi için kendisine yöneltilen salat görevinin kendi dilinde olması gerekir.
Sözkonusu namaz/tazarrlu yakarış ise ,insanlar içten yakarışlarını haşyet halinde ancak kendi dilleri ile yapabilirler.
NAMAZDA NELER OKUNMALIDIR?
Bu sorunun cevabı, yapacağımız ibadetin adında, yani namaz/niyaz sözcüğünün içinde mevcuttur. Namaz'ın anlamı, “sürekli alçalarak Allah'a yakarış” olduğuna göre, namazda Rabbimize hitabımız, yakarışımız, kulluğumuzu arz edişimiz duâ ve niyaz ölçüleri içerisinde olmak durumundadır.
Namazda duâ içerikli âyetleri okumalıyız (bu âyetleri ‘Dua’ başlığında ve ‘Örnek Dualar’ bölümünde naklettik); çünkü duâ ve niyazda, tüm gönlümüz, dilimiz ve bedenimiz ile yakarıştayız. O zaman kıssa anlatan veya hukuki hükümlerden ya da hayız-nifas ve cinsel ilişkiden bahseden âyetler, bulunduğumuz konuma uygun düşmez. Bu durumda namaz, dua ve niyaz olma esprisini kaybeder, târih, hukuk ve sosyoloji dersine dönüşür, dikkat dağılır, hudû ve huşû kalmaz. Onların okunacağı ortamlar ve zamanlar başkadır. Rasûlullah'ın mescid ve musallâlarda okuduğu Kur’ân âyetleri, namaz kapsamında olmayıp salât kapsamındadır ve toplumu eğitip aydınlatmaya yöneliktir.
RÜKÛ [EĞİLMEK]
Bu şart, “rükû, eğilmek demektir. Namazların her rekâtında en az eller dizlere ulaşacak kadar eğilmek farzdır. Rükû, mükemmel şekliyle baş ile göğüs yere paralel oluncaya kadar eğilmekle olur. Yalnız bu, erkek içindir. Kadın ise sadece elleri dizlerine ulaşacak kadar eğilir” diye açıklanır.
Aslında Kur’ânda geçen “rükû”, sözcüğünün namazdaki eğilmek ile alakası yoktur. Namazdaki eğilme, normal duayı, namaz şekline sokan tazarru ifadesinin bir başka aşamasıdır. İnsanoğlu zaman zaman sapıtmış, putlara, ceberrut yöneticilere, tağutlara ya da çıkar sağlamak için birilerine boyun eğmiş, bel bükmüştür. Kısacası Allah'ın astlarının önünde eğilmiştir. Halbuki akıllı insan, sadece Allah'ın karşısında bunu yapar, ki bu, Allah'ı büyük tanımanın bir göstergesidir.
Namazda eğilmek, saygı ve alçak gönüllülüğü yansıtır. Mü’min kulun Rabbine hürmetinin, O'nun karşısında küçülüşünün bir ifadesidir. Saygısından dolayı Rabbinin önünde eğilerek iki büklüm olur, böylece O'nun büyüklüğünü kabul eder. Allah'tan başka hiç kimsenin, hiçbir makam ve çıkarın önünde eğilmek mü’mine yakışmaz. Çünkü böylesine bir hürmet, ancak Allah'a yapılır. İnsanın böylesine küçülmesi, acizleşmesi ancak Allah'a karşı olabilir. Rükû yapmak, şüphesiz ki mü’minler için son derece önemli bir iman borcu olup mü’min olmanın nişanesidir.
Namaz kılan mü’min, kıyamda Allah'a hamd ettikten sonra, Allah'tan dilediği şeyleri ister, niyazda bulunur. Sonra, Allah sanki kendisine, “Hep istek olmaz. Biraz da içini-dışına vur. Geçen namaz vaktinden bu ana kadarki sürede yaptıklarını göz önüne getir hesap ver” der. Kul, olan-biteni, yaptıklarını bir bir düşünür. Bunca nimet ve lütfa karşı yaptığı nankörlükler gelir aklına. Mahcup olur, utanır. Huzurda durmaya bunca nimetleri verenin yüzüne bakmaya yüzü olmaz ve beli bükülür.
Hemen, tekbir: Allahu Ekber [Allahım! Sen her şeyden... daha büyüksün]
Beli bükükken de niyazını sürdürür. Terkedilmemeyi, yardım edilmeyi diler, Sübhane rabbiye'l-azîm [her türlü noksanlıktan münezzeh Rabbim Sen çok büyüksün] der.
Peygamber Efendimizin rükûda çeşitli tesbîh duaları okuduğu nakledilir. Bunların hemen tamamı Allah'ı büyüklemek, O'nun azametini dile getirmeye yönelik ifadelerdir ki biz bunu bugün, Sübhane rabbiye'l-azîm [her türlü noksanlıktan münezzeh Rabbim Sen çok büyüksün] diyerek ifade ediyoruz. Bu tesbîhi kaç kez söyleyeceğimize gelince, içinde bulunduğumuz halet-i ruhiyeye göre bu değişebilir; 3, 5, 500, 5.000... Bu, sevdiğimiz, hayran olduğumuz bir kimseyle ne kadar süreyle kalmak istediğimize bağlıdır.
Kul rükûda bu halet-i ruhiye içerisinde iken sanki, Allah, “Kalk, başını kaldır, karşımda dik dur!” der.
Kul başını kaldırır ve şöyle der: Semiallahu limen hamideh [Allah, Kendine hamd eden kuluna kulak verir/dikkate alır/onun isteklerini kabul eder].
Fakat kul, Allah'ın istediği gibi yaşamadığından, öyle bir Rabb'e yaraşır bir kul olamadığından daha da çok utanır. Ayakta duramaz. Bu defa yüz üstü düşer, yere kapanır: Allahu Ekber!
SECDE (!) YERE KAPANMA
Bu şart şöyle açıklanmıştır: “Namazın ana bölümlerinden biri de secdedir. Secde, Allah'ı ululayarak alnı yere koymaktır. Bu kadarı farzdır. Alınla beraber burnun da yere değmesi, ellerin de yere konması vâcibdir, yani secdenin tam ve mükemmel olması için gereklidır. Secde edilen yerin temiz ve katı olması gerekir; pamuk, kar, saman gibi yumuşak olup yerin sertliğini duyurmayan şeyler üzerine secde yapılmaz. Ayrıca secde yeri, ayakların basıldığı yerden yarım zira'dan [20- 30 cm.'den] yüksek olmamalıdır.”
Halbuki secde, “kişinin bilinçli olarak bir başkasına –kendisinden daha güçlü olduğunu kabul ederek– teslim olması, boyun eğmesi, onun otoritesi dışına çıkmaması” demektir. Namazda yere kapanılması, tazarrunun bir başka aşamasıdır. Allah'ı tazim ve O'na itaat etmenin en iyi göstergesidir. Allah'tan başkasının önünde kesinlikle yere kapanılmaz. Allah'tan başkasının huzurunda yere kapananlar, önünde yere kapandıkları varlığı tanrı edinmiş olurlar. Birinin karşısında yere kapanan kişi, ona karşı sınırsız bir saygı duyuyor, onu en yüce olarak tanıyor ve ona derin sevgi duyuyor demektir. Çünkü yere kapanma, insanın kendisini en aşağı, en küçük, en güçsüz gördüğü bir hiçlik halidir.
Tarihte birçok zorba, insanları kendlerine ya da makamlarına karşı yere kapanmaya zorlamış; onların kendilerine teslimiyetlerinden ve boyun büküşlerinden zevk almışlardır.
Allah'a samimiyetle inananlar, Allah'ın dışında hiçbir varlığın, makamın, çıkarın, gücün önünde boyun eğmez ve yere kapanmazlar. Başlarını dik tutarlar, haysiyet ve şereflerini koruyup, zorbalar karşısında onurlarını rencide etmezler. Allah'ın karşısında yere kapanmayanlar ise kibirli, burnu havada olan kimselerdir. Onlar Allah'a karşı yere kapanmayı gururlarına yediremezler, ama çıkarın, makamın ve zorba yönetimin önünde eğilirler; küçücük bir menfeat için süklüm-püklüm olurlar.
Secdenin toprağa yapılması daha anlamlıdır. Çünkü toprakla insanın birleşmesi tazarru ve tevazuun, hiçliğin en güzel göstergesidir. İnsan, toprak misali kendini Rabbinin karşısında küçültürse, en büyük makama: Allah'a yakınlaşır.
Yere kapanmış halde iken kul, Sübhane Rabbiye'l-a‘lâ [Ey, her türlü noksanlıktan münezzeh Rabbim! Sen yüceler yücesisin, Sen, en yüce olansın] der.
Secdenin süresi ve bu tesbîhin kaç defa söyleneceği kişinin takdirine kalmıştır.
SON OTURUŞ
Bu şart da İlmihal kitaplarında, “Kıldığı namaza göre son rekâtın bitiminde tahiyyât okuyacak kadar oturmak da farzdır. Tahiyyâtı okumak ise vâcibdir” şeklinde zikredilir.
Halbuki Kur’ân'da, namazda oturmayı ve tahiyyât okumayı emreden bir âyet yoktur.
Kul yere kapanıştan sonra oturur, bir müddet de oturarak, boynunu bükerek Rabbine niyazda bulunur. Bu da Allah'ın huzurunda sürekli alçalmanın bir başka şeklidir. Bu niyazında da arzu ettiği yakarışı yapar, Allah'tan dilediğini ister.
Son oturuş ile ilgili olarak konulan kuralların tahlili:
TEŞEHHÜD/TAHİYYAT
Teşehhüd, sözlükte “şehadet getirmek” demektir. Bundan maksat, Kelime-i Şehadet denilen, Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve rasûluhu cümlesini söylemektir.
Terim olarak ise, namaz kılarken ‘ka’de’ denilen oturmada, içerisinde Kelime-i Şehadet'in de bulunduğu et-Tahıyyatu lillahi ve's-salâvâtu ve't-tayyibatu... cümlelerini okumaktır.
Biz, içerisinde Kelime-i Şehâdet bulunan, et-Tahiyyâtu lillahi ve's-salâvâtu... diye devam eden sözcüklerin tahlili üzerinde duracağız.
Önce tahiyyât'ın metnini aktaralım:
et-Tahıyyâtu lillahi ve's-salevâtu ve't-tayyibâtu es-selâmu aleyke eyyühe'n-nebiyyü ve rahmetullâhi ve berakâtuhu es-selâmu aleynâ ve alâ ibâdillâhi's-sâlihîn. Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve rasuluh.
Tahiyyâtın anlamı:
Tahiyyât [dil ile yapılan karşılama övgüleri], salâvât [yapılan maddî ve manevî destekler] ve tayyibât [temiz mallar ile yapılan kulluklar] Allah içindir. Ey Peygamber! Selâm, Allah'ın rahmeti ve bereketleri senin üzerine olsun. Selâm, bizim ve Allah'ın sâlih kulları üzerine olsun. Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilâh/tanrı yoktur. Yine şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın rasûlüdür.
Şâfii mezhebine göre bu tahiyyâtın giriş bölümü farklıdır. Onlar şöyle okurlar:
et-Tahıyyâtü'l-mübârekâtü's-salavâtü't-tayyibâtü lillâh [tüm mübarek dil ile yapılan karşılama övgüleri, tüm temiz hoş destekler, Allah içindir].
Yukarıda, genel olarak dua'nın ne olup olmadığını, Allah'tan başkasına dua edilemeyeceğini, namazın da Allah'ın huzurunda sürekli alçalarak niyazda bulunmak olduğunu ve namazda iken muhatabın sadece Allah olduğunu ve olması gerektiğini açıklamıştık.
İşin gerçeği ve olması lazım geleni bu olmasına rağmen, tahiyyât metninde de görüldüğü üzere müslümanlar, es-selâmü aleyke eyyühe'n-nebiyyü [sana selâm olsun ey Peygamber] diye namazda Peygamber'i de muhatap almakta ve o'na da seslenmektedirler.
Arapça bilenimiz de bilmeyenimiz de namaz kılarken ağzından çıkanı kulağı duymuyor; ne dediğini ne okuduğunu bilmiyor.
Bugünkü kitaplarda yer alan Tahiyyât metni, İbn Mes‘ûd kanalıyla rivâyet edilenidir. Daha başka rivâyetler de vardır. Ama hepsinde de, es-Selâmü aleyke... [Selâm sana ey peygamber...] ibaresi mevcuttur.
Bu ravilerin, konuya tevhid ve namazın esprisi açısından bakmadıkları anlaşılıyor.
Bir de ‘et-Tahiyyatü’ metnine daha bir kutsallık verenler var. Onlara göre güya bu, Mirac'ta Allah ile Muhammed arasında geçen diyalogmuş. Şöyle ki:
Hz. Muhammed Allah'ın karşısına varınca selâm verir:
-- et-Tahıyyâtü lillahi vesalâvâtü ve't-tayyibâtü.
Allah da Hz. Muhammed'e karşılık verir:
-- es-Selâmü aleyke eyyühe'n-nebiyyü ve rahmetüllahi ve berekâtuhu.
Hz. Muhammed sadece kendisinin esenlikte olmasına pek râzı olmayarak şöyle der:
-- es-Selâmü aleynâ ve alâ ibâdillahi's-sâlihîn.
Bu manzarayı izleyen Cebrâîl ve melekler de şöyle derler:
Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve rasûluhu.
İlk dönemde hiçbir kaynakta ciddi bir nakil olmamasına rağmen daha sonraları, –başta tarikatlar tarafından olmak üzere– malumat adı altında dilden dile dolaşan yakıştırmalar üretilmiş, bu yakıştırmalar son dönemdeki belirli eserlerde de yer almıştır. Örneğin: Said Nursî, Şualar, 6. Şua; Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi; İsmâîl Hakkı Bursevî, Ruhu'l-Beyan, c. 5, s. 121.
Teşehhüd/tahiyyât konusunda en doğru yaklaşımı İmam Mâlik göstermiştir. Meşhur hadis kitabı Muvatta'da İbn Ömer'den şu rivâyeti görüyoruz:
Nafi der ki: İbn Ömer (r.a) şöyle teşehhüt okurdu:
Bismillahi, et-tahıyyâtu lillahi ve's-salâvâtu lillahi. ez-Zakiyatü lillahi es-selâmü ale'n-nebiyyi ve rahmetullahi ve berekâtuhu es-selâmü aleynâ ve alâ ibadillahi's-sâlihîn. Şehidtü enlâ ilâhe illallahu ve şehidtü enne muhammeden rasûlillahi.
Bunu ilk iki rekâtın ka’desinde okur ve teşehhüdünü tamamlayınca duâ ederdi. Namazın sonunda oturunca da yine böyle teşehhüd de bulunur ve teşehhüdü öne alırdı. Sonra dilediği duâyı yapardı. Teşehhüdü tamamlayıp selâm vermek isteyince şöyle derdi:
es-Selâmü ale'n-nebiyyi ve rahmetullahi ve berekâtuhu. es-Selâmü aleynâ ve alâ ıbâdillahi's-sâlihîn.
Sonra sağına, ‘es-selâmü aleyküm’ derdi. Sonra karşılık olarak imama selâm verirdi. Solundan biri kendisine selâm verirse karşılık olarak ona da selâm verirdi.
Rezin şunu ilave etti. “Ve dedi ki: “Rasûlullah (s.a) böyle yapılmasını emretti.”
Bazı sözcük farklılıkları da olsa, (duâ olduğu için hiçbir şey fark etmez) es-selâmü ale'n-nebiyyi [Peygamber'e selâm olsun] diye gramerde muhatap/ikinci şahıs olarak değil, ğaib/üçüncü şahıs ibaresiyle aktarılır. Yine muteber hadis kitaplarından Sünen-i Ebû Dâvûd'da da böyle yer alır.
Ayrıca hadis kitaplarını şerh edenler de kitaplarında İbn Mes‘ûd'un rivâyetindeki hitabın Peygamber öldükten sonra değiştirildiğini, artık ‘Selâm sana’ diye Peygamber'e yönelmediklerini, ‘Allah Peygamber'e selâmet versin’ tarzında okuduklarını yazarlar. Ama bu da özrün kabahatten büyük olmasından başka bir şey değildir.
Namaz, Peygamber'e de farzdı. O da namaz kılardı. Peki o nasıl okurdu?
Kaynaklardaki bilgilere göre, Rasûlullah teşehhüdü gizli okurmuş, hiç kimse Peygamber'in namazda teşehhüdü nasıl okuduğunu duymamış. Bugün okunan teşehhüd, rivâyet edenlerin namaz dışında öğrendikleri teşehhüdmüş.
Yapılan hatalar, sadece namazdaki tahiyyâtla sınırlı değildir. Cum‘a günleri öğleyin, kandil gecelerinde yatsı vakitleri ve cenazelerde minarelerden okunan salâda da aynı hatalar yapılmakta; es-Salâtü ve's-selâmü aleyke yâ rasûlallah [salât ve selâm senin üzerine olun ey Allah'ın Elçisi] diye seslenilmektedir. Asırlar evvel dünyadan irtihal etmiş olan Peygamber'e, sağmış ve yanımızda hazırmış gibi seslenilmektedir. Böylece Peygamber Efendimize, beşer üstü bir sıfat yakıştırılmaktadır ki bu da şirke sürükler. Salâda da salât ve selâmı, tahiyyâttaki gibi gaybî olarak ifade etmek gerekir. Meselâ, es-Salâtü ves-selâmü alâ rasûlillah veya Allahümme salli ve sellim alâ muhahammed veya Eyyühe'l-mü’minûn sallû ve sellimû alâ Muhammed gibi.
Bugünkü kitaplarda yer aldığı gibi teşehhüd/tahiyyât okumak, yanlış ve günahtır. O nedenle, es-Selâmü aleyke eyyühe'n-nebiyyü bölümünü, es-Selâmü ale'n-nebiyyi diye değiştirerek okunmalı veya herkes gönlünden geldiği gibi Allah'a niyazda bulunmalıdır.
Kaynak:İşte Kur'an(Hakkı Yılmaz)
Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz