Tekil Mesaj gösterimi
Alt 1. January 2011, 02:17 PM   #33
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.076
Tesekkür: 3.618
1.093 Mesajina 2.442 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

24- Muhammed Ma’sûm Fârûqıy: (H. 1007/M. 1599-H. 1079/M. 1668)

Hindlidir. «Silsile-i Sâdât»'ın 24'üncüsü olarak kabul edilir. Babası İmam-ı Rabbânî'nin halîfesi ve oğlu Seyfüddin'in şeyhidir. Hayranları tara*fından «Urwa'tul-Wusqâ» Unvanıyla anılmaktadır. Babası gibi O'nun da epeyce mektup*ları vardır. Bunların 652 tane olduğu söylenmektedir. Üç cilt olarak bir araya toplanmıştır. Şeyhlerin yazdığı mektupların toplanıp mür*îdleri ta*rafından kitap haline geti*rilmesi, bunlardan itibaren Nakşîler ara*sında gelenek olmuştur.

Ma’sûm, babasının ünlendiği muhit olan Afganistan, Sind ve Hindistan*'da yaşadı. Elli yıl kadar hükümdarlık yapan Hind-Moğol İmparatoru Ev*rengzîb (1618-1707)'in ve oğlu Muhammed Muazzam Şâh*'ın üzerinde etkili oldu.

Ma’sûm, babasından ders okudu ve 6 oğlunu da bizzat okuttu. Talebele*rinden Murad-ı Münzevi, İstanbul'da ölmüştür.

Ma’sûm'un râbıta üzerinde durduğuna ilişkin bilgilere rastlanmamak*tadır.

25- Seyfuddîn Fârûqıy: (H. 1049/M. 1630-H. 1098/M. 1696 Serhend)

Hind kökenlidir. «Silsile-i Sâdât»'ın 25'inci halkası olarak kabul edil*mek*tedir. İmam-ı Rabbâni'nin to*runu, Ma’sûm'un 6. oğlu ve halîfesidir. Dolayısıyla «beşik şeyhi» dir. Yerine, Nur Muhammed Bedewânî'yi halîfe tâyin etti. Hind Sultanı Evrengzib'in özel hocalığını da yaptı. Onun da, ba*bası gibi râbıta üzerinde durmadığı anlaşılmaktadır.



26- Nur Muhammed Bedewânî: ( Doğ.? -H.1135/M. 1722)

Hindlidir, Nakşîler O'nu «Silsile-i Sâdât»'ın 26'ıncısı olarak kabul eder*ler. Muhammed Seyfüddîn'in halîfesi ve Şemsuddîn Habîbullah Mirza Mazhar Cân-ı Cânân'ın şeyhidir. Adı Mazhar'ın biyog*ra*fisinde çok geçmekte*dir. Râbıtaya önem verdiğine ilişkin bir kanıt yoktur.


27. Şemsuddîn Habîbullah Mirza Mazhar Cân-ı Cânân:

(H. 1111/M. 1699-H. 1195/M. 1781)

Hind kökenlidir. O'nun taşıdığı bu şiirsel isim, romantik ve eg*zoterik Hind zevkini açıkça yansıtmaktadır. «Silsile-i Sâdât»'ın 27'incisi ola*rak ka*bul edilmek*tedir. Bir grup Mecûsî Moğol tara*fından düzenlenen süikaste uğraya*rak 82 ya*şındayken öl*dü*rüldü. Muhammed Bedewânî'nin halîfesi ve Abdullah-ı Dehlewî'nin şey*hidir. Et yemez, bitkilerle yetinirdi. Yaşantısı Hz. peygamber (s)'inkine değil, tam tersine Budha'nınkine benzerdi... Bu ise özellikle Hind kökenli Nakşibendî şeyhlerinin, yaşantıları ve inanışları hakkında önemli ipuçları vermektedir. Yakın tarihin ünlü Nakşibendî şeyh*lerinden Kasım Kufralı, O'nun hakkında şunları söylemektedir:

«18 yaşında Seyyid Muhammed-i Bedevâni'ye intisab eden bu zat, yalnız avreti setredecek kadar giyinerek çöllerde ağaç yaprakları yemek suretiyle dört sene tam bir kalender hayatı yaşamış ve tarîkat ehline eflâtûnî bir aşkın cilve*lerini tattırmıştır.»[1]

Yukarıdaki sözlerden, Mirza Mazhar'ın, bir Hindli olarak bu ülkenin dinî ve mistik atmosferinden oldukça etkilendiği anlaşılmaktadır. Buna rağmen O'nun râbıta hakkında bir şey söylediğine rastlanmamaktadır.





--------------------------------------------------------------------------------

[1]. Bk. Kasım Kufralı, Nakşibendîliğin Kuruluş ve Yayılışı, s. 91. Türkiyât Enstitüsü. No. 337
28. Gulâm Ali Abdullah-ı Dehlewî: (H. 1158/M. 1745-H. 1240/M. 1824)

Hindistan'ın Pencap Kenti'nde doğdu. Cihanabâd (Yeni Delhi)'da öldü. «Silsile-i Sâdât»'ın 28'incisi olduğuna inanılır.

Şemsuddîn Habîbullah Mirza Mazhar Cân-ı Cânân adında bir Nakşibendî şey*hinden etkilendi. Şu sözlerin -meâlen- O'na ait olduğu kaydedilmektedir:

“Aşk secdesi için bir eşik buldum,

Ve bir yeri göklere şerik buldum.»[1]

Yetiştirdiği şeyhlerin hepsi «Mevlânâ» Unvanlıdır. Ancak bunların ara*sında (yine “mevlânâ“ Unvanlı olan) Halid Bağdâdî onların en ünlüsü*dür.

Nawwâb Muhammed Emîr Khân, Hakim Qudretullâh Khân, Nawwâb Şimşîr Bahadır Khân, Hakim Nâmdâr Khân ve Hakim Ruknuddîn Khân gibi Hindistan'ın nüfuzlu kişileri ile Dehlewî içli dışlı idi. Hay*ran*ları tarafından kaleme alınan hayatı çelişkilerle doludur. Hristiyanlar gibi gi*yinen Bahadır Hân'a kızacak kadar İslâm fıkhına bağlı gibi görünen Dehlewî'nin biyogra*fi*sinde zor sayılabilecek kadar hurâfeler mevcuttur.

Öyle anlaşılıyor ki, «Fakr-u kanâati şeref biliriz.» diyen Dehlewî, çok kere bal ile zehiri birbirinden fark edememiştir.

Çünkü bilindiği üzere ka*nâat İslâm'ın şiârındandır. Ve çünkü kanâat: Müslüman kişinin, bütün imkanla*rını seferber ederek, ancak meşru yollar*dan elde edebildiği “helâl rızık“la yetin*mesidir; Yani helâldan başka ve doğru olmayan yollarla dünyalık kazanma hırsına kapılmamaktır. İşte ka*nâat buna denir. Ama Hz. Peygamber (s), yok*sulluktan Allah'a sığınmış*tır. Tarîkatlardaki sap*malardan biri de budur. Sözde Hz. Peygamber (s)'in, «El-Fakr'u Fahrî», yani “yoksulluk benim gurur kay*nağımdır.“ dediği ileri sürülmektedir! Halbuki Onun, gerek Allah'dan getir*diği vahiy ile, gerekse bizzat sözleri ve yaşantısı ile Müslümanların daima güçlü ve müreffeh ol*maları konusunda verdiği ruh, kendisine mal edilmek istenen bu sözleri kesin şekilde yalan*lamaktadır. Dolayısıyla bir Müslüman, kanâatkâr olmayı, peşin olarak yoksulluğu kabul etmekle birleştiremez; bu çe*lişkiye düşemez.

Şimdi çok daha iyi anlaşılmaktadır ki yoksullukla iftihar edecek kadar bo*calamış ve İslâm'ın isabetli yollarını keşfedememiş olan Nakşibendî rû*hâ*nî*leri, büyük ihtimalle râbıtayı da, kaynağını bilmeden onu, tarîkata sız*dı*ran birilerinin telkinine kapılarak kabullenmişlerdir.

Yine menkabelerinde Abdullah-ı Dehlewî'nin, «devamlı tesbih ve tah*mid okuyup» sevabını Hz. Peygamber (s)'in ruhuna bağışladığı kayde*dil*mekte*dir. Allah'ı tesbih ve tahmid etmek, (yani O'nun, bütün noksanlık*lardan mü*nezzeh ve her türlü övgüye yaraşır olduğunu söylemek) Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ'nın emirlerinden ve O'na yapılacak en güzel kulluk örneklerindendir. Ama okunan bir zikrin, veya Kurân-ı Kerîm'den bir par*çanın ya da yapılan hayırlı bir amelin sevabını ölmüş insanların ruhuna hediye etmek için kitap ve sünnette herhangi bir kanıt bulunmamaktadır. Kişinin bu güzel ameller*den sonra yapacağı şey ahirete intikal etmiş bulu*nan mü'minlere dua etmek, onlara Allah'dan af ve mağfiret dilemek, Hz. Peygamber (s) için de Allah'dan O'nu “Makam-ı Mahmûd“'a ulaştırılma*sını istemektir; O'na çokça salevât-ı şerîfe getirmektir. Ne var ki hayranları tara*fından âlim ve evliya oldukları ileri sürülen Nakşî şeyhleri bu inceliği bir türlü fark edememiş, ya da kalabalıklar tarafından çok meşgul edildikleri için bu noktaları öğrenebilecek imkanı elde edememişlerdir.

Onların, ölü ruhlarına sevap hediye etme geleneği özellikle Anadolu Türk*leri arasında yayılmış ve yerleşmiştir. Öyle ki Türkiye'de hatim ve mevlit törenle*rine, dua için davet edilen müftüler ve Fıkıhta kariyer yap*mış ilahiyatçılar bile, yı*ğın yığın paketlenmiş gibi sanılan sevapları ölü ruh*larına gönder*mekte hiç te*reddüt etmezler!

Dehlewî'nin, doğrudan râbıta ile ilgili bir şey söylediğine rastlanma*makla birlikte, modernist Nakşibendîlerce O'ndan nakledilen aşağıdaki söz*ler râbıtayı çağrıştırmaktadır.

«Bu fakirin rûhâniyetine teveccüh ediniz! Yahut, Mirzâ Mazhar-ı Chân-ı Cânân'ın mezarına gidip, onun rûhâniyetine teveccüh ediniz! Ona teveccüh edince, Allahü Teâlânın feyizlerine kavuşulur. O, zamanımızdaki binlerce di*riden daha fâidelidir.»

Bu sözler, yalnızca râbıtayı haber vermekle kalmamakta, aynı zamanda yo*rum gerektirmeyecek bir kesinlikle animist inanışın çok açık bir kanıtı olarak da gözler önüne serilmektedir! Bu suretle anlaşılmış oluyor ki râbıta konusu artık olgunlaştırılmak ve son şekline kavuşturulmak üzere bir te*orisyen bek*lemektedir. İşte o da Halid Bağdâdî'dir.





--------------------------------------------------------------------------------

[1]. Modernist Nakşibendîlere ait bir ansiklopediden.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla