Tekil Mesaj gösterimi
Alt 1. January 2011, 02:24 PM   #42
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.076
Tesekkür: 3.618
1.093 Mesajina 2.442 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Nakşibendîliğin, Toplumsal Yaşam Üzerindeki Etkileri



Nakşi Tarîkatı, asırlardır belli bir coğrafyanın insanları üzerinde top*lumsal açıdan çok yönlü ve silinmez etkiler bırakmıştır. Bu etkilerin boyut*ları gerçekten incelenmeye değer.

Hiç kuşku duymamak gerekir ki, Türkiye'de toplumun özellikle din anlayışını şekillendiren temel faktör Nakşibendîliktir. Çoğunluğun, Sünni Müslümanlardan oluştuğu kanâatine karşın, Türkiye'deki Sünnilik anla*yışı, Nakşibendîliğin etkisi altında, Sünnî âlemin din anlayışından bir hayli farklıdır. Kur’an’dan uzaklaşan bu ilginç din modelinin adı günümüzde artık «Ortodoks Türk Sünnîliği» olarak ilim literatürüne geçmiş bulunmaktadır.

Nakşibendî Tarîkatı'nın, râbıtaya dayanan «Şahısperest» kültürü, toplumun hemen bütün kesimlerini etkisi altına almıştır. Özetle denebilir ki halk, farkında olsun veya olmasın, top yekûn Nakşibendîleşmiştir. Büyük ihtimalle bu yüzdendir ki «Merdümperestlik» anlayışı, materyalist gruplar arasında bile yayılabilmiştir.

Örneğin «dindarlar», Kur'ân'a ve Sünnet'e göre değil, tam tersine tarîkat şeyhleri, ya da -mahalli deyimle- «evliyâlar» tarafından şekillendirilmiş bir İslâm'ı ancak kabul etmektedirler. Dinden kopuk yığınlar da kendi inanç ve ideolojilerini bilim tarihine geçmiş bulunan felsefe ve teorilere değil, aksine tanrılaştırdıkları liderlerinin kişisel görüşleriyle ifade etmeye çalışmaktadırlar. Bu toplumda, insanı tanrılaştırma inanışlarından uzak kalabilmiş olanlar ise yalnızca azınlıktaki «hanîf»[1] Müslümanlardır.

Gerçeği ifade etmek gerekirse Nakşibendîlikte din, bir şekiller ve hayâller cümbüşüdür; âyindir; râbıtadır; tesbihtir; takkedir; cübbedir; kavuktur; sakaldır; çarşaftır; türbedir; tekkedir; eski yazılarla, motiflerle figürlerle ve Osmanlıca övgülerle süslü, koca koca mezar taşlarıdır; Bulutların üstünde uçuşan pembe kanatlı evliyâlardır; batmadan su üzerinde gezen, yıllarca yemeden içmeden çöllerde yaşayan “Baba erenler“'dir; "mürşid-i kâmil“lerdir, vs. Evet Türkiye’deki tüm tarikatçılara ve aynı zamanda Nakşibendîlere göre din işte budur.

Toplumun tarîkata bağlı olmayan diğer kesimleri de bu şekilcilikten büyük ölçüde etkilenmiştir. Bu nedenle, Müslümanımsı dindarlara göre de İslâm, yine şekiller ve hayâller kalabalığından öte bir şey ifade etmemektedir. Binaenaleyh onlara göre de İslâm, kocaman kubbeli dev selâtîn camileridir; mevlittir; kandildir; ilâhîdir; mehter marşıdır; Mohaç Meydan Savaşıdır; İstanbul'un fetih yıldönümü kutlama törenleridir; festir; kılıçtır; tuğrâdır; «kurtçu selâmı» ile birlikte tekbir çekmektir ve bunların en önemlisi olan şemâil edebiyâtıdır...

İslâm'ın, esasen Kur'ân ve Sünnet'den ibaret olduğu, dolayısıyla bu iki kaynağın, hayata geçirilmesiyle ancak İslâm'dan söz edilebileceği ise hemen hiç kimsenin ilgisini çekmemekte, hatta kimsenin, aklına bile gelmemekte*dir!

Onun için eğer kutsallaştırılmış eşya ve kavramlar hakkında en ufak bir olumsuz düşünceniz varsa Türkiye'de dindar toplumun ölçülerine göre belki Müslüman bile sayılmazsınız. Bu ölçüyü ise temelde Nakşibendîlik belirlemiştir.

Nakşibendî Tarîkatı, halkı o kadar köklü şekilde biçimsellikle yönlendirmiştir ki Türkiye'de hemen herkes, kutsallığı çeşitli boyutlarda şekillendirmeye çalışmaktadır.

Toplumun, başlıca dört kampa ayrışmış olmasının temelinde de yine bu mistik örgütün derin etkileri bulunmaktadır. Ya da başka bir ifade ile, eğer bu olguyu hazırlamış birkaç neden söz konusu ise bunların, belki de en önemlisi Nakşibendî Tarîkatı'dır.

İşaret edilen kamplara gelince bunları:

1. Nakşibendîler;

2. Müslümanımsı dindarlar: Osmanlıcı, sentezci, sağcı ve gelenekçi muhafazakâr kesimler;

3. İslâm karşıtları: Solcu, kökten putçu ve liberal sağcılar gibi laik ve materyalist kesimler,

4. Müslümanlar: Kur'ân-ı Kerîm'e bir bütün olarak inanan ve onun, bir bütün olarak hayata geçirilmesini vazgeçilmez bir ideal kabul eden mü'minler diye gruplandırmak mümkündür.

Yukarıda da özetle değinildiği gibi Müslümanların dışında kalan diğer kampların, özellikle İslâm'a bakış açıları, bu tarîkatın etkisi altında son şeklini almıştır.

Bu bakış açısının temel unsurunu “Kutsal lider“, ya da başka bir ifade ile “Lider kutsaldır.“ kanâati oluşturmaktadır. Bu kanâat, halkın vicdânına âdetâ kazınmış bir temel inanış biçimini almıştır. Türk antropolojisindeki gerçeklerle daha bilimsel boyutlar içinde açıklanabilen bu inanış, gerek şeyhlik kurumu bakımından, gerekse tarih boyunca Türklerdeki liderlik anlayışı bakımından son derece önemli bir araştırma konusudur.

Sünnî Osmanlı kesiminin, Nakşibendîlikle tanışması ta 1400'lere kadar çıkar[2] Fakat bu tarîkatın toplumsal anlamda yönlendirici etkiler yap*maya başlaması ancak 1800'lerin başından itibarendir.

Doğrusunu söylemek gerekirse tarîkatın, bu tarihlerde Hindistan'dan, ansızın Irak'a yepyeni bir kisve içerisinde sıçrama yapması ve oradan da çok kısa bir sürede İstanbul'a kadar yayılarak bütün Anadolu'yu etkisi altına alması bir rastlantı olmasa gerektir. Siyasetin gizli elleri tarafından, bu se*naryonun hazırlanıp uygulamaya konmuş olmasında büyük olasılık vardır. Daha önce de bir nebze anlatıldığı üzere bu tahmini doğrulayan kanıtlar mevcuttur.

Ancak bu konuda atlanmaması gereken çok önemli bir olay vardır ki esasen Halidîliğin, XIX. yüzyılın başında bir bomba gibi patlaması, bu olayla son derece ilişkilidir. Bu olay ise «Vahhâbîlik» hareketidir.

İşte Nakşibendîlik, aslında bu hadiseden sonra Türk toplumuna tam anlamıyla gizli bir din olarak mal olmuş, onun âdetâ vicdânına kazınmış, onu bu güne kadar tahmin edilmedik şekilde etkilemiş ve yönlendirmiştir.[3]

Nakşibendî Tarîkatı'nın, gerek Hindistan gibi dünyanın öbür ucundan Irak'a aniden 1811'de sıçrama yapması, gerek «Halidîlik» kisvesinde yeni bir kimlikle ortaya çıkması, gerek bu isim altında, Budizm’in bütün malzemeleriyle donanmış olması, gerekse Irak gibi, tarihin hiç bir döneminde hiç bir inanış ve düşüncenin, asla geniş bir taban bulamadığı bölgede bir bomba tesiri yaparak en kısa zamanda yayılması ve özellikle Arap olmayan unsurlar arasında tutunması, ayrıca güneydeki gelişmelerin tırmanışa geçtiği bir dönemde bu olayın cereyan etmiş olması âdetâ her şeyi özetlemektedir!

Evet bütün bunlara rastlantı demek inandırıcı değildir. Dolayısıyla bu verilerin ışığında Nakşibendî Tarîkatı'nın ve Nakşibendîlerin o günden bugüne -toplumsal açıdan etkileri incelenecek olursa- Ortadoğu coğrafyasında Şii İranlılar ve Sünni Araplar dışında kalan toplulukların, İslâm'a ilişkin düşünce ve inanışlarında ne kadar köklü değişiklikler meydana gelmiş bulunduğunu tesbit etmek mümkündür.

Bu değişiklikler şöyle özetlenebilir:



1. Nakşîlik “tevhîdî iman“ konusunda büyük tahrîbâta neden olmuştur.



Önce belirtilmelidir ki, İslâm’ın temeli imandır ve imanın da ağırlık merkezi Allah Teâlâ'ya (Kurân-ı Kerîm'de bize kendini tanıttığı sıfatlarıyla) inanmaktır. Bu inancın özü ise, kâinâtın yaratıcısı, yöneticisi, yönlendiricisi ve düzenleyicisi olarak Yüce Allah'ın, bir, eşsiz, benzersiz, ortaksız, vekilsiz, başlangıçsız, sonsuz ve ölümsüz olduğu; ezelden ebede her şeyi bildiği, gördüğü, duyduğu ve her şeye egemen olduğudur. Tevhîdin en kısa özeti budur ve bununla birlikte Allah Teâlâ'nın sonsuz ve sınırsız egemenliği üzerinde hiç bir kimsenin ve herhangi bir gücün hiç bir halde asla etkili olamayacağıdır! Dolayısıyla, yaratığın neden olduğu herhangi bir etki, yalnızca Allah (cc) tarafından yönetilen kainât düzeninin, birbirine bağlı disiplinleri ve kuralları çerçevesinde ancak meydana gelebilir.

Gerçek bu iken baştan beri anlatıldığı üzere, tarihin akışı içinde ve çeşitli etkenler altında zamanla «Ermişlik» diye bir inanç peydahlanmış, böylece «Evliyâ» diye -sözde- üstün güçlere sahip bazı kimselerin, Allah adına kâinat olaylarına yön verebildiklerine inanılmaya başlanmıştır! Tabiatıyla, bu inanış biçiminin doğmasında ve yayılmasında hem çok çeşitli nedenler ve güçler olmuştur, hem de epey eski bir geçmişi vardır. Ancak son iki yüzyıl içinde oluşan «Evliyacılık» birikiminin arkasındaki en büyük güç ve kaynak Nakşibendî Tarîkatı'dır.



2. Nakşibendîlerin etkisiyle Türkiye'de çok geniş bir “Laik-«Dindar»“ sınıf oluşmuştur.



Evet, Türkiye'de bütün «dindar» kesimler, Nakşibendîlerin etkisiyle büyük ölçüde laikleşmiştir. Bunlar da İslâm'ı, aynen laikler gibi sırf bir âhiret düşüncesi, bir mâbet ve mezarlık dini, vicdâna hitap eden bir Allah-kul ilişkisi olarak algı*lamaktadırlar! İslâm'ın doğallığından ve sadeliğinden sebep, rûhânî susamışlıklarını giderememekte, bir türlü tatmin olamamaktadırlar. Başka bir ifadeyle, İslâm'daki ibâdetlerin şekil ve miktarını, psikolojik olarak azımsamakta, bu yüzden de tarîkatın bitmez tükenmez âyinleriyle, meditasyonlarıyla ve Allah (cc) adına yetkili sandıkları ölülere yalvarmak sûretiyle doyuma ulaşmaya çalışmaktadırlar. «Dindarlar»'ın, Müslümanlardan farklı bir çizgi izleyerek, özellikle son yıllarda laik ve materyalist kesimlerle her alanda işbirliği ve dayanışma içinde bulunmaları, onlarla böyle bir ortak noktaya sahip bulunduklarını kanıtlamaktadır. Nitekim geniş Nakşibendî cemaatlerinin desteği sayesinde devlet yönetimi putçu laiklerin tekelinde devam etmektedir. Temelde karşıt, hatta düşman olan bu iki kutup arasındaki yakınlaşma ortamını hazırlayan faktör ise putçulara ilham kaynağı olan Nakşibendî Tarîkatı'nın politeist felsefesidir.

Nitekim laiklerin de son yıllarda putçuluğu Nakşibendîlerin etkisiyle icad ettiklerine ihtimal vermek mübalağa sayılmaz. Çünkü 1950'lere kadar putçuluk diye bir akım yoktu. Laik ve materyalist azınlık, sırf maddeci bir yaşam tarzının sıkıntısını yaşıyorlardı. Maneviyatsızlığın stresi altında bunalan bu insanlar, aynı zamanda çoğunluktan tamamen kopuk kalmış olmanın ve iç dünyalarını serinletecek hiç bir moral değere sahip bulunamamanın kompleksi ile eziliyorlardı. Allah'dan başka birtakım ilahlar edinmenin hiç de zor olmadığını, üstelik ülkenin en «dindar» kesimlerinin bile bu yolu seçmiş bulunduklarını görünce onlar da benzer bir tercih yaptılar. Hatta bu tercihe tamamen dini bir nitelik bile kazandırdılar. Bunların, ilhamlarını tasavvuftan, tarîkat anlayışından ve özellikle epeyce yaygın bulunan Nakşi Tarîkatı'nın râbıtasından almış olması ihtimali çok büyüktür.

Putçular, -sözde- «Lidere saygı» adı altında düzenledikleri törenlere istedikleri kadar «Dinle hiç bir ilişkisi yoktur; Son derece resmî ve seküler bir atmosfer içinde yapılan törenlerdir; dünyevî bir saygıdan ve saygı duruşundan asla ileriye gitmez.» desinler; evet istedikleri kadar bu savı ileri sürsünler, onların başta kendileri bile buna asla inanmamaktadır! Üstelik hem psikolojik açıdan hem de ilahiyat felsefesi açısında bu konu incelendiğinde, bakınız ne gibi sonuçlar elde edilmektedir.

* Her şeyden önce saygı, sevgiden çok farklı bir psikolojik olaydır.

Sevgi, tamamen doğal ve içgüdüsel bir olaydır. Bir şeyi sevdiğiniz za*man duygularınız otomatik olarak harekete geçer ve belirtileri kendiliğinden ortaya çıkar. Onun için insan, ne kendini zorlayarak, ne de başkası tarafından zorlanarak bir şeyi sevebilir. Bunu asla yapamaz. İnsan, herhangi bir nedenle sahte bir sevgi gösterisinde bulunsa bile bunu uzun zaman sürdüremez. Ayrıca seven insan, sevdiğini içinden inkâr edemez. Yani kendi kendini yalanlayamaz. Bu nedenledir ki çok küçük çocuklar, hatta bebekler bile sevme olayını gâyet çarpıcı şekilde yaşarlar. Buna karşın saygı göstermesini, önceleri bilemezler, bunu daha sonra öğrenirler.

Saygıya gelince, bu duygu, daha çok telkin ve sürekli eğitim yollarıyla insanda âdetâ bir şartlı refleks haline gelen ya da getirilen sırf yapay ve sonradan kazanılan bir psikolojik uyarılmadır.

Bu nedenle saygıyı en çok iki kısma ayırmak mümkündür.

Birincisi: Özellikle, sahip bulunduğu yaptırım gücü sayesinde yakın geleceği tehdit edebilen bir otoriteye karşı insanın duyduğu saygıdır. Önemle belirtmek gerekir ki bu saygı korku ile karışıktır ve gerçek bir saygı değildir! Buna «Heybet» demek daha doğru olur.

Baskı altında ve belâdan kurtulma karşılığı olarak gösterilen askerî ve resmî saygılar bu türdendir. Bu saygının ahlâkî hiç bir değeri yoktur.

İkincisi ise: Hiç karşılıksız ve salt bir yüceltme duygusudur. İmanla ilintili saygı kavramı, işte bu duyguyu ifade eder. Buna da «İmânî Saygı» demek daha doğru olur.

Dolayısıyla putçuların «Saygı Duruşu» dedikleri şey, sürekli telkin ve propagandalarla yaratılan yapay bir sevginin, «İmânî Saygı»'ya dönüştürülmüş eylemsel şeklidir, kesinlikle dinsel bir nitelik taşır. Nitekim her dine bağlı insanlarda, kutsal değerlere karşı var olan saygı duygusu bu şekilde oluşmuştur. Onun için eğer bu saygı biçimini birinci kısımdan göstererek, bunu heybetlenmek diye nitelemeyi deneyecek olursanız, putçuların haklı olarak şiddetli tepkilerine hedef olabilirsiniz! Bu gerçek ise putçuların «Saygı Duruşu» diye niteledikleri gösterinin asla seküler bir olay olmadığını, tam tersine en yüklü ve en görkemli biçimiyle bir âyin örneği olduğu tüm bilimsel açıklamalarıyla ortadadır.[4]

Üstelik putçular bu kadarıyla da yetinmiş değil, bilakis Türk Nakşibendîliğinin etkisi altında inanışlarını tam bir din sistematiği içinde kurumlaştırmışlardır. Günümüzde Kökten putçuluk akımı, tapınağıyla ibâdet şekilleriyle âyinleriyle, en az Nakşibendî Tarîkatı kadar dinsel ve mistik bir nitelik kazanmıştır.



Türk putçularının ayin şekli şöyledir:



«Ti» anonsu ile başlayan âyin, son derece rûhâni bir atmosfer içinde icra edilmektedir. Putçuların bu sırada belli bir düzen içinde âyine katılmaları, ayakta hiç kımıldamadan ve hiç konuşmadan belli bir süre durmaları, bu törenlerin tamamen dini olduğunu yansıtan çok kesin kanıtlardır.

Ayakta duruş sırasında hiç bir dua okunmadığı için bunun bir ibâdet sayılamayacağını savunan putçulara verilecek en güzel cevap, Nakşibendî Tarîkatı'ndaki rabıtâdır. Çünkü mürîd de râbıta sırasında hiç konuşmamakta, hiç bir şey okumamakta, hatta kımıldamamaktadır. Ayrıca hemen her dinin bazı ibâdetlerinde de bu tür örnekler mevcuttur. Nitekim cemaatle kılınan namazlarda ve kıyâm sırasında İslâm mezheplerinin bazılarına göre de İmamdan başka kimse bir şey okumaz.

Görüldüğü üzere Nakşibendî Tarîkatı, daha çok râbıtanın geniş kitleler üzerinde uyandırdığı psikolojik etkiyle bu cemaatin dışında kalan, hatta karşısında tavır alan kamplara bağlı insanlara bile dolaylı olarak ilham kaynağı olmuş, onları bu derece yönlendirebilmiştir!



3. Nakşibendî Tarîkatı, çok yönlü sosyal, kültürel ve ahlâkî yıkımlara zemin hazırlamıştır.



Sonuç olarak denebilir ki, gerek Nakşibendî Tarîkatı, gerekse, onun etkisi altında son kırk yıl içinde oluşan Osmanlıcılık, sentezcilik ve modern Türk putçuluğu, etkileşerek ortak özellikleriyle Türkiye'de düşünce ve inanç alanında büyük bir kargaşanın ve tehlikeli bir belirsizliğin her tarafı sarmasına kaynaklık etmiştir! Hatta bu kargaşanın somut bir örneği olarak, solcu-materyalist gruplar, çok tuhaf bir bilinçsizlik içinde bu gerici oluşumları, (İslâm'ı sembolize eden kamplar) sanmış ve -esasen bunlarla hiç bir ilişkisi bulunmayan- devrimci-ilerici Müslümanları son yıllara kadar hemen her fırsatta acımasızca hedef seçmişlerdir!

Şaşırtıcı bir gerçek de şudur ki Türkiye'de Müslümanların dışında kalan hemen herkes, (hatta solcular bile) İslâm'ın hiç bir ölçüsüne uymayan fakat İslâm'dan sanılan çeşitli inanış ve düşünceler benimseyerek, akıl almaz bir «dindarlık» yarışı içine girmişlerdir. O kadar tuhaftır ki bu insanlar, aynı zamanda laikliğe ve laik düzene bağlı olmalarına rağmen inanış biçimlerinin İslâm'a uyup uymadığını hiç değilse kendileri gibi laik devlete bağlı olan Diyanet İşleri Başkanlığına sorma ihtiyacını bile duymamaktadırlar. Bu nedenle de Türkiye'de hemen her kişiye göre bir İslâm modeli ortaya çıkmıştır.

Ülkede egemen olan bu ortam, endişe verici sancılar taşımaktadır! Çünkü toplumun, en büyük ortak moral değerleri İslâm'a aittir. İslâm'ın tertemiz vücudu üzerinde Nakşibendîliğin, modern putçuluğun ve diğer gerici akımların -özellikle etkileşerek- sosyal, kültürel ve ahlâkî yapı üzerinde neden olduğu yıkım ise büyük yaralar açmıştır! Yakın gelecekte bu yaraların, tahmin edilemeyecek komplikasyonlara yol açmasında hiç kuşkusuz bu tarîkatın çok büyük sorumluluğu bulunacaktır.

* * *



Yaşanan bu karmaşanın eğer tarihi nedenleri üzerinde çok ciddi, kapsamlı ve analitik bir inceleme yapılacak olursa bu farklı din anlayışlarının, daha doğrusu İslâm'ı, genelde İslâm dışı açıklamalarla anlamanın, temelde kültürel yoksulluktan kaynaklandığı görülecektir. Mistik ya da putçu inanışlar, bu alandaki boşlukları doldurmuştur. İslâm'ın dilini bilememenin yol açtığı kültür fukaralığı, halk arasında rûhânî eğilimleri zamanla azdırmış, dolayısıyla din kavramı, özellikle belli bir coğrafya üzerinde yaşayan toplumlarda evrensel anlamını yitirerek koyu bir rûhânîlik içinde boğulmuştur.

Şu halde râbıta masalı ve benzeri bid'atler, bir bakıma bu kültürel yoksulluğun doğal birer sonucudur.



Tarihin derinliklerinden gelen bu yoksulluğun geleceğe taşıdığı ve da*ima taşıyacağı değişmez bir kader vardır ki bu kaderin adı yozlaşmadır.

Kim ne derse desin, vahyin getirdiği şaşmaz ve evrensel ölçülere, sürekli ve bilinçli bir bağlılık için toplum çapında el ele verilmedikçe hiç bir zaman herhangi bir önlemle yozlaşmaya asla engel olunamayacak ve yaşanan bu karmaşa son bulmayacaktır. Yozlaşmaya, yıpranmaya ve manevî yıkımlara engel olabilmek ise, hiç kuşkusuz Kur'ân'ın dilini doğrudan anlamakla ve bu yolda bir kültür zenginliğine kavuşmakla ancak mümkün olabilir.

Çünkü Kur'ânî bir kavram olan «tefekkür»'e, -belki de zaman içinde Brahmanizm’den aldıkları ilhamla- râbıta maskesini giydirenler, çok büyük ihtimalle Kur'ân-ı Kerîm'in dilini de bilmiyorlardı, yozlaşmanın ne olduğunu da bilmiyorlardı. Ama bu felaketin, yüzyıllar sonra değerleri çarpıtan ve onları yok eden bir erozyon haline geldiğini aydın insanlar artık çok iyi bilmektedir. Özellikle Türk Milleti'nin, tarih boyunca âdetâ pençesi içinde yaşadığı bu canavarı artık iyice tanıması gerekmektedir.

Râbıtanın, büyük ihtimalle Hind dinlerinden aldığı mayadan önce temelinde insan rûhunun karmaşık endîşelerini taşıyan faktörler de bulunmaktadır. Onun için râbıtayı biraz da bu yönüyle incelemek gerekir.





--------------------------------------------------------------------------------



[1]. Hanîf: Allah Teâla'ya Zatı'nda ve sıfatlarında asla ortak koşmayan demektir. Çoğulu Hunefâ'dır. Bk. Kur’ân-ı Kerîm:

Hanîf kelimesi için: 2/135; 3/67, 95; 4/125; 6/79, 161; 10/105; 16/120, 123; 30/30.

Hunafâ kelimesi: 22/31; 98/5.



[2]. Evet, Nâsıruddîn Ubeydullah el-Ahrâr'ın Kanûnî döneminde Haydar Baba adlı bir öğrencisini İstanbul’a göndermesiyle Nakşîlik, Osmanlı Toplumuna ilk kez aşılanmıştır. (Bk. BÖLÜM - II/6. Rûhânîler ve Râbıta Nâsıruddîn Ubeydullah el-Ahrâr)

Nakşîliğin ikinci hamlesi, Rabbânî'nin mürîdlerinden Murâd el-Buhârî (1640-1720) tarafından Şam’da yapılmıştır. Bu adamın soyundan gelen altı kişi, birbirlerinin peşi sıra Nakşibendî Tarîkatı'nı bölgede yaymaya çalışmışlardır. Buna rağmen tarîkatları, Araplar arasında pek tutunmamıştır. Bu soyun son temsilcisi Hüseyn b. Ali el-Murâdî (Öl. 1850) Bağdâdî'nin çağdaşıdır. O'nu Şam’a dâvet etmiş, tarîkatının propagandası için O'na yardım etmiştir.

[3]. Vahhabiliğe gelince bu hareket, aslında Bağdâdî'den yarım asır önce Hicaz'da patlak vermişti.

Bu olayı başlatanların, yönetenlerin ve destekleyenlerin hemen tümü çöl adamlarıydı. Hem bedevîliğin verdiği bir sertliğe sahip idiler, hem de mücadele stratejisi konusunda tecrübe ve bilgiden yoksun bulunuyorlardı. Bu nedenle başlangıçta çok yıkıcı yanlışlıklar yapıldı.

«Vahhâbîler», (daha doğrusu, bu hareketin lideri olan Muhammed b. Abdülvahhâb'ın yandaşları), asırların çığ gibi biriktirip İslâm'a yüklediği şirk inanış ve sembollerini, bir çırpıda ve zor kullanarak ortadan kaldırmaya çalıştılar. Halbuki bir avuç Müslümandan başka Kur’ân’a ve Sünnete bağlı kimse kalmamıştı. Üstelik devletin politikası da müşrik çoğunluktan yanaydı. Ancak bu, tevhid'e karşı bir tavır değil, geleneksel bir anlayıştı. «Vahhâbîler» bu inceliği kavrayamıyor, dolayısıyla tevhid mücadelesini akılcı yollarla yapmayı beceremiyorlardı. Bu nedenledir ki Devlet, «Vahhâbîler»'i çok korkunç bir şekilde cezalandırma yoluna gitti. «Vahhâbîler» de hırçınlaşıp «müşrik» kıyımına girişince felâketler başladı ve Halidîlik yayılıncaya kadar elli yılı geçkin bir zaman boyunca Osmanlı-Vahhabî boğuşması sürdü.

Kesinlik derecesinde denebilir ki, Osmanlı yönetimi, bu «Vahhâbîlik» hareketine, o devrin bütün ayaklanma olaylarından çok daha yıkıcı bir gözle bakmış ve kendini böyle inandırmıştır. Bunun, temelde bir ıslah ve ihya düşüncesinden kaynaklandığını asla hesaba katmamıştır, katmak da istememiştir! Onun için bu mesele, başlangıçta ve henüz propaganda aşamasındayken devlet tarafından tartışma zeminine getirilmemiş, tam tersine «Vahhâbîler», adetâ sıcak çatışma ortamına kaydırılmıştır!

Bunun sebebi tarihîdir ve çok açıktır. Osmanlı Devleti'nin temelinde tasavvuf mayasının bulunduğunu unutmamak gerekir. Fakat ne ilginçtir ki tarih boyunca gerek mehdîlik olayları, gerekse yeniçeri isyanları gibi sürekli yinelenen korkunç siyasi belâlar da hep bu mayayla hazırlanmış olan çeşitli hamurlardan ortaya çıkmıştır Buna rağmen, devlet daima İslâm’ın Mistik yorumlarına önem vermiş, arı Kur'ânî anlayışın ön plana çıkmasına hiç bir zaman meydan vermemiştir.

İşte Devletin, «Vahhâbîliğe» karşı takındığı tutumun sebebi burada yatmaktadır. Çünkü «Vahhâbîlik» demek, kelimenin tam anlamıyla bütün mistik inanış ve anlayışlara karşı olmak demektir. Yani «Vahhâbîlik», aslında sanıldığı gibi bir mezheb değil, yanlış mücadele stratejilerine dayalı olsa bile temelde yozlaşmışlığa karşı bir ihya hareketidir; ama mistisizmin tasfiyesini ve İslâm'ın mistik yorumlardan arındırılmasını amaçlayan bir vicdânî-siyasî harekettir. Oysa Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan beri padişahların hemen hepsi birer tarîkata bağlı idiler. Dolayısıyla mistisizmi inkâr etmek, başka bir ifadeyle geçmişlerin inanış şekillerine bâtıl demek, hatta onları İslâm dışı birer müşrik saymak anlamına gelecekti.

Öyle anlaşılıyor ki devlet bu yüzden «Vahhâbîliği», İslâm'ı yıkmak isteyen yeni bir din ve hatta vicdanları köreltici bir zehir gibi görmüş, dolayısıyla bu dâvânın savunucularını askeri yöntemlerle sindiremeye çalışmıştır. Fakat bunu beceremeyince de «Vahhâbîliğe» karşı bu kez panzehir olarak Neo-Nakşibendîliğin, ülke çapında yayılmasına yardım etmiştir.

Yukarıda kısaca bahsedildiği gibi, şanlı tevhid dâvâsının şahlandığı kutsal topraklarda bile bu inanış şekli pervâsızca propaganda edilmeye başlanınca, Hicaz'daki Müslümanlar 1745'lerden itibaren bu talihsiz gelişmeye büyük tepkiler göstermişlerdir. Nakşibendîler tarafından «Vahhâbîlik» diye adlandırılan siyasi hareket işte budur.

Bilindiği üzere Nakşibendîler, «Vahhâbîlik» diye bir inanış şekli bulunduğunu, bunun, XVIII. yüzyıl ortalarında Muhammed b. Abdülvahhâb adında Necidli bir hoca tarafından mezhep haline getirildiğini ve genellikle «Suudî Arabistan» halkının bu mezhebe bağlı olduğunu ileri sürmektedirler; Hatta buna, «Suûdî Arabistan'ın resmî dini» bile demeye kadar işi vardırmaktadırlar! Nitekim «Vahhâbîlik» diye üretilen kavram ve bu kavrama yüklenen çeşitli anlamlar Nakşibendîlerin propagandaları sonucu, başta Türkiye'de olmak üzere Müslümanımsı topluluklar arasında bir kanâat olarak yerleşmiştir!

«Vahhâbîlik» diye adlandırdıkları bu "hayâlî mezhep“ aleyhinde, Özellikle son otuz, kırk yıldır İstanbul’da asker emeklisi bir Nakşî şeyhi tarafından çok yoğun şekilde yazılı propaganda yapılmaktadır. Bu nedenle Türkiye'de, Nakşibendîlerin çok büyük etkisi altında bulunan halk da ne ilginçtir ki bu savın gerçek olduğuna inanmakta, bunun doğru olup olmadığını, hemen hiç kimse araştırma ihtiyacını bile duymamaktadır.

Halbuki Muhammed b. Abdülvahhâb'ın, yandaşları arasında bu görüşe katılan, yani «Vahhâbî» olduğunu kabul eden belki bir tek kişi bile yoktur. Bu bir yana, aslında bunlar, «Vahhâbî» diye adlandırılmaktan rahatsız bile olmaktadırlar. Çünkü bu adlandırma, aynı zamanda suçlayıcı ve siyasî bir anlam taşımakta ve onların, Müslümanlardan ayrı bir kamp oldukları izlenimini vermektedir. İşin ilginç tarafı, (belki de Türkçe’den Arapça’ya hiç tercüme yapılmadığı için) Türkiye'deki bu yoğun propagandalardan haberi olan «Suûdililer»'in sayısı parmakla sayılacak kadar azdır. Dolayısıyla «Vahhâbî» olup olmadıkları hakkında onlara yöneltilen soruları genelde hayretle karşılamakta, cevap olarak: Bu isim altında bir mezhep tanımadıklarını; benimsemiş bulundukları görüş ve inanış şeklinin, sadece Muhammed b. Abdülvahhâb tarafından aslına döndürülmüş olan İslâm'ın kendisi olduğunu; Kur’ân ve Sünnetten başka bir kaynak kabul etmediklerini ve Hanbelî Mezhebi'ne mensup Müslümanlar olarak İslâm Ümmeti'nin bir parçası bulunduklarını açıkça ifade etmektedirler.

Buna karşın Nakşibendîler, (bağlı bulundukları tarîkatın, tüm Müslümanlarca sanki legal kabul edildiği havası içinde) göğüslerini gere gere «Nakşibendî» olduklarını açıkça ifade etmektedirler! Kuşkusuz bu, hem bir yandan büyük bir çelişkidir, hem de «Vahhâbîlik» diye Müslümanlardan ayrı bir kampmış gibi Muhammed b. Abdülvahhâb'ın hayranlarına karşı giriştikleri karalama, son yıllarda Müslümanlar arasında yeniden başlamış olan diyalog çalışmalarını büyük ölçüde baltalamaktadır. Bu konudaki propagandalar gerçekten de Türkiye'de çok geniş bir çevreyi etkisi altına alabilmiştir. Nitekim, başka bir Nakşî şeyhinin verdiği fetvâ üzerine bu tarîkata bağlı olanlar, «Haremeyn» imamlarının arkasında namaz kılmamakta, ya da kılmak zorunda kaldıkları zaman «takiyye» yapıp daha sonra namazı iade etmektedirler!

Aslında meselenin önemli olan yanı, «Vahhâbîlik» aleyhinde yapılan propagandalar değil, aksine bu propagandaların perdesi arkasına saklanarak tevhid inancının yıkıma uğratılmasıdır.

Evet «Vahhâbîler»'in belki de çoğu mücessimedir. Fakat onların Allah (cc)'a ortak koşulmaması konusunda yaptıkları ısrar, en kötü ahvalde Allah (cc)'ın kâinât üzerindeki mutlak egemenliğini savunmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Halbuki «Evliyâ» diye -sözde- üstün güçlere sahip bazı kimselerin, (hatta ölmüşlerinin bile) kâinat olaylarına Allah (cc) adına yön verebildiklerine ilişkin tarîkatçıların inancı, ne kadar iyi niyetlerle savunulsa bile Kur'ân-ı Kerîm'in getirdiği «Tevhîd»'le hiç bir şekilde uzlaşmamaktadır!

[4]. Bunun aksini bilimsel olarak kanıtlamak mümkün değildir. Nitekim hiç bir putçu, bunu asla denemeyecek, denemeyi bile göze alamayacaktır!!!
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla