Tekil Mesaj gösterimi
Alt 28. September 2008, 01:37 AM   #7
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

PEYGAMBERİMİZ DE KİMSEDEN BİR ÜCRET İSTEMEMİŞTİR

Yukarıdaki ayetlerden başka daha pek çok ayette görülmektedir ki, Rabbimiz hiçbir peygamberine, yaptığı görev karşılığında herhangi bir ücret istetmemiş ve aldırtmamıştır. Nitekim Hud ve Zariyat surelerinde belirtildiği gibi, İbrahim peygambere müjde getiren elçiler, görevleri karşılığında İbrahim peygamber tarafından yapılmak istenen ikramı reddetmişlerdir. Bu konuda peygamberimize de Furkan, Sad, Ka*lem ve Sebe surelerinde defalarca aynı şey emredilmiştir. Dolayısıyla peygamberimizin kimseden herhangi bir ücret istemiş olması mümkün değildir. Buna akrabalarının gözetilmesini, sevilmesini istemek de dâhildir. Zira netice itibariyle böyle bir istek de bir çıkardır, menfaat sağlamaktır.
Böyle olmasına rağmen, peygamberimizin yakınlarına, ehlibeytine sevgi duyulmasını istediği yönünde iddiaların bulunduğu yüzlerce rivayetin etkisiyle Furkan suresinin 57. ve Şûra suresinin 23. ayetlerine birer istisna ilâvesi yapılmış ve pek çok mealde Şûra suresinin 23. ayetindeki “yakınlarda sevgi istiyorum” ifadesi, “yakınlarımı, ehlibeytimi sevmenizi istiyorum” şeklinde yorumlanmıştır. Hâlbuki ayette iyelik belirten herhangi bir sözcük ve işaret yoktur. Oradaki ifade de yine “Allah’a giden yolu istemeniz, Allah’a yakınlık için sevgi oluşturmanız” anlamındadır. Aksi durum, yani peygamberimizin yakınları için bir talepte bulunması hâli ise mümkün değildir, zira böyle bir istek elçilik ilkelerine aykırı düşmektedir. Zaten bu ayetlerin siyak ve sibaklarında hitabın hep kâfirlere olmasından anlaşılacağı üzere, muhatap kâfirlerdir ve onlardan bir karşılık, bir mükâfat beklemek anlamsızdır. Çünkü kâfirler peygamberi kabul etmemekte ve onunla kıran kırana mücadele etmektedirler. Böylesi bir çekişmenin olduğu ortamda taraflardan birinin karşı taraftan kendi yakınlarının sevilmesini istemesi ise son derece mantıksızdır.

192–196. Ayetler:

Ve şüphesiz ki bu [apaçık kitap], kesinlikle âlemlerin Rabbinin indirmesidir.
Onunla [apaçık kitapla], uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile senin kalbine Emin Ruh [Güvenilir Can, sağlam bilgi] indi.
Ve şüphesiz o [er-Ruhu’l-Emin, sağlam bilgi], kesinlikle öncekilerin kitaplarında da vardı.

Surenin başında Kur’an ile ilgili anlatıma büyük bir parantez olarak giren önemli haberler bölümünün tamamlanmasından sonra, tekrar asıl konu olan Kur’an ile ilgili açıklamalara dönülmüştür. 192. ayetin başındaki “ve” bağlacı, bu paragrafı surenin başına bağlamakta, yine aynı ayette geçen “ إنّهinnehü” sözcüğündeki “bu” zamiri de 2. ayetteki “apaçık, açıklayıcı kitap”ı göstermektedir. Dolayısıyla bu paragraf, surenin 1, 2. ayetleri ile birlikte aşağıdaki gibi anlaşılmalıdır:

1, 2, 192–196. ayetler:

Ta, Sin Mim.
Bunlar, apaçık / açıklayıcı kitabın ayetleridir. Ve şüphesiz ki bu [apaçık kitap], kesinlikle âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onunla [apaçık, açıklayıcı kitapla], uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile senin kalbine Emin Ruh [Güvenilir Can, sağlam bilgi] indi. Ve şüphesiz o [er-Ruhu’l-Emin, sağlam bilgi], kesinlikle öncekilerin kitaplarında da vardı.
ER-RUHÜ’L-EMÎN

Bu ifade Kur’an’da sadece bu pasajdaki 193. ayette geçmektedir. Bu ayette bir sıfat tamlaması olarak “er-Ruhü’l-Emîn” şeklinde yer alan bu ifade, bir isim tamlamasıymış gibi “Ruhü’l-emin” şeklinde telâkki edilmekte ve böylece büyük yanlışlıklara sebebiyet verilmektedir. Nitekim Kur’an’ın Cebrail adındaki melek tarafından indirildiği yolundaki peşin kabule dayanan geleneksel anlayış, 193. ayeti “Onu Ruhü’l-Emin [Cebrail] indirdi”diye yanlış meallendirmiş ve zihinlerde bu yanlışla yer etmesine yol açmıştır. Oysa bu meal, ayetin lâfzî manasına uygun olmadığı gibi, hem 192. ayetteki “O, âlemlerin Rabbinin [Allah’ın] indirmesidir” ifadesiyle hem de Kur’an’ın Allah tarafından indirildiğini bildiren yüzlerce ayetle çelişmektedir. Bu çelişki de yine “nezele [indi]” fiilinin geçişsiz olmasına rağmen geçişli anlama gelecek şekilde “indirdi” olarak ifade edilmesinden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki yüzlerce ayetin anlamıyla oluşturulan bu çelişkinin ortadan kaldırılması için, ayette geçen “bihi” ifadesindeki “be” harf-i cerrinin “ilsak” için değil de “musahabe” için alınması yeterlidir. Bu takdirde “nezele” fiili geçişsiz anlamı ile “onunla indi” olarak ifade edilir ve diğer ayetlerle oluşturulmuş olan çelişki de ortadan kalkmış olur.
Netice olarak, 193. ayette geçen “er-Ruhü’l-Emin” ifadesinin kişileştirilerek “Cebrail” olarak yorumlanması yanlıştır.Burada “emin, güvenilir, sağlam” olarak nitelenmiş olan ve uyarıcılardan olmasını sağlamak için peygamberimizin kalbine Allah tarafından indirilmiş olan “ruh, bilgi, vahiy”, Mücadele suresinin 22. ayetinde de açıkça ifade edildiği gibi, inananları güçlendirmek üzere yine Allah tarafından indirilmiştir.
Bu konuya dair Meryem suresinin sonundaki “Ruhulkudüs, Er-Ruhu’l-Emin, Cibril [Cebrail]” başlıklı yazımızın okunmasını öneriyoruz. (Tebyinü’l Kur’an c.3, s:532-548)

197. Ayet:

Ve İsrailoğulları bilginlerinin onu [kendi kitaplarında sağlam bilginin varlığını] bilmesi, onlar için bir ayet olmadı mı?

Surenin giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi, bu ayetin Medenî olduğu ileri sürülmüştür. Bu iddianın sebebi, ayetin önündeki ve arkasındaki ayetlerle anlam irtibatının kurulamaması olsa gerektir. Hâlbuki ayetteki “onu” zamiri, “[kendi kitaplarında] sağlam bilginin varlığı” anlamına raci olunca bu iddia yersiz hâle gelmektedir. Aksi hâlde bu ayetin, önündeki ve arkasındaki ayetlerle anlam olarak bir bağlantısı kurulamaz ve ayetin Medenî olduğu ileri sürülebilir. Ne var ki, bu takdirde de ayetin Medine’de inen ayetler arasında nereye konulması lâzım geldiği sorunu ortaya çıkmaktadır.
Bu ayette, Kur’an’ın Allah tarafından indirildiğine İsrailoğullarının bilginleri tanık gösterilmektedir. Zira İsrailoğullarının bilginleri Araplar gibi olmayıp vahiy, kitap gibi konularda bilgilidirler ve Kur’an kendilerine götürüldüğü takdirde Kur’an’ın önceki kitaplar gibi olduğunu söyleyebilecek durumdadırlar.

Bu ayet, Kasas suresinin 52–55. ayetleri ile tefsir edilmiştir:

Kasas 52–55: Ondan [Söz’den; vahiyden, Kur’an’dan] önce kendilerine kitap verdiğimiz kimseler; onlar, ona [Söz’e; vahye, Kur’an’a] da inanırlar.
Ve onlara o [Söz; vahy, Kur’an] okunduğu zaman onlar; “Biz ona [Söz’e] inandık. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen gerçektir. Kesinlikle biz ondan önce teslim olanlardık” dediler.
İşte onlar; sabretmelerinden ötürü onların mükâfatları iki kere verilecektir. Ve onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerini rızklandırdığımız şeylerden infak ederler.
Ve onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve “Bizim işlerimiz yalnızca bizim için, sizin işleriniz de yalnızca sizin içindir. Size selâm olsun! Biz cahilleri aramıyoruz” derler.

Bu konu ile ilgili olarak ayrıca aşağıdaki ayetleri de hatırlatmakta yarar görüyoruz:

A’râf 157: Onlar ki, onlara iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılan, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılmış bulacakları o ümmî peygamber, o elçiye uyarlar. O hâlde, ona iman eden, ona kuvvetle saygı gösteren, ona yardımcı olan ve onun ile birlikte indirilen nuru izleyen kimseler var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.


Ahkaf 10: De ki: “Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Eğer bu Kur’an Allah tarafından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz, bununla birlikte İsrailoğullarından bir şahit de onun bir benzeri üzerine tanık olup da inanmışsa siz de büyüklük tasladıysanız? Şüphesiz ki, Allah zalimler topluluğuna kılavuzluk etmez.”

İsra 106–109: Ve Kur’an’ı; Biz onu insanlara ağır ağır okuyasın diye parça parça ayırdık ve Biz onu indirdikçe indirdik!
De ki: Siz ona [Kur’an’a] ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine ilim verilenler; o [Kur’an] onlara okunduğunda onlar, secde ederek [teslimiyet göstererek] çeneleri üstü kapanırlar. Ve: “Rabbimiz tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir” derler.
Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu [Kur’an] onların huşuunu [alçak gönüllüğünü] artırır.

198, 199. Ayetler:

Ve Biz onu [apaçık kitabı] yabancılardan [Arapça bilmeyenlerden] birine indirseydik de, bunu o, onlara okusaydı, onlar, buna iman ediciler değillerdi.

Kur’an’a ait bilgilerin ve açıklamaların devam ettiği bu ayetlerde; Arapça indirildiği bildirilen Kur’an’ın Arapça bilmeyen birine indirilmesi ve onun da Kur’an’ı Arapça okuması hâlinde, yani bir yabancının Kur’an’ı bilmediği bir dilde okuması gibi bir mucizeyi görmeleri hâlinde bile kâfirlerin inanmayacakları bildirilmektedir.
Burada anlaşılan o ki, inkârcılar tarafından peygamberimizin Arapça bildiği ileri sürülerek Kur’an’ın mucizülbeyan oluşu hafife alınmış ve bu ayet de onlara cevap olmuştur.
Kur’an’ın ilk olarak Araplara, iyice anlamaları için Arapça olarak indirildiğinin bildirilmesi, Kur’an’ın insanlar tarafından anlaşılmasının ön plânda tutulduğunu göstermektedir. Çünkü eğer Kur’an Arapça olmasaydı Araplar onu anlamayacaklardı. Şu hâlde, Kur’an’a inanabilmek için mutlaka onun anlaşılması gerekmektedir. Arapça bilmeyenlerin Kur’an’ı anlamadan Arapça telâffuz etmeleri ise, Rabbimizin Kur’an’ı anlaşılmak üzere indirdiğini bildiren ayetlerine ters düşmektedir:

Yusuf 2: Şüphesiz ki, Biz onu akledersiniz diye Arapça bir Kur’an olarak indirdik.

En’âm 155–157-Ve bu [Kur`ân], “Kitap, sadece bizden önceki iki topluluğa [Yahudi ve Hıristiyanlara] indirildi; Biz ise, onların okumasından habersizdik [o kitapları okuyamıyor ve dillerini anlayamıyorduk” veya “Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk” demeyesiniz diye Bizim indirdiğimiz bereketli bir kitaptır. O nedenle, rahmet olunmanız için ona uyun ve takvalı davranın. İşte size de Rabbinizden açık delil, kılavuz ve rahmet gelmiştir. Öyleyse Allah’ın ayetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri sebebiyle azabın kötüsüyle cezalandıracağız.

200–209. Ayetler:

Böylece onu günahkârların kalplerine soktuk. Onlar acıklı azabı görünceye kadar ona iman etmezler.
İşte bu onlara, kendileri farkında olmadan, ansızın geliverecektir.
Sonra da onlar; “Biz mühlet verilenlerden miyiz?” diyeceklerdir.
Onlar Bizim azabımızı çarçabuklaştırmak mı istiyorlar?
Gördün mü, onlara senelerce kazanç sağlatsak, sonra kendilerine vaat edilen gelip çatıverse, o kazandıkları şeylerin kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır.
Ve Biz sadece kendileri için uyarıcılar olan kenti helâk ettik.
Öğüt! Ve Biz, zulmedenler değiliz.

Bu ayet grubunda, kâfirlerin Kur’an karşısındaki akılsız ve inatçı tutumları ile akıbetleri bildirilmektedir. Ancak bu şüpheci akılsızlar her ne kadar peygamberimizden tehdit edildikleri azabı hemen getirmesini isteyerek inanmaz görünseler de, kafalarının içinde daima bir “acaba?” taşımaktadırlar. Yani, görünüşte kabul etmez, inanmaz bir tavır sergileyen bu inkârcılar, aslında içlerinden “Ya doğruysa, ya varsa!” diye şüpheye düşmekte ve huzursuz olmaktadırlar:

Hacc 55: Şu küfretmiş olan kişiler de, kendilerine ansızın Saat [kıyametin kopuş anı] gelinceye veya akim [kısır, yararsız, verimsiz] bir günün azabı gelinceye kadar, ondan [Kur’an’dan] kuşku duymaya devam edeceklerdir.

200. ayetteki “Böylece onu günahkârların kalplerine soktuk” ifadesi de bunu desteklemekte olup bu ifade şu şekilde takdir edilebilir: “Biz Kur’an’ı kendi dillerinde indirmek suretiyle gayet iyi anlaşılır kılmakla onların kalplerine öyle soktuk ki ...” Bu ifade ileride Hicr suresinde tekrar karşımıza çıkacaktır:

Hicr 1,2, 12: Elif, Lam, Ra. Bunlar, kitabın ve apaçık / açıklayıcı bir Kur’an’ın ayetleridir. Zaman zaman şu inkâr etmiş olan kişiler, “Keşke Müslüman olsaydık!” temennisinde bulunacaklar. Böylece biz onu [Kur’an’ı], günahkârların [suçluların] kalplerine sokarız.”

210–212. Ayetler:

Ve onu [apaçık, açıklayıcı kitabı] şeytanlar indirmedi [senin kalbine sokmadı].
Bu onlara yaraşmaz, onlar güç yetiremezler de.
Şüphesiz onlar duyumdan [vahyden] kesinlikle uzak tutulmuşlardır.

Bu ayet grubunda ana konuya dönülmüş ve Apaçık Kitab’ın [Kur’an’ın] Allah’ın indirmesi olduğu, kitabın indirilişinde kesinlikle kötü kişilerin [şeytanların] bir rolünün bulunmadığı açıklanmıştır.
Hatırlanacak olursa daha evvel şeytanın;
* Haramın yenmesini, haksız kazanç elde edilmesini emreden ve öneren,
* Kötülük, hayâsızlık ve Allah’a karşı bilmediğimiz şeyleri söylememizi emreden,
* Bizi fakirlikle korkutan,
* Bizi kuruntulara düşüren,
* Allah’ın yarattıklarını değiştirmeyi emreden,
* Bizleri kandırmak için bizlere yaldızlı sözler fısıldayan,
* Bize vesvese verip, kışkırtıp kafa bulandıran,
* Yaptığımız amellerimizle bizi şımartan,
* Bizi azdıran,
* İçki/ uyuşturucu ve kumarla, aramıza düşmanlık ve kin sokmak isteyen,
* Allah’ı anmaktan ve namazdan/ sosyal destekten bizi geri durdurmak isteyen, kişiler ve güçler olduğunu açıklamıştık.
İşte burada “şeytanlar” ile kastedilen, yukarıdaki özellikleri taşıyan kötü kişilerdir. Bu kötü kişilerin Kur’an’a herhangi bir müdahalede bulunmaları söz konusu değildir. Çünkü Kur’an Allah tarafından korunmakta ve elçi Muhammed’in kalbine Allah tarafından bırakılmaktadır:

Hicr 9: Hiç kuşkusuz Biz, o Zikr’i Biz indirdik Biz. Ve mutlaka Biz onun için koruyucularız.

Kur’an’ın Allah tarafından korunduğu ve korunacağı konusu, daha evvel Burûc suresinin tahlilinde detaylı olarak işlenmişti. (Tebyînü’l-Kur’an; c:1, s:543-545) Konunun öneminden dolayı ilgili bölümün tekrar okunmasının yararlı olacağı kanısındayız.
212. ayetteki “sem’a” sözcüğü “vahiy” anlamındadır. Sözcüğün bu anlamda kullanıldığının, Mülk suresinin 10. ve Hicr suresinin 18. ayetleri gibi örnekleri de mevcuttur. Ancak Hicr suresinin 16–18. ayetleri çarpıtılmış ve bu çarpıtma sonucu şeytanların göklere çıkıp melekler ile konuştuğu veya Allah ile melekler görüşürken şeytanların gizlice ve sinsice yaklaşarak Allah ile meleklerin konuşmasından bazı bölümleri çaldığı ve bunları yeryüzündeki kâhinlere bildirdiği gibi inançlar ortaya çıkmıştır. Fakat bu gibi inançlar çok eski bir anlayışa dayanmaktadır ve Hicr suresinin ayetleri ile hiç alâkası yoktur. Bu konu inşallah Hicr suresinin tahlilinde ayrıntılı olarak işlenecektir.



213–220. Ayetler:

O hâlde sakın Allah ile beraber başka ilâha yalvarma, sonra azaplandırılmışlardan olursun.
Ve en yakın aşiretini [oymağını] uyar.
Ve müminlerden sana uyan kimselere kanadını indir.
Şayet sana isyan ederlerse; “Şüphesiz ben sizin yaptıklarınızdan kesinlikle uzağım” de.
Ve sen kalktığın [elçilik görevini yapmak için ortaya çıktığın] ve boyun eğenler arasında dolaştığın zaman seni gören Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’e [engin merhamet sahibine] güvenip dayan.
Şüphesiz ki O, en iyi işiten, en iyi bilendir.

Bu ayet grubunda peygamberimize, elindeki temiz ve güçlü malzemeyle [Kur’an ile] hizmetine devam ederek kulluğunu sürdürmesi talimatı verilmekte, bunu yaparken de nazik olması, kötü davrananlardan bile yumuşak bir şekilde ayrılması, her zaman ve her yerde işi Aziz ve Rahîm Allah’a havale etmesi istenmektedir.

Yunus 61: Ve sen hangi işi yaparsan yap, Kur’an’dan onun hakkında ne okursan oku ve siz ne işte çalışırsanız çalışın, unutmayın ki, siz ona dalıp gitmişken, Biz sizin üzerinizde şahidiz. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiç bir şey Rabbinizden uzak kalmaz. Ve bundan küçüğü ve daha büyüğü ancak apaçık bir kitaptadır.

Hicr 88: Sakın onlardan bazı kimselere verip de kendilerini onunla yararlandırdığımız şeylere [mal ve servete] heveslenip gözlerini dikme. Onlar hakkında da üzülme. Sen kanatlarını müminlere indir.

Konumuz olan ayet grubunda yer alan “Ve boyun eğenler arasında dolaştığın zaman seni gören Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’e [engin merhamet sahibine] güvenip dayan!” ifadesi ile ilgili olarak acayip uydurmalar üretilmiştir. Bu uydurma anlatımlarda peygamberimiz annesinden doğuncaya ka*dar Âdem ile Havva’dan olma tüm secde eden mümin kadınların rahimlerinde ve mümin er*keklerin sulblerinde dolaştırılmış, tüm peygam*berlerin sulbünde taşınmıştır. Hatta öylesine ileri gidilmiştir ki, bazı dedelerinin sulbünde dolaşırken peygamberimizin yaptığı tesbih ve hacc telbiyesinin [“lebbeyk, lebbeyk” demesinin] başkaları tarafından duyulduğu bile iddia edilmiştir. (Kurtubi; Mücahid ve Katade’den naklen)

221–223. Ayetler ve Neml/6 Ayeti:

Şeytanların kime inip durduğunu [kimlerin kafasına bir şeyler soktuğunu] size haber vereyim mi?
Onlar [şeytanlar], tüm iftiracı günahkârlara iner dururlar [onların kafasına sokarlar].
Onlar, duyum bırakırlar hâlbuki onların çoğu yalancıdır.

Şüphesiz bu Kur’an ise sana, yasalar koyan ve en iyi bilen Allah tarafından bırakılmaktadır [senin içine işletilmektedir]. (Neml/6)

Görüldüğü gibi bu ayet grubunun içine Neml suresinin 6. ayetini de koymuş bulunuyoruz. Bizim kanaatimize göre, sahabe tarafından Neml suresinin 6. ayeti olarak tasnif edilen ayet aslında buraya aittir. Neml suresinde de değinileceği gibi, bu ayetin Neml suresindeki pasajla anlam ve teknik itibariyle uygunluğu söz konusu değildir.
Bu ayetlerde Kur’an ile ilgili açıklamalara devam edilerek kötü kişilerin [şeytanların] kimleri kandırıp vahiy olmayan şeyi vahiy imiş gibi söyletebilecekleri açıklanmakta, bu kötü kişilere ancak iftiracıların, yalancıların, günahkârların alet olacakları bildirilmektedir. Peygamberimiz ise bir yalancı değil, aksine büyük ahlâk sahibi, zihinsel yönden sağlıklı, emin birisidir. Ona ancak Allah indirmektedir.

224–226. Ayetler:

Ve şu şairler; şüphesiz onlara azgın sapıklar uyar.
Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekten yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi?

Burada şairlerin düşünce ve sözlerinde hiç sınır tanımadıkları, her vadide başıboş gezinip durdukları [her konuda doğru yanlış demeden fikir ileri sürdükleri] ve genellikle süslü sözlerle kötülük işledikleri bildirilmektedir. Gerçekten de şairler, özellikle de geçmişin şairleri, dalkavuklukla bir şeyler koparmanın yollarını ararlar, bunu yaparken yalan ve iftiradan çekinmezler, diledikleri kişileri yerin dibine batırırlar, dilediklerini de yüceltirlerdi. Böylece halka yalan yanlış fikirler aşılayarak kamuoyu oluştururlardı. Bu sebeple eski devirlerden beri şiir silâhtan daha etkili, şair de silâhşordan daha güçlü olarak kabul edilegelmiştir. [Eski dönemde şairler tarafından oluşturulan kamuoyu, günümüzde medya tarafından oluşturulmaktadır.]
O dönem Arap şiiri cinsellik, aşk hikâyeleri, içki, kabilesel nefretler ve kan davaları, atalarla övünme gibi konular üzerineydi. Bu konularda yazılan şiirler yalan, abartma, yersiz suçlama, gereksiz övgü, boş söz, övünme, hiciv, çok tanrıcılık ve müstehcenlikle doluydu. Şairler ise hep yalan söylerler, şiirlerinde söylediklerinin aksini yaparlardı. Meselâ şiirlerinde cömertlik, dünyalığa ilgi göstermeme, kanaat ve saygı temalarını işlerlerken, kendileri günlük hayatlarında bütünüyle cimri, korkak, servet düşkünü ve bencil bir tutum sergilerlerdi. Başkalarının gözündeki çöpü büyütürler, fakat kendi gözlerindeki merteği görmezlerdi.
Esbab-ı nüzul kayıtlarına göre bu ayet gurubu, şiirleriyle peygamberimize ve inananlara saldıran, sağda solda onlar için olumsuz propagandalar yapan Abdullah b. ez-Ziba’rî, Müsaı b. Abd Menaf ve Umeyye b. Ebi’s-Salt hakkında inmiştir. Bazıları ise bu ayetlerin Ebu Azze el-Cumahî’nin bir sözlü saldırısı üzerine indiğini ileri sürmüşlerdir. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

Şiirin etkisi Kur’an’da başka ayetlerde de işlenmiştir:

En’âm 112, 113 Böylece Biz her peygamber için cinn ve ins şeytanlarını düşman kıldık: Ki dünya malına aldanmaktan dolayı, ahirete inanmayan kimselerin kalpleri ona kansın, ondan memnun olsun ve yapmakta olduklarını yapsınlar diye bunların bazısı bazısına sözün süslüsünü vahyeder [gizlice telkinde bulunur/ fısıldar]. -Ve şayet Rabbin dileseydi onu yapmazlardı. Öyleyse onları ve uydurdukları şeyleri bırak!-

Yukarıdaki ayetlerden de anlaşıldığına göre, ins ve cinn şeytanlar [bildik bilmedik tüm kötü kişiler];
* Ahirete inanmayanların [henüz Müslüman olmamışların] kalplerini bu kendi ürettikleri, Kur’an’a alternatif süslü sözlere yöneltmek,
* Bu sözlerle ahirete inanmayanları [henüz Müslüman olmamışları] memnun etmek,
* Böylece işlemekte oldukları suçu işlemeye devam etmek [bu sayede de dümenlerini döndürmek, gemilerini yüzdürmek, saltanatlarını sürdürmek, halkı sömürmeyi devam ettirmek, çıkarlarını devam ettirmek]için süslü, yaldızlı sözlerle girişimde bulunmaktadırlar.
İslâm tarihine bakıldığı zaman İslâm’a sokulan tüm hurafelerin, yozlaşmaların bu şair kılıklı heriflerin yaldızlı sözleriyle [şiirleriyle] İslam’a sokulduğu görülecektir.

ŞİİR NEDİR?


Yüzlerce tanımı yapılmış olan şiir kısaca “bir benzetme sanatı”dır. Şiir hiçbir zaman “gerçek” değildir. Dolayısıyla şiir, bir nesnenin veya olayın gerçeğinin değil, benzerinin [taklidinin, sahtesinin] sunumu olan “süslü söz”dür [zuhrufu’l-kavl]. Şiirin görece en iyi irdelemesi, M.Ö. 427–347 yılları arasında yaşamış olan Platon tarafından yapılmıştır. Platon’a göre şairler, gerçekler yerine görünüşle uğraşmakta, kopyanın kopyasını yaparak insanları gerçekten uzaklaştırmaktadırlar. (Platon; Devlet, 10. Bölüm) Bu yaklaşıma göre, tıpkı çocukların oyuncaklarla aldatılması gibi toplumlar da şiirle [benzetme ile] aldatılabilir, yanıltılabilir ve ideolojiler sulandırılabilir. Tarihte, özellikle de İslâm tarihinde bunun yüzlerce örneği mevcuttur. Meselâ, Celalettin-i Rumî bu örneklerden bir tanesidir.

227. Ayet:

Ancak iman edenler ve salihatı işleyenler, Allah`ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar müstesna. Haksızlık edenler, hangi dönüşüme döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.

224–226. ayetlerde kötülenen şairlerin iyileri, bu ayetle istisna edilmektedir. Çünkü şairlerin hepsi aynı değildir ve söylenmiş nice güzel şiirler vardır. Akıl ve bilgi sahiplerinin bunu reddetmesi, şiirin iyisine, yararlısına karşı çıkması düşünülmez. Ayete göre istisna edilen şairler aşağıdaki vasıflarda olanlardır:
* İman edenler,
* Salihatı işleyenler,
* Şiirleri, tevhit, nübüvvet ve insanları hakka davet konusunda olanlar, [Allah’ı çok zikredenler],
* Kendilerini hicvedenlere karşılık vermeleri durumu dışında hiç kimseyi hicvetmeyenler [zulme uğratıldıktan sonra öçlerini alanlar].

Ayetteki “ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar müstesna” ifadesinden ancak zulme uğrandığı zaman kötü söz söylenebileceği anlaşılmaktadır. Normal şartlarda Rabbimiz kötü söze, saldırıda bulunmaya izin vermemektedir.

Nisa 148: Allah, haksızlığa uğrayanların dışında, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Ve Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir.

Bakara 194: Haram ay haram aya karşılıktır. Ve bütün haramlar kısastır [birbirine karşılıktır]. O hâlde kim size saldırdıysa, siz de ona yaptığı saldırının aynıyla saldırın. Ve Allah’a takvalı davranın. Ve bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir.

227. ayette istisna edilen şairler, Abdullah b. Ravaha, Hassan b. Sabit, Ka’b b. Malik, Ka’b b. Züheyrgibi şairlerdir. Bunlar, iftiracı kâfirlerin yalanlarını onların yüzlerine vurmuşlar, peygamberimizi ve inananları yapılan saldırılara karşı savunmuşlardır
Ayetin son cümlesi olan “Haksızlık edenler, hangi dönüşüme döndürüleceklerini yakında bileceklerdir” ifadesi uyarı mahiyetinde açık bir tehdittir. Bu tehdidin muhatapları, aklî delillerin, elçilerin açıklamalarının ve geçmiş peygamberlerin kıssalarının defalarca anlatılmasına rağmen bunlara itibar etmeyenler ve Kur’an ile şiirin, elçi ile şairin ayırdını yapamayan, anlatılmış olmasına rağmen hâlâ Kur’an’ı şiir, elçiyi de şair veya kâhin olarak gören akılsızlardır. Bu zavallılar, yakında büyük bir değişime uğrayacakları bildirilmek suretiyle uyarılmışlardır.
Allah doğrusunu en iyi bilendir.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla