Konu: Fidye
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 7. November 2011, 11:55 PM   #1
galipyetkin
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Sep 2011
Mesajlar: 1.458
Tesekkür: 105
574 Mesajina 958 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
galipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud of
Standart Fidye

Hak dinde genel kural, herkesin kendi işini kendisinin yapmasıdır. Çiftlik sahibine çalışmamak ve kendi işi için başkasını isdihdam etmemek gibi...Kendi işi yoksa, çalışacaksa, bunu ancak devletçilik sistemi içerisinde devlete-kamuya maişet karşılığı bedenen iş yaparak yerine getirmelidir. Çalışılacak kurum Beyt-El Mal, maişet karşılığı çalışan kişi de yurttaştır. Müslümanlar bu imkânlara kavuşturulmalıdır. Bunun için de Beyt-El Haram denilen kurumu, havrayı, manastırı kurmuşlardır. Buralarda çalışan yurttaşlara da Ehl-i Beyt denilir. İşlerin birleştirilerek el birliği ile yapılması, maişete razı olunulması, ''takva ve vera'' olarak isimlendirilir. Farz ve vacibin kavramsal anlamı da budur. Bu ihsandır. Hatta ihsanı bir şekilde güzel yapmaktır. Yani güzeli en güzel yapmaktır. Bu ise, günümüzdeki kavramlaşmaya göre tam demokrasidir. Yani üretmenin ve yönetmenin bizzat yapılması ve denetlenmesidir. Bu doğrudanlık ve el birliğidir; mülkte iştiraktır. Toplum el birliği ve güç birliği içerisindedir ve bu da kıble edinilerek topluca bu hale yönelmek, omuz omuza, kimsenin geri kalmadığı ve kimsenin ileri çıkmadığı, tarağın dişleri gibi saf halinde iş yapmak, idareyi yönetmektir. Dolayısı ile hakların kamu ve yetkilerin kamu ajanları tarafından doğrudan kullanılması esastır. Hak olan devletin bizzat üretim yaparak gelirini temin etmesi ve vatandaşları her türlü güven içerisinde (emin olarak) yaşatmasıdır. Bu usuldeki yönetime ''Haram(/harem = dış etkilere kapalılık) usulü'' denilir. Ayrıca bir özelliği daha vardır, O da "harim" diye kıraat edilen "iştirak halinde ortaklık" tır.

Fakat bütün insanları havra ve manastırlara (devletçiliğe) toplamak mümkün olmadığından ve havra-manastır dışını da kafir ve müşriklere terk etmemek ve namuslu-dindar insanların dışarıdakilerden azınlıkta kalmasını önlemek için, ''Haram usulü'' yanında, İsa Peygamber, ''Helal usulü''nü de yürürlüğe koymuştur.
Bu sistemde fert kendi nam ve hesabına iş yapar.Yaptıkları işin karşılığı doğrudan ellerine geçtiğinden, kendileri, kendisinin ve iyalinin geçim-ihtiyaç miktarını zimmetinde tutarak bakiyesini derhal zekât-vergi olarak Beyt-ül Mal'a teslim eder. Bu özel girişimciliktir. MUminun-4,5 ve Nahl-71'e tabidirler. Kavam üzere yaşamları denetim altındadır.

Şu halde İslâm'da sosyo-ekonomi-politik bu iki sistem üzerine kurulmuştur. Bu, şu şekilde ifade edilmiştir:''Ekimussalate ve atuzzekât''=''Mescid-El Haram'' üzere mülkte iştirak halinde dış etkilere kapalı yaşamak. ''Namazı dosdoğru kılma''nın anlamı da budur. ''dosdoğru kılmamak'' ise seccade secdesini yapıp, sosyo-ekonomi-politiği tağutunkinden farksız olmaktır.

Yinelersek, doğru olan şey, kamu için yararlı ve lüzumlu işlerin kamunun iştirak halindeki gücü ile yapmaktır. İstisna olarak ise, bu düzen yanında ''özel teşebbüs''e, yani ekonomik laiklikte ısrar edenlere, azınlıklara izin verilmesidir. Bu da dinde(insanlar arası kıst prensibinde) zorlama yoktur prensibi gereği ve karma kültür ve toplum düzeni durumu da göz önüne alınarak, biriktirmeyi, yani nimete küfranı seçmiş olanlara tanınmış bir tolerans, yani onlara katlanma durumudur; fakat bu tolerans için bir şart vardır; o da Muminu-4,5 ve Nahl-71 ayetleri ile getirilen ağır vergi-zekâttır, ki bu kişilerin yaşam standartları muttakiler için bir fitne, kendisi için refah, lüks ve zenginlik yaratmamalıdır.. İşte bu vergi-zekât onları genel seviyeye indirip zayıflatacak bir vergi uygulamasıdır. Bu uygulamayı da din belirlemiş ve buna itidal-kavam demiştir. Kendisinin ve ailesinin zorunlu ve faydalı ihtiyaçlarını karşılayacak miktarın dışında kalanın hepsi vergi olarak alınacaktır.

Belirtilen bu sistemin uygulanmadığı veya bu sistemden sapıldığı hallerde büyük kazanç getiren işlerin özel kişiler tarafından az vergi karşılığı, hatta teşvikler verilerek yaptırtılması ve buna izin verilmesi rüşvettir. Böylece işi yapan genelin aleyhine zenginleşip refah içinde yaşamasından dolayı fitne olayı meydana çıkar. İşi veren baş mele veya iktidar da bunlardan aldığı vergiyi de halka aktarmadan kendisi ve yandaşları arasında paylaştığı için rüşvet alan, az vergi vermesinden dolayı da işi alan aynı zamanda rüşvet verendir.Şu halde rüşvet veren aynı zamanda rüşvet alan, rüşvet alan da rüşvet verendir. Halka gitmesi gereken servet ya çok az halka aktarılmış veya hiç aktarılmamış dolayısı ile ''devlet''-iyi şans oluşmuş, halk da fakirleşmiş ve ezilmiş-mustazaaf durumuna düşmüştür. İşte bu tavır ferdiyetçilik-liberalizmdir ve ''ekumussalate ve atuzzekât'''ta GEDİK yaratmıştır. İltimas ve imtiyaza dayalı karşılıklı bir zulüm sistemi ortaya çıkmıştır. Bu SERBEST YER yaşam biçimidir ki Allah'ı Adam Smith, bunlar da O'nun kullarıdır. İşte nimete nankörlük ve putperestlik budur.

Hak din mensupları kollektivisttir. Tarihi ve ekonomik laik(anti kollektivist) bakış açısına göre ise insan belli bir vergi (meselâ 1/40) vermek suretiyle istediği işi yapabilmelidir; halbuki islamda ölçü kavamdır. O tarihlerde ''laiklik'', dinin kollektivizm üzere olan sosyo-ekonomi-politiğini red etmek anlamına gelmekteydi ki bu ''mültezim'' zihniyetidir. Müteahhitlik de denilen bu sıfat hem işi yapan ''mele''ye hem de işi yaptıran emir, kral, baş mele, hükümet vs...ye gider. Bu terim devlet gelirlerini toplama ve bundan büyük ölçüde kâr etmek üzere götürü bir tahmini bedelle bu hakkı devralanı anlattığı gibi, liberal sistemin kendisine(ki iltizam sistemi denir), ve kamunun başındaki yönetici veya yönetim kadrosuna da denir. Çünkü birlikte üretip, birlikte tüketip, mülkte iştirak içinde karşılıklı yardımlaşma yarine, bundan firar edenlerin maksatları aynıdır: Firar-Avn (Firavn) niteliği değişmemektedir: kibirlilik ve muavenetten firar etme. Bütün bu şeyler, nitelik itibarıi ile en azından ubudiyette kusur ve vera ve takvadan kaçıştır. FİDYE kavramı da bu noktada oluşur. (Bu kavram çok yönlü anlamlaşmıştır. Maalesef bu kavrama putperestlikten sonra kurulan hak dinlerin mensupları, putperestlerin verdikleri ıstılah mânâsından kendilerini kurtaramamışlardır. Meselâ harp esirlerinin fidye karşılığı bırakılması; Peygamber İsa'nın, Adem'in kusuru nedeniyle insanlığın kurtuluşu için kendisini çarmıha gerdirterek Allah'a fidye ödemesi gibi. Allah niye fidye alsın ki. Kaldı ki fidyenin konusu her zaman para veya maldır, asla can değil.)

Kollektivizmden kaçış bir ibadet kusurudur. Baş mele,emir, kral veya idareci kurulun bir işi yapmaya talip olandan mutat olan vergi yerine, onu zengin edecek az bir vergi alması ve kendisinin nemalanmasının neticeleri yukarıda anlatılmıştı. Bunu yasalaştırdığınızda liberal-kapitalist sistem ortaya çıkar. Bunu sözleşmelerle devletler arası hale getirirseniz, işte size ''GLOBALLEŞME''. Buyrun size İslam'a karşı yapılmış bir darbe. Bunu müslümanlık iddiasında bulunan bir iktidar yaparsa, varın siz düşünün.

Fidyenin anlamı, rüşvet niteliği, verginin zayıflatacak ve itidal seviyesine çekecek dozda olmayışından fitne yaratmasından, halkı mustazaaf durumuna vs.. düşürmesindendir. İyi fidye var mıdır? O halde fidye islami değildir.

Kur'an'da geçen ''fidye'' bu kusurları gidermek içindir. Kur'an'daki fidye alınması ifadeleri, bahsedilen kesimlerin aldığı fidye'Yİ almak, daha doğrusu ''geri almak'' olarak anlaşılmalıdır. Aldıkları halkın hakkı olduğundan, fidye onlardan geri alınıp hak sahibi olan halka geri verilir. İslamda "karşılık-bedel" manâsında fidye almak yoktur. ''Alınmış ve verilmiş( karşılık-bedel olan)'' fidyeyi, hakkını geri almak vardır.

En nihayet şunlara değinerek konuyu bitirelim.

1_Esirlerden her ne nam altında olursa olsun salıverilmeleri için hiç bir şey alınamaz. Esirler savaş sonu derhal serbest bırakılır. Bu nedenle Enfal-67. ayetinin 1. cümlesi yanıltıcı olup tecdit edilmelidir.Çünkü ''şimdi değil, zamanı gelince esir sahibi olursunuz'' anlamı vardır.İslamda hiçbir zaman esir-köle olmayacaktır.
Ancak savaşa sebep olan devletten, devleti ve vatandaşlarını itidal seviyesine indirmek, itidal seviyesi üzerinde sahip oldukları fidyeyi geri almak için savaş tazminatı alınır.

2-Kur'an Bakara-279, Maide-38 yanında ''misak'' ve ''şiddetli misak'' önlemlerinden bahsetmektedir. Bunların da açıklığa kavuşturulması gereklidir.

3-''Boynu vurmak'', ''boyna vurmak'' her kişinin kafasına göre değil, İslam'ın prensiplerine göre açıklanması gerekmektedir. Hiç kimsenin bu ifadenin ''kafa kesmek'' yetkisi olduğunu ileri sürerek, islâm dinini kan dökücü, can alıcı, vahşi bir din gibi göstermeye hakkı yoktur. Hangi peygamber kafa kesmiştir. Peygamber baş melelerin, putperestlerin merkezi Mekke'yi fethettiğinde hangisinin kellesini almıştır. İbret alacağımız bir misal mi var? Allah Kime cinayet işleme yetkisi vermiş ki?
Neden kafanın düşünme, karar alma ve uygulatma merkezi, boynun, uygulayıcı olan vücut ve organlara ilatim yolu olduğunu düşünüp bunu misal alıp da toplum ve toplumun sosyo-ekomomi politik yapısının açıklanmasında gayri meşru yolların kesilmesi anlamında kullanmazlar ki?
(Adalet ve Rahmat sitesinden faydalanılarak derlenmiştir.

Saygılarmla.
Galip Yetkin.

Konu galipyetkin tarafından (9. January 2018 Saat 12:01 AM ) değiştirilmiştir.
galipyetkin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
galipyetkin Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 3 Kisi:
bartsimpson (19. July 2014), dost1 (16. November 2011), yeşil (8. November 2011)