Konu: Tevbe Suresi
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 9. August 2010, 12:08 AM   #6
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Tefsir âlimleri derler ki: Amr b. Avfoğulları Kubâ mescidi'ni inşa ettiler ve Hz. Peygamber'den yanlarına gelmesi ricasında bulundular. O da onlara gelip Kuba'da namaz kıldı. Kardeşleri Ğunm b. Avfoğulları onları kıskanarak, “Biz de bir mescit yapacağız ve Peygamber'e (s.a) haber gönderip, kardeşlerimizin mescidinde namaz kıldığı gibi bizim de mescidimizde namaz kılmak üzere gelmesini rica edeceğiz. Daha sonra da Ebû Âmir, Şam'dan geldiği takdirde bu mescitte namaz kıldırır” diyerek Peygamber'e (s.a) gittiler. O sırada Hz. Peygamber Tebük'e çıkmak üzere hazırlık yapıyordu. Hz. Peygamber'e, “Ey Allah'ın Rasûlü!” dediler, “Biz, ihtiyacı olan hastalar ve yağmurlu geceler için bir mescit inşa ettik. Bizim için gelip orada namaz kılmanı ve mübarek olması için dua etmeni arzuluyoruz.” Bunun üzerine Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: “Şimdi ben yola çıkmak üzereyim ve meşgul bir hâldeyim. Dönecek olursak, size gelir ve sizin için orada namaz kılarız.”

Peygamber (s.a) Tebuk'ten döndüğünde yanına geldiler. Kendileri de mescidi bitirmiş bulunuyorlardı. Orada Cuma, Cumartesi ve Pazar günü de namaz kılmışlardı. Hz. Peygamber yanlarına gitmek maksadıyla giymek üzere gömleğinin getirilmesini istedi. Bu sefer Mescid-i Dırar'ın durumunu bildiren Kur’ânî buyruklar nâzil oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Mâlik b. ed-Duhşum, Ma’n b. Adiy, Âmir b. es-Seken ile Hz. Hamza'yı öldürmüş olan Vahşi'yi çağırarak şöyle dedi: “Halkı zâlim olan şu mescide gidin; onu yıkın ve yakın.” Onlar da hemen yola koyuldular. Mâlik b. ed-Duhşum evinden bir miktar alevli ateş aldı. Hep birlikte gidip mescidi yaktılar, yıktılar. Bu mescidi inşa edenler 12 kişi idiler: Amr b. Avfoğulları'ndan birisi olan Ubeyd b. Zeydoğulları'ndan Hizam b. Hâlid –ki, Dırar Mescidi onun evine ait arsada yapılmıştı–, Muattib b. Kuşeyr, Ebû Hubeybe b. el-Ezar, Amr b. Avfoğulları'ndan Sehl b. Huneyf'in kardeşi Abbâd b. Huneyf, Câriye b. Âmir, onun iki oğlu Mucemmi ve Zeyd, Nebtel b. el-Hâris, Bahzec, Becâd b. Osman ve Vedia b. Sâbit. Salebe b. Hâtıb da aralarında zikrolunmaktadır.[16]

Bu pasajda, târihe “Mescid-i Dırar” diye geçen hâdise nakledilmiştir. Bu konuya dair İbn Kesîr ve Mevdûdî'nin derlemelerini naklediyoruz:

...Allah ve Rasûlü ile savaşmış olan... Medîne'de Hazrec kabilesine mensup Ebû Âmir'dir. O Hz. Peygamber'in (s.a) hicretinden önce câhiliye döneminde Hristiyan bir râhip olmuştu. Kutsal metinler hakkındaki bilgisinden dolayı meşhur bir âlim ve dindar bir râhip olarak çok saygı görüyordu. Fakat âlim olması ve zâhitliği onu gerçeğe götüreceği yerde bilakis buna engel olmaktaydı. Bundan dolayı, İslâm'ı inkâr etmekle kalmayıp aynı zamanda Hz. Peygamber (s.a) ve o'nun davetinin de amansız düşmanı olmuştu. Zira o, Hz. Peygamber'i (s.a) papazlığın “mukaddes vazifesi”ne rakip olarak görüyordu. Kureyş'in gücünün Hz. Peygamber (s.a) ve davetini ezip yok etmeye kafi geleceği ümidi ile Ebû Âmir önceleri Hz. Peygamber'i önemsemedi. Fakat Kureyş ordusunun Bedir harbi'nde tam bir hezimete uğradığını gördüğü zaman artık daha fazla bu hareketi görmezlikten gelemezdi. Bundan dolayı da İslâmî harekete karşı şiddetli bir fesat kampanyası başlattı.

Böylece Medîne'den ayrılarak, İslâm'a karşı teşvik ve tahriklerde bulunmak üzere çeşitli kabileleri ziyaret etti. Uhud savaşı'nın meydana gelmesine sebep olan kişilerden birisi de bu Ebû Âmir'dir. Uhud savaşı'nın yapıldığı yerde bazı çukurlar kazdırdığı ve Hz. Peygamber'in (s.a) bu çukurlardan birinin içine düşüp yaralandığı da rivâyet edilir. Daha sonra Ahzâb savaşı'nda Medîne'yi işgal etmeye gelen orduların teşkilatlandırılmasında da önemli bir rol oynamıştır. Ayrıca, bu Hristiyan râhip Huneyn harbi'ne kadar meydana gelen bütün savaşlarda, İslâm'a karşı müşriklere destek sağlamada aktif olarak faaliyette bulunmuştu. En sonunda Arabistan'da, İslâm'ın hamlesini durdurulabilecek hiçbir güç kalmadığını anlayınca Arabistan Yarımadası'nı terk etti ve Medîne'den yükselmekte olan “tehlike” konusunda Roma Kayserini uyarmaya gitti. Roma Kayserinin, Hz. Peygamber'in (s.a) Tebük seferine mukabil Arabistan'ı istila etmek için hazırlıklara başlaması, Ebû Âmir'in gösterdiği çabaların bir sonucudur.

Şimdi, Hakk Davet'e zarar vermek üzere inşa edilmiş olan “caminin” yapılmasının gerisinde yatan gerçeği bir düşünelim: Medîne'de bulunan münâfıkların bir bölümü İslâm'a karşı çirkin faaliyetlerin hepsinde Ebû Âmir'le yakından işbirliği yapmışlardı. Ayrıca, Roma Kayseri ve diğer Kuzey Arabistan Hristiyan devletlerinden askerî yardım koparılması için “manevî” nüfuzunu kullanması hususunda da onunla anlaşmışlardı. Binaenaleyh Ebû Âmir, Arabistan'a saldırması konusunda Kayser'i ikna etmek için gitmeye hazırlandığı sırada, onlar da kendilerini ayrı bir hizip olarak örgütleyebilmeleri için emin bir toplanma yeri olarak işlev görecek bir “cami” yapma plânı tasarladılar. Çünkü bu sayede, din maskesi altında şeytânca faaliyetler yürüttüklerini kimse fark etmeyecekti. Ayrıca, bu mescit Ebû Âmir'in ajanlarının yolcu ve dilenci gibi gözükerek hiçbir şüphe uyandırmadan kalabilecekleri bir karargâh olarak da hizmet görecekti.

Aslında, biri Kuba'daki Kuba Mescidi ve diğeri Mescid-i Nebevî olmak üzere Medîne'de hâlen iki mescit zaten bulunmaktaydı. Şehirde üçüncü bir mescide ihtiyaç olmadığı gün gibi aşikârdı. Bunu münâfıkların kendileri de biliyorlardı, bundan dolayı üçüncü bir mescide ihtiyaç olduğunu göstermek üzere birtakım nedenler uydurmaya başladılar. Bu maksada binaen, Hz. Peygamber'e (s.a) gittiler ve “Bu bölgenin halkı ve bilhassa yaşlı, hasta, sakat olanlarımız için, kış mevsimi ve yağmurlu havalarda bu iki mescitten birisine, günde beş defa gidip gelmelerinin çok zor olduğu için bir başka mescide ihtiyacımız vardır. Bundan dolayı, Kuba Mescidi ve Mescid-i Nebevî'den uzak bir mahallede oturan ve namazlarını cemaatle kılmak isteyen bu kimselere yeni bir mescit yapmayı arzu ediyoruz” dediler.

Böylece bu fitne-fesat odakları, güya temiz niyetlerinden kaynaklanan söz konusu istekleri neticesinde yeni bir cami yaptılar. Daha sonra Hz. Peygamber'e (s.a) gelerek, “Efendimiz! Yeni mescidimize gelmenizi ve açılış merasimi olarak ilk cemaatle namazı sizin kıldırmanızı rica ediyoruz” dediler. Fakat Rasûlullah (s.a), “Şu an, Tebük'e yapılacak sefer hazırlıklarıyla meşgulüm. Konuyu sefer dönüşünde düşünürüm” diyerek teklifin yerine getirilmesini bir süre erteledi. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a) Tebük'e sefere çıkınca bu münâfıklar da, haince seri faaliyetlerine başladılar. Bu yeni mescitle kendilerini teşkilatlandırmaya ve İslâm'a karşı komplolar düzenlemeye devam ettiler. Hararetle bekledikleri Müslümanların yenildiği ve Romalıların onları bütünüyle imha ettikleri haberini alır-almaz Abdullah b. Ubey'i kendilerine kral yapmayı kararlaştırdılar. Fakat Tebük'te olanlar ise bunların bütün umutlarını boşa çıkarmıştı. Daha sonra seferden dönüş esnasında, Medîne'ye yakın Zi-Evan denilen yerde bu âyetin inmesiyle Hz. Peygamber (s.a) şehre girmeden önce bu “mescidi” yerle bir etmek üzere birkaç kişiyi bulunduğu mahalle gönderdi.[17]

Dırâr Mescidi Bu âyetlerin nüzûl sebebi şöyledir: Allah Rasûlü'nün (s.a) Medîne'ye gelmesinden önce orada Hazrec kabilesinden Ebû Âmir er-Râhip isminde birisi vardı. Câhiliye devrinde Hristiyan olmuş, Kitab Ehlinin ilmini okumuş ve câhiliye devrinde ibâdet etmiş olup Hazrec kabilesi içinde büyük bir yer sahibiydi. Allah Rasûlü (s.a) Medîne'ye muhâcir olarak gelip Müslümanlar o'nun etrafında toplanınca, îslâm kelimesi en yüce olunca, Allah Teâlâ Bedir günü onları üstün kılınca, lanetli Ebû Âmir hiddetinden dilini gösterdi ve düşmanlığını ızhâr etti, düşmanlara yardımcı oldu ve Kureyşli müşriklere, Mekke kâfirlerine kaçıp gitti. Onları Allah Rasûlü'ne (s.a) karşı harbe teşvik etti. Arap kabilelerinden onlara muvafakat edenler toplanıp da Uhud senesinde Müslümanlara karşı çıktıkları zaman Müslümanların başına gelenler gelmiş, Allah onları imtihan etmiş ve sonuçta güzel âkıbet muttakilerin olmuştu. Bu fâsık, her iki saf arasına çukurlar kazmıştı. Allah Rasûlü (s.a) o gün bunlardan birine düşmüş ve yaralanmıştı. Yüzü yaralanmış, sağ alt çenesinin ön dişi kırılmış, başı yarılmıştı. Bu Ebû Âmir savaşın başlangıcında kendi kavmi olan Ensâr'a doğru ilerlemiş, onlara hitap ederek onları kendine yardıma ve muvâfakata meylettirmek istemişti. Onun sözünü [sesini] tanıdıklarında, “Ey fâsık, ey Allah'ın düşmanı! Allah senin gözünü aydın etmesin” demişler, üzerine yürüyüp dövmeye kalkışmışlardı. O, “Benden sonra andolsun kavmime bir kötülük isabet etmiş” diyerek dönmüştü. Mekke'ye firarından önce Allah Rasûlü (s.a) onu Allah yoluna çağırıp, ona Kur’ân okurdu. O ise Müslüman olmamakta diretir inat ederdi. (Firarından sonra) Hz. Peygamber, (onun imandan) uzak, kovulmuş olarak ölmesi için ona beddua etti de bedduası tuttu. Uhud'da iş bitip de Allah Rasûlü'nün (s.a) durumunun devamlı bir yükselme içinde olduğunu görünce; Ebû Âmir, Hz. Peygamber'e karşı yardım istemek üzere Rûm kralı Hirakl'e gitti. Hirakl, ona vaatte bulunup ümit verdi. O da Hirakl'in yanında (bir süre) ikâmet etti. Orada iken kavmi olan Ensâr içinde nifak ve şüphe içinde bulunan bir gruba yazıp onlara vaatlerde bulundu. Allah Rasûlü (s.a) ile savaşacak bir ordu ile birlikte onların yanına geleceği, ona gâlip geleceğini bildirdi ve durumu tersine çevireceği konusunda ümit verdi. Mektuplarını iletmek üzere kendisinin yanından gelecek kimselerin sığınabilmesi için bir yer yapmalarını emretti. Burası daha sonra onların yanına geldiğinde onun için bir gözetleme yeri olacaktı. Kuba mescidi civarında bir mescit inşâsına başladılar. Yapılarını kurup tahkim ettiler. Bu işi Hz. Peygamber'in (s.a) Tebük'e çıkışından önce bitirdiler ve Allah Rasûlü'nün gelerek mescitlerinde kılacağı namazla bu mescidi makbul saydığına delil olarak kullanmak üzere gelmesini ve mescitlerinde namaz kılmasını istediler. Bu mescidi sadece içlerindeki zayıf ve hastalıklıların soğuk ve yağmurlu gecelerde namaz kılmaları için yaptıklarım söylediler. Allah Teâlâ Peygamberini orada namaz kılmaktan korudu da, “Şimdi biz sefere çıkmak üzereyiz. Fakat Allah dilerse döndüğümüzde” buyurdu. Allah Rasûlü (s.a) Tebük'den Medîne'ye dönmek üzere yola çıktığında, onlarla arasında bir gün ya da bir günün bir bölümü kadar zaman kalmışken Mescid-i Dırâr'la ilgili vahiy geldi ve bu mescidi bina edenlerin, bu mescitleriyle ilk günden takvâ üzerine kurulmuş olan Kuba mescidindeki mü’minler cemaatini bölme ve küfür maksadı taşıdıkları bildirildi. Allah Rasûlü Medîne'ye gelişinden önce bu mescidi yıkmak üzere adam gönderdi. İbn Abbâs'tan rivâyetle, Zarar vermek, küfretmek... üzere bir mescit edinenler... âyeti hakkında Ali ibn Ebî Talha der ki: Bunlar Ensâr'dan bir gruptur. Bir mescit kurmak istediler. Ebû Âmir onlara, “Bir mescit bina edin. Gücünüz yettiğince kuvvet ve silâh hazırlayın. Ben Rûm kralı Kayser'e gidiyorum. Rûm diyarından bir ordu getireceğim, Muhammed ve ashâbını (Medîne'den) çıkaracağım” dedi. Mescitlerini bitirdiklerinde Hz. Peygamber'e gelip “Mescidimizin inşâsını bitirdik, senin orada namaz kılmanı ve bize bereketle dua etmeni isteriz” dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Orada asla (namaza) durma. İlk gününden takvâ üzerine kurulmuş olan mescit, içinde namaza durmana daha uygundur... Allah zâlimler güruhunu hidâyete erdirmez âyetlerini indirdi. Sa‘îd ibn Cübeyr, Mücâhid, Urve ibn Zübeyr, Katâde ve âlimlerden bir çoğundan bu şekilde rivâyet edilmiştir. Muhammed ibn İshâk ibn Ye’sâr'ın Zührî kanalıyla... Âsım ibn Ömer ibn Katâde ve başkalarından rivâyetine göre; onlar, şöyle demiştir: Allah Rasûlü Tebük'ten gelişinde Medîne'ye bir günden az bir mesafede bulunan Zû Evân'da konakladı. Daha önce o, Tebük için hazırlanırken Mescid-i Dırâr'ın sahipleri o'na gelmişler ve, “Ey Allah'ın Elçisi! Biz hastalıklı ve ihtiyaçlı kimseler için yağmurlu ve soğuk gecelerde (namaz kılmaları için) bir mescit inşâ ettik. Gelip orada bize namaz kıldırmanı isterdik” dediler. Hz. Peygamber, “Ben şimdi yola çıkmak üzereyim ve meşgulüm –veya buna benzer bir söz söyledi– Allah diler de gelirsek [dönersek] size gelir ve orada size namaz kıldırırım” buyurdu. (Dönüşünde) Zû Evân'da konakladığında bu mescidin haberi [Mescid-i Dırâr olduğu] nâzil olunca Allah Rasûlü (s.a) Sâlim ibn Avf oğulları'ndan Mâlik ibn ed-Duhşum ve Ma’n ibn Adiyy'i –veya Bil’aclân kabilesinden olan kardeşi Âmir ibn Adiyy'i– çağırdı ve, “Gidin, halkı zâlim olan şu mescidi yıkın ve yakın” buyurdu. Süratle çıkıp Mâlik ibn ed-Duhşum'un topluluğu olan Sâlim ibn Avfoğulları'na geldiler. Mâlik, Ma’n'a, “Beni bekle, ailemden sana ateş getireyim” dedi. Ailesinin yanına girip yapraklı bir hurma dalı aldı, onu yaktı, sonra çıkıp hızla gittiler ve mescide girdiler. Mescit halkı mescidin içindeydi. Mescidi yaktılar, yıktılar. İçindekiler kaçıp dağıldı. İşte onlar hakkında Kur’ân'dan, Zarar vermek, küfretmek üzere bir mescit edinenler... âyetleri nâzil oldu. Ve râvî kıssanın devamını sonuna kadar zikretti. Bu mescidi inşâ edenler 12 kişidir: Ubeyd ibn Zeyd oğulları'ndan Hazam ibn Hâlid, Amr ibn Avf oğulları'ndan birisi, –bu, şekavet mescidi fikri onun evinde çıkarılmıştı–. Ubeyd oğulları'ndan ve Ümeyye ibn Zeyd oğulları'nın dostu Sa‘lebe ibn Hâtib. Dubey’a İbn Zeyd'den Muattib ibn Kuşeyr. Dubey’a ibn Zeyd oğulları'ndan Ebû Habîbe ibn Ez’ar, Amr ibn Avf oğulları'ndan ve Sehl ibn Huneyf'in kardeşi Abbâd ibn Huneyf, Câriye ibn Âmir ve iki oğlu Mücemmi ibn Câriye ve Zeyd ibn Câriye, Nebtel el-Hâris –bunlar Dubey’a oğulları'ndandır– Dubey’a oğulları'ndan Bahzec, Dubey’a oğulları'ndan Bicâd ibn Osman, Ümeyye oğulları'nın dostu olan Vedîa ibn Sâbit. Bunlar Ebû Lübâbe ibn Abdulmünzir'in topluluğudur.[18]

Âyette, Mescid-i Dırâr'ın karşıtı olarak zikredilen takvâ üzerine kurulan mescit ile, “Kuba mescidi” veya Medîne'deki Rasûlullah'ın mescidi” kastedilmiş olabileceği gibi, “dünyanın neresinde olursa olsun iyi niyetle temeli atılan her mescit” de kastedilmiş olabilir.

111-112. Şüphesiz Allah, tevbe eden, ibâdet eden, hamd eden, seyahat eden, o rükû eden, secde eden, ma‘rûfu emreden, kötülükten vazgeçiren, Allah'ın hududunu koruyan inananlardan canlarını ve mallarını şüphesiz cenneti onlara verme karşılığında satın almıştır: Onlar, Allah yolunda savaşırlar; sonra öldürürler ve öldürülürler. Bu, O'nun [Allah'ın] Tevrât, İncîl ve Kur’ân'daki gerçek bir vaadidir. Ve sözünü, Allah'tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alış-verişle sevinin. Ve işte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. Ve mü’minlere müjde ver!

Bu âyetlerde, Allah yolunda yapılan gayretler, mücâdeleler ve savaşlar özetlenmekte, samimi mü’minlerin sıfatları sayılmaktadır. Münâfıklar bu savaştan kaçarken mü’minler gönüllü olarak koşmaktadırlar. Bu, onlar için sanki çok kârlı bir alış-veriştir: Canları ve malları karşılığında cenneti satın almışlardır.

Âyetteki, es-sâihûn kelimesi, genellikle mecazî olarak değerlendirilip “oruç tutanlar” anlamında kabul edilir. Bizce kelime gerçek anlamında, “Allah'ın rızasını aramak [İslâm'ı yaymak, cihada çıkmak, kâfirlerin iktidarda oldukları yerlerden hicret etmek, insanları ıslah etmek, gerçek bilgiyi aramak, helâlinden geçim sağlamak] için seyahat edenler” anlamında kullanılmıştır.

Bu âyetlerin iniş sebebi ile ilgili şu bilgiler aktarılmıştır:

Sayıları 70 olan bir Ensâr grubu, Akabe Gecesi'nde Mekke'de Hz. Peygamber'e (s.a) biat edince, Abdullah b. Revâha (r.a), “Yâ Rasûlallah! Bize, hem Rabbin için, hem de kendin için istediğin şartı koş” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Ben Rabbim hakkında, sadece O'na ibâdet etmenizi ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamanızı; kendi hakkımda da, kendinizi ve mallarınızı tehlikeden koruduğunuz gibi beni de korumanızı şart koşuyorum” deyince, Ensâr, “Bunu yaptığımız takdirde, bizim için ne var?” dediler. Hz. Peygamber (s.a), “Cennet” cevabını verdi. Biat eden bu kimseler, “Alış-verişimiz kârlı oldu. Biz bu alış-verişimizi ne bozarız, ne de bozulmasını isteriz” dediler. İşte bunun üzerine, bu âyet nâzil oldu.[19]

Âyet-i kerîme büyük Akabe Biati diye de bilinen II. Akabe Biati hakkında inmiştir. Ensâr'dan bu biate katılan erkeklerin sayısının 70 dolaylarında olduğu biat budur. Aralarında yaşça en küçükleri Ukbe b. Amr idi. Bunlar, Rasûlullah'ın (s.a) yanında Akabe denilen yerde bir araya gelmişlerdi. Abdullah b. Revaha'nın, Peygamber'e (s.a), “Rabbin için de, kendin için de dilediğin şartı koş” demesi üzerine, Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştu: “Rabbim için, O'na ibâdet etmenizi, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamanızı şart koşuyorum. Kendim için de beni, kendinizi ve matlarınızı neye karşı ve nasıl koruyor iseniz öylece korumanızı şart koşuyorum.” Bunun üzerine biate katılanlar, “Bunu yerine getirecek olursak bize ne var?” diye sordular, Hz. Peygamber, “Cennet” buyurunca da, “Böyle bir alış-veriş kârlıdır. Biz ne bu alış-verişten döneriz, ne de dönme teklifini kabul ederiz” dediler. Bunun üzerine, Şüphesiz Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını –onlara cenneti vermek karşılığında– satın almıştır âyeti nâzil oldu.[20]

113-114. Kendilerine, cehennem ashâbı oldukları iyice belli olduktan sonra Peygamber'e ve iman etmiş kişilere, akraba bile olsalar, müşrikler için istiğfar etmek yoktur. İbrâhîm'in babası için istiğfar etmesi de yalnızca ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Sonra onun Allah için bir düşman olduğu kendisine açıkça belli olunca ondan uzaklaştı. Şüphesiz İbrâhîm, çok içli, çok halîm birisi idi.

115. Allah, bir kavme hidâyet ettikten sonra, takvâlı davranacakları şeyleri kendilerine ortaya koymadıkça onları saptırmaz. Şüphesiz Allah, her şeyi en iyi bilendir.

116. Hiç şüphesiz Allah, göklerin ve yeryüzünün mülkü yalnızca Kendisinin olandır. O, diriltir ve öldürür. Sizin için O'nun astlarından bir velî ve bir yardımcı yoktur.

Bağımsız bir necm olan ve genel bir beyânname niteliğinde bulunan bu âyetlerde şu gerçekler açıklanmaktadır: Peygamber ve iman etmiş kişiler, kendilerine cehennem ashâbı oldukları iyice belli olduktan sonra, akraba; ana-baba ve kardeş vs. bile olsalar, müşrikler için istiğfar etmemelidirler. Allah, bir kavme hidâyet ettikten sonra, takvâlı davranacakları şeyleri kendilerine ortaya koymadıkça onları saptırmaz. Şüphesiz Allah, her şeyi en iyi bilendir. Kuşkusuz, göklerin ve yeryüzünün mülkü yalnızca Allah'a aittir. O, diriltir ve öldürür. O'nun astlarından bir velî ve bir yardımcı yoktur.

Burada, İbrâhîm'in müşrik babası için istiğfar edişinin gerekçesi de, İbrâhîm'in babası için istiğfar etmesi de yalnızca ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Sonra onun Allah için bir düşman olduğu kendisine açıkça belli olunca ondan uzaklaştı. Şüphesiz İbrâhîm, çok içli, çok halîm birisi idi buyurularak açıklamıştır.

İbrâhîm'in babası için istiğfarı daha önce şu âyetlerde konu edilmişti:

Rabbim! Bana ‘hüküm’ ver ve beni iyilere kat! Ve beni, sonra gelecekler için doğrulukla anılanlardan kıl! Ve beni naim [nimeti bol] cennetin mirasçılarından kıl! Ve babamı da bağışla, şüphesiz o sapıklardan oldu. (Şu‘arâ/83-86)

Ve hani bir zaman İbrâhîm, “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve oğullarımı putlara tapmamızdan uzak tut! Rabbim! Şüphesiz onlar [putlar] insanlardan bir çoğunu saptırdılar. Şimdi kim bana uyarsa, artık o, şüphesiz bendendir; kim bana karşı gelirse, … Artık Sen şüphesiz çok bağışlayan ve çok merhamet edensin. Rabbimiz! Şüphesiz ben çocuklarımdan bir bölümünü salâtı ikâme etmeleri için, Senin dokunulmazlaşmış Ev'inin yanında, ekinsiz bir vâdiye yerleştirdim. Rabbimiz! Şükretmeleri için artık Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Ve onları bazı meyvelerden rızıklandır. Rabbimiz! Şüphesiz Sen bizim gizlediğimiz şeyleri ve açığa vurduğumuz şeyleri bilirsin. –Ve yerde ve gökte, hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.– İhtiyarlık hâlimde bana İsmâîl'i ve İshâk'ı lütfeden Allah'a hamd olsun. Şüphesiz ki Rabbim duamı çok iyi işitendir. Rabbim! Beni salâtı ikâme eden kıl, soyumdan da! Rabbimiz! Duamı da kabul et! Rabbimiz! Hesabın kurulduğu günde benim için, anam-babam için ve mü’minler için mağfirette bulun!” demişti. (İbrâhîm/35-41)

O [İbrâhîm], “Selâm sana olsun, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Şüphesiz O, bana çok lütufkârdır. Ve ben, sizden ve Allah'ın astlarından kulluk ettiğiniz şeylerden çekilip ayrılıyorum. Ve Rabbime dua edeceğim. Rabbime yalvarışımda bedbaht olmayacağımı umuyorum” dedi. (Meryem/47-48)

İbrâhîm'de ve o'nunla beraber bulunanlarda –İbrâhîm'in babası için, “Senin için mutlaka mağfiret dileyeceğim. Ve Allah'tan olan hiçbir şeye gücüm yetmez” demesi hariç– kesinlikle sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine, “Biz sizden ve sizin, Allah'ın astlarından taptıklarınızdan uzağız. Biz sizi inkâr ettik. Ve siz bir tek olarak Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda ebedî bir düşmanlık ve buğz belirmiştir. Rabbimiz! Yalnız Sana dayandık, Sana yöneldik. Ve dönüş ancak Sanadır. Rabbimiz! Bizi inkâr edenler için bir fitne kılma! Bizi bağışla! Rabbimiz! Şüphesiz Sen azîz ve hakîm'in ta kendisisin” demişlerdi. (Mümtehine/4-5)

Bu âyette, kâfir ve müşrik olarak öldükleri kabul edilen kimselerin cenazelerine katılıp onlar için bağışlanma talebinde bulunmak da yasaklanmaktadır.
Bu âyetlerin iniş sebebi ile ilgili şu bilgiler nakledilmiştir:

Nesâî'nin rivâyetine göre Ali b. Ebî Tâlib (r.a) şöyle demiştir: “Ben, birisinin –müşrik oldukları hâlde– anne-babasına mağfiret dilemekte olduğunu duyunca ona, ‘Her ikisi de müşrik oldukları hâlde onlara mağfiret mi diliyorsun?’ diye sordum. O bana, ‘İbrâhîm (a.s) babasına mağfiret dilememiş miydi?’ dedi. Bunun üzerine ben, Peygamber'in (s.a) yanına gittim ve o'na bunu sordum. İbrâhîm'in babasına mağfiret dilemesi ancak ona verdiği bir sözden dolayı idi buyruğu indi.”[21]

Taberî bu âyetin nüzûl sebebiyle ilgili çeşitli rivâyetler zikretmiştir. Bir rivâyete göre Hz. Peygamber, atalarının dininde ısrar eden ölüm döşeğindeki amcasına mağfiret dileyeceğini vaat etmiş ve ona mağfiret dilemek istemiş, Allah o'nu bundan nehyetmiştir.

Bir rivâyete göre bir Mekke yolculuğu esnasında annesinin kabrini ziyaret etmiş ve ona mağfiret dilemek istemiş, Allah da o'nu bundan nehyetmiştir.

Bir rivâyete göre de ashâbından bazıları kendisine, “Ey Allah'ın Peygamberi! Muhakkak ki bizim babalarımızdan komşuluğu güzel olan, akrabalığa önem veren, esirleri kurtaran ve zimmetlerine vefa gösterenleri vardır. Onlar için mağfiret dilemeyelim mi” diye sormuşlar. Hz. Peygamber de, “Evet, Allah'a yemin olsun ki, ben de İbrâhîm'in babası için mağfiret dilediği gibi babama mağfiret diliyorum” buyurdu. Bunun üzerine Allah, birinci ve ikinci âyeti indirdi.[22]

Başka bir rivâyete göre; bir kişi, başka birinin müşrik olan anne ve babası için mağfiret dilediğini duymuş ve “Kişi, müşrik olan ebeveyni için mağfiret dileyebilir mi?” diye sorunca o kişi, “İbrâhîm, babası için mağfiret dilemedi mi?” diye cevap verdi. O adam Hz. Peygamber'e gelip bu durumu bildirince iki âyet nâzil oldu. Ayrıca, babaları için mağfiret dileyenler, bu iki ayetin nüzûlünden sonra günah işlediklerini düşündüler, Allah da 3. âyeti indirdi. Beğavî 3. âyetin nüzûl sebebiyle ilgili olarak şu rivâyeti zikretmiştir: Bir grup, Hz. Peygamber'e gelerek Müslüman oldu. Onlar Müslüman olduklarında daha içki yasaklanmamıştı ve kıble de Ka‘be'ye doğru değişmemişti. Aradan bir zaman geçtikten sonra bu grup tekrar Hz. Peygamber'e geldiklerinde içkinin haram kılındığını ve kıblenin değiştiğini gördüler. Bunun üzerine, “Ey Allah'ın Peygamberi! Sen bir din üzeresin, biz başka bir din üzereyiz, bizler dalalet içerisindeyiz” dediler. Bunun üzerine Allah, 115. âyeti indirdi.[23]

117. Andolsun ki, Allah, Peygamber'e ve en zor saatinde o'na uyan Muhâcirlerlere ve Ensâr'a, kendilerinden bir kısmının kalpleri az kalsın kayacak gibi olmuşken, tevbe nasip etti. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Şüphesiz O, onlara, çok şefkatlidir, çok merhametlidir.

118. Geri bırakılanlardan o üç kişinin de (tevbelerini kabul etti). Öyle ki, yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmeye başlamıştı, benlikleri de kendilerini sıkıntıya sokmuştu. Allah'tan kurtuluşun, ancak Allah'a sığınmakta olduğuna da iyiye inanmışlardı. Sonra O [Allah], onlara dönmeleri için tevbe nasip etti de tevbelerini kabul etti. Şüphesiz ki Allah, tevbeleri çok çok kabul edenin, çok merhametli olanın ta kendisidir.

Bu âyetler, hatalı davranan mü’minlere bir müjde mahiyetindedir. Burada, şefkat ve merhameti sebebiyle Allah, Peygamber'e ve en zor gününde o'na uyan Muhâcirlerlere, Ensâr'a ve geri bırakılanlardan o üç kişiye –kendilerinden bir kısmının kalpleri az kalsın kayacak gibi olmuşken– tevbe nasip ettiğini, sonra da onların tevbelerini kabul ettiğini bildirerek müjde vermektedir.

O günün dehşetini de, Öyle ki, yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmeye başlamıştı, benlikleri de kendilerini sıkıntıya sokmuştu. Allah'tan kurtuluşun, ancak Allah'a sığınmakta olduğuna da iyiye inanmışlardı diye bizzat açıklamaktadır.

Târih kaynaklarına göre geri bırakılan üç kişi, Ensâr'dan Ka‘b b. Mâlik, Âmiroğulları'ndan Murâre b. Rebî ve Vakıfoğufları'ndan Hilâl b. Umeyye'dir.

Târih kitaplarında bu hâdise –genellikle de hâdisenin kahramanlarından Ka‘b'ın ağzından– uzun uzun nakledilmiştir. Biz olayı Kurtubî'nin nakliyle veriyoruz:

Peygamber'in yaptığı savaşlardan, Tebük savaşı hariç hiç birine iştirak etmekten geri kalmamıştım. Gerçi Bedir savaşı'na da katılmamıştım ama Peygamber, Bedir savaşı'na katılmayanlardan hiç kimseyi azarlamamıştı. Bedir savaşı'nda, Hz. Peygamber ve Müslümanlar, Kureyş'in ticaret kervanına karşı koymak için çıkmışlardı. Allah, belirtilmemiş bir anda Müslümanlarla düşmanlarını karşı karşıya getirdi.

Akabe gecesi'nde İslâm üzere Hz. Peygamber'e biat ettiğimizde o'nunla beraberdim. Bedir'in, insanlar arasında Akabe'den daha fazla bir üne sahip olduğu gibi ben de Akabe'de bulunmayı, Bedir'de bulunmaya tercih etmem. Tebük savaşı'na katılmaktan geri kaldığımda her zamankinden daha kuvvetli ve daha varlıklı olduğumu biliyordum. Vallahi, bu savaştan önce asla iki bineğim bir arada olmamıştı. Bu savaşta tam teçhizatlı iki binek sahibiydim.

Hz. Peygamber, bu savaşa sıcakların şiddetli olduğu bir zamanda çıkmıştı. Uzun ve tehlikeli yolları kat etmek zorunda kaldı. Sayısı çok olan bir düşmanla karşılaştı. Başka savaşların aksine hedefini gizlemedi. Tüm hazırlıklarını yapmaları için Müslümanlara meseleyi açıkça anlattı. Peygamber'le birlikle bu savaşa katılan Müslümanların sayısı o kadar çoktu ki isimleri bir kitaba zor sığar. Bir vahiy nâzil olmadığı sürece anlaşılmayacağını sanarak gizlenmek isteyenler azdı. Bu savaş, meyvelerin tam olgunlaştığı bir zamana denk gelmişti. Geride kalıp meyveleri toplamayı daha çok istiyordum.

Peygamber, hazırlığını tamamladı. Müslümanlar da hazırlıklarını tamamladılar. Ben de onlarla birlikle hazırlanmak için sabah evden çıkıyordum. Fakat bir şey yapmadan geri dönüyordum. Kendi kendime, “İstersem bu işi yapabilirim” diyordum. Ben böyle düşünüp dururken, insanlar ciddiyetle işlerine sarılıyorlardı. Kuşluk vakti Peygamber'le birlikte Müslümanlar da hazırlıklarını tamamladılar. Ben hâlâ bir hazırlık yapmamıştım. Böylece, durum sürüp gitti. Nihâyet onlar savaş yerine doğru hareket ettiler ve savaş başladı. Bunu görünce ben de bineğime atlayıp onlara yetişmek istedim. Keşke yapsaydım. Fakat bunu yapmak mukadder olmadı. Peygamber savaşa gittikten sonra insanlar arasına çıkınca üzüntü duymaya başladım. Çünkü, münâfıklıkla itham edilenlerden ve zayıflardan Allah'ın mazur gördüğü kimseden başka bana örnek olacak hiç kimse yoktu. Tebük'e varıncaya kadar, Peygamber beni anmamış. Tebük'e gelip insanlarla beraber oturunca, “Ka‘b b. Mâlik ne yaptı?” diye sormuş. Selemeoğulları'ndan biri, “Yâ Rasûlallah! Onun kendisine ve elbiselerine karşı olan gururu, onu bize katılmaktan alıkoydu” demiş. Fakat Mu‘az b. Cebel, bu adama, “Ne kötü konuşuyorsun. Vallahi ey Allah'ın Rasûlü, biz onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz” diyerek karşılık vermiş. Bunun üzerine Peygamber susup bir şey söylememiş. Derken Hz. Peygamber, uzaktan önündeki serabı hareket ettiren bir adamın geldiğini görmüş ve “Herhâlde bu gelen Ebû Hayseme'dir” buyurmuş. Baktıklarında, gerçekten de gelenin sadaka olarak bir sa‘ hurma verdiğinden dolayı münâfıkların kendisiyle alay ettiği Ebû Hayseme el-Ensârî olduğunu görmüşler.

Peygamber'in Tebük'ten dönmek üzere hareket ettiğini haber aldığımda içime bir üzüntü çöktü. Bir yalan uydurmayı düşünüyor ve “Yarın o'nun gazabından nasıl kurtulurum?” diyordum. Bu konuda tüm aile ferilerine danışıyordum. Fakat Rasûlullah'ın iyice yaklaştığını duyunca bu yalan kuruntularından kurtuldum. Nihâyet hiçbir yalanla yakayı kurtaramayacağıma kanaat getirdim ve doğruyu söylemeye karar verdim.

Rasûlullah sabahleyin geldi. Bir seferden döndüğü zaman önce mescide giderdi. Yine böyle yapıp mescide gitti. Orada iki rekat namaz kıldıktan sonra halkla görüşmek için oturdu. Savaşa katılmayanlar geldi, her biri özrünü yemin-billah arzetmeye başladı. Bunlar 80 küsur kişiydi. Hz. Peygamber onların beyân ettikleri mazeretleri zâhiren kabul edip, onlar için istiğfarda bulundu. İşin gerçek yüzünü Allah'a havale etti. Sonra ben geldim. Selâm verdiğimde Peygamber kızgın bir adamın gülümsemesi gibi gülümsedi ve bana “Gel” dedi. Gittim, önüne oturunca bana, “Savaşa katılmaktan seni alıkoyan neydi, hayvanlarını cihad için satın almamış mıydın?” diye sordu. Ben de, “Yâ Rasûlallah! Eğer dünyada senden başka biriyle oturup konuşsam bir özür beyân ederek kendimi onun öfkesinden kurtarırım. Çünkü bende karşı tarafı ikna kabiliyeti vardır. Fakat, şunu kesin olarak biliyorum ki, bugün sana mazeret diye seni kandıracak bir yalan uydursam, korkarım ki yakında Allah, gerçeği sana bildirir, yine öfkeni üzerime çekmiş olurum. Seni bana karşı kızdıracak işin doğrusunu söylersem, yine bu hususla Allah'ın bana hayır veya avf ile mukabele edeceğini ümit ediyorum. Doğruyu söylüyorum. Allah'a yemin olsun ki Tebük savaşı'na katılmayışımın bir mazereti yoktur. Aksine bu sırada her zamankinden daha varlıklı ve kuvvetliydim” dedim.

Bunun üzerine Rasûlullah, “Buna gelince, işte bu doğruyu konuştu” dedi ve bana, “Kalk git, Allah hükmünü verinceye kadar bekle” dedi. Hemen kalktım, arkamdan Selemeoğulları'ndan bazıları beni takip etti ve “Vallahi, bundan önce bir günah işlediğini bilmiyoruz, fakat savaşa iştirak etmeyen diğerlerinin yaptığı gibi bir özür beyân etmeyi beceremedin. Hâlbuki Peygamber'in senin için olan istiğfarı bu günahının affedilmesine yeterli olurdu” dediler. Bu sözlerinde o kadar ısrar ettiler ki, nerdeyse dönüp Peygamber'e yalandan bir mazeret arz edecektim. Fakat onlara dönüp, “Benden başka, benim davrandığım gibi davranan oldu mu?” diye sordum. “Evet, iki kişi aynen senin gibi konuştu, Rasûlullah, sana söylediğinin aynısını onlara da söyledi” dediler. “O iki kişi kimdir?” diye sorduğumda, “Mürare b. Rebia el-Âmirî ile Hilal b. Ümeyye el-Vakifî” dediler. Böylece, bana örnek olan ve Bedir savaşı'na katılan iki iyi kişiyi zikrettiler. Bu iki kişinin isimlerini bana söyleyince yürüyüp gittim. Hz. Peygamber, insanların, Tebük savaşı'na katılmayanlar arasında yalnızca biz üçümüzle konuşmasını yasakladı. Bundan dolayı insanlar, bizimle konuşmaktan kaçınmaya ve bize karşı davranışlarını değiştirmeye başladılar. Öyle ki memleket bana yabancı bir memleket oldu ve o tanıdığım memleket olmaktan çıktı. Tam 50 gece bu vaziyette sürüp gitti. Bu iki arkadaşım bir eve kapanıp ağlayıp duruyorlardı. Ben, içlerinde en atak ve hareketli olanıydım. Bundan dolayı evden çıkar namaza katılırdım. Kimse benimle konuşmadığı hâlde sokaklarda dolaşırdım. Peygamber'e gelir, o namazdan sonra insanlarla sohbet ederken selâm verirdim ve kendi kendime, “Acaba dudaklarını kımıldatıp selâmımı aldı mı?” derdim. Ona yakın bir yerde namaz kılardım ve gözlerimi o'ndan ayırmazdım. Namaz kılarken bana bakardı, fakat ben namazı bitirince yüzünü benden çevirirdi. Müslümanların bana karşı olan bu boykotları uzayıp gitti. Bir defasında Ebû Katâde'ye ait bir bahçenin duvarından atladım. Ebû Katâde, amcamın oğlu ve çok sevdiğim biriydi. Selâm verdim. Vallahi selâmımı almadı. Kendisine, “Ey Ebû Katâde! Allah için söyle! Sen benim Allah ve Rasûlü'nü ne kadar sevdiğimi bilmiyor musun?” diye sordum. Cevap vermedi. Tekrar Allah'a yemin ederek sordum, yine sustu. Yine yemin ederek aynı soruyu tekrar sordum. Bu sefer, “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dedi. Bunun üzerine gözlerim yaşardı, döndüm ve duvarı atlayarak çıktım.

Bir gün Medîne çarşısında dolaşırken, Şam halkından satmak için Medîne'ye yiyecek getirmiş olan bir çiftçi, “Bana Ka‘b b. Mâlik'i kim gösterebilir” diye konuşuyordu. Halk beni kendisine gösterdi. O da yanıma gelip, Gassan Kralı'ndan getirdiği bir mektubu bana verdi. Ben okur-yazardım. Mektubu okumaya başladım. Şöyle yazıyordu: “Arkadaşının seni yalnız bıraktığı haberini aldık. Onun yanında zillet ve ihanet altında yaşamak sana yakışmaz. Hemen bize gel. Bolluk ve rahatlık içinde hayatını sürdürürsün.”

Mektubu bitirdikten sonra, “Bu da ayrı bir bela ve imtihan” dedim. Derhal ateşin bulunduğu bir yere gittim ve mektubu ateşe attım.

Bu hâl üzere geçirdiğimiz 50 günün kırkıncı günü tamamlandığında ve herhangi bir vahiy gelmeyince, Hz. Peygamber tarafından gönderilen biri geldi ve “Peygamber hanımından uzak durmanı emrediyor” dedi. Ben de, “Hanımımı boşayayım mı, yani ne yapayım” diye sordum. Adam, “Hayır boşama, ancak ondan ayrı yaşa ve onunla ilişkiye girme” dedi. Peygamber diğer iki suç arkadaşıma da aynı emri göndermişti. Bunun üzerine hanımıma, “Ailenin yanına git ve bu konuda Allah'ın hükmü belli oluncaya kadar onların yanında kal” dedim.

Bu arada Hilâl b. Ümeyye'nin hanımı Hz. Peygamber'e gelip “Ey Allah'ın Rasûlü, Hilâl yaşlı bir adamdır, hizmetçisi de yoktur, ona hizmet etmeme izin vermez misin?” dedi. Hz. Peygamber, “Ona hizmet edebilirsin, ama seninle cinsî ilişkide bulunmasın” buyurdu. Hilâl'in hanımı, “Vallahi o hiçbir hareket yapacak güçte değildir. Başına bu iş geldiği günden bu yana ağlayıp durmaktadır” dedi. Aile halkımdan bazıları, “Hanımının sana hizmet etmesi için Rasûlullah'tan izin istesen, çünkü Rasûlullah Hilâl'in hanımına ona hizmet etmesi için izin verdi” dediler. Ben ise, “Hayır! Böyle bir izin isteyemem, ben genç bir adamım, kim bilir Rasûlullah sonra bana ne der?” dedim.

On gece daha böyle kaldım. Bizimle konuşma yasağının başladığından bu yana 50 gün tamamlandı. Bu ellinci gecenin sabahında evlerimizden birinin damında sabah namazını kıldım. İşte böyle, Allah'ın tasvir ettiği gibi, vicdanımın beni sıkıştırdığı, tüm genişlik ve rahatlığına rağmen yeryüzünün bana dar geldiği bir hâlde oturuyorken Sel Dağı'na çıkmış birinin sesini duydum. Alabildiğine yüksek sesle, “Müjde ey Ka‘b b. Mâlik” diye bağırıyordu. Bu sesi işitince yere kapanıp secde ettim. Bunun bir kurtuluş haberi olduğunu anladım. Peygamber, sabah namazından sonra halka, Allah'ın bizim tevbemizi kabul ettiğini haber vermişti. İnsanlar da bizi müjdelemeye gelmişlerdi. İki suç arkadaşıma da müjdeciler gitmişti. Biri de atına atlayıp bana geldi. Selem kabilesinden biri koşarak Sel Dağı'na çıktı. Bunun sesi, atına atlayıp gelenin atından daha erken geldi. Sesini işittiğim bu adam müjdelemek üzere yanıma gelince, müjdesinin karşılığı olarak üzerimdeki elbiseleri çıkarıp kendisine verdim. Vallahi o gün üzerimdeki elbisemden başka elbisem yoktu. Birinden ödünç bir elbise aldım, Rasûlullah'ı aramaya başladım. İnsanlar grup grup beni karşılıyor ve tevbemin kabulünü tebrik ediyor, “Allah'ın seni affetmesi mübarek olsun” diyorlardı. Nihâyet mescide girdim. Peygamber mescitte oturuyordu, etrafında da insanlar vardı. Ben girince Talha b. Ubeydullah hemen kalktı, koşarak gelip elimi sıktı ve beni tebrik elti. Ondan başka kimse yerinden kımıldamadı. Onun bana karşı olan bu sıcak davranışını hiçbir zaman unutmadım. Peygamber'e selâm verdiğimde sevinçten yüzü parlıyordu. Bana, “Müjdeler olsun, ananın doğurduğu günden beri geçirdiğin günlerin en hayırlısıdır bugün” dedi. Ben, “Yâ Rasûlallah! Bu lütuf senden mi yoksa Allah'tan mı?” diye sordum. Rasûlullah, “Allah tarafından” buyurdu. Peygamber sevindiği zaman yüzü ay parçası gibi parıl parıl parlardı. Biz bunun farkına varırdık.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla