Konu: Enfal Suresi
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 3. March 2010, 11:51 PM   #6
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.016
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

57. Artık onları harpte yakalarsan, ibret almaları için onlarla birlikte arklarındaki kişileri dağıt.

58. Eğer bir toplumdan; hâinlik yapmasından korkarsan, aynı şekilde antlaşmayı bozduğunu kendilerine bildir. Şüphesiz Allah, hâin kimseleri sevmez.

59. O küfretmiş kimseler, kendilerinin öne geçtiklerini de sanmasınlar. Şüphesiz onlar âciz bırakamazlar.

Bu âyetlerde Rasûlullah'a, ihânet edenlere ibret-i âlem için yapılması gereken muameleler öğretilmektedir:

Hâinler harpte yakalanırsa, ibret için onlarla birlikte arklarındaki kişiler de dağıtılacaktır.

Eğer bir toplumun hâinlik yapacağından korkulursa, antlaşmanın bozulduğu kendilerine bildirilecek; devlet reisi, onlara ahdi bozduğunu haber verip kendileriyle savaşacağını duyuracaktır.

Ama ahid kesin ve açık bir biçimde bozulmuş ise, ahdin bozulduğunu bildirmeye gerek yoktur. Bunun örneği Rasûlullah'ın şu uygulamalarında görmektedir:

Hz. Peygamber'in sorumluluğunda olan Huzaaoğulları'nı öldürmek sûretiyle ahidlerini bozan Mekkeli müşriklere, Müslümanlar Mekke'ye dört fersah uzaklıkta olan Merru'z-Zahran'da yetişti.[42]

Yine, Mekke'nin fethi de Mekke müşriklerinin ahdi bozmaları sonucu gerçekleşmiştir. Rasûlullah, antlaşmayı bozduğunu onlara bildirmeksizin üzerlerine yürümüştür.

59. âyette, O küfretmiş kimseler, kendilerinin öne geçtiklerini de sanmasınlar. Şüphesiz onlar âciz bırakamazlar buyurularak kâfirler tehdit edilmektedir. Bu tehdit onlara birçok yerde yapılmıştır:

Yoksa kötülük yapanlar, Bizi öne geçebileceklerini [Bizden kaçabileceklerini] mi sanıyorlar? İlke olarak benimsedikleri şey, ne kötüdür! Kim Allah'a kavuşmayı umuyorsa, hiç şüphesiz ki Allah'ın belirlediği zaman kesinlikle gelicidir. Ve O, en iyi duyandır, en iyi bilendir. Ve kim gayret gösterirse, ancak kendisi için gayret gösterir. Şüphesiz Allah, kesinlikle âlemlerden zengindir. (Ankebût/4-6)

Sakın, şu küfretmiş kimselerin, yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanma! Onların da varacağı yer ateştir. Kesinlikle de o, ne kötü bir varış yeridir! (Nûr/57)

Küfretmiş olan şu kişilerin beldelerde dolaşmaları sakın seni aldatmasın. (Bu,) çok az bir kazanımdır. Sonra onların varacakları yer cehennemdir ve o ne kötü bir yataktır! (Âl-i İmrân/196-197)

Sakın zâlimlerin yaptıklarından Allah'ın gâfil [duyarsız] olduğunu sanma! Ancak O, onları, başlarını dikerek koşacakları, gözlerin dışa fırlayacağı bir gün için erteliyor. Onların bakışları kendilerine dönmez ve onların gönülleri bomboştur. (İbrâhîm/42-43)

60. Ve siz de gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet biriktirin ve savaş atları hazırlayın ki, onlarla, Allah'ın düşmanlarını, kendi düşmanlarınızı ve Allah'ın bilip de sizin bilmediğiniz, bunlardan aşağı daha başkalarını korkutasınız. Ve Allah yolunda her ne harcarsanız o size eksiksiz ödenir ve siz hakksızlığa uğratılmazsınız.

Bu âyette hitap, tüm mü’minlere ve tüm zamanlara yöneltilerek, Siz de gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet biriktirin ve savaş atları hazırlayın ki, onlarla, Allah'ın düşmanlarını, kendi düşmanlarınızı ve Allah'ın bilip de sizin bilmediğiniz, bunlardan aşağı daha başkalarını korkutasınız. Ve Allah yolunda her ne harcarsanız o size eksiksiz ödenir ve siz hakksızlığa uğratılmazsınız buyurulmuş ve böylece mü’minler için askerî strateji belirlenmiştir.

Ey iman etmiş kişiler! Önleminizi alın, sonra da onlara karşı ya küçük birlikler hâlinde sefere çıkınız veya toptan sefere çıkınız. (Nisâ/71)

Âyette önce, gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet biriktirin denilerek, her türlü askerî silah ve malzeme tedariki emredilmiş, sonra da savaş atları hazırlayın buyurularak, “savaş atları”na vurgu yapılmıştır. Malumdur ki Kur’ân'ın indiği dönemde en iyi savaş aracı at idi. O nedenle âyetteki “at” ifadesi, bugün için, savaş uçağı, tank, denizaltı, güdümlü füze, hatta atom bombası olarak anlaşılmalıdır.

Âyetteki, Allah'ın düşmanlarını, kendi düşmanlarınızı ifadesiyle, “müşrikler, Yahûdiler ve tüm İslâm düşmanları”; Allah'ın bilip de sizin bilmediğiniz düşmanlar ile de, “münâfıklar ve uzaklardaki düşmanlar” kasdedilmektedir:

Ve çevrenizdeki bedevilerden/bilgiçlik taslayanlardan münâfıklar var. Medîne halkından da münâfıklığa iyice alışmış olanlar var. Onları sen bilmezsin, Biz biliriz onları. İki kez azap edeceğiz onlara, sonra da çok büyük bir azaba itilecekler. (Tevbe/101)

Ey iman etmiş kimseler! Kendi seviyenizde olmayanlardan sırdaş edinmeyin. Onlar size fenalık etmekten geri kalmazlar. Onlar, sıkıntıya düşmenizi istediler. Kesinlikle kinleri ağızlarından dışa vurmuştur. Göğüslerinde gizledikleri şeyler de daha büyüktür. Eğer siz, aklınızı kullanacaksanız, Biz sizin için âyetleri kesinlikle açığa koymuşuzdur. (Âl-i İmrân/118)

Evet Müslümanlar güçlü olurlarsa, bilinen ve bilinmeyen düşmanların hepsi korkar; Müslümanlara saldırmak şöyle dursun onları rahatsız bile edemezler. Ayrıca güçlü olmaları gelişmelerine ve ila-yı kelimetullah için gayretlerine de vesile olur.

Âyetteki, Ve Allah yolunda her ne harcarsanız o size eksiksiz ödenir ve siz hakksızlığa uğratılmazsınız ifadesi ise, bilinen-bilinmeyen düşmanlara karşı en üst düzeyde kuvvet ve teknoloji hazırlamanın infak gibi mâlî bir desteğe muhtaç olduğuna, dolayısıyla Müslümanların ekonomik yönden de çok güçlü olmaları gerektiğine işaret ediyor. Savaş ve infak konuları daha evvel de birlikte zikredilmişti:

Ve de fitne kalmayıp, din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Artık eğer, vazgeçerlerse, düşmanlık, zâlimlerden başkasına yoktur. Harâm ay [dokunulmazlık ayı], harâm aya karşılıktır. Ve bütün harâmlar [dokunulmazlıklar; bağlayıcı hükümler], kısastır [birbirine karşılıktır]. O hâlde kim size saldırdıysa, siz de ona yaptığı saldırının aynıyla saldırın. Ve Allah'a takvâlı davranın. Ve bilin ki Allah, takvâ sahipleriyle beraberdir. Ve Allah yolunda infak yapın, ellerinizi [kendinizi] ellerinizle tehlikeye bırakmayın ve iyileştirin-güzelleştirin. Şüphesiz Allah, iyileştirenleri-güzelleştirenleri sever. (Bakara/193-195)

61. Ve eğer onlar barış için yanaşırlarsa, sen de ona [barışa] yanaş! Ve Allah'a tevekkül et. Şüphesiz O [Allah], en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisidir.

62-63. Ve eğer onlar, sana hile yapmak isterlerse, bil ki şüphesiz sana Allah yeter. O, seni Kendi yardımıyla ve mü’minlerle güçlendirendir. Ve onların [mü’minlerin] gönüllerini kaynaştırandır. Sen yeryüzünde ne varsa hepsini topluca harcasaydın yine de onların gönüllerini kaynaştıramazdın. Ama Allah, aralarını kaynaştırdı. Şüphesiz O, azîz'dir, hakîm'dir.

Burada, savaş öncesinde olabilecek gelişmelerden bahsedilmektedir: Ve eğer onlar barış için yanaşırlarsa, sen de ona [barışa] yanaş! Ve Allah'a tevekkül et. Ve eğer onlar, sana hile yapmak isterlerse, Bil ki şüphesiz sana Allah yeter. O, seni Kendi yardımıyla ve mü’minlerle güçlendirendir. Ve onların [mü’minlerin] gönüllerini kaynaştırandır. Sen yeryüzünde ne varsa hepsini topluca harcasaydın yine de onların gönüllerini kaynaştıramazdın. Ama Allah, aralarını kaynaştırdı. Şüphesiz O, azîz'dir, hakîm'dir.

Savaş ânında yapılması gerekenler de şu âyette bildirilmiştir:

Öyleyse gevşemeyin ve siz üstün iken barışa çağırmayın. Allah da sizinle beraberdir. Ve O [Allah], sizin amellerinizi eksiltmeyecektir. (Muhammed/35)

Sayı ve teçhizat açısından yeterli olmaları hâlinde Müslümanların savaşı bırakıp barış yapmaları söz konusu olamaz.

Âyette, Ve onların [mü’minlerin] gönüllerini kaynaştırandır. Sen yeryüzünde ne varsa hepsini topluca harcasaydın yine de onların gönüllerini kaynaştıramazdın. Ama Allah, aralarını kaynaştırdı. Şüphesiz O, azîz'dir, hakîm'dir buyurularak Allah'ın, olmaz denilen şeyleri gerçekleştirdiği vurgulanmaktadır:

Ve hep birlikte Allah'ın ipine sıkıca sarılın, ayrılmayın ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O [Allah], kalpleriniz arasında ülfet oluşturdu. Sonra da siz O'nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de oradan sizi O kurtarmıştı. İşte Allah doğru yolu bulasınız diye âyetlerini sizin için böyle ortaya koyar. (Âl-i İmrân/103)

Belki Allah, sizlerle onlardan kendilerine karşı düşmanlık beslemekte olduğunuz kimseler arasında bir sevgi kılar. Allah güç yetirendir. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. (Mümtehine/7)

Âyette, Ve onların [mü’minlerin] gönüllerini kaynaştırandır ifadesiyle, Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki uzlaşmaya işaret edilmektedir. Rasûlullah'ın hicretinden önce birbirlerine düşman olan bu iki kabile arasında savaşlar olur, kan dökülürdü. İslâm sayesinde bunlar kardeş oldular.

Müslümanların yaptıkları savaşların savunma savaşı olması sebebiyle Allah, düşmanların barışa yanaşmaları hâlinde, Rasûlullah'ın da barışa yanaşmasını emretmektedir.

Ayrıca âyette, düşmanın barışa yanaşmasının bir hile gereği olma ihtimali bulunsa bile Rasûlullah'ın çekinmeden barışa yanaşması emredilmekte; Allah'ın yardım edeceği bildirilmektedir.

Buradaki barış, işgal altındaki Müslümanların inanç ve kültürlerinden taviz vermek sûretiyle yaptıkları barış değildir. Ülkeleri işgal altında bulunan Müslümanlar barış yapamaz; ya ölür ya da hicret ederler. Ayrıca, böyle bir duruma düşen mü’min bir topluma yardım etmek, tüm mü’minlerin boyunlarına borçtur; ayrı devletlerin vatandaşları olmalarının hiç önemi yoktur.

64. Ey Nebi! Sana ve mü’minlerden sana uyan kimselere Allah yeter!

65. Ey Nebi! Mü’minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi (kişi) olursa ikiyüze gâlip gelirler. Ve eğer sizden yüz olursa, şüphesiz bunlar, anlayışsız bir toplum olduklarından dolayı, şu küfretmiş olan kişilerden bin kişiyi yenerler.

66. Şimdi Allah, sizden hafifletti ve sizde şüphesiz bir zaaf olduğunu bildi. O hâlde sizden sabırlı yüz kişi olursa ikiyüzü yenerler. Ve sizden bin olursa Allah'ın izniyle ikibini yenerler. Ve Allah sabredenlerle beraberdir.

Bu âyetlerde, savaş şartlarında mü’minlere nasıl bir hazırlık ve moral içinde olmaları gerektiği bildirilmektedir. Buna göre;

* Peygamber ve mü’minler rahat olmalıdırlar, Allah onlara her türlü yadımı sağlayacaktır.

* Peygamber mü’minleri savaşa teşvik etmelidir.

* Normal şartlarda sabırlı 1 mü’min 10 kâfiri; 100 mü’min 1.000 kâfiri yener.

* Ama mü’minlerin âyetlerin indiği günlerdeki durumuna göre sabırlı 1 mü’min 2 kâfiri; 100 mü’min 200 kâfiri yener.

Âyetteki, Şimdi Allah, sizden hafifletti ve sizde şüphesiz bir zaaf olduğunu bildi ifadesiyle, daha evvelki ifade çelişmez. Bu nedenle de aralarında nesh söz konusu değildir. Zira âyetler, haber cümlesidir.

1'e 10 oranı, normal şartlardaki durumu, 1'e 2 oranı ise mü’minlerin o anki [âyet indiği zamanki] durumunu haber vermektedir. Bugün ise bu oranın şartlara göre artması veya eksilmesi mümkündür. Elinde uçağı, atom bombası ve modern techizatı olan bir asker yüzbinlere bedeldir. Eğitimsiz, techizatsız bir asker ise bir askeri bile alt edemez. Müslümanların ila-i kelimetullah için yaptıkları savaşlarda düşman askerleri mü’minlerden genelde fazla idi, ama mü’minler gâlip geldi. Şehâdet şerbeti içmek isteyen mü’minlerin karşısında hiçbir ordu duramadı.

Âyette Rasûlullah'a, sabırlı 1 mü’minin 10 kâfire gâlip gelebileceği esasından hareketle Müslümanları teşvik etmesi emredilmektedir. Mesele, sabırda odaklanmakta; sabır ise, “sıkıntı ânında gevşememek, zaafa uğramamak ve boyun eğmemek”tir. Bu takdirde Allah, sabredenlere yardım edecektir:

Eğer sabrederseniz ve takvâlı davranırsanız, evet (sizi Rabbiniz destekler). Ve eğer onlar, ansızın üzerinize gelseler, Rabbiniz size işaretlenmiş/eğiten/gönderilmiş beş bin melekle yardım eder. (Âl-i İmrân/125)

Nice peygamberler de vardı ki, kendileriyle beraber birçok Allah erleri savaştılar; Allah yolunda kendilerine isâbet eden şeylerden gevşemediler, zaafa düşmediler ve boyun eğmediler. Ve Allah, sabredenleri sever. (Âl-i İmrân/146)

Bu paragraf ile ilgili klasik kaynaklarda şu bilgiler yer almaktadır:
Hz. Peygamber (s.a), 10 müslümanı, 100 kişilik bir kâfir ordusuna karşı gönderiyordu. Nitekim Hz. Hamza'yı (r.a) Bedir savaşı'ndan önce, 30 süvari ile birlikte kâfir bir topluluğa gönderdi. Onları, Ebû Cehl 300 süvari ile karşıladı. Müslümanlar o kâfirlerle savaşmak istediler ama, Hz. Hamza onlara engel oldu. Yine Hz. Peygamber (s.a), Abdullah b. Üneys'i (r.a), Hâlid b. Safvan el-Hüzeli'yi öldürmeye gönderdi. Hâlid, bir grup insan içinde bulunuyordu. Bundan dolayı Abdullah onu tanıyamadı, koşup, Hz. Peygamber'e (s.a) geri geldi ve dedi ki:

-- Ey Allah'ın Rasûlü, onu bana tavsif et.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi:

-- Onu gördüğünde şeytânı hatırlarsın ve tüylerinin ürperdiğini hissedersin. Onun, benim için bir ordu topladığı haberini aldım. Git ve onu öldür.

Abdullah der ki:

-- Ben de o tarafa gittim. Ona yaklaşınca, içimde bir ürperti hissettim. O da benim için, “Bu adam da kim?” deyince, ben, “Bir Arap... seni ve ordunu duydum sana katılmaya geldim” dedim. Onun yanında gitmeye başladım. Bir fırsatını bulunca onu kılıcımla öldürdüm ve oradan hızla uzaklaşıp, Hz. Peygamber'e (s.a) gittim ve onu öldürdüğümü söyledim. Hz. Peygamber (s.a) de bana bir asâ vererek şöyle dedi:

-- Bunu tut. Çünkü bu, Kıyamet günü benimle senin aranda bir alâmet olacak.[43]

67. Yeryüzünde ağır basmadıkça, kendisi için esirler oluşturması hiçbir peygambere uygun değildir. Siz dünya genişliğini istersiniz, Allah da âhireti ister. Ve Allah, azîz'dir, hakîm'dir.

68. Eğer Allah'tan bir yazı olmasa idi, kesinlikle aldığınız şeylerden dolayı size büyük bir azap dokunurdu.

69. Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve hoş olarak yiyin ve Allah'a takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.

Savaş hukukundan bahsedilen bu âyetlerde, Rasûlullah ve Bedir'de savaşan arkadaşlarına da serzenişte bulunulmaktadır:

* Yeryüzünde ağır basmadıkça [dünyayı idare edebilir hâle gelmedikçe, tam hükümranlık kurmadıkça], hiçbir peygambere esirler edinmesi uygun değildir.

* Zayıf hâldeyken esir edinmek, dünya metaına kapılmaktır ki bundan sakınılmalıdır.

Serzenişin doğrudan Rasûlullah'a yapılması, onun, Müslümanların esir aldıklarını gördüğü hâlde onlara engel olmaması sebebiyledir.

Bedir'de alınan esirlerin öldürülmeleri, fidye karşılığında serbest bırakılmalarından daha uygun idi; zira o şartlarda, Mekkeli müşrikleri fidye karşılığında serbest bırakmak, geçici dünya malını istemekten başka bir şey değildi. Hâlbuki Müslümanların, kalıcı olan âhireti, dünya malına tercih etmeleri gerekirdi.

69. âyette ise, hatalı olmalarına rağmen, Allah'ın Müslümanları affettiği, esirlere karşılık aldıkları fidyelerden faydalanmalarının helâl kılındığı bildirilmiştir.

Bu âyetlerin sebeb-i nüzûlü hakkında nakledilenler şöyledir:

İbn Abbâs dedi ki: Alınan esirler hakkında Rasûlullah (s.a), Ebû Bekr ve Ömer'e sordu:

-- Bu esirler hakkındaki görüşünüz nedir?

Hz. Ebû Bekr şöyle cevap verdi:

-- Ey Allah'ın Rasûlü! Bunlar amca çocuklarımız, aşiretimizin çocuklarıdır. Onlardan fidye almanı uygun görüyorum. Bu bizim için kâfirlere karşı da bir güç sebebi olur. Umulur ki Allah onları İslâm'a hidâyet eder.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) Ömer'e sordu:

-- Ey Hattâb'ın oğlu! Senin görüşün nedir?

Ben [Ömer b. el-Hattâb] dedim ki:

-- Allah'a yemin ederim ki hayır, ben Ebû Bekr'in görüşünde değilim. Ben, bize boyunlarını vurma imkânını vermen görüşündeyim, Ali'ye emret Akil'in boynunu vursun. Bana da emret filanın –Ömer'in bir akrabasının adını vererek– boynunu vurayım. Şüphesiz bunlar kâfirlerin önderleri ve elebaşlarıdır.

Rasûlullah (s.a) Ebû Bekr'in dediğini beğendi, benim dediğimi uygun görmedi. Ertesi gün geldiğimde Rasûlullah (s.a) ile Ebû Bekr oturmuş ağlıyorlardı. Dedim ki:

-- Ey Allah'ın Rasûlü! Bana bildir; sen ve arkadaşın ne diye ağlıyorsunuz? Eğer ağlaya bilirsem ben de ağlarım, ağlayamazsam ağlar gibi yaparım.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:

-- Senin arkadaşların bana bunlardan fidye almayı teklif ettikleri için ağlıyorum. Bana bunların azapları şu ağaçtan daha yakın bir yerde gösterildi.

Hz. Peygamber bu sırada kendisine yakın bir ağacı kasdetmişti. Azîz ve celîl olan Allah da, Yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanıncaya kadar esirler alması hiç bir peygambere yaraşmaz buyruğundan itibaren, Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve hoş yiyin buyruğuna kadar olan bölümleri indirdi ve böylelikle ganimetleri onlara helâl kıldı.[44]

Savaş esirleriyle ilgili ilâhî hüküm Muhammed sûresi'nde yer almaktadır:

Savaşta inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurun [onları öldürün]. Sonra onlara üstün geldiğiniz zaman bağı sıkı bağlayın [cephe gerisindekileri esir alın]. Sonra harp ağırlıklarını atıp, savaş bitince de onları ya karşılıksız olarak, ya da fidye ile salıverin. İşte (Allah'ın emri budur.) Eğer Allah dileseydi onlardan elbette intikam alırdı [onları cezalandırıp adaleti sağlardı]. Fakat (böyle olması) sizi birbirinizle denemek içindir. Allah yolunda öldürülenlere/öldürenlere/savaşanlara gelince, Allah onların amellerini asla boşa çıkarmaz. (Muhammed/4)

BEDİR ESİRLERİ
Rivâyet olunduğuna göre, Hz. Peygamber'in (s.a) yanına, içlerinde amcası Abbâs ile Âkil b. Ebî Tâlib'in bulunduğu 70 esir getirildi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), bu esirler hakkında Hz. Ebû Bekr ile istişare edince o şöyle dedi:

-- Bunlar senin kavmin ve akrabalarındır. Onları hayatta bırak. Belki Allah onlara tevbe nasîb eder. Onlardan, ashâbına güç ve kuvvet kazandıracak fidye al.

Hz. Ömer de bunun üzerine ayağa kalktı ve dedi ki:

-- Onlar seni yalanladılar ve seni yurdundan çıkardılar. Binâenaleyh onları öne çıkar ve boyunlarını vur. Çünkü onlar küfrün ileri gelenleridir. Üstelik Allah seni fidye almaktan müstağni kılmıştır. Bundan dolayı Hz. Ali'ye Âkil'i, Hz. Hamza'ya Abbâs'ı, bana da akrabam olan falancayı öldürme müsaadesi ver de, onların boyunlarını vuralım.

Hz. Peygamber (s.a) de şöyle dedi:

-- Allah birtakım insanların kalblerini yumuşatır ve onların kalbleri sütten daha yumuşak olur. Yine Allah birtakım kimselerin kalblerini sertleştirir ve onların kalbleri taştan daha sert olur. Ey Ebû Bekr! Sen tıpkı Hz. İbrâhîm gibisin. Çünkü o, Kim bana uyarsa işte o, bendendir. Kim de bana karşı gelirse, (ey Rabbim) Sen gafûr ve rahîmsin (İbrâhîm/36) demişti. Yine, “Sen tıpkı Hz. Îsâ gibisin. Zira o, Eğer kendilerine azab edersen şüphe yok ki onlar Senin kullarındır. Eğer onları yarlığarsan, mutlak gâlip ve yegâne hüküm ve hikmet sahibi olan da, hakikaten Sensin Sen (Mâide/118) demişti. Ey Ömer! Sen de tıpkı Hz. Nûh gibisin; zira o, şöyle demişti: Ey Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma (Nûh/26); Keza sen, Mûsâ gibisin, çünkü o, Sen onların mallarını yok et ey Rabbimiz, kalblerini şiddetli sık ki onlar o çetin azabı görecekleri zamana kadar iman etmeyeceklerdir (Yûnus/88) demiştir.

Neticede, Allah'ın Rasûlü, Hz. Ebû Bekr'in görüşüne meyletti ve Hz. Ömer'e şöyle dedi:

-- Ey Ebâ Hafs –bu ona künyesiyle ilk hitab edişi idi–; sen bana amcam, Abbâs'ı öldürtmemi mi teklif ediyorsun.

Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle demeye başladı:

-- Vay Ömer'in hâline, anası onu kaybetsin.

Rivâyet olunduğuna göre Abdullah ibn Revaha da, o esirlerin, odunu bol bir ateş üzerinde yakılmalarını teklif etti de, bunun üzerine Abbâs ona şöyle dedi:

-- Sen, sıla-i rahmi kestin.

Yine rivâyet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a), “onlardan fidye almadan veya boyunlarını vurmadan hiç birini bırakmayın!” dedi. İbn Mes‘ûd diyor ki: Ben, “Süheyl ibn Beydâ hariç. Zira ben onu, müslüman olduğunu söylerken duydum...” dedim. Bunun üzerine Allah'ın Rasûlü sustu, benim de korkum şiddetlendi. Sonra Allah'ın Rasûlü, “Süheyl ibn Beydâ hariç!” dedi.

Ubeyde es-Selmanî'den de, Allah'ın Rasûlü'nün, ashâbına şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “İsterseniz onları öldürün; isterseniz fidye alın, fakat (fidye alırsanız) sizden de onların sayısınca şehid düşer.” Ashâb, “Hayır, biz fidye alırız” dediler. (Böyle diyenler,) Uhud'da şehid oldular. Diğer esirlerin fidyesi 20, Abbâs'ın fidyesi ise 40 ukiyye idi. Muhammed ibn Sîrîn'den, onların fidyelerinin 100 ukiyye olduğu rivâyet edilmiştir. 1 ukiyye, 40 dirhem (gümüş) veyahut da 6 dinar (altın)dır. Rivâyet olunduğuna göre ashâb fidyeyi alınca, işte bu âyet-i kerîme” nâzil oldu. Bunun üzerine Hz. Ömer, Allah'ın Rasûlü'nün yanına girdi; bir de ne görsün, Allah'ın Rasûlü ve Ebû Bekr ağlıyorlar!.. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle dedi:

-- Yâ Rasûlallah! Neden ağladığınızı bana da söyleyin de ağlayabilirsem ağlayayım. Yok, ağlayamazsam, ağlamaya çalışayım.

Hz. Peygamber şöyle karşılık verdi:

-- Ben, fidye almalarından dolayı ashâbıma ağlıyorum; –yakınındaki bir ağacı kasdederek– bana, onların azabı şu ağaçtan daha yakın olarak gösterildi. Şâyet bir azab inecek olsaydı, Ömer ve Sa‘d ibn Mu‘âz hariç, hiç kimse kurtulamazdı.

İşte, bu âyetin sebeb-i nüzûlü hakkındaki söz bundan ibarettir.[45]

68. âyetteki, Eğer Allah'tan bir yazı olmasa idi kesinlikle aldığınız şeylerden dolayı size büyük bir azap dokunurdu ifadesiyle kasdedilen “yazı”, aşağıdaki âyetlerde konu edilen ilâhî karardır:

Hâlbuki sen içlerinde iken Allah onlara azab edecek değildi. İstiğfâr ettikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir. (Enfâl/33)

İşte bu; Rabbinin, halkı gâfil iken ülkeleri zulüm ile helak edici olmayışıdır. (En‘âm/131)

Ve senin Rabbin, halkları ıslahatçı [düzeltici] iken, o memleketleri hakksız yere/zulüm sebebiyle helâk edecek değildir. (Hûd/117)

70. Ey Nebi! Esirlerden elinizde olan kimselere de ki: “Eğer Allah sizin kalblerinizde bir hayır bilirse, sizden alınandan daha hayırlısını size verir ve günahlarınızı bağışlar. Ve Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”

71. Ve eğer sana hıyanet etmek isterlerse iyi bilsinler ki, bundan önce onlar, Allah'a hâinlik ettiler de O [Allah], mü’minlere onlardan fazla imkân verdi. Ve Allah, alîm’dir, hakîm'dir.

Yine savaş hukukunun ele alındığı bu âyetlerde, Elçi'nin, Bedir savaşı'nda alınan esirler hakkında ne yapması gerektiği bildirilmektedir. Hitap; elçi, komutan ve devlet başkanı olması hasebiyle zâhiren Rasûlullah'a yönelik olsa da, esasında mü’minlere yöneliktir.

Âyette zikri geçen esirler hakkında klasik kaynaklarda şu bilgiler verilmektedir:

İbn Abbâs (r.a) dedi ki: Bu âyet-i kerîmede sözü geçen esirler, Abbâs ve arkadaşlarıdır. Peygamber'e (s.a), “Biz senin getirdiğine iman ettik. Senin, Allah'ın Rasûlü olduğuna da şâhitlik ediyoruz. Andolsun ki, kavmine karşı senin lehine samimi davranacağız” demişlerdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[46]

İbn İshâk'tan: Kureyşliler, esirlerinin fidye karşılığı serbest bırakılması için Rasûlullah'a (s.a) haber gönderdi. O gün her bir esiri akrabaları onların [Müslümanların] razı olacakları bir fidye karşılığında serbest bıraktı. Abbâs şöyle dedi:

-- Ey Allah'ın Rasûlü! Ben müslümandım.

Rasûlullah (s.a) da şöyle karşılık verdi:

-- Senin müslüman olup olmadığını en iyi bilen Allah'tır. Eğer dediğin gibi ise, Allah bunun karşılığını sana verecektir. Ancak, zâhiren senin durumunda görülen, bizim aleyhimize olduğundur. Haydi kendinin ve iki kardeşinin oğulları Nevfel b. el-Hâris b. Abdulmuttalib ile Âkil b. Ebî Tâlib'in ve antlaşmalın olan Hâris b. Fihroğulları'na mensup Utbe b. Amr'ın fidyelerini öde.

Abbâs dedi ki:

-- Ey Allah'ın Rasûlü! Bende bu kadar fidye ödeyecek para yok.

Rasûlullah şöyle karşılık verdi:

-- Umm el-Fadl ile birlikte gömüp sakladığın mal nerede? Sen ona şöyle demiştin: “Eğer bu yolculuğumda bana bir şey olursa, işte bu mal çocuklarım Fadl'a, Abdullah'a ve Kusem'e kalsın.”

Abbâs şöyle dedi:

-- Ey Allah'ın Rasûlü! Gerçekten ben, senin Allah'ın Rasûlü olduğunu biliyorum. Şüphesiz ki bu, benden ve Umm el-Fadl'dan başka kimsenin bilmediği bir husustur. Ey Allah'ın Rasûlü, beraberinde bulunan ve ganimet olarak benden aldığınız 20 ukiyelik maldan bunu düş!

Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:

-- Hayır o, Allah'ın senden bize vermiş olduğu bir şeydir.

Bunun üzerine Hz. Abbâs fidye ödeyerek kendisini, iki yeğenini ve antlaşmalısını kurtardı. Yüce Allah da onun hakkında, Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki... âyetini indirdi. İbn İshâk (devamla) der ki: “Esirler arasında fidyesi en çok olan kişi Abdulmuttalib'in oğlu Abbâs'tı. Çünkü varlıklı bir kimse idi. O, kendisini 100 ukiyye altın fidye vererek kurtarmıştı.”

Buhârî'de de şöyle denilmektedir: Mûsâ b. Ukbe dedi ki: İbn Şihâb dedi ki: Bana Enes b. Mâlik'in anlattığına göre, Ensârdan birtakım kimseler Rasûlullah'tan (s.a) izin alarak şöyle dediler:

-- Ey Allah'ın Rasûlü! Bize izin ver de kardeşimizin oğlu Abbâs'ın fidyesini almayalım.

Hz. Peygamber şöyle karşılık verdi:

-- Hayır, Allah'a yemin ederim ki 1 dirhem dahi bırakmayacaksınız.[47]

İbn İshak dedi ki: Bu, Bedir'den bir ay sonra olmuştu. Abdullah b. Ebî Bekr dedi ki: Bana Rasûlullah'ın (s.a) kızı Zeyneb'den nakledildiğine göre o şöyle demiş: Ebu'l-Âs Mekke'ye gelince bana dedi ki:

-- Hazırlan babanın yanına git.

Bunun üzerine ben de hazırlığımı yapmak üzere çıktım. Utbe kızı Hind karşıma çıktı ve bana sordu:

-- Ey Muhammed'in kızı! Bana, senin babana gitmek istediğine dair bir haber ulaştı doğru mu?

Ben ona şöyle cevap verdim:

-- Öyle bir isteğim yok.

O da şöyle dedi:

-- Öyle olsun amca kızı. Böyle bir şey yapma. Ben, varlıklı bir kadınım. Senin gerek duyacağın mallarım var. Eğer istediğin herhangi bir mal varsa, onu sana satarım. Yahut da herhangi bir harcamaya ihtiyacın varsa sana borç verebilirim. Zaten erkekler arasına giren şeyler kadınlar arasında görülmemelidir.

Hz. Zeyneb dedi ki:

-- Allah'a yemin ederim, görüşüme göre o bu sözlerini ancak gereğini yapmak kastıyla söylemişti. O bakımdan, ben de ondan korktum ve niyetimi gizleyerek, “Hayır böyle bir şey de istemiyorum” dedim.

Nihâyet Zeyneb (r.anha) hazırlıklarını bitirince, bineğine bindi ve kayınpederi Kinâne b. er-Rabî, gündüzün onun devesini çekerek yola koyuldu. Mekkeliler bunu haber aldılar. Hebbar b. el-Esved ile Fihroğulları'ndan Nafv b. Abdulkays onu tâkibe çıktılar. Hz. Zeyneb'in yanına ilk yaklaşan kişi Hebbar oldu. Hebbar, mızrağıyla hevdecinde bulunan Hz. Zeyneb'i korkuttu.

Kinâne b. er-Rabî diz çöktü ve oklarını saçarak yayını alıp şöyle dedi:

-- Allah'a yemin ederim ki, bana kim yaklaşırsa ona bir ok saplayacağım.

Bu sefer Ebû Süfyân, Kureyşlilerin ileri gelenleri ile birlikte yanına gelip şöyle dedi:

-- Be adam, bize ok atmaktan vazgeç ki, seninle konuşabilelim.

Ebû Süfyân, yanına gelip durdu ve şöyle dedi:

-- Sen kötü bir şey yapmış değilsin. Fakat herkesin gözü önünde bu kadını alıp çıktın. Bedir'de başımıza gelen musibeti biliyorsun. Bu sefer Araplar senin herkesin gözü önünde aramızdan o adamın kızını alıp çıktığın için bizim zaafa düştüğümüzü, gevşediğimizi söyleyip duracaklar. O bakımdan sen bu kadını geri getir, birkaç gün onunla beraber Mekke'de kal. Sonra da geceleyin kimsenin farketmeyeceği bir şekilde gizlice onu al ve babasına gönder. Yemin olsun ki, onun babasının yanına gitmemesine bizim ihtiyacımız yok. Fakat şu anda başımıza gelen bu musibetten dolayı bu yolla intikam almak istiyor değiliz.

Kinâne, Ebû Süfyân'ın dediğini yaptı. İki veya üç gün geçtikten sonra, gizlice Hz. Zeyneb'i Mekke'nin dışına çıkardı. Hz. Zeyneb de Rasûlullah'ın (s.a) yanına vardı. Naklettiklerine göre, Hebbar b. Umm Dirhem Hz. Zeyneb'i korkuttuğunda, karnındaki yavrusunu düşürmüştü.[48]

İbn Abbâs (r.a), Ey Peygamber, ellerinizdeki esirlere de ki... âyetinin Hz. Abbâs, Âkîl b. Ebî Tâlib ve Nevfel b. el-Hâris hakkında nâzil olduğunu söyleyerek şöyle demiştir:

Abbâs, Bedir Günü esir edilenler arasında idi. Beraberinde de, Kureyş kâfirlerine yedirmek [harcamak] için getirdiği 20 ukiyye altını verdi. Bedir'deki Kureyş (ordusuna) yemek yedirmeyi üstlenen on kişiden biri idi. Yedirme sırası daha ona gelmeden esir edilmişti. Bunun üzerine Abbâs şöyle dedi:

-- Aslında ben müslümandım. Ama onlar beni buna zorladılar.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle karşılık verdi:

-- Eğer söylediğin doğru ise, Allah seni mükâfâtlandıracaktır. Ama senin zâhirî hâlin, bize karşı olmuştur.

Hz. Abbâs (r.a) şöyle demektedir: “Allah'ın Rasûlü ile, o altını bana geri vermesi hususunda görüştüm de, o şöyle dedi:[BLOK

-- Senin, bizim aleyhimizdekileri desteklemek için yanında getirdiğin o parayı, sana asla veremeyiz.

Ardından kardeşimin oğlu Âkîl b. Ebî Tâlib ile Nevfel b. el-Hâris'in fidyelerini de 20 ukiyye altın olarak bana yükleyince, ben dedim ki:

-- Ey Muhammed! Beni Kureyş'e el açacak şekilde fakir bıraktın.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle karşılık verdi:

-- Senin Mekke'den çıkarken (hanımın) Ümmü'l-Fazl'a verdiğin ve “Başıma ne gelir, bilmiyorum. Eğer başıma kötü bir şey gelirse bu, sana, Abdullah'a, Ubeydullah'a ve Fazl'a aittir” dediğin o altınlar ne oluyor?

Abbâs da sordu:

-- Bunu nereden biliyorsun?

Hz. Peygamber (s.a) cevap verdi:

-- Rabbim haber verdi.

Bunun üzerine Abbâs şöyle dedi:

-- Ben, senin doğruluğuna, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve senin O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet ederim. Allah'a yemin olsun ki, bunu Allah'tan başka kimse bilmiyordu. Yine yemin olsun ki, ben o altınları Ummü'l-Fazl'a gecenin karanlığında vermiştim. Vallahi, senin risaletin hususunda biraz şüphem vardı. Ama sen bunu bana haber verince, artık şüphem kalmadı.

Hz. Abbâs sözünü şöyle sürdürdü:

Allah bana o altınlardan daha hayırlısını verdi. Şu anda 20 kölem var. Bunların en az iş yapanı, 20.000 dirhem sermaye ile ticaret yapıyor. Allah bana zemzemi de verdi ki, buna bedel olarak Mekke ahalisinin bütün malları da verilse razı olmam. Böylece ilâhî vaadin yarısına nail oldum. İkinci yarısı olan mağfiret vaadini de Rabbimden ümit etmekteyim.

Rivâyet olunduğuna göre, Hz. Peygamber'e (s.a) Bahreyn zekâtı 80.000 dirhem olarak getirildiğinde, o öğle namazı için abdest almıştı, ama onu dağıtmadan namazı kıldırmadı. Hz. Abbâs'a (r.a) da ondan almasını emretti. O da o maldan, taşıyabileceği kadarını aldı ve (bu âyete işaret ederek), “Bu, benden fidye olarak alınandan daha hayırlıdır. Ben, bağışlanacağımı da umarım” dedi.[49]

71. âyetteki, Ve eğer sana hıyanet etmek isterlerse iyi bilsinler ki, bundan önce onlar, Allah'a hâinlik ettiler de O [Allah], mü’minlere onlardan fazla imkân verdi ifadesindeki ekmene fiilinin mahzuf olan mef‘ulü [tümleci], pasajdaki söz akışına göre mü’minlere sözcüğü olarak takdir edilebilir. Bu durumda âyetin anlamı, “onlar, Bedir'de Allah'ın Rasûlü'ne karşı savaşmak sûretiyle Allah'a karşı hâinlik edince, Allah da o mü’minlere, onları öldürme ve esir alma fırsat ve imkânı tanıdı” demek olur.

Bu âyet, Allah'a hâinlik edenlere karşı mü’minlere her zaman yardım edileceği müjdesini vermektedir.

72. Kuşkusuz şu iman etmiş, hicret etmiş, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşan ve barındırıp yardım eden kimseler; evet işte bunlar, bazısı bazısının velîsi olanlardır. İnanan ve hicret etmeyen kimselere gelince, hicret edene kadar, onlara yakınlık söz konusu değildir. Ve din uğrunda yardım isterlerse, aranızda antlaşma bulunan bir halk zararına olmaksızın, onlara yardım etmeniz gerekir. Ve Allah, yaptıklarınızı çok iyi görendir.

73. Küfretmiş olan şu kimseler de, birbirlerinin velîleridirler. Eğer siz de onu yapmazsanız, yeryüzünde büyük bir kargaşa ve fitne çıkar.

74. Ve o, iman eden, hicret eden ve Allah yolunda cihad eden kimseler ile, barındıran ve yardım eden kimseler; işte bunlar, gerçek mü’minlerin ta kendileridir. Bunlar için bir mağfiret ve saygın bir rızık vardır.

75. Ve bundan sonra, inanan ve hicret eden ve cihad eden kimseler; artık onlar da sizdendirler. Akraba olanlar da, Allah'ın kitabına göre, birbirlerine daha yakındırlar. Şüphesiz Allah, en iyi bilendir.

Bu âyetlerde, mü’minlerin kendi aralarındaki konumlarına ve kâfirlere karşı takınacakları tavırlara ilişkin ilkeler ortaya konulmaktadır:

* İman etmiş, hicret etmiş, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşan ve barındırıp yardım eden kimseler birbirlerinin velîsidirler.

* İnanan ve hicret etmeyen kimselere, hicret edene kadar yakınlık söz konusu değildir.

* Ve din uğrunda yardım isteyenlere, arada antlaşma bulunan bir halk zararına olmamak kaydıyla yardımda bulunulacaktır.

* Küfretmiş olan kimseler de, birbirlerinin velîleridirler.

* Eğer bu kurallara uyulmazsa, yeryüzünde büyük bir kargaşa ve fitne çıkar.

* İman eden, hicret eden ve Allah yolunda cihad eden kimseler [Muhâcirler] ile, barındıran ve yardım eden kimseler [Ensâr], gerçek mü’minlerdir.

* Bunlar için bir mağfiret ve saygın bir rızık vardır.

* Sonradan inanan, hicret eden ve cihad eden kimseler de mü’minlerin bir parçasıdır.

* Akraba olanlar da, Allah'ın kitabına göre, birbirlerine daha yakındırlar.

Bu paragrafta zikredilen ilkeler şu âyetlerde de geçmektedir:

Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara hakkaniyetle davranmaktan men etmez. Şüphesiz ki Allah adalet yapanları sever. Allah ancak, sizi, sizinle din hakkında savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimseleri velî [idareci] edinmenizi yasaklar. Kim onları velî edinirse, işte onlar, zâlimlerin ta kendileridir. (Mümtehine/8-9)

Ve de fitne kalmayıp, din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Artık eğer, vazgeçerlerse, düşmanlık, zâlimlerden başkasına yoktur. (Bakara/193)

72-73. âyetler, kâfirlerle mü’minler arasındaki velâyet konusu hakkındadır. Buna göre mü’minler mü’minlerin, kâfirler de kâfirlerin velîsi olup birbirlerini koruyup gözetir ve yardımda bulunurlar. Mü’minler kesinlikle velâyetlerini [korunmalarını, gözetilmelerini, yönetimlerini], müşriklere-kâfirlere teslim edemezler. Bu, kesinlikle yasaklanmıştır:

Onlardan bir çoğunun, küfretmiş kişileri mütevelli [kollayıcı, gözetici, yönetici] yaptıklarını görürsün. Benliklerinin kendilerinin önüne getirdiği şey; Allah'ın kendilerine gazap etmesi ne kadar kötüdür! Onlar, azap içinde de sürekli kalıcıdırlar. Ve eğer onlar, Allah'a, Peygamber'e ve o'na indirilene inanmış olsalardı, onları velî edinmezlerdi. Velâkin onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir. Sen kesinlikle iman eden kişilere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak Yahûdileri ve ortak koşan kimseleri bulursun. Ve kesinlikle iman eden kimselere sevgi bakımından en yakın olarak da, kendi içlerinde keşişler ve rahibler olduğundan ve onlar büyüklük taslamadıklarından, “Biz Hristiyanlarız” diyen kimseleri bulursun. (Mâide/80-82)

Ey iman etmiş kimseler! Sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve kâfirlerden, dininizi alay ve eğlence edinen kimseleri velîler edinmeyin. Ve eğer iman edenler iseniz, Allah'a takvâlı davranın. (Mâide/57)

Ey iman etmiş kimseler! Yahûdileri ve Hristiyanları velîler edinmeyin. Onlar birbirlerinin velîsidirler. Sizden kim onları mütevelli [koruyucu, gözetici, yönetici] yaparsa, artık o, şüphesiz onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğunu kılavuzlamaz. (Mâide/51)

Mü’minler, mü’minlerin astlarından kâfirleri velîler edinmesinler. Artık onu her kim yaparsa Allah'tan hiçbir şeyi yoktur. Ancak onlardan bir korunma yapmanız başkadır. Allah sizi Kendisinden çekindiriyor. Ve oluş/varış yalnızca Allah'adır. (Âl-i İmrân/28)

Ey iman etmiş kimseler! Eğer babalarınız ve kardeşleriniz imana karşılık küfrü seviyorlarsa, onları velîler edinmeyiniz. Sizden her kim de onları velîleştirirse artık işte onlar, zâlimlerin ta kendileridir. (Tevbe/23)

Ey iman etmiş kimseler! Benim düşmanımı ve sizin düşmanınızı velîler edinmeyin. Onlar, size hakktan gelen şeyleri inkâr ettikleri hâlde, siz onlara sevgi ulaştırıyorsunuz. Rabbiniz Allah'a inandığınızdan dolayı Elçi'yi ve sizi çıkarıyorlar. Eğer Benim yolumda cihad etmek ve Benim rızamı kazanmak için çıktınızsa, onlara sevgi mi gizliyorsunuz? Oysa Ben sizin gizlediğiniz şeyleri ve açığa vurduğunuz şeyleri bilirim. Ve sizden kim bunu yaparsa artık o, kesinlikle yolun doğrusundan sapmıştır. Eğer onlar sizi ele geçirirlerse, sizin için düşman olacaklardır, ellerini ve dillerini kötülükle size uzatacaklardır. Ve onlar “keşke inkâr etseniz” istemektedirler. (Mümtehine/1-2)

Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara hakkaniyetle davranmaktan men etmez. Şüphesiz ki Allah, hakkaniyetle davrananları sever. Allah ancak, sizi, sizinle din hakkında savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardımlaşan kimseleri velîleştirmenizi [koruyucu, gözetici, yönetici yapmanızı] yasaklar. Kim onları velîleştirirse, işte onlar, zâlimlerin ta kendileridir. (Mümtehine/8-9)

Ey iman etmiş kimseler! Mü’minlerden seviyece düşük olan kâfirleri velîler edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah'a apaçık bir kanıt vermek mi istiyorsunuz? (Nisâ/144)

Onlar, kendileri inkâr ettikleri gibi, sizin de inkâr etmenizi böylece onlarla eşit olmanızı arzu ettiler. Onun için, onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan velîler edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün; onlardan bir velî ve bir yardımcı edinmeyin. (Nisâ/89)

NOT: Bu âyetlerde yer alan velî, evliyâ sözcükleri, genelde “dost”, dostlar” olarak çevrilerek âyetler ahlâkî bir davranışı öneriyor anlamına indirgenmektedir. Hâlbuki buradaki velâyet; idarî, siyasî ve hukukî velâyettir [korunma, gözetilme ve yönetilmedir].

23. âyetteki, Eğer siz de onu yapmazsanız, yeryüzünde büyük bir kargaşa ve fitne çıkar ifadesiyle, “şâyet, Allah'ın emir ve nehiylerine riâyet etmezseniz, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat meydana gelir” [kimliğinizi, dininizi ve vatanınızı kaybedersiniz] demektir. Zaten dinin amacı da, insanlara kimlik kazandırarak dünyadaki zulüm ve kargaşayı kaldırıp adaleti tesis etmek değil midir? Günümüzde gâyet açık olarak görüldüğü üzere, velâyetleri gayr-i müslimlere verilen çocukların İslâm dininden uzaklaşmış, Hristiyan, hatta papaz olmuşlardır. Ayrıca, velâyetlerini gayr-i müslimlere veren Müslüman ülkelerin ahlâkî, siyasî, iktisadî ve askerî açıdan yürekler acısı bir durumda oluşu da bu âyetlerin işaret ettiği sonuçtan başka bir şey değildir.

Muhâcirler ve Ensâr daha bir çok âyette de övülmüştür:

Muhâcir ve Ensâr'dan ilk önce öne geçenler ve iyi amellerle onları izleyenler; Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah'tan razı oldular. Ve O [Allah] onlara, içlerinde temelli kalacakları altlarında ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu, büyük bir kurtuluştur. (Tevbe/100)

Andolsun ki, Allah, Peygamber'e ve en zor gününde o'na uyan Muhâcirlere ve Ensâr'a, kendilerinden bir kısmının kalbleri az kalsın kayacak gibi olmuşken, tevbe nasip etti. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Şüphesiz O, onlara, çok şefkatlidir, çok merhametlidir. (Tevbe/117)

Allah'ın, o kent halkından, Rasûlü'ne verdiği ganimetler, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşmasın diye Allah'a, Elçi'ye yakınlık sahiplerine; göç eden fakirler –ki onlar, Allah'ın lütuf ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'a ve Elçisi'ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir,– yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden aloyduysa ondan geri durun. Allah'a da takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, kovuşturması çok çetin olandır. Onlardan önce o yurda ve imana yerleşen kimseler de, kendilerine göç edenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, onları kendilerine tercih ederler. Kim de nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar, başarıya erenlerin ta kendileridir. (Haşr/7-9)

Allah doğrusunu en iyi bilendir.






--------------------------------------------------------------------------------
[1] Suyûtî, el-İtqân.

[2] Lisânu'l-Arab; c. 8, s. 658-660, “Nfl” mad.

[3] Lisânu'l-Arab; c. 6, s. 687, “Ğnm” mad.

[4] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[5] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[6] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[7] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[8] İbn Kesîr.

[9] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 3, s. 440.

[10] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[11] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[12] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 169, 419-421.

[13] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[14] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[15] Bu savaşın vukû bulduğu tarihte İbn Abbâs henüz 4 yaşında bir çocuk olup Mekke'de idi. Babası Abbâs ise Mekkeli müşriklerin ordusunda Rasûlullah ile savaştı ve esir düştü.

[16] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[17] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[18] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[19] İbn Kesîr.

[20] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[21] Kurtubî, Ebû Ubeyde, Mecâzu'l-Kur’ân'dan naklen.

[22] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[23] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[24] İbn Kesîr.

[25] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[26] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[27] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[28] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[29] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[30] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[31] İbn Kesîr.

[32] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 303.

[33] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[34] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[35] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[36] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 5, s. 476.

[37] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 616- 619, c. 4, s. 574.

[38] Târih kaynakları.

[39] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[40] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[41] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 7, s. 294.

[42] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[43] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[44] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[45] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[46] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[47] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[48] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[49] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla