Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
|
Haşr Suresi
101 (59). Haşr Suresi
MEDENÎ, 24 ÂYET
GİRİŞ
Adını ikinci âyetteki الحشر[el-haşr/toplanma] sözcüğünden alan bu sûrenin, Medîne'de 101. sırada indiği kabul edilir. Sûreye, içerisinde Medîne'deki Nadîroğulları'nın [bunlar, Rasûlullah ile yaptıkları ahdi bozan, sonra da Rasûlullah'a suikast düzenleyen Yahûdilerdir] sürgün edilmesi konu edildiği için “Nadîroğulları sûresi” de denilir.
Sûrede, Nadîroğulları savaşı, bu savaş sonrasında ganimetlerin dağıtılması ve bu dağıtım sırasında çıkan olaylar ve münâfıklar ile Yahûdilerin işbirliği yapmaları, sonra da Allah'ın Kendisini tanıtması yer alır.
Sûrede değinilen konular, necmlerin değişik zamanlara ait olduğunu göstermektedir.
Târihi olayları konu ettiğinden sûrenin iyi anlaşılması için söz konusu târihi olaylar hakkında ön bilgiye sahip olunması gerekir. Bu nedenle merhum Mevdûdî'nin ansiklopedik düzeyde özetlediği yazıyı sunuyoruz:
TARİHSEL ARKA-PLÂN
Bu sûrenin muhtevasını daha iyi kavrayabilmek için, Medîne ve Hicaz Yahûdilerinin târihine bir göz atılması gerekir. Çünkü bu bilinmeden, Hz. Peygamber'in (s.a) Yahûdilere muamelesinin sebeplerini anlamak çok güç olur.
Arabistan'daki Yahûdiler ile ilgili olarak yazılmış güvenilir bir târih çalışması bulunmadığı gibi, târihleri hakkında bilgi sahibi olabileceğimiz kendi yazdıkları bir belge veya eser de yoktur. Arabistan dışındaki Yahûdi târihçi ve müellifler de onlar hakkında bir şey yazmamışlardır. Yazmayışlarının nedeni olarak da, onların genel Yahûdi toplumundan koptuklarını, diğer Yahûdilerle bir alâkaları kalmadığını göstermektedirler. Bu bakımdan Arabistan dışındaki Yahûdiler, onları kendilerinden saymazlar, zira Hicazlı Yahûdiler İbrani kültüründen koptukları gibi, kültür ve hatta lisanları dahi Araplaşarak asimile olmuş ve İbranice'yi bile unutmuşlardı. 1. miladî asra kadar Hicaz'daki hiçbir târihî eser ve belgede, birkaç Yahûdi ismi dışında, onlara ait hiçbir iz yoktur. Dolayısıyla Hicaz Yahûdileri ile ilgili birçok bilgi, Araplar arasında yaygınlaşmış şifahî kaynaklara dayanır. Bu bilgilerin kaynağı da bizzat o dönemin ve o bölgenin Yahûdileridir. Arabistan'daki Yahûdilerin iddialarına göre, kendileri, Hz. Mûsâ'nın (s.a) son dönemlerinde Hicaz'a gelmiş ve orada yerleşmişlerdir. Bunu şöyle özetleyebiliriz: Hz. Mûsâ, Yesrib [Medîne] bölgesindeki Amalika kabilesine karşı bir ordu gönderip, onlara bu kabileden kimseyi hayatta bırakmamalarını emreder. Bu bölgeye gelen İsrâîl ordusu, Hz. Mûsâ'nın emrini ifa eder, ama çok yakışıklı bir delikanlı olan Amalika kralının oğlunu öldürmeyip yanlarına alarak Filistin'e getirirler. Ancak onlar daha Filistin'e gelmeden Hz. Mûsâ vefat ettiğinden, o'nun yerine geçenler, “Amalika kabilesinden hiç kimseyi hayatta bırakmamanızı size bir peygamber emretmişti. Oysa siz bu genci hayatta bırakmakla o'nun buyruğuna karşı gelmiş oldunuz” diye bu orduyu suçlayarak toplumdan tecrit ederler. Onlar da bunun üzerine Yesrib'e [Medîne'ye] geri dönerek, oraya yerleşirler (Kitâbu'l-Ağanî, c. 19, s. 94). Böylece Yahûdiler Arabistan'a 12 asır önce yerleştiklerini iddia etmiş oluyorlardı. Ancak bu iddiayı destekleyici hiçbir târihi delil bulunamamaktadır. Muhtemelen Yahûdiler eski ve yüce bir nesilden geldiklerine Arapları inandırabilmek için böyle bir hikaye uydurmuşlardır.
Yahûdilerin bir başka rivâyetine göre, M.Ö. 587'de Buhtu'n-Nasr'ın Beyt-i Mukaddes'i yakıp yıktığı ve Yahûdileri dağıttığı bir dönemde birçok kabile Hicaz'a gelip Vâdi'l-Kura, Teyma ve Yesrib bölgelerine yerleşmişlerdir.
Ancak bu iddianın da târihî bir mesnedi yoktur. Bu da muhtemelen yine Yahûdilerin, yüce ve kadim bir nesil olduklarını kanıtlayabilmek için uydurdukları hikayelerden biridir.
M.S. 70'te Rûmların, Filistin'de Yahûdileri katlettikleri ve M.S. 132'de bir kısmını Filistin'den sürdükleri, sâbit olan târihî gerçeklerdendir. Bu dönemde Filistin'den kaçan birçok Yahûdi kabilesi, gelip Hicaz'a sığınmıştır. Çünkü, Güney Filistin, Arabistan'a yakındır. Böylece onlar Arabistan'a gelip, yeşillik bir bölgeye yerleşmişler, daha sonra da hileyle ve bilhassa tefecilik olan mesleklerini icra ederek yavaş yavaş buraları ellerine geçirmişlerdir. Eyle, Makne, Tebuk, Teyma, Vâdi'l-Kura, Fedek ve Hayber hep onların eline geçmişti. Bu kabileler Benû Kurayza, Benû Nadîr, Benû Kaynuka ve Benû Bahdal idi.
Medîne'ye yerleşen kabileler içinde en meşhurları Benû Nadîr ile Benû Kurayza'dır. Çünkü kâhinlik ve dinî liderlik bu kabilelerdeydi ve en soylu kabileler olarak kabul görüyorlardı. Yahûdiler Medîne'ye geldiklerinde, orada bulunan bazı Arap kabileleri üzerinde tahakküm kurarak, Medîne'nin hâkimi olmuşlardı. Bundan yaklaşık 3 asır sonra M.S. 450 ve 451'de büyük Yemen seli (bu vak’a Sebe sûresi'nde zikredilmiştir) dolayısıyla Sebe kavimlerinden bazı kabileler Yemen'den kaçıp Arapların bölgesine göç etmek zorunda kalmışlardı. Bu kabileler içinde Gassanlılar Şam'a, Lahmîler Irak'a, Benû Huzâa Cidde ve Mekke arasında bir bölgeye, Evs ve Hazrec Medîne'ye gelerek yerleşmişlerdi. Ancak Medîne'ye Yahûdiler hâkim olduğundan, başlangıçta Evs ve Hazrec'e toprak vermemişler ve bu iki Arap kabilesi de çöle yerleşmek zorunda kalmıştı. Sonunda Evs ve Hazrec'in ileri gelenlerinden bir şahıs, Şam'a yerleşmiş akraba kabile olan Gassanlılardan yardım istemiş ve Şam'dan büyük bir ordu gelerek Medîne'deki Yahûdi gücünü kırmıştır. Bunun üzerine de Evs ve Hazrec kabileleri Medîne'de tamamen hâkimiyeti ele geçirmişler, iki büyük Yahûdi kabilesi Benû Nadîr ve Benû Kurayza, şehri terk etmiş ve üçüncü kabile Benû Kaynuka da bu iki Yahûdi kabilesiyle iyi geçinemediğinden şehir içinde kalmıştır. Ancak Benû Kaynuka, şehir içinde kalabilmek için Hazrec kabilesinin; buna karşı Benû Nadîr ile Benû Kurayza da şehrin çevresinde kalabilmek için Evs kabilesinin himayesi altına girmişlerdir.
Hz. Peygamber'in (s.a) Medîne'ye hicretinden önce ve hemen sonrasında Arabistan'da ve bilhassa Medîne'de Yahûdilerin durumu şöyleydi: Yahûdilerin dil, giyim, kültür, örf ve adetleri tamamıyla Araplaşmıştı. Öyle ki çoğunun adı bile Arapça'ydı. Hatta Hicaz'a yerleşmiş 12 Yahûdi kabilesinden Benû Zavra'nın dışında hiçbir kabilenin adı İbranice değildi. İçlerinde birkaç âlim dışında kimse İbranice bilmezdi. Câhiliye döneminin Yahûdi şairlerinin şiirleri ile Arap şairlerinin şiirleri dil, düşünce ve konu bakımından hiç farklı bir nitelik taşımazdı. Yahûdiler ile Araplar aralarında kız alıp veriyorlardı. Aslında, onlarla Araplar arasında –dinleri dışında– bir fark olduğu söylenemezdi. Ama buna rağmen Arapların içinde tümüyle asimile olmamışlar ve inatla Yahûdilik şuurunu devam ettirmişlerdi. Zâhiren Araplaşmalarına gelince, Arabistan'da kalabilmek için başka çareleri yoktu.
Bu zâhirî Araplaşma nedeniyle yanılan bazı müsteşrikler, onların aslen Yahûdi olmadıklarını ve Yahûdiliği kabul etmiş Araplar olduklarını veya en azından çoğunluğu Yahûdi Arapların teşkil ettiğini sanmışlardır. Fakat Yahûdilerin Arabistan'da kendi dinlerini yaymaya çalıştıklarını veya onların âlimlerinin, Hristiyan papazları gibi Araplara Yahûdilik propagandası yaptıklarını gösteren hiçbir târihî delil yoktur. Aksine Yahûdilerde millî gurur ve tekebbür olduğunu açıkça müşahede edebiliyoruz. Bu yönden Araplara “Centile” [Ümmî], yani vahşî ve câhil diyorlardı. Onlar ümmîlerin Yahûdiler gibi insanî hakklara sahip olduklarına inanmıyor, ümmîlerin mallarının meşru veya gayr-i meşru yolla elde edilebileceğini, onların malını almanın Yahûdilere helâl olduğunu sanıyorlardı. Arapların ileri gelen bir kaçı dışında, diğer Arapların Yahûdiliğe girip, kendileriyle eşit olacaklarına ihtimal dahi vermezlerdi. Birkaç kişinin Yahûdiliğe girdiğini gösteren özel vak’alar dışında herhangi bir Arap kabilesinin ya da Arap büyüğünün Yahûdiliğe katıldığına dair hiçbir târihî delil yoktur. Üstelik Yahûdilerde, dinlerini tebliğ etme gibi bir merak yoktu, onlar sadece ticaretlerini düşünüyorlardı. Dolayısıyla Arabistan'da Yahûdilik bir din olarak yayılmamıştı ve birkaç kabilenin millî gurur aracı olmaktan öte bir anlam taşımıyordu. Ancak yine de Yahûdi bilginler muskacılık, sihir, müneccimlik gibi meslekleri bir kazanç aracı olarak kullanmış ve Araplar arasında kendilerine bilgin ve kâhin şeklinde bir yer edinmişlerdi.
Arap kabilelerinin karşısında ekonomik bakımdan Yahûdiler daha güçlüydüler. Çünkü onlar, Filistin ve Şam gibi gelişmiş bölgelerden geldiklerinden, Arapların bilmediği bir çok mesleklere sahiptiler. Ayrıca onların Arabistan dışındaki dünya ile de ilişkileri bulunduğundan, Medîne'den ve Arabistan'ın kuzey bölgesinden buğday ithal edip hurma ihracaatı yapıyorlardı. Tavukçuluk ve balıkçılık ellerinde olduğu gibi, kumaş da dokuyorlardı.
Yer yer meyhaneler açmışlardı ve Şam'dan şarap getirip buralarda satıyorlardı. Benû Kaynuka, genelde meslekleri olan kuyumculuk, demircilik ve madenî eşya imalatı ile uğraşıyorlardı. Bununla pek yüksek kârlar elde ediyorlarsa da asıl gelir kaynakları tefecilikti. Öyle ki tüm Arabistan'da muazzam bir tefecilik şebekesi kurmuşlardı ve böylelikle Arapları tuzaklarına düşürüyorlardı. Özellikle kendilerinden borç alarak, şan ve şöhretlerini artırma hastalığına yakalanan Arap kabile reisleri Yahûdilerin tuzağına düşmüştü. Bunlar yüksek faizlerle Yahûdilerden borç alıyorlar ve Yahûdiler de buna kat kat faizi ekleyerek onları kendilerine bağımlı kılıyorlardı. İşte bu yüzden Araplar, ekonomik bakımdan müthiş bir malî kriz yaşıyor ve dolayısıyla Yahûdilere büyük kin ve nefret besliyorlardı. Yahûdiler ticarî ve malî çıkarları gereğince, Araplardan hiçbir kabileyi, başka bir kabileye karşı desteklemezlerdi. Ayrıca Arapların kendi aralarında savaşmaları onların işine geliyordu. Çünkü onlar, Arapların bir araya gelmeleri hâlinde, tefecilik yoluyla kazandıkları bunca verimli araziyi, bağ ve bahçeyi kendilerine bırakmayacaklarını biliyorlardı. Bunun yanısıra her Yahûdi kabilesi, kendilerine saldırmasından korktukları başka bir kabileye karşı, güçlü bir Arap kabilesinin himayesine girmişti. Dolayısıyla zaman zaman bir Arap kabilesine karşı savaşan müttefikine yardım uğruna, karşı kabilenin müttefiki olan bir başka Yahûdi kabilesi ile de savaşmak zorunda kalıyorlardı. Medîne'de Benû Kurayza ve Benû Nadîr kabileleri Evs kabilesiyle, Benû Kaynuka da Hazrec kabilesiyle müttefikti. Hicretten bir süre önce, Evs ve Hazrec kabileleri arasında, Buas mevkiinde çok şiddetli bir savaş vukû buldu ve müttefik kabileler birlikte savaştılar. İşte bu şartlar içerisinde İslâm Medîne'ye ulaştı ve Hz. Peygamber (s.a) (s.a) hicret ederek, orada İslâm devletini kurdu. Hz. Peygamber (s.a) devleti kurduktan sonra ilk iş olarak, Evs, Hazrec [Ensâr] ve Muhâcirleri bir araya getirerek orada bir toplum oluşturmuştur. İkinci iş olarak, bu Müslüman toplum ile Yahûdiler arasında açık bir anlaşma yapmıştır. Bu anlaşmanın şartları gereğince, hiç kimsenin bir başkasının hakkını yemeyeceği ve dış düşmana karşı Medîne'nin birlikte savunulacağı karara bağlanmıştır. Bu anlaşmaya göre, Yahûdiler ile Müslümanların birbirlerine karşı sorumlulukları şu şekilde belirlenmiştir:
• Yahûdiler kendi savaş masraflarını kendileri karşılayacaklardır. Taraflar, bir saldırı olması hâlinde, birbirlerine yardım etmeye zorunludurlar. Birbirlerine iyi niyetli davranacaklar, hakk ve iyilik için yardımlaşılacak, kötülük ve günah için değil. Birbirlerine zulmetmeyeceklerdir.
• Mazlumlar korunacaklardır. Şâyet savaş uzarsa, yapılan masrafa taraflar ortak olacaklardır. Bu antlaşmayı yapanlara Medîne'de fitne ve fesat çıkarmak yasaktır. Fesat çıkma ihtimali olan bir anlaşmazlıkta kararı, Allah'ın Kitabı'na göre Muhammed verecektir. (...) Kureyş ve müttefiklerine hiç kimse destek çıkmayacaktır. Medîne'ye dışarıdan bir saldırı olması hâlinde müttefikler birbirlerine yardım edeceklerdir. (...) Taraflar kendi bölgelerinin savunmasından kendileri sorumludurlar. (İbn Hişâm, c. 2, s. 147-150)
Bu kesin ve açık bir anlaşmaydı ve Yahûdiler bu antlaşmayı kabul etmişlerdi. Fakat çok geçmeden, Hz. Muhammed'e (s.a), İslâm'a ve Müslümanlara karşı düşmanca bir tavır takınıp, zamanla düşmanlıklarını artırdılar. Bu tavırları üç nedene dayanmaktaydı:
A) Yahûdiler, Hz. Peygamber'i (s.a) herhangi bir kabile reisi gibi görmek istiyorlar ve bunun siyasî bir antlaşma olduğu fikrinden hareketle, her iki tarafın da bu antlaşmayı kendi dünyevî çıkarları için yaptığını sanıyorlardı. Ancak Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'a, peygamberlere, kitaplara, âhirete (onların peygamber ve kitapları da dahil) iman etmeye, tevhide ve Allah'ın hükümlerine itaate, ilâhî sınırların içinde kalmaya, tıpkı kendi peygamberlerinin çağırdığı gibi davet ettiğini görünce, bu onlara çok ağır geldi ve bu evrensel hareketin başarılı olması hâlinde, dinî ve millî gururlarının kırılacağından korktular.
B) Evs, Hazrec [Ensâr] ve Muhâcirler arasında bir kardeşliğin tesis olunduğunu ve civardaki Arap kabilelerinden İslâm'ı kabul edenlerin de bu kardeşliğe katılmak sûretiyle bir toplum vücuda getirmeye başladıklarını görünce, asırlardır Arap kabileleri arasında nifak çıkararak menfaat sağladıklarını, fakat şimdi bu dinin Arapları bir araya toplayarak bir güç hâline getirdiğinden, artık eski oyunlarını sürdüremeyeceklerini anladılar.
C) Hz. Muhammed'in (s.a) getirdiği dinî, ahlâkî ve sosyal kanunlar, tefecilik yoluyla kazandıklarını gayr-i meşru kazanç olarak ilan ediyordu. Bu yüzden Yahûdiler, Hz. Muhammed'in (s.a) Araplar üzerinde bir hâkimiyet sağlaması hâlinde, bunun kendilerinin sonu demek olacağını düşünmeye başladılar. Tüm bu nedenler dolayısıyla Hz. Peygamber'e (s.a) karşı çıkmak, artık Yahûdiler için millî bir dava görünümü kazanmıştı. Öyle ki o'nun yenilmesi için her türlü yola baş vurmaktan kaçınmıyorlardı. Hz. Muhammed (s.a) hakkında birçok yalan, iftira ve kuşkular ortaya atarak, bunları çevreye yayıyorlar ve böylece şüpheye düşüp bu dini terk etmeleri için İslâm'a girenleri yanıltmaya çalışıyorlardı. Hatta kendileri de önce İslâm'a giriyor, sonra da dönüyorlardı, ki böylece “Demek ki bu işte bir bit yeniği var. Yoksa bunlar Müslüman olduktan sonra dönmezlerdi” diye düşünerek halkta Hz. Peygamber (s.a) ile ilgili olarak yanlış kanaatler uyanmasını istiyorlardı. Fitne çıkartabilmek için münâfıklarla işbirliği yapıyorlardı ve İslâm düşmanı kişi ve kabilelerle irtibat hâlindeydiler. Müslümanlar arasında fesat çıkarabilmek için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlardı. Bu hususta özellikle Evs ve Hazrec kabilesini hedef almışlardı, zira onlarla uzun bir süre müttefik olmuşlardı. Aralarında yeniden savaş çıkıp İslâm'ın kendilerine bağışladığı kardeşliğin parçalanması için bilhassa Buas savaşı'na tekrar tekrar değiniyorlardı. Ayrıca Müslümanları ekonomik bakımdan perişan edebilmek için adeta çırpınıyorlardı. Öyle ki, alış-veriş yaptıkları biri, İslâm'ı kabul ederse, ona zarar verebilmek için her türlü yola baş vuruyorlardı. Bir Müslümandan alacakları varsa, bunu hemen tahsil etmeye çalışıyor ve böylelikle o Müslümanı zor duruma düşürüyorlardı. Yok eğer borçları varsa, ödememek için borçlarını inkâr ediyorlar ve “Biz senden borç aldığımızda sen başka dindeydin, şimdi ise dinini değiştirdiğinden bizden alacağını istemeye hakkın yoktur” diyorlardı. Bu konudaki bir çok örneği Âl-i İmrân/75'in açıklama notunda, Taberî, Nisabûrî, Taberanî ve Âlûsî'den naklen zikretmiştik.
Yahûdiler, antlaşmaya karşı bu açık açık düşmanca tavırlarını Bedir savaşı'ndan önce takınmışlardı. Bedir savaşı'nda Hz. Peygamber (s.a) ve Müslümanlar Kureyşlileri mağlup edince, bu sefer düşmanlıkları daha da artmıştı. Çünkü onlar Müslümanların Kureyşliler karşısında yenileceklerini ve böylece yok olacaklarını sanıyorlardı. Bu yüzden de İslâm'ın Bedir'deki galibiyet haberi gelmeden önce Medîne'de çevreye asılsız bir haber fısıldayarak Hz. Peygamber'in (s.a) öldürüldüğünü, Müslümanların yenildiğini ve Kureyş ordusunun Ebû Cehl komutasında Medîne'ye doğru ilerlediğini yaydılar. Ancak olayların beklentilerinin aksine gelişmesi, onları müthiş derecede öfkelendirmişti. Benû Nadîr'in reisi Ka‘b b. Eşref bunun üzerine, “Allah'a yemin ederim ki, Muhammed Kureyş'in ileri gelenlerini öldürmüşse eğer, yerin altı bizim için yerin üstünden daha iyidir” demiş ve daha sonra Mekke'ye gidip öldürülen Kureyşli liderlerin ardından kışkırtıcı şiirler okuyarak intikam almaları için Mekkelileri tahrik etmeye çalışmıştı. Medîne'ye döndükten sonra da öfkesini bastırmak amacıyla Müslüman kız ve kadınlar hakkında aşk şiirleri okumaya başlamıştı. En sonunda onun bu fesat ve ahlâksızlığından bıkan Hz. Peygamber (s.a) hicrî 3. yılın Rebiu'l-Evvel ayında Muhammed b. Mesleme el-Ensârî'yi gönderip onu öldürtmüştür. (İbn Sa‘d, İbn Hişâm, Taberî)
Bedir savaşı'ndan sonra antlaşmayı ilk ihlal eden Yahûdi kabilesi Benû Kaynuka, Medîne içinde bir mahallede yaşıyordu. Kuyumculuk, demircilik ve madenî eşya imalatı ile uğraşıyorlardı. Bu bakımdan Medîneliler, onlarla sürekli alış-veriş yaparlardı. Benî Kaynuka Yahûdileri cesaretlerine çok güvenirlerdi. Demircilik yaptıklarından, onlarda yetişen her çocuk silahlıydı. İçlerinde savaşabilecek durumda en az 700 silahlı muharip bulunuyordu. Bunun yanısıra onlar Hazrec'in eski müttefiki olmalarına da güveniyorlardı. Nitekim Hazrec kabilesinin reisi Abdullah ibn Ubey onları destekliyordu.
Benû Kaynuka Yahûdileri Bedir savaşı'ndan sonra, çarşıya gelen Müslümanlara eziyet etmeye başlayacak kadar kudurmuşlardı. Hatta bir gün çarşıda Müslüman bir kadını soymuşlardı. Bunun üzerine büyük bir fırtına koptu ve çıkan hâdisede bir Müslüman ile Bir Yahûdi öldürüldü. İş bu noktaya gelince, Hz. Peygamber (s.a) bizzat, Yahûdilerin mahallesine gitti ve onları toplayarak yola gelmeleri için onlara nasihat etti. Fakat buna rağmen onlar, “Ey Muhammed! Sen bizi o öldürdüğün savaş bilmeyen Kureyş mi sanıyorsun. Bizimle savaşmaya yeltenirsen, cesaretin ne olduğunu görürsün!” şeklinde bir karşılık verdiler. Bu sözler aradaki antlaşmayı bozmak ve açıkça bir savaş ilanı demekti. En sonunda Hz. Peygamber (s.a) hicrî 2. yılın Şevval (başka bir rivâyete göre Zi'l-Kâde) ayında onların mahallesini abluka altına aldı ve 15 gün süren abluka sonunda teslim oldular. Müslümanlarla savaşan tüm Yahûdi savaşçıları esir alındılar. Abdullah ibn Ubey'in onların affı için şiddetle ısrar etmesi üzerine, Hz. Peygamber (s.a) onun isteğini kabul etmiş ve tüm mal, silah ve sanayi aletlerini bırakarak Medîne'yi terk etmeleri şartıyla Benû Kaynuka'yı serbest bırakmıştı. (İbn Sa‘d, İbn Hişâm ve Taberî)
Benî Kaynuka'nın Medîne'den çıkarılması ve Ka‘b b. Eşref'in öldürülmesi gibi iki sert tepkiden sonra, bunlar Yahûdileri öyle korkuttu ki hiçbir kötü davranışta bulunmaya cesaret edemediler. Hicrî 3. yılın Şevval ayında Bedir'in intikamını almak amacıyla Kureyşliler Medîne'ye saldırmak için büyük bir hazırlık yaptılar ve Medîne'ye doğru yola koyuldular. Kureyş'in 3.000 askerine karşı Hz. Peygamber'in (s.a) 1.000 asker çıkarabildiğini ve bunlardan 300 münâfığın geri döndüğünü gören Yahûdiler, Müslümanlara yardım etmeyerek antlaşmaya ilk defa açıktan karşı çıktılar. Oysa yapılan antlaşma gereğince Medîne'yi Müslümanlarla birlikte savunmak zorundaydılar. Üstelik Müslümanların Uhud savaşı'nda büyük bir zarara uğradıklarını görünce Yahûdilerin cesaretleri iyiden iyiye artmıştı. Öyle ki Benû Nadîr, Hz. Peygamber'e (s.a), suikast tertiplemiş, fakat hain plânları başarısız kalmıştı. Bu vak’a şöyle olmuştur: Bir-i Maune gazvesi'nden sonra (hicrî 4. yılın Safer ayı) Amr b. Umeyye ed-Damrî, intikamını almak isterken yanlışlıkla Hz. Peygamber (s.a) ile müttefik olan Benû Âmir'den iki kişiyi öldürür. Amr b. Umeyye ed-Damrî, onları kendi düşmanları zannedip öldürdüğünden dolayı maktullerin fidyesini vermek Müslümanlara vâcip olmuştu. Benû Âmir ile Benû Nadîr'in de müttefik olması nedeniyle Hz. Peygamber, yanına birkaç kişi alarak, fidyeye iştirak etmelerini sağlamak amacıyla Benû Nadîr'in mahallesine gider. Hz. Peygamber (s.a) oraya varınca, Yahûdiler o'nu meşgul etmek için lafa tutarlar ve bu sırada Hz. Peygamber'in (s.a) önünde oturduğu duvarın damına çıkardıkları bir adamı büyük bir taşı Hz. Peygamber'in (s.a) üzerine atması için görevlendirirler. Ancak o adam daha harekete geçmeden önce Allah, Peygamberi'ni haberdar eder ve Hz. Peygamber (s.a) de hemen oradan ayrılarak Medîne'ye döner.
Artık bundan sonra onlara hüsn-i niyetle davranmanın bir anlamı kalmamıştı. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a) hemen bir ültimatom göndererek, “Yapmak istediklerinizi öğrendim. Dolayısıyla on gün içinde Medîne'yi terk edin. Bundan sonra sizlerden orada kim ele geçerse öldürülecektir” diye Yahûdilere kararını bildirmiştir. Abdullah ibn Ubey'in kendilerine, “2.000 kişiyle ben size yardım ederim. Benû Kurayza ve Benû Gatafan da yardıma gelecekler. Hiç taviz vermeyin ve yerinizi terk etmeyin” şeklinde bir haber göndermesi üzerine, Hz. Peygamber'e (s.a), ne yaparsa yapsın Medîne'yi terk etmeyecekleri cevabını verdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber de hicrî 4. yılın Rebiu'l-Evvel ayında onları kuşatma altına alır ve birkaç günlük (bazılarına göre 6 gün, bazılarına göre 15 gün) muhasaradan sonra, silahları dışında develerine yükleyebildiklerini yanlarına almak şartıyla Medîne'yi terk etmeye razı oldular. Böylece aralarında İslâm'ı seçip kalan iki kişi dışında, bu ikinci Yahûdi kabilesi de Medîne'yi terk etmiş, Şam ve Hayber'e doğru gitmişlerdir.
İşte Haşr sûresi'nde, bu olay hakkında mütalaalar yapılmıştır.[1]
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA
MEAL:
1. Göklerde ve yeryüzünde olan şeyler, Allah'ı tesbih ettiler. Ve O, azîz'dir hakîm'dir.
2. O [Allah], Ehl-i Kitaptan inkâr eden kimseleri, toplanmanın ilki için yurtlarından çıkarandır. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da, şüphesiz kalelerinin, kendilerini Allah'tan koruyacağına kesinkes inanıyorlardı da Allah'ın azabı, onlara hesaba katmadıkları yerden geliverdi. Ve O [Allah], onların yüreklerine, evlerini, kendi elleriyle ve mü’minlerin elleriyle harap edileceği korkusunu düşürdü. Ey basiret sahipleri! Artık ibret alın!
3. Ve eğer Allah, onların hakkında sürgünü yazmamış olsaydı, kesinlikle, onları dünyada azaplandırırdı. Âhirette de onlar için ateş'in azabı vardır.
4. İşte bu [dünyada sürgün, âhirette ateş cezası], onların Allah'a ve Rasûlü'ne muhalefet etmeleri nedeniyledir. Ve kim Allah'a muhalefet ederse, bilsin ki, şüphesiz Allah, azabı/kovuşturması pek çetin olandır.
5. Hurma ağaçlarından herhangi bir şey kesmeniz veya onları kökleri üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyle ve O'nun, fâsıkları rezil-rüsvay etmesi içindir.
6. Ve Allah'ın, onlardan Elçisi'ne verdiği fey'ler [savaşmadan zahmetsizce elde edilen gelirler]; siz onun üzerine at oynatmadınız, deve de sürmediniz. Fakat Allah elçilerini, dilediği kimselerin üzerine musallat eder. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.
7-8. Allah'ın, o kent halkından, Rasûlü'ne verdiği fey'ler, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşmasın diye Allah'a, Elçi'ye yakınlık sahiplerine; göç eden fakirlere –ki onlar, Allah'ın lütuf ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'a ve Elçisi'ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir–, yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah'a da takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, kovuşturması/azabı çok çetin olandır.
9. Onlardan önce o yurda ve imana yerleşen kimseler de, kendilerine göç edenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, onları kendilerine tercih ederler. Kim de nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar, başarıya erenlerin ta kendileridir.
10. Ve onlardan [Peygamber dönemindeki inananlardan] sonra gelen kimseler, “Rabbimiz, bizi ve iman ile bizi öne geçmiş kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde iman etmiş kimseler için kin kılma! Rabbimiz! Şüphesiz Sen raûf'sun, rahîm'sin!” derler.
11. Kitap Ehlinden inkâr eden kardeşlerine, “Andolsun, eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, kesinlikle biz de sizinle beraber çıkarız, sizin aleyhinizde kimseye ebediyen itaat etmeyiz. Eğer sizinle savaşılırsa, kesinlikle size yardım ederiz” demekte olan münâfıklaşan kimseleri görmedin mi? Ve Allah şâhitlik eder ki, şüphesiz onlar kesinlikle yalancılardır.
12. Andolsun eğer onlar çıkarılırsalar, onlarla beraber çıkmazlar. Yine andolsun eğer onlarla savaşılırsa onlara yardım etmezler; andolsun eğer yardım etseler bile kesinlikle arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra da kendilerine yardım olunmaz.
13. Kesinlikle siz, onların kalplerinde korku yönünden, Allah'tan daha çetinsiniz. Bu [onların, Allah'tan çok sizden korkmaları], şüphesiz bunların iyi anlamayan bir toplum olmasındandır.
14-16. Onlar, toplu olarak sizinle savaşamazlar, ancak, müstahkem şehirlerde yahut duvarların ardından savaşırlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri, kendilerinden az önce, işlerinin günahını tatmış olan, âhirette de kendileri için acı bir azap bulunan kimselerin durumu gibi pek çetindir. Sen onları toplu sanırsın, oysa onların kalpleri, tıpkı, hani, insana “küfret” deyip, de o küfredince [inkâra sapınca] de, “Kesinlikle ben senden uzağım; şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım” diyen şeytânın örneğinde olduğu gibi darmadağınıktır. Böyledir, çünkü onlar aklını kullanmayan bir topluluktur.
17. Nihâyet ikisinin de âkıbeti, ikisinin de, içinde sürekli kalanlar olarak ateş'in içinde olmaktır. Ve işte bu, zâlimlerin cezasıdır.
18-19. Ey inanmış olan kişiler! Allah'a takvâlı davranın; her kişi yarına ne hazırladığına bir baksın. Ve Allah'a takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, işlediklerinize haberdardır. Ve Allah'ı umursamayan kimseler gibi olmayın: Böylece Allah, onlara kendilerini umursatmaz. İşte onlar, yoldan çıkmış kimselerin ta kendileridir.
20. Ateş'in ashâbı ve cennetin ashâbı eşit olmaz. Cennet ashâbı kurtulanların ta kendileridir.
21. Eğer Biz, bu Kur’ân'ı bir dağa indirseydik, Allah'ın haşyetinden onu huşû yapar [saygı duyar, baş eğmiş], parça, parça olmuş görürdün. Ve Biz bu misalleri tefekkür ederler diye insanlara veriyoruz.
22. O, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, rahmân'dır, rahîm'dir.
23. O, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. O, melik, kuddûs, selâm, mü’min, müheymin, azîz, cebbâr, mütekkebbir'dir. Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.
24. O, hâlık, bâri, musavvir Allah'tır. En güzel isimler O'nun içindir. Göklerde ve yeryüzünde olanlar O'nun için tesbih ederler. Ve O, azîz'dir hakîm'dir.
TAHLİL:
1. Göklerde ve yeryüzünde olan şeyler, Allah'ı tesbih ettiler. Ve O, azîz'dir hakîm'dir.
Sûre, evrendeki her varlığın Allah'ı tesbih ettiğini, Allah'ın yenilmez ve en iyi yasa koyan olduğunu bildiren bir âyetle başlamaktadır. Bu âyet, aslında insanlara akıllarını başlarına almaları, aksi hâlde Allah'ı yenemeyecekleri, bunu evrendeki her varlığa bakarak anlayabilecekleri gerçeğini ihtar etmektedir.
Birçok kez ifade ettiğimiz gibi tesbih, “Allah'ı, Kendisine yakışmayan niteliklerden uzak tutmak, yüceltmek, O'nun her türlü kemal sıfatlarla donanmış olduğunu kavramak ve bunu dışa yansıtmak” demektir, ki bu en geniş çerçevede İsrâ sûresi'nde yer almıştı:
Yedi gök, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, Allah'ı tesbih ederler. O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz, onların tesbihlerini iyi kavramıyorsunuz. Şüphesiz ki O, halîmdir, çok bağışlayandır. (İsrâ/44)
Aynı mesaj, Haşr sûresi'nden başka birçok sûrenin [Hadîd, Saff, Cum‘a ve Teğâbün] başında da yer almıştır.
2. O [Allah], Ehl-i Kitaptan inkâr eden kimseleri, toplanmanın ilki için yurtlarından çıkarandır. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da, şüphesiz kalelerinin, kendilerini Allah'tan koruyacağına kesinkes inanıyorlardı da Allah'ın azabı, onlara hesaba katmadıkları yerden geliverdi. Ve O [Allah], onların yüreklerine, evlerini, kendi elleriyle ve mü’minlerin elleriyle harap edileceği korkusunu düşürdü. Ey basiret sahipleri! Artık ibret alın!
3. Ve eğer Allah, onların hakkında sürgünü yazmamış olsaydı, kesinlikle, onları dünyada azaplandırırdı. Âhirette de onlar için ateş'in azabı vardır.
4. İşte bu [dünyada sürgün, âhirette ateş cezası], onların Allah'a ve Rasûlü'ne muhalefet etmeleri nedeniyledir. Ve kim Allah'a muhalefet ederse, bilsin ki, şüphesiz Allah, azabı/kovuşturması pek çetin olandır.
5. Hurma ağaçlarından herhangi bir şey kesmeniz veya onları kökleri üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyle ve O'nun, fâsıkları rezil-rüsvay etmesi içindir.
Bu âyetlerde târihî olaylara değinilmekte, yaşanan olayların Allah'ın izni/ bilgisi çerçevesinde gerçekleştiği ve bundan ibret alınması gerektiği bildirilmektedir. Bu târihî olayın detayı sûrenin girişinde sunulmuştu. Burada o hâdiselerin özüne değinilmektedir. Şöyle ki:
Çok zengin ve varlıklı olan Nadîroğulları, anlaşmaya ihanet edip, Mekke müşriklerinin destek ve birtakım vaatlerine kanarak Rasûlullah'ı ortadan kaldırma plânları yapıyorlardı. Bu plân ortaya çıkınca Rasûlullah, Medîne'yi on gün içinde terk etmeleri için onlara ültimatom gönderdi. Ültimatomda menkul mallarını alıp arazi ve bostanlarına vekil tayin etmelerini bildirdi. Münâfıkların elebaşısı olan Abdullah b. Ubey, onlara Medîne'den çıkmamaları ve kendilerine yardım edeceği yönünde telkinlerde bulundu. Buna kanan Nadîroğulları, Medîne'den çıkma emrine karşı gelerek savaş hazırlığına giriştiler. Rasûlullah da onları kuşattı. Münâfıklar onlara verdikleri sözü tutmadılar ve Yahûdiler daha ağır koşullarda Medîne'yi terk etmek zorunda kaldılar. Nadîroğulları'nı büyük bir korku sarmıştı. Silahlarını, ekinlerini, bostanlarını bırakıp sadece menkul mallarını götürebildiler. Ayak diretmeleri ve inatları sebebiyle, ilkine göre daha ağır koşullar altında Medîne'den sürüldüler.
Âyette dikkat çeken nokta, sürgün olayını, Allah'ın Kendisine izafe etmesidir. Bu inceliğin anlaşılması için Enfâl/17-18 âyetlerine ve onlarla ilgili şu pasaja göz atılması gerekir:
Artık, onları siz öldürmediniz, lâkin onları Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı. Ve mü’minleri bundan güzel bir belâ ile belâlandırmak [güzelce sınamak] içindi. Şüphesiz Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir. İşte! Şüphesiz Allah, kâfirlerin tuzağını zayıflatandır. (Enfâl/17-18)
Bu âyetlerde, savaşın anlamı anlatılmaktadır: Savaşta insan kâtil olmaz.
Kaynaklarda bu âyetin iniş sebebine ilişkin şu bilgiler verilmiştir:
Rivâyete göre Rasûlullah'ın (s.a) ashâbı, Bedir'den geri döndüklerinde her biri kendisinin yaptıklarını söz konusu etmeye başlayarak, “Ben şu kadar kişi öldürdüm, şunu yaptım, bunu yaptım” demeye koyuldu. İşte onların bu ifadelerinden karşılıklı övünme ve benzeri hâller ortaya çıktı. Bunun üzerine, öldürenin de, her şeyi takdir edenin de Yüce Allah olduğunu, kulun ise, bu işe yalnızca kesbi ve kastı ile katıldığını bildirmek için bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bu âyet-i kerîme, aynı zamanda, “Kulların fiilleri kullar tarafından yaratılmaktadır” diyenlerin görüşlerini de reddetmektedir.[2]
Mücâhid şöyle demektedir: “Bedir günü'nde ashâb ihtilâf ederek, biri “Ben öldürdüm!”; diğeri, “Hayır, ben öldürdüm!” deyince, Allah bu âyeti inzâl buyurdu. Yani, “bu büyük bozgun ve kırma işi, bu hasar, sizin tarafınızdan olmadı. Bu, ancak Allah'ın yardımıyla gerçekleşti” demektir. Rivâyet olunduğuna göre, Kureyş ordusu gözükünce, Allah'ın Rasûlü, “İşte, Kureyş! Bütün kibri ve fahriyle, Senin Rasûlü'nü yalanlamaya geliyorlar. Allahım! Senden, bana vaat ettiğini istiyorum!” dedi. Bunun üzerine Cebrâîl gelerek, “Bir avuç toprak al ve onu onlara at!” dedi. İki ordu karşı karşıya gelince, Hz. Peygamber (s.a), Hz. Ali'ye, “Bana, bu vâdinin çakıl taşlarından bir avuç ver!” dedi. (Taşı aldığında) Hz. Peygamber bunu Kureyşlilerin yüzüne atarak, “Yüzleriniz, suratlarınız değişsin, bozulsun!” dedi. Böylece, bütün müşrikler gözleriyle meşgul oldular, akabinde de bozguna uğradılar.[3]
Süddî der ki: Allah Rasûlü (s.a) Bedir günü Hz. Ali'ye (r.a), “Yerden bana çakıl ver” buyurdu. Hz. Ali, üzerinde toprak olan çakılları o'na verdi de Hz. Peygamber bunu müşriklerin yüzlerine attı. Gözlerine bu topraktan bir parça girmedik hiç bir müşrik kalmadı. Sonra mü’minler peşlerine düştüler, onları ya öldürdüler ya da esir ettiler. Allah Teâlâ, Siz öldürmediniz onları, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı âyetini indirdi.
Ebû Ma‘şer Medenî'nin Muhammed ibn Kays ve Muhammed ibn Ka‘b el-Kurâzî'den rivâyetine göre; onlar şöyle demişlerdir: “Kavim birbirlerine yaklaştığında, Allah Rasûlü (s.a) bir avuç toprak alıp bunu kavmin [müşriklerin] yüzlerine attı ve, ‘Yüzleri çirkinleşsin’ buyurdu. Onların hepsinin gözlerine girdi ve Allah Rasûlü'nün (s.a) ashâbı ilerleyip onların kimini öldürdü, kimini de esir etti. Onların hezimete uğramaları, Allah Rasûlü'nün (s.a) onlara bu şekilde toprak atması sebebiyle olmuştur. Allah Teâlâ da, Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı âyetini indirdi.”
Abdurrahmân ibn Zeyd ibn Eslem, Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı âyeti hakkında der ki: Bu, Bedir günü'dür. Allah Rasûlü (s.a) üç avuç (toprak, çakıl taşı) aldı ve bir avucunu müşriklerin sağ cenahına, bir avucunu sol cenahına, bir avucunu da ortalarına attı ve, “Yüzleri çirkinleşsin” buyurdu da hezimete uğradılar. Her ne kadar bu, Huneyn günü'nde vâki olmuşsa bile Urve ibn Zübeyr, Mücâhid, İkrime, Katâde ve imamlardan bir çoğundan rivâyete göre bu, Hz. Peygamber'in (s.a) Bedir günü (müşriklerin yüzlerine toprak) atması hakkında nâzil olmuştur.[4]
|