Tekil Mesaj gösterimi
Alt 10. March 2011, 12:25 PM   #7
Miralay
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: May 2010
Mesajlar: 568
Tesekkür: 4.080
276 Mesajina 635 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 26
Miralay has much to be proud ofMiralay has much to be proud ofMiralay has much to be proud ofMiralay has much to be proud ofMiralay has much to be proud ofMiralay has much to be proud ofMiralay has much to be proud ofMiralay has much to be proud of
Standart

FAİZ
Faizin ekonomilerde yaptığı tahribatları genel olarak incelersek; maliyetleri arttırması, paranın belli elerde stoklanmasının önünü açması, talebi daraltması, işçi ücretlerini aşağıya çekmesi ve nihayet verimliliği düşürmesidir.

1- Maliyetleri arttırması: Üretici veya pazarlamacı ister yatırım için, ister üretim veya pazarlama için elde ettiği paranın maliyetini ürettiği ürüne veya hizmete yansıtmak zorundadır.


Bu da MALİYET ENFLASYONUNA sebep olacaktır. Yani faiz oranları arttıkça fiyatlar da maliyetlerden dolayı artacaktır.

Milli Ekonomi Modeli’nde izah ettiğimiz faizin bu temel sakıncası, KAPİTALİST anlayışta tam tersi olarak değerlendirilmiştir. Buna göre, artan faiz oranlarının, tüketimi dolayısıyla fiyatları aşağı çekmesi gerekiyordu. Yapılan çalışmalar ise bir çok ülkede faiz oranları arttıkça fiyatların da arttığını göstermiştir.

GİBSON PARADOKSU olarak adlandırılan bu durumu izah ederken FİŞHER VE VİKSEL, enflasyon beklentilerinin veya fiyat artışlarının fiyatları yukarıya çektiğini iddia etmektedir.

Oysa fiyatlar genel düzeyi ile faiz oranlarının aynı anda artmasının sebebi Milli Ekonomi Modelinde ortaya koyduğumuz gibi son derece basittir:

Siz parayı maliyetli hale getirirseniz bunun, üretilen mamulün maliyetini, dolayısıyla fiyatını yukarıya çekmesi kaçınılmazdır.

Dikkat edilirse enflasyon, faiz oranlarını değil, tam tersine faiz oranları üretim maliyetlerini, yani enflasyonu yukarıya çekmektedir.

2- Faizin bir diğer ve belki de en önemli tahribatı, paranın belli ellerde stoklanmasına sebep olmasıdır.

Piyasada bulunması gereken para, faiz sayesinde sermaye gruplarının elinde toplanır. Bunun sonucunda piyasada herkesin ulaşabileceği bir şekilde bulunması gereken para, piyasadan çekilmekte; ekonominin ihtiyaç duyduğu tüketim ve üretimi sağlayacak para, bu vazifesini ifa edememektedir.

Piyasalarda “talep daralması” olarak başlayan bu durum, resesyon ve nihayet deflasyon şeklinde devam etmektedir.

Paranın stoklanması ile ortaya çıkan durumu şu örneğimizle biraz daha açalım: Her yıl dünyaya düşen yağmur miktarı aynıdır. Bu yağmur, dünyanın her yerine orantılı bir şekilde değil de, birçok yerine hiç yağmazken, bazı yerlerine aşırı yağarsa; dünyanın bazı bölgeler çöl olurken, az bir yeri de sel alır.

Aynen bu şekilde ekonomilerin dengesi için piyasada herkesin rahatça ulaşabileceği şekilde bulunması gereken para, yalnızca bir grubun elinde stoklanırsa ekonomi çöl haline gelecektir.

3- Paranın stoklanması, onun nominal değerini hak etmediği şekilde yükseltir.

Bu yükselişin iki zararı vardır. Birincisi, para piyasada istenilen oranda bulunmadığı için parayı elinde tutanlar, borç verdikleri paradan yalnızca faiz geliri elde etmekle kalmazlar; bu yolla birçok siyasi ve politik taleplerini de elde etmektedirler. Bugün borç batağına düşen Türkiye gibi ülkelerin IMF ve global sermaye sahiplerinin her dediğine “evet” demek zorunda kaldığı yaşadığımız bir gerçektir.

Bu durumu bir de şu örnekle değerlendirelim: Çölde yolculuk yapan bir grup insanı ele alalım. Eğer grupta sadece bir kişinin elinde su bulunuyorsa, grubun diğer fertleri ne kadar güçlü, kuvvetli veya gayretli olursa olsun herkes elinde su bulunan insanın dediğini yapmak zorundadır. Aralarında bir yarış olsa idi; diğerleri ne kadar gayretli ve yetenekli olursa olsun kazanan yarışçı, elinde suyu bulunduran kişi olacaktır.

Bu örnekteki durum, dünya para piyasaları için de geçerlidir: Paranın stoklanması, hem onu asli görevinden uzaklaştırmakta, hem de reel ekonominin üzerinde bir baskı unsuru haline getirmektedir.

Reel ekonomi, tamamen sıcak paraya endeksleniyor; haliyle de nakiti elinde bulunduran irade tüm ekonominin kontrolünü eline geçirmiş oluyor.

Nitekim bugün dünya ekonomisi üzerinde söz sahibi olanlar, üretim tesisleri olanlar değil, kasasında nakiti olan global tefecilerdir. Kendi parasını dünyada konvertibl yapan ülke ise, diğer ülkeler üzerinde söz sahibidir.

4- Paranın stoklanmasının bir diğer zararı ise, sahip olacağı nominal değerinin üzerindeki izafi değerden kaynaklanmaktadır.

Para ile para kazanan bir kişi, örneğin 1000 YTL karşılığı yılda 250 YTL kazandığında elindeki para miktarı 1250 YTL’ye çıkacaktır. Paranın, “emeğin ve üretimin karşılığı olma” vasfı dikkate alındığında; para ile para kazanılması halinde bir üretim olmamakta, üretimde bir artış meydana gelmemekte, ama parayı elinde tutanların sahip olduğu para miktarı artmaktadır.

Piyasadaki toplam mal miktarının 100 kalem olduğunu düşünelim. Başta 1000 YTL’ ye sahip olan sermaye sahibi bu 100 birim maldan 10 tanesine sahip iken, sonuçta parası faiz yoluyla arttığı için sahip olabileceği mal miktarı artacak; diğer taraftan ise toplumun diğer kesiminin var olan “üretimden elde edeceği fayda” ise azalacaktır.

Eğer parayı satan kişi, bunu devlete satmışsa, devlet bu parayı karşılayabilmek için topladığı vergileri borç faizine aktararak hem sözkonusu tefeciye gelir transferi yapmış olacak, hem de topluma sunması lazım gelen hizmeti sunamayacaktır.

Bugün ülkemizde “faiz dışı fazla” adı altında toplanan vergilerin rantiyeye aktarıldığı, buna mukabil her geçen gün yatırım, sosyal ve cari harcamaların kısıldığı görülecektir.

Eğer para, bir şahsa satılmışsa; o zaman da şahsın geliri, aldığı borcun faiz oranı kadar parayı satana transfer edilecektir.

Faizin bu özelliği, Kapitalist anlayışta “paranın bir mal gibi görülmesi”nden kaynaklanmaktadır. “Nasıl ki ev sahibi, evini kiraya verdiği zaman bunun karşılığında belli bir kira alıyorsa; bunun gibi parasını kiraya veren kişi de belli bir kira almalıdır” deniliyor.

Oysa ki evin kiralanmasında kiracıya sunulan hizmet onun işlevinden kaynaklanmakta, kira olarak ödenen para da bu hizmetin karşılığı olmaktadır. Ama faiz olarak verilen para ise, paranın piyasada bulunmamasından dolayı üzerine yüklenen izafi değerdendir.

Eğer para herkesin ulaşabileceği bir şekilde piyasalarda yer alsa idi, kimse paraya faiz ödemek zorunda kalmayacaktır.

Özetleyecek olursak paranın stoklanması ile, “toplumun diğer kesiminden parayı elinde bulunduranlara bir gelir transferi” yapıldığı gibi, sermaye sahipleri hem ellerindeki para miktarının artmasından, hem de toplumun diğer kesimlerinin elindeki miktarın azalmasından dolayı, oransal olarak “var olan gelirden daha fazla pay almaya” başlayacaklardır.

Bugün her ekonomide yaşanan gelir dağılımındaki dengesizliğin sebebi de budur.

Şu anda Türkiye’nin iç borcu 250 katrilyon civarındadır. Acaba bu paraya sahip olanlar, bu miktarı üretim veya ticaretle mi kazanmışlardır? Elbette hayır. Hükümet DİBS senetleri basmaktadır; ancak bu para, üretime değil, direkt rantiyenin eline gitmektedir.

Basılan bu paranın karşılığı üretim olarak ortaya çıkmadığı için para, aslında karşılıksız bir paradır. Hükümet de zaten talep enflasyonundan çekindiği ve bu borcu ödeyecek gücü de olmadığı için; sürekli olarak faizle beraber bu parayı yeniden piyasadan çekmekte ve borç batağına daha da girmektedir.

Sonuçta hem vatandaşın gelirleri vergi kanalı ile bu kesime aktarılarak gelir dağılımında büyük bir uçurum oluşturulmakta, hem de devlet, borçlarını sürekli arttırmaktadır.

5- Faizin ekonomilerde yaptığı tahribatlardan biri de talep daralmasına sebep olmasıdır. Bunun sonucunda, ekonomilerde deflasyon süreci başlar.

Faizin talep daralmasına neden olması, birkaç şekilde olur. Gelir dağılımındaki dengesizlik, zaman içinde toplumun önemli bir kesiminin tüketme kabiliyetini yitirmesine sürükler. Devlet ise, faiz ödemelerini karşılayabilmek için vergileri arttırarak vatandaşın cebindeki parayı da piyasadan çeker.

Öte yandan faiz ödemelerini karşılayabilmek için kamu harcamalarında da kısıntıya gidildiğinden dolayı piyasada ciddi bir talep daralması yaşanır.

Ayrıca, faizle beraber cebinde parası olan da parayı bankaya yatırdığı için piyasada dolaşan para miktarı iyice azalır; sonuç deflasyondur. Böylece aynı anda bir taraftan maliyet enflasyonu, diğer yandan deflasyon olduğunda stagflasyon sürecine girilir.

Üretim ile para kazanma mantığında “kazan kazandır” esası vardır. Çünkü siz üretim veya ticaretle para kazanırken, birçok insan için de iş imkânı oluşturursunuz.

Ama para ile para kazanma mantığında mantık, “kazan kaybettir” şeklindedir; bir taraf kazanırken diğer taraf zarar etmektedir.

Para ile para kazanma mantığında yeni iş sahaları açılmamakta, diğer taraftan var olan gelirin rantiyeye aktarılması ile piyasalardaki talep kısılmaktadır.

Mesela, siz paranızı % 20 faizle bankaya yatırdınız. Banka ise bu parayı % 30 faizle üreticiye kredi olarak sattı. Üretici de bunu mamule “fiyat artışı” olarak yansıttı.

Sonuçta sizin satın alma gücünüz ve talebiniz artmış gibi gözükse de, cebinizdeki paranın reel değeri düşecek ve piyasa talebi azalacaktır.

6- Faizin yaptığı tahribatlardan biri de, işçi ücretleri üzerinde olmaktadır.

Faizle para alan üretici, bunu mamule yansıtmak zorundadır. Ama faizle piyasadan çekilen para, gelir dağılımını bozduğu ve piyasada olmayan para tüketimi kıstığı için talep daralması da yaşanmaktadır.

Bu durumda üretici bir karar vermek zorundadır. Eğer bu artışı tamamı ile mala yansıtsa zaten talep olmadığı için hiç mal satamayacak ve batacaktır. Eğer hiç yansıtmaz ise o zaman ürettiğinden belki de daha düşüğe satacağı için yine batacaktır.

Veya faiz oranını mala yansıtacak ama diğer üretim maliyetlerinden ve kısmen kârından kesintiye giderek fiyatların faiz oranlarından daha az artmasını sağlayacaktır.

Diğer üretim maliyetleri arasından en kolay aşağıya çekilecek olan ise “işçi ücretleri”dir.

Çünkü yeterli iş gücü talebi olmadığı için, işçi ücretlerini belirlemede işveren, daha ağırlıklı söz sahibidir.

Yeri gelmişken “ARTIK DEĞER” kavramından bahsedelim.

Karl Marks kendi görüşlerini anlatırken, “artık değer” kavramını ortaya atarak; işverenin elde ettiği kârın işçinin emeğinden çalınan artık bir değer olduğunu ifade etmiştir.

Halbuki kâr, hem işverenin, hem de koyduğu sermayenin karşılığıdır.

“Artık değer” olan ise “faiz”dir. Faizi ekonomiler için gerekli olarak gören Marks, işverenin kârını işçinin emeğinin artık değeri görmüştür.

Milli Ekonomi Modelinde zararlarıyla ortaya koyduğumuz faiz, “asıl artık değer”dir. Zira faiz, işçinin alınterinde kesintiye sebebiyet verecek, böylece hem işçinin alınterinin bir kısmı, hem de işverenin kârının bir bölümü, “parayı satan” iradeye aktarılacaktır.

Ekonomiler için bu derece zararı olan faiz, ilk bakışta birbirinden farklı imiş gibi görünen Kapitalist ve Sosyalist sistemlerin temelidir.

Sosyal adalet, madem ki gelir dağılımındaki dengeyi sağlamaktan geçer; bunu bozan faiz mekanizmasını da devre dışı bırakmak, sosyal adaletin sağlanmasında en ciddi adımdır.

Kapitalist anlayışın iki ana ayağı da faizi, sitemlerinin temeline oturtmuşlardır. Klasik, yani monetarist yaklaşımın kurucusu EDIM SİMİT ekonominin kendi kendine dengeye ulaşacağına inanıyor; her arzın kendisine denk bir talebi olacağı fikrini savunuyordu. Bunun yanlışlığını çeşitli vesilelerle izah ettik. Bu hayali dengenin sağlanabilmesi için, elde edilen tüm tasarrufların tüketime aktarılması gerekmektedir.

Klasik anlayışta faiz, tasarrufların yatırım harcamalarına dönüşmesini sağlayan mekanizmanın adıdır… Yani tasarruflar ile yatırımların arasındaki bağ, ancak faiz ile kurulabilir.

Günümüz ifadesi ile Ödünç Verilebilir Fonlar teorisine göre, yatırım için ihtiyaç duyulan sermaye tasarruflarla oluşturulmuş fonlar aracılığı ile tabi ki belli bir faiz oranı karşılığında sağlanmaktadır.

Klasik anlayışta faiz, sistemi dengeye koymak için gerekli bir “denge unsuru”dur.

Kapitalist anlayışın diğer unsuru olan KEYNES’e göre ise, ihtiyaç duyulan, yani talep edilen paranın karşılanması için belli bir faiz oranına gerek vardır.

Dikkat edilirse, iki sistemde de, ister buna yatırım deyin, ister para talebi deyin, piyasanın ihtiyaç duyduğu paranın karşılanması ancak “maliyetli para” ile olmaktadır.

Merkez Bankası’nın, piyasaların ihtiyaç duyduğu parayı basarak piyasalara sürmesine şiddetle karşı çıkan Kapitalist anlayış, aynı ihtiyacın özel bankalar üzerinden faizli para ile karşılanmasını ise desteklemektedir.

Merkez Bankası’nın para basmasına “enflasyon olur” diyerek karşı çıkanlar, aynı miktarda paranın özel bankalar tarafından kaydi para üreterek faizli olarak karşılamasına “enflasyona neden olmaz” diyerek destek olmaktadırlar.

Örneğin; siz, devlet olarak bir yere okul yapacaksınız. Bunun masraflarını kendi emisyonunuzla karşılamak yerine, yurt dışından veya içeriden faizle para alarak bu okulu yaptırıyorsunuz.

Özetle, Kapitalist anlayışın söylediği, “faizli paranın enflasyona neden olmadığı”dır.

Adeta maliyetli parayı gören enflasyon, sesini çıkarmıyor, ama ne hikmetse yerli ve maliyetsiz parayı gören enflasyon birden ayağa kalkıyor.

Bu mantıkla özellikle kalkınmaya karar vermiş ülkeler, kalkınmaları için ihtiyaç duydukları finansmanı kendi emisyonlarını genişleterek “sıfır maliyet”le karşılamak yerine, faizle bu sermayeyi elde etme yoluna teşvik edilmektedirler.

Türkiye’mizin de içinde bulunduğumuz bu grup ülkeler, neticede kendi istekleri ile bu tercihi yapmakta ve bugün yaşadığımız borç batağının içinde kendilerini bulmaktadırlar.

7- Faizin tahribatı bağlamında dikkat çekici bir diğer konu da verimlilik meselesidir.

Paranın bloke edilmesi sadece belli kesimlerin elinde olmasına sebep olduğu için, ne kadar kabiliyetli olursanız olun, kabiliyetlerin ortaya çıkacağı sermayeniz yoksa bunu devreye koymanız imkânsızdır.

Üretim, paraya maliyetini ödeyerek ulaşanlar tarafından yapılmaktadır. Yani siz, faizini ödemeye razı olsanız bile, eğer belli bir teminat göstermezseniz, 1 trilyon lira parayı alamazsınız.

Bu, şuna benzer; babadan oğula geçen padişahlık sistemini düşünelim… Buna göre, siz ülke yönetimi için ne kadar kabiliyetli olursanız olun, eğer babanız padişah değil ise, tahta geçemez ve yeteneğinizi gösteremezsiniz.

Aynen böyle; günümüz şartlarında siz belki de dünyanın en başarılı iş adamı olabilecek iken, bu sermayeden mahrum kaldığınız için belki de kendinize iş dahi bulamayacaksınız.

Dolayısıyla faiz yoluyla bloke edilen, sadece piyasanın ihtiyaç duyduğu para değil, aynı zamanda “milletin kabiliyeti”dir. Paranın, faizin esaretinden kurtularak özgür kalması ile dolaşıma girecek bu para, kabiliyetleri devreye koyacağı için, verimliliği de arttıracaktır.

Faiz, sadece vereni değil, zaman içerisinde alanı da olumsuz yönde etkiler. Faizle birlikte piyasa dengeleri bozulacağı için, piyasa aktörlerinin tamamını etkileyecektir.

Nitekim, Dünya halklarının fakirleşmesi global sermaye için de bir felaket olmuştur. Artık ürettikleri mala pazar bulamazken, toplam üretimin kat be kat fazlası paranın dolaşımda olmasının da önüne geçememektedirler.

Milli Ekonomi Modelimiz, ekonomiler için bu derece zararlı olan faizi, tamamen sistemin dışında tutmaktadır. Böylece para, özgürlüğüne kavuşacak, üretimin önündeki engeller kalkacaktır. Böylece, aynı zamanda gelir dağılımındaki adaletsizliğin de önüne geçilecektir.

Yine Milli Ekonomi Modeli’mize göre, paranın piyasaya sunuluşu “maliyetsiz bir şekilde” Merkez Bankasının emisyonu genişletmesi ile sağlanacağı için, ne enflasyona zemin hazırlanacak, ne de paranın faizle piyasanın dışına çekilmesi ile oluşan talep daralması ve sonucundaki deflasyon yaşanmayacaktır.

Yüksek dikkatlerinize sunarım; Milli Ekonomi Modelinde ekonominin tüm meseleleri, beraber ele alınarak tamamını dengeye koyacak çözümler getirilmektedir…

Bir yandan desteklenen tüketimle canlanan bir üretim seferberliği başlatılırken, üretim ve tüketimin beraber işleyişi ile “sürekli büyüme”nin önü açılmaktadır. Bu sayede işsizlik problemi de halledilmektedir.

Maliyetlerin aşağıya çekilmesinin yolları, vergilendirmede adaletli bir sistem, üreticiye olan devlet destekleri ve en önemlisi ekonomilerin baş düşmanı olan faizin ortadan kaldırıldığı bir paketle de enflasyon bertaraf edilmektedir.

Bilindiği gibi, sürekli büyümenin sağlanması, işsizlik sorunu, gelir dağılımında adalet, enflasyon, tüm ekonomi zamanlarının problemi olmasına rağmen, halen çözümleri yapılamamış meselelerdi.

Milli Ekonomi Modeli ile halledilen bu sorunların, Milli Ekonomi Modeli dışında bir sistemde çözümüne de imkân yoktur.

Hem Sosyalist sistemler, hem de Kapitalist düzenler, sınıf farklılığının ve dolayısıyla kavgaların kaçınılmaz olduğu sistemlerdir. Bunlara göre, sınıflar arası kavga sistemlerin getirdiği ve katlanılması zorunlu bir durumdur.

Dünyada uygulanan ekonomi politikaları, hep toplumun bir kesimine destek verirken, diğer kesimini ihmal etmiştir.

Bu anlayışlara göre eğer siz, doğrudan gelir vergisini arttırırsanız, sosyal harcamalara daha çok para ayırabilirsiniz; ama bu sefer de daha çok vergi aldığınız için istihdamı azaltmış olursunuz.

Bu nedenle Kapitalist anlayışta, belli bir yaşa gelmiş insanların emekli maaşını arttırmak, işsizlik sigortası vermek, kamu bütçesi üzerinde yük olarak görülmektedir. Nitekim bu sistemin bir neticesi olarak şu anda başta Almanya olmak üzere AB ülkelerinde sosyal harcamalarda kısıtlamaya gidiliyor.

Tezimizin paraya ve devlete getirdiği tarif ve yüklediği görevler, mevcut ekonomi modellerinin gelir dağılımının bozulmasına neden olan yanlışlarını ortadan kaldırmaktadır.

Devletin asli görevlerinden biri olan senyoraj hakkını kullanmasına imkân sağlayacak sistemimizde, piyasaların ihtiyaç duyduğu para maliyetsiz olarak karşılanacağı için, milletin emeği sayesinde elde edilecek gelirler, Sosyal Devlet projesi ile yine millete hizmet olarak aktarılacaktır.

Elde edilen gelirlerin ülke içinde kalmasına imkan veren bu yöntemde, gelirlerin herkesin istifade edebileceği eşit bir şekilde paylaşımı da yapılmış olacaktır. Bizim görüşümüze göre, Merkez Bankası’nın IMF talimatı ile değil, milleti temsil eden siyasi irade tarafından yönetimi de bu yüzden şarttır.

Devlet, piyasaları düzenleyen bir hakem gibi hareket etmeli, piyasaların küresel güçlerin eline geçmesini önlemelidir.

Serbest piyasa ekonomisini reddeden anlayışımızla, piyasaların belli güç odaklarının eline geçmesini engelliyoruz. Böylece hem kaynakları, hem de parayı serbest hale getirerek bireylere fırsat eşitliği de sağlamış oluyoruz.

İsteyen herkese proje mukabili verilecek faizsiz krediler, paranın tekelleşmesini önleyeceği gibi, millet fertlerinin ekonomi kabiliyetlerinin ortaya çıkmasına imkân tanıyacak, milli gelirin de adil bir şekilde dağılımını temin edecektir.

Milli Ekonomi Modeli’nde devlet, vatandaşlarının gıda, barınma, sağlık, güvenlik gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. Bu haklar, doğumla kazanılır.

Bize göre bir insanın, üretim kabiliyeti olsun veya olmasın her yaşta tüketim hakkı mevcuttur.

Bu amaçla devlet, bir yandan emisyon hacmini arttırmak suretiyle proje karşılığında üretimi teşvik ederken, diğer yandan Sosyal Devlet olmasının gereği olarak tüketici kesimi destekleyerek gelirin adaletli bir şekilde dağılımını temin eder.

Modelimiz, toplumun bütün kesimlerine aynı anda fayda sağlayacak mekanizmaları devreye koymaktadır. Mesela; tarım kesimini paranın tarifinden ve temel fonksiyonlarından yola çıkarak ve belli oranlarda emisyon hacmini arttırıp desteklemek, aynı zamanda toplumun diğer kesimlerini de dolaylı olarak desteklemek demektir.

Nitekim Türkiye’de halkın % 35’i tarımla uğraşmaktadır. Eğer üretici, o yıl elde ettiği üründen istediği geliri elde ederse; bu, o yöredeki esnafa alışveriş olarak yansıyacaktır.

Ayrıca tarım kesiminin desteklenmesi, tarım ve tarıma dayalı sanayinin de gelişmesi anlamına geldiği için bu, yeni istihdam sahalarının açılması demektir.

Yıllık geliri “100 bin YTL / yani 100 milyar TL”nin altında olan kesimden vergiyi kaldıran Vergi politikamız, Sosyal Devlet anlayışı ile birlikte uygulandığında; dar gelirli kesim, her iki açıdan da desteklenmiş olacaktır.

Bu sayede dar gelirlinin gelir düzeyi, istenilen seviyeye çıkarılacağı gibi; bu kesimin tüketim kabiliyetinin de artmasıyla, üretici için ihtiyaç duyulan pazar da kendiliğinden oluşturulmuş olacaktır.

Elinde parası olmadığı için kahve köşelerinde boş olarak oturan bireylerin, ne kendilerine, ne de topluma bir faydası olmadığı malumdur.

Modelimizde yer alan “proje mukabili sıfır faizli kredi” imkânı, bu atıl durumdaki insanlara sunulduğunda; hem onların gelir seviyeleri yükseltilmiş, hem de bir üretim faaliyeti devreye konulmuş olacaktır.

Görüldüğü gibi tezimizde, Sosyal Devlet anlayışı ile kişilerin durumlarının iyileştirilmesi kadar, aslında toplumun tamamının iyileştirilmesi temin edilmektedir.

Ev hanımlarını emekli etmek, yeni doğan her çocuğa, işsizlere ve kimsesiz yaşlılara maaş bağlamak, öğrencilere karşılıksız burs vermek gibi insanlara doğrudan gelir desteğinin sağlanması, tüketim kabiliyeti olmayan kesimlere ihtiyaçlarını karşılama fırsatı verecektir.

Tezimizdeki Sosyal Devlet anlayışı, sunduğu projelerle, alt gelir grubuna ait insanları “üst gelir grubu”na ait insanların hayat standardına yaklaştırarak aradaki uçurumu kapatmaktadır.

Böylece toplumdaki servet ve gelir farklılıkları azalacağı gibi, insanların birlik ve beraberlikleri de gerçek anlamda sağlanacaktır.

Bu projelerin hayata geçirilmesiyle gerçekleşecek bir diğer önemli husus, bireylerin menfaatleri dikkate alınırken, yapılan çalışmaların aynı anda toplum menfaatlerini de en yüksek düzeyde iyileştirmesidir. Böylece hem birey, hem de toplum refaha ulaştırılırken, yalnızca biri değil ikisi de kazanmaktadır.

Fertler ve bu fertlerden oluşan toplumların olaylara yaklaşımında aklın değil, daha ziyade duyguların hâkim olduğu bilinen bir gerçektir.

Duygular ile olaylara getirilen çözümler ise bazen doğru olsa da, çoğu zaman menfaatlerin tatminine yöneliktir. Ekonomik olaylar karşısındaki tepkiler de, bu ölçü istikametinde değerlendirilmelidir.

İnsanın sahip olduğu duygulardan bahsetmişken, Milli Ekonomi Modelinde yer alan özel mülkiyet bahsine de değinelim.

Kişinin daha çocuk yaşta ortaya çıkan duygularından biri de sahiplenmedir. Bunun toplumda ortaya çıkış şekli olan özel mülkiyet ise, insanın doğasına uygun olduğu için ekonomi kuralları oluşturulurken yer verilmesi gereken bir meseledir.

Milli Ekonomi Modelinin unsurları arasında yer alan bu bahis, Marksist sistemlerde kabul edilmemektedir. Ekonominin temel konusu olan insanın duygularını dikkate almadan oluşturulan bu sistemde özel mülkiyet reddedilmiş ve insanın doğasına aykırı hareket edilmiştir.

Birey ve toplum menfaatleri dikkate alındığında genelde bireyi, hatta yalnızca belli bir kesimi mutlu edebilen sistemlerin karşısında Milli Ekonomi Modeli’nin getirdiği bu topyekün refahın temini meselesi, sadece bizim gerçekleştirebildiğimiz bir idealdir.

Milli Ekonomi Modeli’nin nüfus meselesine ve artışına yaklaşımı da mevcut iktisadi sistemlerden tamamen farklıdır.

Kaynakların sınırlı olduğu yanlışından yola çıkan Kapitalist teorisyenler, Maltus’un nüfus artışının gıda maddelerindeki artışa göre çok hızlı olması sebebiyle, kıt olan kaynakların bu nüfusun ihtiyaçlarını karşılayamayacağı yönündeki tezini kabul etmişlerdir. Bu sisteme göre artan nüfus, büyük bir tehlikedir ve önüne geçilmesi gerekir.

Yanlış olan bu yaklaşımı bir kenara bırakarak dünya gerçeklerinden hareket edersek; sadece Milli Ekonomi Modeli’nde dikkatleri çeken bir yaklaşım ve köklü çözüm vardır:

İhtiyaçların karşılanması için var olan kaynaklar, “sınırsız”dır. Para miktarındaki darlıklar ve teknolojik kısıtlamalar ortadan kaldırıldığında, bu “sınırsız kaynaklar”ın yetmemesi gibi bir durum olamaz.

Ekonomilerde emeğin devreye konulmasının önündeki engeller kaldırıldığın ise, bir ferdin “birim zamanda üreteceği” miktar “birim zamanda tüketeceği” miktara oranla daha büyük olacaktır.

Bunu basit bir örnekle anlatabiliriz: Evde pişen bir tencere yemeği düşünelim… Eğer anneniz yeterli malzemeye sahip ise, bir gün içerisinde sadece kendisinin yiyeceği kadar değil, akşam eve gelecek tüm misafirleri doyuracak kadar yemek yapacaktır.

Tezimize göre her birey, potansiyel olarak kendi tükettiğinden daha fazlasını üretme kabiliyetine sahiptir. Bunun gerçekleştirilmesi için gerekli kaynaklar da mevcuttur.

Bizce önemli olan, bu emeği devreye koyacak ve verimli kılacak ekonomi politikalarının hayata geçirilmesidir.

Bunu yapacak tek sistem de Milli Ekonomi Modeli’dir.

Milli Ekonomi Modeli’nde, üretme kabiliyetinin tüketme kabiliyetinden daha fazla olması dikkate alındığı için; dünya nüfusu, gelecek için bir tehlike değil, aksine ümit ışığıdır.

Bize göre her doğan çocuk, diğer sistemlerde olduğu gibi, ekonominin sırtında bir yük değildir. Bilakis tüketim kabiliyetini arttırarak üretime katkıda bulunan ve onu teşvik eden bir güçtür.

Milli Ekonomi Modeline göre, tüketilen her mal ve emek, üretim kabiliyetini arttıracağı gibi, üretim çeşitliliğinin de önünü açacaktır.

Bugün İngiltere’de, Almanya’ da, İtalya’da ve Japonya’da yapılan araştırmalar, nüfusun yaşlanması ile yaşam standartlarının düştüğünü ve refah düzeyinin azaldığını göstermektedir. Dolayısıyla üretim için yeterli insan gücü şarttır.

Kapitalist ekonominin uygulandığı ülkelerde yapılan bu araştırmalar, Milli Ekonomi Modeli’nin nüfus artışına getirdiği yeni bakış açısının doğruluğunu ispatlamaktadır.

Milli Ekonomi Modeli’nin denenmiş iktisat görüşlerinden temeldeki farkı da zaten buradadır. Bizim için İktisat Bilimi, sınırsız kaynaklardan maksimum derecede istifade ederek, her yeni doğana huzurlu bir yaşam sunabilme ilmidir.

Milli Ekonomi Modeli’nde ülkelerin uygulaması gereken kur politikaları da ele alınmakta ve yeniden düzenlenmektedir.

Bugün dünyanın değişik yerlerinde FEX piyasalarında ulusal paranın alım ve satımı yapılmaktadır. Londra, New York, Paris, Tokyo gibi piyasalarda belli başlı ülkelerin paraları alınıp satılmaktadır.

Türk Lirası ile bu piyasalarda Dolar veya Euro almamız mümkün değildir. Başka bir ifade ile TL konvertibl değildir.

Ulusal paramız, dünyanın herhangi bir yerinde Dolar ile değiştirilemez iken; kendi topraklarımızda hem halkın arasında, hem de bankalar arası piyasalarda başta Dolar olmak üzere “hart körinsi”ler işlem görebilmektedir.

Tezimize göre madem ki ulusal paramız, FEX piyasalarında işlem görmemektedir; öyleyse, kendi topraklarımızda da bu paraların konvertibl olmasına müsaade etmemizin bir izahı olamaz.

Dolar cinsinden rezerv tutan ülkeler, şayet bu rezervlerini sahibine geri götürseler, karşılığını bulamayacaklardır. Bu açıdan bakıldığında; zengin kabul edilen birçok ülke, gerçekte sadece “değersiz kâğıt parçaları”na sahiptir.

Son dönemlerde Asya’da ve Meksika’da çıkan krizler incelendiğinde; bunların ülkemizde çıkan krizlerle aynı yapıda oldukları görülecektir.

Ekonomi büyüyor gözükür iken ve enflasyon düşme eğiliminde iken, bir anda kriz patlamaktadır. Bu ülkelerin tamamında kriz öncesi “büyük portföy akışı”nın olması dikkat çekicidir.

İster sabit, ister dalgalı kur olsun; yabancı paranın değeri serbest piyasada belirlendiğinde, bu piyasalara hâkim olan global sermaye sahipleri bir anda ellerindeki ulusal veya yabancı parayı satarak veya alarak piyasaları darmadağın etmektedirler.

Nitekim her şey yolunda iken, cari açık, yabancı para ile finanse edilmekte, arkasından bir anda piyasalardan çekilen global sermaye bomba etkisi yapmaktadır.

Milli Ekonomi Modeli’nde “Kambiyo Sistemi”, ithalat ve ihracata dayalı sabit kur sistemidir. İthalat ve ihracata dayalı bir sistemde, yabancı paranın değerini global sermaye sahipleri değil, ülkelerin Merkez bankaları belirleyecektir.

Böylece kontrol, devletin elinde olacağı gibi, yabancı paranın fiyatı gerçek değerinde ve ülkelerin çıkarlarına uygun bir fiyat düzeyinde ayarlanacaktır.

Ünlü spekülatör Soros’un İngiltere Merkez Bankasına bile devalüasyon yaptırdığı düşünüldüğünde; devletlerin kendi kontrollerinde olmayan bir kambiyo sisteminin, mutlaka piyasalarda büyük tahribatlara neden olacağı görülecektir.

Yabancı paranın ithalat ve ihracata bağlı olarak değerini bulması ve “sabit bir değişken” olarak Merkez Bankası tarafından belirlenmesi; dövizi bir yatırım aracı olmaktan çıkarır.

Bu durumun, ülke ekonomilerine iki önemli katkısı vardır. Birincisi, “milli gelirin küresel güçlere transferi” engellenir. İkincisi, “yabancılar, ülke ekonomisi üzerindeki etkileri”ni yitirirler.

Yani Serbest Piyasa ekonomisinde piyasalar, gelişmiş ülkelerin ve global tefecilerin kontrolüne geçmekte iken; tezimizde getirilen, halkın yararına devlet kontrolündeki piyasa anlayışı ile tefecilerin yerini “milletin kendisi” almaktadır.

Şu anda ülkemizde uygulanan dalgalı kur sisteminin yararımıza olmadığı ortadadır. Zira, arka arkaya bu kadar yüksek cari açık vermemize rağmen, döviz fiyatlarının düşüklüğü bunun göstergesidir.

Normalde cari açık olan ülkelerde, döviz talebinden dolayı döviz fiyatlarını yükselmesi gerekir iken; ülkemizde düşmektedir. Global sermayedarlar, getirdikleri dövizi ülkemizde ulusal paraya çevirip satmak suretiyle, hem faizden, hem de düşük kurdan iki kere kazanmaktadırlar.

Bir ülkenin parasının değerini, o ülkenin ihraç mallarına olan talebin belirlemesi gerekir iken; bugün Serbest Piyasa adı altında, bu değer, global güçler tarafından belirlenmektedir.

Ancak devletin kontrolündeki bir kambiyo sisteminde yabancı para gerçek değerini bulacaktır.

Modelimiz, döviz piyasalarını, “ülke ekonomilerini kontrol altında tutmakta kullanılan bir araç” olmaktan çıkarmaktadır.
Miralay isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Miralay Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
dost1 (10. March 2011)