Tekil Mesaj gösterimi
Alt 14. January 2009, 12:17 PM   #4
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.016
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

İsrâîloğullarmın Kurtuluşu:


138- Isrâîloğullarını denizden geçirdik, kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar:

"Ey Mûsâ, dediler, (bak) bunların nasıl tanrıları var, bize de öyle bir tanrı yap!" (Mûsâ) dedi: "Siz, gerçekten cahil bir toplumsunuz-" 139- "Şunların içinde bulundukları (din) yıkılmıştır ve yaptıkları şeyler boşa çıkmıştır." 140- "Allah, sizi âlemlere üstün yapmış iken size Allah'tan başka bir tanrı mı arayayım?" dedi. 141- (Ey İsrâîloğulları,) Hatırlayın o zamanı ki biz sizi Firavun ailesinden kurtarmıştık. Onlar size azabın en kötüsünü yapıyorlardı: "Oğullarınızı öldürüyorlar, kadınlarınızı sağ bıra*kıyorlardı. Bunda, size Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardı. (A(râf: 39/138-141)

Bu âyetlerde İsrâîloğullarının, Mısır esaretinden kurtarılması anla*tılmaktadır. İsrâîloğulları, Allah'ın lütfuyla denizden salimen geçip Fira-vun'un elinden kurtulduktan sonra, putatapan bir kavmin yanına gelmişler; onların putlarını görünce kendileri de puta heveslenmişler, Musa'dan, o kavmin tanrıları gibi kendilerine de bir tanrı yapmasını istemişler. Bu davranışlarını kınayan Mûsâ, onlara, düşünmeden hareket ettiklerini, puta tapma inancının yıkılmaya mahkûm bulunduğunu söylemiştir: "Allah, sizi âlemlere üstün kıldığı halde ben size O'ndan başka tanrımı arayayım?" demiştir. Yani sizi âlemlere üstün kılan, size bu lütufları yapan Allah'tır, başka bir tanrı değil. Artık O bırakılıp da hiçbir yararı olmayan şeylere tapılır mı?

67- iki topluluk (yaklaşıp) birbirini görünce, Musa'nın adamları: "İşte yakalandık" dediler. 62- (Mûsâ): "Hayır, dedi, Rabbim benimle beraberdir. Bana yol gösterecektir." 63- Musa'ya: "Değneğinle denize vur!" diye vahyettik. (Vurunca deniz) yarıldı, (on iki yol açıldı). Her bölüm, kocaman bir dağ gibi oldu. 64- Ötekileri de buraya yaklaştırdık (Mûsâ ve adamlarının ardından, düşmanları da bu denizde açılan yollara girdiler). 65- Musa'yı ve beraberinde olanları tamamen kurtardık. 66-Sonra ötekilerini boğduk (Mûsâ ve adamları karaya çıkınca deniz kapandı, Firavun ve adamları boğuldu). 67- Muhakkak ki bunda bir ibret vardır, ama çokları inanmazlar. 68- Şüphesiz Rabbin, işte üstün O'dur, merhamet eden O'dur. (Şu'arâ: 47/61-68)

3- inanan bir kavim için Mûsâ ile Firavun'un haberlerinden bir parçayı, doğru olarak sana okuyacağız: 4- Firavun, o yerde ululandı (zorbalığa kalktı), halkını çeşitli gruplara böldü. Onlardan bir zümreyi (İsrâîloğullarını) zayıflatıyor, oğullarını kesiyor, kadınlarını sağ bırakıyor*du. (Onların çoğalıp ileride kendi saltanatı için tehlike teşkil edeceklerinden korkuyordu) Çünkü o, bozgunculardan idi. (Kasas: 49/3-4)

Bu âyetlerde Allah'ın, İsrâîloğullarını, kendilerini ağır işler ve güç koşullar altında ezen, sonunda da peşlerine düşüp yakalamak isteyen Fira-vun'un ve adamlarının elinden kurtardığı belirtilmektedir.

90- isrâîloğullarını denizden geçirdik, Firavun ve askerleri de zulmetmek ve saldırmak için onların arkalarına düştü. Nihayet boğulma kendisini yakalayınca (Firavun): "Gerçekten Isrâîloğul-larının inandığından başka tanrı olmadığına inandım, ben de müslüman-lardanım!" dedi. 91- "Şimdi mi? Oysa daha önce isyan etmiş, bozguncu*lardan olmuştun?" (denildi). 92- "Bugün senin (canından ayırdığımız) bedenini, (denizden) kurtarıp (sahilde) bir tepeye atacağız ki senden sonra gelenlere ibret olasın. Ama insanlardan çoğu bizim âyetlerimizden ga*fildirler." 93- Andolsun biz, İsrâîloğullarını iyi bir yere yerleştirdik ve onlara güzel rızıklar verdik. Kendilerine ilim gelinceye kadar ayrılığa düşmediler (de ilim geldikten sonra ihtilâfa başladılar). Şüphesiz Rabbin, Kıyamet günü, anlaşmazlığa düştükleri şey hakkında aralarında hüküm verecektir. (Yûnus: 51/90-93)

Bu âyetlerde ordusuyla birlikte Musa'nın ardına düşen Firavun'un, boğulurken, İsrâîloğullarının inandığı tek Allah'a, kendisinin de inandığını söylediği; fakat kendisine: "Şimdi mi? Oysa daha önce isyan etmiş,

bozgunculardan olmuştun? Bugün senin (canından ayırdığımız) bedenini, (denizden) kurtarıp (sahilde) bir tepeye atacağız ki senden sonra gelenlere ibret olasın." denildiği belirtilmektedir. Âyetin sonunda, insanların çoğu*nun, Allah'ın âyetlerinden gaflet içinde bulundukları, gördükleri nice hârika olaylardan, derslerden ibret almadıkları vurgulanır.

Yüce Allah, düşmanlarından kurtardığı İsrâîloğullarını gerçekten güzel bir bölgeye yerleştirir, onları güzel nimetlerle besler. Fakat onlar, kendilerine bilgi geldikten sonra ayrılığa düşerler.

Bilgi insanları birleştirir. Bunların, Allah'ın gönderdiği bilgi ile birleşmeleri gerekirken her biri, o bilgiyi başka bir biçimde yorumlayarak ayrılığa düşmüş, dinde çeşitli mezheplere, gruplara bölünmüşlerdir. Yüce Allah, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında Kıyamet gününde onların ara*larında hüküm verecek, kimin doğru, kimin yanlış yolda olduğunu açıkla*yacaktır. Şimdi her grup kendisinin haklı, doğru yolda olduğunu iddia eder. Ama bu, onların kendi kuruntularıdır. Onların arasındaki dâvayı Allah çözecek; gerçeği, yanlışı, hakkı, bâtılı, haklıyı, haksızı ortaya çıkara*caktır.

Her dinin mensupları, peygamberlerinden sonra onun sözlerini şu veya bu şekilde yorumlayarak ayrılığa düşmüşlerdir. Mezhepler böyle doğmuştur. Her mezhep mensubu da kendisinin doğru yolda olduğunu sanmıştır. İşte son âyette gerçeği bâtıl yorumlarla hedefinden saptıranlar hakkındaki hükmün, Kıyamette verileceği, orada haklının ve haksızın ortaya çıkarılacağı bildirilmektedir. Şâirin dediği gibi "Er yarın Hak Dîvâ*nında bellolur!"

Birçok yerde tekrar edilen bu kıssanın, burada yeni olan tarafı, Firavun'un boğulurken, İsrâîloğullarının Tanrısına inandığını söylemesi ve Allah'ın da, hayâtı boyunca isyan edip bozgunculuk yapmış olan Firavun'a, yaşama umudu kalmayınca mı inandığını, ihtar ve inkâr tarzında sorması, artık yaşama umudu kalmadığı bir zamanda inanmasının, kendisini kurtarmayacağını, boğulacağını ve başkalarına ibret için cesedinin sahile bırakılacağını buyurmasıdır.

Mevcut Yahûdî Kitâblarında bulunmayan bu fıkra, mutlaka Hz. Peygamber zamanındaki Yahudiler arasında biliniyordu. Zamanla bu bölü*mü anlatan parça kaybolmuş olabilir. Aksi halde Yahudiler, bizim Kitabı*mızda böyle bir şey yok, diye itiraz ederlerdi. Böyle bir itirazdan söz edilmemiştir.

50- Andolsun biz, İsrâîloğutlarını o küçültücü azâbdan kurtardık. 31- Firavun 'dan. Çünkü o,(insanları ezip) yücelen, haddi aşanlardan biri idi. 32- Andolsun biz, onları bir bilgiye göre âlemlere tercih ettik (o devirde İsrâîloğutlarını, çevrelerine egemen yaptık). 33- Onlara, içinde açık bir imtihan bulunan âyetler verdik (bu mucizeler, kendileri için büyük bir nimet olduğu gibi, aynı zamanda açık bir imtihan idi). (Duhân: 64/30-33)

Allah, ezici azâbdan, aşırı zorba Firavun'un işkencesinden kurtarıp çevrelerine egemen kıldığı İsrâîloğullarını, verdiği birçok mu'cizelerle sınamıştır. Son âyette Allah'ın, bir bilgi üzerine İsrâîloğullarını seçip âlemlere üstün kıldığı anlatılmaktadır. Buradaki bilgi üzerine deyiminde iki olasılık vardır. Birincisi: Biz onları bilerek, katımızdaki bilgiye göre seçtik, âlemlere üstün kıldık, demektir. İkinci olasılığa göre de: Biz onları, bilgileri sayesinde âlemlere üstün kıldık, demektir. Bu da bilgili insanların, âlemlere üstün kılındığını ifade eder. "Bilgili olan güçlü olur". Egemenlik, bilgi ile elde edilir. Bilginin karşısında kaba kuvvet yenik düşer. Çünkü ilmin icadettiği teknik, beden gücünden çok üstündür. Bunu, günümüzdeki durumla değerlendirirsek, bir makineli tüfeğin, bir taretin veya bunların üstünde küçük bir nükleer silâhın, koca bir ordunun işini gördüğünü ve bir atom bombası olanın, bundan yoksun olan milyonları yenebileceğini anlar ve âyetteki bu ihtimâli mânânın önemini daha iyi kavrarız.

Allah onları vaktiyle birçok ulusa üstün kılmış, çeşitli ni'metlerle beslemiş iken yine Allah'ın emirlerini çiğnemişler; buzağıya tapmışlar; Cumartesi yasağı dışına çıkmış, çok günâh işlemişlerdir. Bunun için Allah onlara, her dönemde azâbedecek insanlar göndermeyi kararlaştırmıştır. Bu da Allah'ın yasasıdır. Adalet sınırını aşan, başkalarına çeşitli vasıtalarla zulmeden insanları kimse sevmez. Başka uluslardan insanlar çıkıp onları yaptıklarına pişman eder.

Sinsi davranışları yüzünden Yahudiler her devirde bir yerden bir yere sürülmüşlerdir. Yirminci Asırda uğradıkları belâ, Nazi katliâmıdır. Kendi iddialarına göre bu katliâmda altı milyon Yahûdî, feci biçimde öldürülmüştür. Asırlarca Alman ekonomisini sömürmeleri, sonunda Alman kamuoyunda Yahûdî ye karşı biriken kini patlatmış ve bilinen olay meydana gelmiştir. Elbette böyle bir katliâm, canavarlıktır ama bu, bir yandan da bu âyette işaret edilen İlâhî bir cezanın tecellîsi değil midir?

Bugün Yahudiler Filistin'de bir üstünlük sağlamışlardır ama o toprağın öz evlâtlarının omuzlan üzerine kurulan Yahûdî saltanatının ne kadar süreceğini Allah bilir. Dünyâ uluslarının, Yahudileri sevmediği bir gerçektir. Bunun başlıca nedeni, asırlık deneyimiyle dünya ekonomisini, büyük ülkelerde bankaları, basını ellerinde tutmaları, milletlerin idare sistemini kendi istedikleri gibi yönlendirmeleri ve milletlerin ekonomisini Yahûdî lehine sömürmeleridir. Çağlardan beri dünya ekonomisine egemen oldukları gibi bugün de genellikle her yerde ekonominin anahtarları Yahû-dîlerin ellerindedir. Bu kadar katliâma rağmen Almanya'da yine büyük mağazalar, bankalar Yahûdî şirketlerinindir. Fransa'nın, İngiltere'nin, Amerika'nın bankalarına onlar hakimdir. Kurdukları banka sistemleriyle herhangi bir paranın değerini düşürüp ötekini yükselterek bir anda milyon*ları yoksulluğa mahkûm ederken mutlu azınlığın ceplerini doldur-makta-dırlar. İşte dünyâ tamahları, insanların rızıklarıyla oynamaları, Allah'ın hışmına sebebolmakta ve bir gün azâbolup canlarına yapışmak-tadır. Allah'ın adaleti şaşmaz.

Dünyâ tamahı Yahudilerin karakterini bozmuş, bu yüzden dinleriyle de oynamışlar, işlerine gelmeyen parçaları Kitâblarından çıkarmış veya kitabın âyetlerini istedikleri biçimde yorumlayarak dinin ruhundan uzak*laşmışlardır.

49- Sizi Firavun ailesinden de kurtarmıştık. Hani (onlar), size azabın en kötüsünü reva görüyor, oğullarınızı boğazlayıp, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı ve bunda sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardı. 50- Sizin için denizi yarmıştık, sizi kurtarmış ve Firavun ailesini boğmuştuk; siz de bunu görüyordunuz. (Bakara: 92/49-50)

92/49-50: Firavun, Mısır krallarının unvanıdır. Nasıl ki Habeş kral*larına Necâşî, Yemen krallarına Tubba', İran krallarına Kisrâ, Bizans krallarına Kayser veya Hirakl denir idiyse Mısır krallarına da Firavun denirdi.

Mısır kralı, ru'yasında Kudüs'ten çıRan 6ır ateşin, îvfısıriıfarın evien-ne girdiğini görmüş. Bu rü'yânın, İsrâîloğulları arasından çıkacak bir erkek eliyle saltanatının yıkılacağına delâlet ettiğini anlamış, bundan dolayı İsrâîloğullarından doğacak erkek çocukların öldürülmesini emretmişti. Muhammed Abduh, bu rivayetin sağlam bir senedi bulunmadığı gibi tarihî gerçeklere de uymadığını söylüyor. Ona göre makul olan, Kitâb-ı Mukad-des'te anlatılandır:

"Ve Mısır üzerine Yûsuf'u bilmeyen yeni bir kral çıktı. Ve kavmine dedi: İşte İsrâîloğullarının kavmi bizden çok kuvvetlidir, gelin onlara karşı akıllıca davranalım, yoksa çoğalacaklar ve olur ki cenk vukubulunca onlar da düşmanlarımızla birleşirler ve bize karşı cenk edip memleketten çıkarlar. Ve onlara yükleriyle eziyet etsinler diye üzerlerine angarya memurları koydular. Ve Firavun için Pitom ve Ramses ambar şehirlerini yaptılar. Fakat onlara ne kadar eziyet ettilerse o kadar çoğaldılar. Ve İsrâîloğulları yüzünden korkuya düştüler. Ve Mısırlılar İsrâîloğullarını şiddetle işlettiler; ve şiddetle işlettikleri bütün işlerinde, tarlada her çeşit işte, harçta ve kerpiçte, ağır işle hayatlarını acı ettiler. Ve Mısır kralı, birinin adı Şifra ve öbürünün adı Pua olan İbranî ebelere söyledi ve dedi: İbranî kadınları için ebelik hizmetini yaptığınız ve onları doğurma iskemlesi üzerinde gördüğünüz zaman, eğer bir erkek çocuksa, onu öldüreceksiniz, fakat eğer kız ise o yaşayacaktır. Fakat ebeler Allah'tan korkarlardı ve Mısır kralının kendilerine emrettiğine göre yapmadılar ve erkek çocukları sağ bıraktılar. Ve Mısır kralı ebeleri çağırıp onlara, 'Niçin bu şeyi yaptınız ve erkek çocukları sağ bıraktınız?' dedi. Ve ebeler, Firavun'a: 'İbranî kadınları, Mısırlı kadınlar gibi değildir; çünkü onlar canlıdırlar ve ebe onların yanına gelmeden önce doğuruyorlar' dediler. Ve Allah ebelere iyilik etti ve kavm çoğaldı ve ziyadesiyle kuvvetlendiler. Ve vaki oldu ki ebeler Allah'tan korktuklarından, onları ev bark sahibi etti. Ve Firavun, bütün kavmine emredip dedi: Her doğan erkek çocuğu ırmağa atacaksınız ve her kızı sağ bırakacaksınız! [11]

Kitâb-ı Mukaddes'ten aktardığımız bu parçada anlatıldığı üzere Mısır kralı, İsrâîloğullarının çoğalıp düşmanlarıyla işbirliği edeceklerinden çekindiği için onların çoğalmasını önleyecek tedbirler almıştır.

Mısır'a ilk gelen İsrâîloğlu, Hz. Yûsuf idi. Bir köle olarak Mısır'a satılan, sonunda özgürlüğüne kavuşup başbakanlık makamına yükselen Yûsuf, ailesini de Ken'ân ilinden Mısır'a getirtip yerleştirmişti. İsrâîloğul*ları orada çoğaldılar. Sadece bir aile olarak Mısır'a giren İsrâîloğulları, Kitâb-ı Mukaddes'in ifadesine göre dörtyüz yıl ikametten sonra "çocuk*lardan başka, altıyüz bin kadar yaya erkekler olarak Ramses'ten Sukkot'a göç ettiler." [12] Ancak yetmiş kişi olarak Mısır'a gelmiş olan İsrâîloğullarının, dörtyüz yıl içinde çocuklar ve kadınlar hariç olmak üzere altıyüzbin erkek sayısına ulaşmış olmaları çok abartılı görünmektedir.

Bu yabancıların çoğalıp da Mısırlıların düşmanlarıyla birleşeceğinden kuşkulanan Mısır kralı (Firavun), onların çoğalmalarını önlemek için onları güç işler altında çalıştırdı. Buna rağmen yine İsrâîloğullarının çoğaldığını gören Firavun, İbranî ebelere, onların doğacak erkek çocuklarını öldürme*lerini emretti.

Sonuçta Firavun'un tedbiri, Allah'ın takdirine engel olamadı. İsrâîl-oğullarından binlerce çocuk öldürülmesine rağmen, yine onlar arasında doğup öldürülmekten kurtulan bir çocuk, annesi tarafından sandık içine konulup ırmağa atıldı. Sandık içinde ırmak boyunca gelen çocuğu, o sırada kıyıda bulunan Firavun'un ailesi alıp evlâd edindi. İşte bu çocuk Mûsâ idi. Hz. Mûsâ, Hz. İbrâhîm soyundan gelir. Nesebi şöyle anılır: İbrâhîm, - ishâk, - Ya'kûb, - Lavi, - Kâhis, - Yasrih, - 'İmrân, -Mûsâ. Muhakkak ki Mûsâ ile İbrâhîm arasında daha birçok baba vardır ama bunlar en ünlüleri olabilir.

Firavun'un elinde büyüyen Mûsâ, sonunda peygamber olarak görev*lendirildi; İsrâîloğullarını Mısır'dan alıp Filistin'e götürmek istedi. Firavun ve adamları İsrâîloğullarını yakalamak için onları takibettiler. Fakat Allah'ın emriyle Mûsâ, mu'cizeli asâsıyla denize vurunca deniz ikiye ayrıldı. İsrâîloğullarının ardından denize girmiş olan Firavun ve askerleri, birinciler karaya ulaştıktan sonra denizin kapanmasıyla boğul-dular.

Bazılarına göre denizin İsrâîloğullarına açılıp Firavun'a kapanması, bir gelgit olayı da olabilir. Çünkü Kızıldeniz'deki Zakazik'de böyle gelgit olayları olağandır. Deniz açıldığı zaman insan deniz alanında yürüyebilir. İşte İsrâîloğulları böyle bir çekilme anında denizin kuzeyinden gelmişler, deniz alanına girip karşıya geçmişler, onların geçtiği yerden Firavun da denize girmiş, fakat o sırada tekrar uzanan sular, onu ve askerlerini boğ*muştur. Bu çekilme olayı, Allah'ın İsrâîloğullarına bir lütfudur.

Almanya'nın Hamburg kenti yakınlarında görmüştüm: Sabahleyin saat on sularında deniz takriben 4-5 km. kadar çekilmişti. Halk denizin çekildiği kumlar üzerinde geziniyordu. Öğleden sonra suların yavaş yavaş gelmeğe baş-ladığını gördük. Arkadaşlarım, acele etmemizi, suların birden bastırabi-leceğini söylediler. Gerçekten denizin çekilmesine aldanıp ileriye giden, iyi yüzme bilmeyen bazı kimselerin boğuldukları da olurmuş. Ancak:

Mûsâ 'ya, 'Değneğinle denize vur', diye vahyettik. (Mûsâ değneğiyle vurunca deniz) yarıldı, her bölüm, kocaman bir dağ gibi oldu." [13] âyetinde denizin, yarılıp yol açıldığı ve yolun iki tarafında denizin birer dağ gibi yükseldiği belirtiliyor. Bundan ilk akla gelen, denizin enlemesine yarılıp vâdî içinden geçen yol gibi, iki tarafta dağ gibi yükselen suyun ortasından yolun açılmış olduğudur. Fakat Kızıldenizin şimdi Süveyş Kanalı'nın başlangıcı olan boynuz kısmında deniz çekilince iki kıyı, birer dağ gibi

yükselir. Âyette " söylemiyle denizin bu dar yerindeki iki kıyı da kasdedilmiş olabilir.

Şayet olay böyle bir gelgit olayı ise bu, doğal bir şey iken bunun, İsrâîloğullarına Allah'ın bir ni'meti olarak anılmasının hikmeti nedir, sorusu akla gelebilir. Olayın bir mu'cize olmasını da inkâr etmeyiz. Ama eğer olay, denizin çekilme olayı ise Allah'ın, Musa'yı ve kavmini, tam denizin çekildiği ve geçmelerine elverişli olduğu bir zamanda geçirmesi; düş*manları da onların ardından girince denizin uzanma zamanı geldiği için uzanıp onları boğması elbette Allah'ın, İsrâîloğullarına büyük bir lütfudur. Allah'ın yardımı olmadan kullar bir şey yapamaz. İsrâîloğulları kıyıya vardıkları zaman şayet deniz çekilmemiş olsaydı, denize giremeyecekler ve kendi-lerine yetişmek üzere olan düşman tarafından yakalanacaklardı. Tam onlar geçtikten sonra denizin kapanması da yine Allah'ın onlara lütfü idi. Zira eğer onların geçme zamanına kadar deniz kapanmasaydı, yine İsrâîloğulları yakalanıp öldürülecekler veya fevkalâde ağır cezalara çarptırılacaklardı. Demek ki basit gibi görünen bu olayın böyle zaman-lanması, elbette Allah'ın büyük bir lütfudur. Başarıya ulaştıran O'dur.

İsrâîloğulları, Allah'ın yardımıyla denizden salimen geçip Firavun'un elinden kurtulduktan sonra putatapan bir toplumun yanına geldiler. Onların putlarını görünce buna heveslendiler, Musa'dan, onların tanrıları gibi kendilerine de bir tanrı yapmasını istediler. Mûsâ, onları kınadı. Düşünme*den hareket eden insanlar olduklarını, puta tapma inancının yıkılmaya mahkûm bulunduğunu söyledi. Allah, sizi âlemlere üstün kıldığı halde ben size O'ndan başka tanrı mı arayayım?" [14] dedi. Yani sizi âlemlere üstün kılan, size bu lütufları yapan Allah'tır, başka bir tanrı değil. Artık Allah varken, hiçbir yararı olmayan şeylere tapılır mı?

Bakara: 92/49'ncu âyette anlatılan İsrâîloğullarının çocuklarını öldürme işinin, Firavun'un adamlarına nisbet edilmesinden şu hükmü çıkarmışlardır: Firavun'un adam*ları, Firavun'un buyruğuyla İsrâîloğullarının çocuklarını öldürüyorlardı. Bu âyet, bir zâlimin emriyle birini öldüren me'murun, yaptığı işten sorumlu olduğunu kanıtlar. Kurtubî bu konudaki üç görüşü şöyle toplamıştır:

Şâfi'î'ye göre sultan, birine haksız yere bir adamı öldürmeyi emreder, me'mur da öldüreceği adamı mazlum olarak öldüreceğini bildiği halde öldürürse kaved (kısas) gerekir; bu durum, birini ortaklaşa öldüren iki katilin durumu gibidir. Şayet imam (sultan), me'muru öldürmeğe zorlar, me'mur zor karşısında öldürürse imamın öldürülmesi gerekir. Me'murun durumu ise ihtilaflıdır. Bir görüşe göre onun da öldürülmesi gerekir, diğer bir görüşe göre öldürülmez, ondan yarım diyet alınır. Fakat dediğini yapacak güçte olmayan birinin emriyle bir mazlumu öldüren kimse öldürülür, âmiri öldürülmez, sadece dövülür, hapsedilir. [15]

Bakara: 92/50'nci âyetin tefsirinde şu hadîs rivayet edilir: "Peygamber (s.a.v.) Medine 'ye geldiği zaman Yahudi*lerin Âşûrâ günü oruç tuttuklarını gördü. Onlara: Oruç tuttuğunuz bugün nedir? dedi.

Bu, Allah'ın, Musa'yı ve kavmini kurtardığı, Firavun'u ve kavmini de boğduğu büyük bir gündür. Mûsâ, o gün şükür için oruç tutmuştu. Biz de o gün oruç tutarız, dediler. Allah'ın Elçisi:

Benim Musa'ya yakınlığım sizden fazladır, deyip kendisi de o gün oruç tuttu ve o gün oruç tutmayı emretti."1

Bu rivayetten, Peygamber'in, Yahudilerin 'Âşûrâ günü oruç tuttuk*larını öğrenince kendisinin de oruç tuttuğu anlaşılırsa da yine Buhârî ve Müslim'in rivayet ettiği başka bir hadîste de 'Âşûrâ orucunun, câhiliyye dönemi Araplarında var olduğu anlaşılmaktadır: "Câhiliyye döneminde Kureyş, 'Âşûrâ günü oruç tutardı. Allah'ın Elçisi (s.a.v.) de câhiliyye döneminde o gün oruç tutardı. Medine 'ye gelince yine o gün oruç tuttu ve o gün oruç tutmayı de emretti. Ramazan orucu farz kılınınca artık 'Âşûrâ günü oruç tutmayı bıraktı. Dileyen tuttu, dileyen tutmadı." [16]

Bilindiği üzre Aşûrâ günü, Muharremin onuncu günüdür. Ancak bu da kesin değildir. Şafiî'ye göre dokuzuncu, Saîd ibn el-Müseyyib, Hasan-ı Basrî, Mâlik ve seleften bir cemâate göre onuncu günüdür. İki tarafın da dayandığı rivayetler vardır. Herhalde bu ihtilâfı ortadan kaldırmak için İbn Abbâs'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Hem dokuzuncu, hem de onuncu günleri oruç tutun, Yahudilere benzemeyin. [17]

Tabii bu görüş, İbn Abbâs'ın kendi görüşüdür. Ona göre Peygamber (s.a.v.) yaşasaydı dokuzuncu günü oruç tutacaktı. Çünkü kendisi "Gelecek seneye kalırsam dokuzuncu günü oruç tutacağım"[18] demiştir. Bizim için önemli olan, Hz. Peygamber'in, sadece Muharremin onuncu günü oruç tutmuş olduğudur. Esasen bu oruç onun yeni getirdiği bir şey değil, Kureyş Araplarının eski bir geleneğidir. Hz. Âişe'nin biraz önceki rivayetinden, Câhiliyye Araplarında oruç ibâdetinin de bulunduğu anlaşılır. Aşûrâ orucu onlara Yahudilerden geçmiş olabilir. Ancak onlardaki oruç, sadece Aşûrâ orucundan ibaret değildi. Onlarda Ramazanda da oruç tutulurdu. Ancak Kur'ân-ı Kerîm, eski tevhîd dinlerinden kalmış olan Ramazan orucunu farz kılmış, diğer oruçlar hakkında bir hüküm getirmemiştir. Bunlardan Hz. Peygamber'in nafile olarak tuttuğu oruçlar sünnet olarak kalmıştır. [19]
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
TUĞÇE DENİZ AKIN (13. January 2010)