Tekil Mesaj gösterimi
Alt 25. April 2009, 10:04 PM   #5
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.016
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

* Hadis Olması [sonradan meydana gelme, yaratılmış olma]:

Yahut onu kendi uydurup söyledi diyorlar. Hayır, onlar inanmıyorlar. Peki, onun gibi bir sözü onlar getirsinler, eğer doğruysalar. (Tur/34)

Peki, şimdi siz bu Söz’ü mü [Kur’an’ı mı] küçümsüyorsunuz? (Vakıa/81)

* Kitap olması:

Rabbimiz Kur’an’ı “kitap” diye nitelemiştir. “ الكتابel-Kitap”, “içinde yazı olan şey” demektir. (Lisan’ül Arab; c.7 S.588, ktb mad.) Kitap sözcüğü, “toplanmak, bir araya gelmek” manasına gelen “ كتبketb” mastarından türemiştir. Bu durum, Kur’an’ın bir takım harfler ile meydana getirilmiş bir eser olmasını ifade ettiği gibi, bilgi, yasa, öğüt gibi insanlık yararına olan şeylerin toplandığı bir eser olmasını da ifade etmektedir. Ancak bu ayetteki “Kitap” ifadesi ile Kur’an’ın tümü kastedilmiş olamaz. Çünkü bu ayet indiğinde Kur’an’ın tamamı inmiş değildi.
Kur’an’ın tümü kitap olduğu gibi, bir ayetine, bir paragrafına ve bir pasajına da kitap denir.

* “En Güzel Söz” Olması:


Kur’an’ın niçin sözlerin en güzeli olduğu 18. ayette açıklanmıştı.

* Müteşâbih:

Müteşabih ayetler birden çok, birbirine benzer, birbirinden güzel anlamlar içeren ve her bir anlamı da açık olarak anlaşılan ayetler demektir. Bu ayetler mecaz, kinaye ve diğer edebî sanatların da kullanıldığı; ancak yapılan benzetme ve örneklemelerden dolayı kültür seviyesi en alt düzeyde olanların bile anlayabileceği ayetlerdir. Bu ayetler de tıpkı “muhkem ayetler” gibi açık, seçik, anlaşılır ayetlerdir. Kesinlikle kapalı, müşkil ve anlaşılmaz değildirler. Müteşabih ayetler kapalı, müşkil ve anlaşılmaz ayetler olarak kabul edildiği takdirde Zümer/23’te “Sözün en güzeli” olarak nitelenen Kur'an, aynı zamanda kapalı, anlaşılmaz ayetler de içeriyor olacaktır. Bu ise kapalı, anlaşılmaz ayetlerin “sözün en güzeli” olması anlamına gelir ki, Kur'an ile böyle bir tuhaflığın bağdaşması mümkün değildir.
İşin doğrusu, müteşabih ayetler anlaşılır, birden çok ve birbirinden güzel anlamlar içeren, kim hangisini anlarsa anlasın, bu anlamların hepsinin de doğru olduğu ayetlerdir.


* Mesani:
“Mesani” sözcüğünün ikilerli, katmerli” demek olduğunu açıklamıştık. Kur’an’ın “mesani [ikilerlilik ve katmerlilik]” özelliğini kısaca şöyle açıklamak mümkündür:
a- Karşıtlık Metodu: Kur’an incelendiğinde, konumuz olan Zümer/22, 23’te de görüldüğü üzere, ayetlerde pozitif ve negatif olgular daima bir arada karşıtlık metoduyla verilmektedir. Ebrar-Füccar, iyiler- kötüler, yer-gök, ins-cinn, hakk-batıl, cennet-cehennem, uyarı-müjde gibi...
b- İletilen mesajın mutlaka ikinci bir vurgusunun varlığı: Buna namaz vakitlerini bildiren ayetleri örnek verebiliriz. Hem Hud suresinde hem de İsra suresinde farklı ifadeler ile aynı mesaj verilmiştir.
“Mesani” sözcüğü Hıcr suresinin tahlilinde “Seb’an mine’l-Mesanî” başlığı altında (Tebyinü’l Kur’an; c: 5, s: 284–289) ayrıca ele alındığından, detayın oradan okunmasını öneriyoruz.

* Derilerin Ürpermesi [Şiddetle Etkilenme]:

Kur’an’ın [Arapça orijinalinin] ulaşılmaz bir belağat örneği olduğu, inanan, inanmayan herkes tarafından kabul edilmektedir. Kur’an aynı zamanda içerdiği ilkeler, verdiği haber ve bilgiler ile de en uç noktadaki bir huccet [kanıt, belge] durumundadır. Kıyamet ve ahiretle ilgili sahneleri ise anlatılması zor, çarpıcı bir nitelik taşımaktadır. Bundan dolayıdır ki, Kur’an’ı tanıyan herkesin onun heybeti karşısında derileri ürperir, tüyleri diken diken olur. Bu psikolojiye giren bir insanın Allah’a saygı duyan biri haline gelmesi ise çok kolaydır. Zaten kâfirlerin Kur’an’ın dinlenilmesini istememeleri ve dinleyenleri de engellemeye çalışmaları bu yüzdendir.

Biz bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik, Allah’ın korkusundan onu, baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri, tefekkür etsinler diye insanlara veriyoruz. (Haşr/21)

Gerçekte inananlar, Allah anıldığında, kalpleri ürperen ve âyetleri onlara okunduğunda, bunun, inançlarını artırdığı ve sadece Rab’lerine güvenen kimselerdir. Onlar, salâtı ikame ederler ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infakta bulunurlar. İşte bunlar, inananların ta kendisidir. Onlara Rab’leri katında dereceler, bağışlama ve saygın bir rızık vardır.” (Enfal/2-4)

Ve o kimseler [Rahman’ın kulları], kendilerine Rabblerinin ayetleri hatırlatıldığında ise, onlar üzerine sağırca ve körce yıkılmazlar [davranmazlar]. (Furkan/73)

24 – Peki, kıyamet günü zalimlere: “Kazanmış olduğunuzun karşılığını tadın!” denilmişken, yüzünü [kendini] azabın kötülüğünden koruyan kimse mi ... ?
25, 26 - Onlardan önceki kimseler, yalanladılar da kendilerine düşünemedikleri yönden azap geliverdi. Sonra da Allah, onlara basit yaşamda rüsvalığı tattırdı. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilir olsalardı!

Bu ayet gurubunda, bahusus akıllı geçinip de ahireti, peygamberi yalanlayan kişilerin dünya ve ahiretteki durumları sergilenmektedir. Onlar dünyada rüsvalık azabı ile cezalandırılmışlardır. Ahiret cezaları ise daha ağır, daha korkunç olacaktır. Ama onlar bunu bilmemektedirler.
“Yüzünü azabın kötülüğünden koruyan” ifadesiyle “cüz’iyyyet mecaz-ı mürseli” yapılmıştır. Yani bedenin bir parçası anılıp bütünü kastedilmiştir. Bu durumda anlam “kendini azabın kötüsünden koruyan” şeklinde olmaktadır. Yüz, rüsvalığı en iyi yansıtan organdır. İçinde bulunulan ortam insanın yüzünden okunur. Yüzü güller açmış olmak, suratı mahkeme duvarına benzemek gibi deyimler bunu ifade eder. İnsanın yüz ifadesi, korku, ürperti, mutluluk ya da karamsarlık gibi ruh hallerini açıkça ortaya koyar.
İçindeki “yüz” ifadesinden hareket ederek ayet hakkında “Böyle bir kimse elleri, kolları bağlanmış olarak cehennem ateşine atılır. Vücudundan ateşe değecek ilk bölüm onun yüzü olacaktır”, “Cehennem ateşinde yüzü üstü sürüklenecektir”, “Kâfir elleri boynuna bağlanmış olarak, boynunda da kibritten oldukça büyük bir dağ gibi muazzam bir ka*ya parçası olduğu halde cehennem ateşine atılacak. O ateş, boynuna asılı bulunduğu halde o taş parçasını yakacak. Onun hararet ve alevi de onun yüzünü örtecek. Elle*ri boynuna bağlı bulunduğundan ötürü de bu alevi ve ateşi yüzünden uzaklaştıramayacak” şeklinde bir takım yorumlar yapılmış olsa da, bütün bu yorumlar birer varsayımdan ibarettir.
Ayetteki “yüz” ifadesini Kamer ve Mülk surelerindeki ayetlerden hareketle “yüzüstü sürünmek” şeklinde anlamak da mümkündür.
Bu iki ayette verilen mesaj şu ayetlerde gayet detaylıdır:

Ve Allah’ın mescitlerini, içlerinde Allah’ın adı anılmasın diye engelleyen ve onların yıkımı için uğraşan kişiden daha zalim kim olabilir! Böylelerinin, o mescitlere girmeleri ancak korka korka olacaktır. Onlar için dünyada bir rezillik vardır. Bunlar için ahirette de büyük bir azap vardır. (Bakara/114)

Şimdi yüz üstü kapanarak yürüyen mi daha doğru gider, yoksa dosdoğru yolda dümdüz yürüyen mi? (Mülk/22)

O gün yüzleri üzere ateşte sürüklenirler: “Sekarın [cehennemin] dokunuşunu tadın!” (Kamer/48)

24. ayette cümledeki haber [yüklem] hazfedilmiştir. Ayetin takdiri şöyle yapılabilir: “Yüzünü [kendini] azabın kötülüğünden koruyan kimse mi daha üstündür yoksa mutlu olan kimse mi?”
Bu ayetin bir benzeri de şudur:

Şüphesiz ayetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp inkâra sapan kimseler Bize gizli kalmazlar. O halde ateşe atılacak olan kişimi daha hayırlıdır, yoksa kıyamet günü güven içinde gelecek kişi mi? İstediğinizi yapın. Şüphesiz ki O [Allah], yaptığınız şeyleri en iyi görendir. (Fussılet/40)

Daha evvel birçok yerde konu edildiği üzere, ayette sözü edilen “zalimler” müşriklerdir. Ayette anlatılan sahne, mahşerde yaşanacak olayları göstermektedir. Şirkleri nedeniyle o kimselere “Kazanmış olduğunuzun karşılığını tadın!” denilecektir.
Ben*zer bir ayet de şudur:

O gün, onların [altın ve gümüşlerin] üstü cehennem ateşinde kızdırılacak da bunlarla alınları, yanları ve sırtları dağlanacak. (Onlara) “İşte bu kendi canınız için saklayıp biriktirdiğiniz şeydir. Haydi, şimdi tadın şu biriktirdiğiniz şeyleri!” (Tevbe/35)

Bu kimseler, kıyamet gününde kendi yüzlerini kötü azaptan korumaya çalışacaklar ama bunu be*ceremeyeceklerdir.

Şüphesiz onlardan öncekiler tuzak kurdular da Allah, onların binalarına temellerinden geldi. Sonra da çatı tepelerinden üzerlerine çöktü. Ve onlara azap akledemedikleri bir yönden geldi. (Nahl/26)

Allah’ın dinine karşı direnen, Elçi ile mücadele eden, gönderdiği mesajları yalanlamaya çalışan kimseler hem dünyada hem de ahirette cezalandırılacaktır. Çünkü dünyadaki rüsvalık cezası, işledikleri suçun karşılığı olmaktan uzaktır. Suçlarına denk bir ceza ancak ahirette verilecek ceza olacaktır.

27, 28 – Ve ant olsun ki Biz, düşünüp öğüt alsınlar diye Pürüzsüz Arapça bir kur'ân [okuma] olarak; takvalı davransınlar diye bu Kur'ân'da insanlar için her türlüsünden örnek verdik.

Bu ayetlerde, Rabbimiz insanlar düşünüp öğüt alsınlar diye, rahatça anlayıp uygulayacakları bir kitap, takvalı davranarak kendilerini kurtarmaları, korumaları için de her türlü ikna edici örnekler verdiğini beyan etmektedir.
Kur’an’ın pürüzsüz bir Arapça ile indirilmiş olması hakkındaki vurgusu iyi değerlendirilmelidir. Ayetteki vurgu Kur’an’ın salt Arapça indirilmiş olmasına değil, kolayca anlaşılıp öğüt alınması için o toplumun dili olan Arapça ile indirilmiş olmasınadır. Kur’an’ın ilk muhatabı olan toplumun anadilinin Arapça olması, onlara iletilen ilahi mesajın da aynı dilde olmasının temel nedenidir. Bu, Allah’ın herhangi bir topluma elçi gönderirken uyguladığı genel ilkesidir.
Kur’an'ın daveti bütün insanlık için genel bir davettir. Birçok ayetten Kur'an’ın Arap, Acem, Türk, Kürt, Avrupalı, Amerikalı, Afrikalı insanları hakka davet ettiğini öğrenmiş bulunuyoruz. Bu durumda, Kur’an’ın tüm dünya dillerine çevrilmesi, her milletin Allah’ın mesajlarını kendi anadilleriyle algılamalarını sağlamak bakımından zorunlu bir görev olarak ortaya çıkmaktadır.
Ayetteki "غير ذى عوج Gayra zî Ivec" "her türlü tenakuz ve ihtilaftan uzak" ifadesiyle Kur'ân'ın çelişki ve tenakuzdan uzak ve berî oluşu anlatılmak istenmiştir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

Hâlâ Kur’an’ı gereği gibi düşünmezler mi? Eğer ki o, Allah’tan başkası tarafından olsaydı, kesinlikle onun içinde birçok karışıklıklar bulurlardı. (Nisa/82)

Ve yeryüzünde hiçbir dâbbeh [kıpırdayan canlı] ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler [önderli topluluklar] olmasın. Biz Kitapta hiçbir şeyi tefrit yapmadık [noksan, yetersiz bırakmadık]. Sonra onlar Rablerine toplanacaklardır. (En'am/38)

Allah, size kendinizden bir örnek veriyor: Hiç size rızık olarak verdiğimiz şeylerde yeminlerinizin malik olduklarından [yasa ile size teslim edilen kişilerden] ortaklarınız bulunur da onlarla siz eşit olur ve kendinize çekindiğiniz gibi onlarla da karşılıklı çekinir misiniz? İşte Biz, aklını kullanan bir toplum için ayetleri böyle açıklarız. (Rûm/28)

Bu örnekleri insanlara veriyoruz. Ama bilginlerden başkası akletmez. (Ankebut/43)

29 - Allah, çekişip duran birtakım ortakları olan bir adam ile, yalnız bir kişiye bağlı selamet içinde olan bir adamı örnek verdi. Bu ikisinin hali hiç eşit olur mu? -Hamd Allah'ındır.- Aksine olarak onların çoğu bilmezler.

Bu ayette, tek bir Allah’a inanan mümin tek efendiye bağlı bir kimseye, birçok tanrı edinmiş müşrik de birkaç efendiye bağlı bir kimseye benzetilerek şirkin insan için zararlı bir durum olduğuna işaret edilmiştir. Çünkü birbirine rakip birçok sahibi olan ve her sahibin kendisine hizmet etmesini istediği bir kölenin o sahiplerden hiçbirini memnun etmesi, kendisinin de onlardan hoşnut kalması mümkün değildir. Böyle çok sahipli bir durumdayken o kölenin her bir efendiden ayrı ayrı ceza çekeceği, hiçbir zaman huzur bulamayacağı açıktır. Oysa tek efendisi olan bir köle bu şekilde ıstırap çekmeyeceği gibi, o tek efendisine de huzur içinde hizmet eder. Bu, herkesin kabul edeceği çok bariz bir hakikattir.
Ayetteki “çekişip duran birtakım ortakları” ifadesiyle işaret edilmek istenen, insanlara çelişkili emirler veren ve kendilerine kulluk etmeleri için onları kendi yanlarına çekmeye çalışan, taş ve topraktan yapılmış tanrılar değildir. Aksine canlı, sözde ilâhlardır. Bunların başında insanın kendi hevası, sonra da kayıtsız şartsız teslimiyet gösterdiği, Allah’tan öne geçirdiği din adamları, liderler, kanun koyucular ve sistemlerdir. Bunların hepsi insanı kendi yanlarına çekmek ve etkileri altına almak için çırpınmakta ve çoğu zaman birbirlerine ters düşen isteklerde bulunmaktadırlar.
Ayetteki bu temsille bir tek ilaha kulluk etmenin birçok ilaha kulluk etmekten daha iyi olduğu ve insanın ancak o zaman huzur bulacağı vurgulanmaktadır. Ayetteki bu benzetme şirkin çirkinliğini, tevhidin güzelliğini göstermek açısından çok hoş bir benzetmedir. Buradaki hoş benzetmeyi aşağıdaki şu ayetle daha da güzel anlamış olacağız:

Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile, Bizim kendisine güzel bir rızk verip de ondan gizli ve açık olarak harcayan bir kimseyi örnek vurdu: Bunlar eşit midirler? -Bütün hamd Allah'a mahsustur.- Bilakis insanların çoğu bilmezler.
Allah iki adamı da örnek vurdu: Bunlardan biri dilsizdir, hiçbir şeye gücü yetmez; koruyucusuna bir yüktür. Onu nereye gönderse bir hayır getiremez. Şimdi, bu adamla, adaletle emreden ve doğru yolda bulunan adam eşit olur mu? (Nahl/75, 76)

Benzer örneklerin verildiği başka ayetler de vardır:

Eğer o ikisinde [yer ile gökte] Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, bunların ikisi de kesinlikle kargaşa içinde olurdu [düzenleri bozulurdu]. O halde Arş'ın Rabbi olan Allah, onların vasfetmekte oldukları şeylerden münezzehtir. (Enbiya/22)

Allah çocuk diye bir şey edinmemiştir; O'nunla beraber hiçbir ilâh da yoktur. Aksi takdirde bazıları kesinlikle kendi yarattığı şeyle gider ve mutlaka bazıları üzerine üstün olurdu. Allah, onların niteledikleri şeylerden münezzehtir. (Mü'minun/91)

30 - Şüphesiz sen ölüsün [öleceksin], şüphesiz onlar da ölülerdirler [öleceklerdir].
31 - Sonra şüphesiz siz kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda tartışacaksınız.

Bu iki ayet ayrı bir necmdir. Esas konu ile ilgili değildir. Resulullah ve Mekkeli karşıtlarının uyarıldığı bu ayetler, peygamberimiz ile müşrikler arasındaki gerilimin boyutlarını ortaya koymaktadır.
Edindikleri servet ve makamların kendilerini dünyada ebedîleştireceğine inanan, sahip oldukları para, pul ve kapılarındaki onlarca kuldan olmak istemeyen müşrikler, “Muhammed’in ölümü yak*laştı ve hareketi de bitecektir” şeklinde sözler sarf etmekteydiler.
Kur’an’da bu hususa bir başka yerde daha değinilmektedir.

Biz, senden önce de hiçbir beşer için sonsuzluk kılmadık. Pek, sen öldün de onlar sürekli kalanlar mıdırlar? (Enbiya/34)

30. ayetin bir başka mesajı da şudur: “Muhammed (as) ölümlüdür, o da ölecektir. Sakın sevgide ifrata giderek geçmiş kavimlerin peygamberlerini ilâhlaştırdıkları gibi onu ilâhlaştırmaya kalkmayın. Ölümlüler ilâh olmazlar.”
31. ayet de ayrıca bir teselli ve bilgi mahiyetindedir: “Onlar, dünyada çıkarları uğruna hakka gelmezlerse gelmesinler, sen sakın buna aldırma! Çünkü sen öleceksin, onlar da ölecekler; sonra, Kıyamet gününde Allah'ın huzuruna götürülecek ve orada tartışacaksınız. Gerçek orada ortaya çıkacaktır.”

32 – Öyleyse Allah’a karşı yalan söyleyen ve doğru kendisine geldiği zaman onu yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Kâfirler için cehennemde bir sığınak yok mu!
33 – Ve doğruyu getiren ve onu tasdik eden kişi; işte onlar, takva sahiplerinin ta kendileridir.
34, 35 – Onlar için Rableri nezdinde diledikleri şeyler vardır. İşte bu, Allah’ın, onların önceden yaptıklarının en kötüsünü örtmesi, işlemekte bulunduklarının en güzeline, ecirlerini karşılık olarak vermesi için muhsinlerin [iyilik-güzellik üretenlerin] karşılığıdır.

Bu ayet gurubunda yine karşıtlık metodu ile Allah’a karşı yalan söyleyen kimseler ile hakka teslim olan takva sahibi kimselerin mukayesesi yapılmaktadır. Bu mukayesede kâfirlere cehennem uygun düşerken, muttakiler, yaptıkları kusurlar örtbas edilerek yaptıklarına karşılık en güzeliyle olmak üzere cennette diledikleri şeylere nail olmaktadırlar.
32. ayetteki “Kâfirler için cehennemde bir sığınak yok mu!” sorusu Arapçada kullanılan sanatsal bir ifade olup cevabı bilinen ve karşıdan beklenmeyen bir sorudur. Cevabı “elbette en zalim, hain odur ve cehennem de onun sığınağıdır!” demektir.

ALLAH HAKKINDA YALAN UYDURMAK

Allah hakkında yalan uydurmanın en kötüsü, Allah’ın tekliğini, Rabbliğini, başka bir varlık veya eşya ile paylaşacak bir inanca sahip olmak ve bunu başkalarına bulaştırmaktır. Velilere, azizlere, ideolojilere, peygamberlere ve çeşitli canlı-cansız var*lıklara ulûhiyet payesi vermek de Allah’a eş koşmak olduğu için bütün bun*lar da Allah'a yalan uydurmak kabilinden davranışlardır.
Bu konu En’am suresinde (Tebyinü’l Kur’an; c: 5. s: 301- 475) tekrar tekrar gündeme getirilmiştir.

Ve kendi dillerinizin yalan vasfetmesi ile Allah’a yalan uydurmak için, “Şu helâldir, şu haramdır” demeyin; aksi halde Allah'a iftira etmiş olursunuz. Şüphesiz Allah’a yalan uyduran kimseler kurtulamazlar. (Nahl/116)

33. ayette konu yine muttakilere getirilmiş ve 34, 35. ayetlerde muttakilerin nimetler içinde yüzecekleri müjdesi verilmiştir. Konumuz olan ayetin bir benzeri de Ahkaf suresindedir.

İşte bu, kendilerinden, yaptıklarının en güzelini kabul edeceğimiz ve kötülüklerden koruyacağımız bu kimseler, vaat olunup durdukları doğru bir vaat olarak, cennet ashabı içindedirler. (Ahkaf/16)

36 - Allah, kuluna kâfi değil midir? Onlar ise seni, O'nun astlarından kimseler ile korkutuyorlar. Ve Allah kimi şaşırtırsa, artık ona kılavuz olan biri yoktur.
37 - Kime de Allah kılavuz olursa artık onu da şaşırtan biri yoktur. Allah, Azîz [çok güçlü], İntikam Sahibi [suçluyu yakalayıp, cezalandırarak adalet sağlayan] değil midir?

Bu ayetlerde, başta Resulullah olmak üzere tüm inananlara destek sözü verilmektedir: Müşrikler Ebuleheb örneğinde olduğu gibi, akılları sıra, malları ve çevreleri ile; ya da “Sen bizim tanrılarımızı inkar ediyorsun ama onlar büyük güç sahibi oldukları için seni mahvedecekler” şeklindeki sözleriyle peygamberimizi korkutmaya, sindirmeye çalışıyorlardı.

Ve kavmi onunla tartıştı. O [İbrahim: “Bana doğru yolu göstermişken Allah hakkında benimle mi tartışıyorsunuz? O’na ortak koştuklarınızdan hiç korkmuyorum. -Ancak Rabbimin dilediği şey hariç.- Rabbim bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hala düşünmez misiniz?
Ve Allah, haklarında hiçbir güç kuvvet indirmediği halde, siz O’na ortak koşmaktan korkmuyorken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Bu durumda eğer biliyorsanız, bu iki topluluktan hangisi güvende olmaya daha lâyıktır?” dedi.
Şu iman edenler ve imanlarına zulüm giydirmeyenler [şirk karıştırmayanlar]... İşte onlar; güven kendilerinin olanlardır. Doğru yolu bulanlar da onlardır. (En’am/80, 82)

Yoksa onlar “Biz birbirine yardım eden/intikam alabilen bir topluluğuz” mu diyorlar? (Kamer/44)

38 – Ve sen gerçekten onlara: “O gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sormuş olsan kesinlikle “Allah!” diyeceklerdir. De ki: “Öyleyse gördünüz mü Allah’ın astlarından çağırdıklarınızı! Eğer Allah bana bir zarar vermek istediyse, onlar O’nun zararını giderebilenler midirler? Yahut bana bir rahmet dilediyse, onlar O’nun rahmetini tutanlar mıdırlar? De ki: “Allah, bana yeter. Tevekkül edenler, yalnızca O’na tevekkül ederler.”
39, 40 - De ki: “Ey kavmim! Siz bulunduğunuz yer üzere çalışın. Şüphesiz ben de çalışıcıyım. Artık kendisini rüsva edecek azabın kime geleceğini ve kalıcı bir azabın kimin üzerine yerleşeceğini yakında bileceksiniz.”

Bu ayetlerde ana eksen yine “temiz akıl sahibi” olma meselesidir. Temiz akıl sahibi olmak, aklı iyi kullanmak, akılsız davranışlardan uzak durmaktır. Oysa Allah’a ortak koşanlar akıllarını kullanma konusunda son derece isteksiz davranmaktadırlar. Rabbimiz bu konudaki mesajını doğrudan söylemek yerine elçisini konuşturarak vermektedir: Mademki Allah’ı biliyor, göklerin ve yerin Allah tarafından yaratıldığını kabul ediyorsunuz, öyleyse niçin bir takım yaratıklara yalvarıp yakarıyorsunuz? Onlar size ne yarar sağlayabilirler? Allah size bir musibet irade etse engel olabilirler mi? Yahut Allah bir rahmet dilese tutabilirler mi?
Anlaşıldığına göre, sorun Mekkeli müşriklerin Al*lah’ı bilip bilmemeleri değil, Rabblik konusunda gösterdikleri cehalettir. Müşrikler, Allah’ı tanımakla birlikte Allah’ın yeri göğü yarattıktan sonra gökte köşesine çekilip hiçbir şeye karışmadığını, yeryüzünde olan bitenlerin bir takım ilâhlar marifetiyle gerçekleştiğini kabul ediyorlardı.
Bilinçli ya da bilinçsiz, bugün de bir takım insanlar Allah'a inandıkları halde O’na eş koşmakta, sahte tanrı*lar edinmektedirler. İhtiyaçları için Allah’a dua ve niyazda bulunsalar bile, hatırlarının işe yarayacağı düşüncesiyle peygamberlerden, aziz ve azize kabul ettikleri insanların ruhundan, mezarlarından medet ummak gibi bir yanlışa düşmektedirler.
Rabbimiz tevhid konusunda insanları eğitmekte ve şirke karşı bilinçlendirmektedir. Kulların tevhid konusunda eğitilmesi geçmiş toplumlarda da olmuştu. Söz konusu eğitime Hud suresinin şu pasajı örnek verilebilir:

Onlar dediler ki: “Ey Hud! Bize bir açık kanıt ile gelmedin. Ve biz senin sözünle ilâhlarımızı terk edecek değiliz. Biz sana inananlar da değiliz. Ancak ‘Tanrılarımızdan bazısı seni fena çarpmış’ diyebiliriz.” O [Hud] dedi ki: “Şüphesiz ben Allah’ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki, ben, Allah’ın astlarından O’na ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Hadi öyleyse hepiniz bana tuzak kurun, sonra beni hiç bekletmeyin. Şüphesiz ben gerçekten, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. Onun, perçeminden yakalayıp denetlemediği hiçbir dabbeh [hareket eden canlı] yoktur. Şüphesiz ki benim Rabbim dosdoğru bir yol üzerinedir. Buna rağmen yine de sırt çevirirseniz, ben size ne ile gönderilmişsem, işte onu tebliğ ettim. Ve benim Rabbim, sizin yerinize başka bir kavmi halife yapar. Ve siz O’na hiçbir şeyce zarar veremezsiniz. Hiç şüphesiz Rabbim, her şeyi koruyup gözetendir.” (Hûd/54-56)

38. ayet “Allah bana yeter. Tevekkül edenler, yalnızca O’na tevekkül ederler” ifadesiyle tevekküle dikkat çekilerek bitirilmiştir. Tevekkül” kısaca “kişinin, âcizliğini ortaya koyarak ‘Vekil’ olan Allah’ı kendisine vekil tutması, yani inanç olarak varlığını ve varlığının devamını rızk, terbiye ve koruma bakımından Allah’a bırakması, her türlü sonucun kendisi için en iyisi olacağını kabullenmesi ve sonuca razı olması” demektir. Tevekkül konusu Furkan suresinin sonundaki “Vekalet-Vekil-Tevekkül” başlıklı yazımızda (Tebyinü’l-Kur’an; c: 3. s: 393-397) ele alındığından, detayın oradan okunmasını öneriyoruz.

41 – Şüphesiz Biz bu kitabı sana, insanlar için hak ile indirdik. O halde kim doğru yolu bulduysa artık kendi lehinedir. Kim de saptıysa artık o, sırf kendi aleyhine olarak sapar. Ve sen onların üzerine vekil değilsin.

Bu ayette akıllı insanın elinde bulunacak kılavuza işaret edilerek “Elde hak, gerçek kitap var. Doğru yolu bulmak o hak kitaba sarılmakla, sapıtmak ise o hak kitaptan uzaklaşmakla olacaktır” mesajı verilmektedir. Aynı mesaj Sebe’ suresinde şöyle verilmişti.

De ki: “Eğer ben sapmışsam, artık yalnızca kendi zararıma saparım. Ve eğer hidayeti bulmuşsam, bilinmeli ki Rabbimin bana vahiy vermesiyledir. Şüphesiz O, Semi’’dir, Karîb’dir.” (Sebe’/50)

Ayetin son cümlesi olan “Ve sen onların üzerine vekil değilsin” ifadesiyle, peygamberimize “Öyleyse herkes tercih hakkını kullanır; sen zorla bir yöneten değilsin; olmamalısın da...” mesajı verilmiş ve Resulullah teselli edilmiştir. Çünkü onların inatlarında, yola gelmeyişlerinde kendi kusuru olabileceği ihtimali ile yanıp tutuşuyordu. Bu hususa Şuara/3’te, Kehf/8’de ve Fatır/8’de de yer verilmiştir.
41. ayetin mesajı Kur’an’da birçok kez tekrarlanmıştır:

De ki: “Ey insanlar! Rabbinizden, elbette, size hakk gelmiştir. Artık doğru yola giren, ancak kendisi için girmiştir ve gerçekten, sapan da, kendi zararına sapmıştır. Ve ben, sizin üzerinize vekil [sizi ayakta tutan; sizden sorumlu biri] değilim.” (Yunus/108)

12 - Şimdi sen, “Ona bir hazine indirilse ya da beraberinde bir melek gelse ya!” diyorlar diye sana vahyolunan vahyin bir kısmını terk edecek olursun ve bundan dolayı göğsün daralır. Sen yalnızca bir uyarıcısın. Allah ise her şeye Vekil’dir. (Hûd/12)

Ve onlara vaat ettiğimizin bir kısmını sana göstersek yahut seni vefat ettirsek, şüphesiz yine de sana düşen sadece tebliğ etmektir. Bize düşen de hesap görmektir. (Ra'd/40)

42- Allah, o nefisleri, ölmeleri sırasında vefat ettirir. Ölmeyenleri de uyuduklarında; artık haklarında ölüm gerçekleştirdiklerini alıkoyar, diğerlerini de adı konmuş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz bunda düşünen bir kavim için nice ayetler vardır.

Bu ayette, tüm insanların kontrolünün Allah’ın kudretinde olduğu mesajı verilmektedir. Yani Yüce Allah eceli gelenleri elde bırakırken, henüz eceli gelmemişleri belirlenmiş süreye kadar salıvermektedir. Bu böyle devam edip gitmektedir.
Rabbimiz önce “vefat” olgusuna dikkat çekmiştir. Sonra sağ olanları da ölümün bir benzeri olan uyku ile uyarmıştır. Uyku sırasında his, şuur, idrak gibi melekeler devre dışı bırakılmakta, insan bir bakıma ölü hale gelmektedir. Öyle ki, ecelleri gelenler ölüme benzeyen bu halden gerçek ölüme geçirilmekte, ecelleri henüz gelmemiş olanlar ise ömürlerini yaşamak için hayata döndürülmektedir.

Ve O, sizi geceleyin vefat ettiren, gündüzün elde ettiğiniz şeyleri bilen, sonra adı konmuş ecelin [vadenin] gerçekleşmesi için sizi kaldırandır. Sonra dönüşünüz yalnızca O’nadır. Sonra O, yaptıklarınızı size haber verecektir.
Ve O [Allah], kulları üzerinde Kahir’dir [hükümranlığı sürdürür] ve O, sizin üzerinize koruyucular gönderir. Sonra da sizden birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz, hiç eksik-fazla yapmadan, onu vefat ettirirler. (En’am/60, 61)

“Vefat”, ölüm demek değil, “ölüm anında hayat boyu yaşananların Allah tarafından hatıra getirilmesi” demektir. Bu konu En’am suresinin sonunda “Vefat” başlığı altında (Tebyinü’l Kur’an; c: 5, s: 476-479) ayrıca tahlil edilmiş olduğundan, detayın oradan okunmasını öneriyoruz.

43 - Yoksa onlar, Allah'ın astlarından bir takım şefaatçiler mi edindiler? De ki: “Onlar hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi [böyle yapacaksınız]?”
44 - De ki: “Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü yalnızca O'nundur. Sonra yalnızca O'na döndürülürsünüz.”

Bu ayetlerde de yine akletmeyenler kınanmakta ve bu kimselerin aciz, hiçbir şeye güç yetiremeyen kişi ve nesnelerden şefaat [yardım, destek, kayırma] beklemelerinin mantıksızlığı vurgulanmaktadır. Şefaatçi olabilecek bir varlığın her şeye güç yetirebilir, her şeye akıl erdirebilir bir varlık olması gerekir. Şefaati umulanlar ise ister peygamber, aziz veya azize, isterse daha başka varlıklar olsunlar, hepsi de aciz varlıklardır. Bu varlıkların güçleri her şeye yetmediği gibi, akılları da her şeye ermemektedir. Hâlbuki şefaatçinin sonsuz bir güce ve her problemi çözecek bir kabiliyete sahip olması gerekir. Ayette, akıllı bir insanın bütün bunları düşünmesi gerektiği vurgulanarak insanlar akletmeye davet edilmektedir.
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla