Tekil Mesaj gösterimi
Alt 25. April 2009, 09:36 PM   #12
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.016
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Aşağıdaki ayetler de aynı mesajı içermektedir:

Yine o iman etmiş olan kimse: “Ey kavmim! Bana uyun ki, size reşadın [akıllı olmanın] yoluna kılavuzluk edeyim. Ey kavmim! Bu bayağı hayat ancak geçici bir kazanımdır. Ahiret ise kesinlikle durulacak yurdun ta kendisidir. Her kim bir kötülük yaparsa, ona ancak yaptığının bir misli ile ceza verilir. Ve erkek veya kadın, her kim mümin olarak salihi [düzeltmeye yönelik işi] işlerse, artık onlar, orada hesapsızca rızklanmak üzere cennete girerler.” Yine: “Ey kavmim! Bana ne oluyor ki, siz beni ateşe davet ediyorken ben sizi kurtuluşa davet ediyorum! Siz beni Allah`ı inkâr etmeye ve benim için hiç bilgi olmayan şeyleri O`na ortak koşmaya davet ediyorsunuz. Ben ise sizi Aziz [o çok güçlü] ve Gaffar’a [çok bağışlayıcı olan Allah`a] davet ediyorum. Hiç inkâr edilemez ki, gerçekten sizin beni kendisine davet ettiğiniz şey dünya ve ahirette kendisine bir çağrı olmayan şeydir. Ve şüphesiz dönüşümüz Allah’adır. Ve şüphesiz haddi aşanlar, cehennem ashabının ta kendileridir. Artık siz benim sizin için söylediklerimi yakında anacaksınız. Ve ben işimi Allah`a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını en iyi görendir” dedi. (Mümin/38- 44)

Görüldüğü gibi, yukarıdaki bu ayetlerde insanlar güzel ve iyi işlere teşvik edilmektedir.

161 - De ki: “Şüphesiz Rabbim, beni doğru yola kılavuzladı; dimdik ayakta duran bir dine, hanif İbrahim’in milletine. O [İbrahim], ortak koşanlardan olmamıştı.”
162, 163 - De ki: “Benim salatım [sosyal desteğim], ibadetim, hayatım ve ölümüm sadece kendisinin ortağı olmayan âlemlerin Rabbi Allah içindir. Ve ben böyle emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim.”
164, 165 - De ki: “O [Allah] her şeyin Rabbi iken, ben Allah’tan başka Rabb mi arayayım?” Her kişinin kazandığı yalnız kendisine aittir. Yükünü taşıyan kimse, bir başkasının yükünü taşımaz. Sonra sadece Rabbinizedir dönüşünüz. Böylece O [Allah], ayrılığa düştüğünüz şeyi size haber verecektir. Ve O, sizi yeryüzünün halifeleri kılan, verdikleriyle sizi belalandırmak [sınamak] için, kiminizi kiminizin üzerine derecelerle yükseltendir. Şüphesiz Rabbin, kovuşturması çabuk olandır ve şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

Bu ayet grubunda, surenin başından bu yana birçok yönden detaylandırılan ve gayet makul, ikna edici deliller ile ortaya konulan tevhit ilkesi, peygamberlik misyonu ve Allah-kul ilişkisi, bir özet hâlinde peygamberimizin ağzından topluma iletilmektedir.

MİLLET, İBRAHİM MİLLETİ

“ ملّةMillet” sözcüğü aslında “yol, sünnet” demektir. Sonradan “din” anlamında kullanılır olmuştur. (Lisan’ül-Arab; c. 8, s. 368) Ancak sözcük tek başına değil de ayetlerde görüldüğü üzere izafetli olarak “onun milleti [onun dini]”, “İbrahim’in milleti [İbrahim’in dini]” şeklinde kullanılır. Dolayısıyla konumuz olan ayetteki “İbrahim milleti” ifadesi, bundan önceki Sad/7, A’raf/89 ve Yusuf/37’deki gibi “İbrahim’in dini” demektir. Bu ifadenin Kur’an’da birçok kez kullanılmış olması, Araplar içinde İbrahim peygambere uyduğunu söyleyen kişilerin varlığını göstermektedir. Zaten o günün Arabistan çevresinde yaşayıp Yahudi veya Hıristiyan olmayan kimselere de “İbrahim milletine mensup” kişiler denilmektedir.
Rabbimiz Kur’an’da “tevhit” ve “sağlam din” konularını tanıtırken pek çok defa İbrahim peygamberin adını zikretmiştir:

Ve Allah uğrunda gerektiği gibi cihat edin. O, sizi o seçti ve dinde; babanız İbrahim`in milletinde sizin için bir zorluk kılmadı. O, daha önce ve işte bunda [Kur’an’da], elçinin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, sizi “Müslümanlar” olarak isimledi. Öyleyse, salatı ikame edin, zekâtı verin ve Allah’a sarılın. O, sizin Mevlanızdır [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır]. O, ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcıdır! (Hacc/78)

Ve İbrahim’in milletinden, kendini bilmezden başka kim yüz çevirir? Ve Biz onu dünyada seçkin birisi yaptık. Hiç şüphesiz o, ahirette de iyilerden biridir. (Bakara/130)

De ki: "Allah doğru söylemiştir. Öyle ise hanif olarak İbrahim`in dinine uyun. Ve o, müşriklerden değildi." (Âl-i Imran/95)

Ve din bakımından, iyilik-güzellik üreten biri olarak, yüzünü [kendisini] Allah’a teslim eden ve hanifçe, İbrahim`in dinine tâbi olan kimseden daha iyi-güzel kim olabilir? Ve Allah, İbrahim`i “halil [izdaş]” kabul etti. (Nisa/125)

163. ayetteki “Ve ben böyle emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim” ifadesi daha önce de surenin 14. ayetinde geçmişti. Aynı ifade ileride Zümer/12’de de geçecektir. Söz konusu ifade, “bu ümmetteki Müslümanlarım ilkiyim” anlamındadır. Zira daha evvel gelip geçmiş elçiler de İslam’ı tebliğ ile emrolunmuşlar ve hepsi de kendi toplumlarının ilk müslümanı olmuşlardır.

Ve Biz senden önce hiçbir elçi göndermedik ki ona, “Gerçek şu ki Benden başka ilâh diye bir şey yoktur. Onun için bana ibadet edin.” diye vahyetmiş olmayalım. (Enbiya/25)

Bir de onlara Nuh`un önemli haberlerini oku: Hani o kavmine; “Ey kavmim, eğer benim aranızda duruşum / size karşı çıkışım ve Allah`ın ayetleriyle öğüt verişim size ağır geliyorsa, şunu bilin ki, ben yalnızca Allah`a tevekkül etmişimdir. Artık siz ve ortaklarınız her ne yapacaksanız toplanıp bütün gücünüzle karar veriniz. Sonra bu işiniz size dert olmasın. Sonra bana gerçekleştirin, bana mühlet de vermeyin. Sonra da eğer yüz çevirirseniz; zaten ben sizden bir ücret istemedim! Benim ücretim sadece Allah’ın üzerinedir. Ve ben müslümanlardan olmakla emrolundum” demişti. (Yunus/71, 72)

Ve İbrahim’in milletinden, kendini bilmezden başka kim yüz çevirir? Ve Biz onu dünyada seçkin birisi yaptık. Hiç şüphesiz o, ahirette de iyilerden biridir.

Rabbi ona, “İslâm ol!” dediği zaman o [İbrahim], “Ben âlemlerin Rabbi için islam oldum” dedi.
Ve İbrahim, kendi oğullarına vasiyet etti: “Ey oğullarım! Şüphesiz ki, bu dini size Allah seçti. Onun için uzak durun, yalnızca müslümanlar olarak can verin!” Yakub da [oğullarına vasiyet etti]. (Bakara/130-132)

-“Rabbim! Sen bana mülk verdin ve bana ehadisin [olacakların / sözlerin] tevilinden öğrettin. Gökleri ve yeri yoktan var eden! Sen benim velimsin sensin, benim canımı müslüman olarak al ve beni dünya ve ahrette salihler arasına kat!” – (Yusuf/101)

Ve Musa; “Ey kavmim! Siz Allah`a iman ettinizse, sadece O’na teslim olan müslümanlardan oldunuzsa, artık sadece O’na tevekkül edin.” dedi.
Onlar da; “Biz Allah’a tevekkül ettik. Ey Rabbimiz, bizi o zalim kavim için fitne kılma ve bizi rahmetinle o kâfirler kavminden kurtar!” dediler. (Yunus/84–86)

İçinde hidayet ve nur bulunan Tevrat`ı, Şüphesiz Biz indirdik. Teslim olmuş kişiler olan peygamberler onunla Yahudilere hükmederler, rabbaniler [kendilerini Allah’a adamış kişiler] ve ahbar [âlimler] da, Allah`ın kitabından kendilerinden korumaları istenilen ve kendilerinin de üzerine tanıklık ettikleri şeylerle hükmederler. İnsanlara saygı duyup ürpermeyin, Bana saygı duyup ürperin. Benim âyetlerimi de az bir paraya satmayın. Ve kim Allah`ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir. (Maide/44)

Ve hani havarilere: “Bana ve elçime inanın.” diye vahyetmiştim de onlar, “İnandık, ve bizim gerçekten teslim olduğumuza tanık ol” demişlerdi. (Maide/111)

Ne zaman ki, Musa, tayin ettiğimiz vakitte geldi ve Rabbi ona konuştu. [Musa] “Ey Rabbim! Göster bana kendini de bakayım Sana!” dedi. [Rabbi ona] dedi ki: “Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni göreceksin.” Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi, Musa da baygın olarak yere yığıldı. Ayılıp kendine gelince de, “Seni tenzih ederim, sana döndüm [tövbe ettim] ve ben inananların ilkiyim” dedi. (A’raf/143)

164. ayetteki “Her kişinin kazandığı yalnız kendisine aittir. Yükünü taşıyan kimse, bir başkasının yükünü taşımaz” ifadesi, kıyamet günü vuku bulacak olan cezalandırma hükmünün adaletini haber vermekte, sorumluluğun ve cezanın kişisel olduğunu, hiç kimsenin -akrabası bile olsa- başkasının günahını çekmeyeceğini bildirmektedir. Yani o günde nefisler kendi amelleri karşılığında cezalandırılacaklardır. Kişinin amelleri “hayır” ise ceza da “hayır”, ameller “kötü” ise ceza da “kötü” olacaktır. Ayrıca hiç kimsenin kötü amellerinin cezası bir başkasına yüklenmeyecektir.
Bu beyan, Mekkeli kodamanların “Eğer Muhammed’e uymamak günah ise siz korkmayın, biz sizin günahlarınızı üstleniriz” diyerek kendi elleri altındaki “müstez’af/gariban” kesime uyguladıkları sömürü ve İslam’a girişi engelleme politikalarını bozmuştur. Bu açıklama aynı zamanda İsa peygamberin başkalarının günahını çektiği yolundaki Hıristiyan inancının batıl olduğunu da ortaya koymuştur.
Kur’an’da açıkça ifade edilmiş olmasına rağmen bazıları hâlâ “bir kimsenin bir başkasının günahını çekmeyeceği” konusunu yeterince bilmemektedir. Yanlışa itilmek istenen insanlar hep “günahın benim boynuma” martavalı ile kandırılmaktadır. Kur’an’a aykırı bu saçma sözü söyleyenlerin cahil ya da kötü niyetli, bu söze inananların da cahil ve bilinçsiz oluklarında hiç şüphe yoktur. Çünkü hiç kimsenin başkasının yükünü çekmeyeceği Kur’an’da tekrar tekrar dile getirilmiştir:

Sonra, şiddetle çarpanın çıkardığı korkunç ses geldiği zaman;
bir gün ki o, kişi kaçar kardeşinden,
annesinden, babasından,
eşinden, oğullarından.
O gün onlardan her kişi için kendisini boş bırakmayacak bir uğraş vardır. (Abese/33–37)

Ve öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse, hiç kimsenin yerine bir şey ödemez, kimseden fidye kabul edilmez. Ve ona şefaat de fayda vermez, onlar yardım da olunmazlar. (Bakara/123)

İman eden kullarıma söyle: “Salâtı ikame etsinler, alış-veriş ve dostluğun olmadığı bir günün gelmesinden önce, kendilerini rızklandırdığımız şeylerden açık ve gizli olarak infakta bulunsunlar.” (İbrahim/31)

Ey insanlar! Rabbinize takvalı davranın. Ve babanın çocuğuna hiçbir fayda vermediği, çocuğun da babasına hiçbir şeyle fayda sağlamadığı günden ürperin. Şüphesiz Allah’ın vaadi gerçektir. O hâlde basit yaşam sizi aldatmasın. Ve sakın o çok aldatıcı şeytan sizi Allah ile aldatmasın. (Lokman/33)

Kim doğru yola gelirse sırf kendi iyiliği için gelir. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü çekmez. Ve Biz bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık. (İsra/15)

Eğer inkâr edecek olursanız, artık şüphesiz Allah size hiç bir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için küfre rıza göstermez. Ve eğer şükrederseniz, sizin [yararınız] için ondan razı olur. Hiçbir günahkâr [suçlu], bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz, böylece yaptıklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı bilendir. (Zümer/7)

Gerçek şu ki, hiçbir günahkâr bir başka günahkârın günahını çekmez. (Necm/38)

164. ayetteki “Sonra sadece Rabbinizedir dönüşünüz” ifadesiyle inançsızlara “Sonucuna katlanmayı göze aldıktan sonra bildiğinizi yapın” mesajı verilmektedir. Aynı mesaj Sebe’ suresinde de mevcuttur:

De ki: “Siz bizim yaptığımız günahlardan sorumlu tutulmazsınız. Biz de sizin yapıp durduklarınızdan sorumlu olmayız.”
De ki: “Rabbimiz aramızı bir araya getirecek, sonra da hak hükmü ile aramızı ayıracaktır. Ve O, Fettah’tır, Alîm’dir [En İyi Bilen’dir]. (Sebe`/25, 26)

165. ayette geçen “halifeler” sözcüğü “arkadan gelip eskilerin yerini alanlar” anlamındadır. “İnsanların halife kılınması” ile ilgili detay, Sad suresinin sonundaki “Kur’an’da Halife Sözcüğü veya Kur’an’daki Halife” (Tebyinü’l-Kur’an c: 2, s: 459) başlıklı yazımızda verilmiştir. Söz konusu yazının tekrar okunmasının yararlı olacağı kanaatindeyiz.

Yine 165. ayetteki “verdikleriyle sizi belalandırmak [sınamak] için, kiminizi kiminizin üzerine derecelerle yükseltendir” ifadesi, insanların birbirlerine göre değişik açılardan fazlalıklı yaratıldığı gerçeğini vurgulamaktadır. Çünkü insanların gerek zihinsel, gerek ekonomik, gerekse sosyal bakımlardan birbirlerine göre eksikli veya fazlalıklı yaratılması Rabbimizin bir sünnetidir ve dünyadaki düzenin sağlığı açısındandır. Rabbimiz bu sünnetini başka ayetlerde de dile getirmiştir:

Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit hayatta [dünya hayatında] onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. (Zühruf/32)

Ve Allah rızk konusunda kiminizi kiminize fazlalıklı kılmıştır. Kendilerine fazlalık verilenler, kendi rızklarını sağ ellerinin malik olduklarına, hepsi onda eşit olmak üzere vermezler. O hâlde bunlar Allah’ın nimetini bilerek inkâr mı ediyorlar? (Nahl/71)

Onların bir kısmını bir kısmı üzerine fazlalıklı kıldığımıza bir bak! Elbette ahiret, dereceler bakımından daha büyüktür, fazlalık bakımından da daha büyüktür. (İsra/21)

Allah, doğrusunu en iyi bilendir.
VEFAT

“ وفاةVefat” sözcüğünün kökü “ وفىvfy [vefa]” sözcüğüdür. “Vfy” sözcüğü; “ غدر ğadr” sözcüğünün zıddı olup “tastamam verme, eksiltmeden yerine getirme” demektir. Bu sözcükten türemiş olan “vefat” sözcüğü ise “ölüm” demektir. “Ölüm”e “vefat” denmesi, Allah’ın kişiye verdiği ömrü senesi, ayı, günü, saati, dakikası ve saniyesiyle eksiksiz yaşatmasındandır. (Lisanü’l-Arab; c: 9, s: 362-364)
Bu bilgiler doğrultusunda Kur’an’a bakıldığında, “vfy” sözcüğünün gerek sülasi [üçlü] gerekse mezidatı [eklentili kalıpları] dâhil, Kur’an’da toplam 66 kez yer aldığı görülmektedir.
Ancak sözcük Kur’an’ın her yerinde aynı anlamda kullanılmamıştır. Şöyle ki:
* Üç ve dört harften oluşan kalıpları “tastamam verme, eksiltmeden yerine getirme” anlamında: Necm/37, 41, Nur/25, 39, Hud/15, 109, 111, Al-i Imran/25, 57, 76, 161, 185, Nisa/173, Fatır/30, Ahkaf/19, Zümer/10, 70, Bakara/40, 177, 272, 281, Nahl/91, 111, Enfal/60, Fetih/10, Yusuf/59, 88, Hacc/29, Ra’d/20, İnsan/7, Maide/1, En’am/152, A’raf/85, Hud/85, İsra/34, 35, Muttaffifin/2, Tövbe/111;
*Beş harfli “ تفعّل Tefe’ul” kalıbından olanları ise “vefat” anlamında kullanılmıştır: Al-i Imran/55, 193, Nisa/15, 97, En’am/60, 61, Zümer/42, Muhammed/27, Nahl/28, 32, 70, Yusuf/101, Secde/11, A’raf/37, 126, Enfal/50, 51, Hacc/5, Mü’min/67, 77, Maide/117, Yunus/46, 104, Ra’d/40, Bakara/234, 240.

Sırf “vefat” sözcüğünün geçtiği ayetlere bakıldığında, sözcüğün “ölüm” anlamına gelmediği, “ölüm” ile “vefat”ın birbirinden farklı iki ayrı şey olduğu görülmektedir.

Ve O, sizi geceleyin vefat ettiren, gündüzün elde ettiğiniz şeyleri bilen, sonra adı konmuş ecelin [vadenin] gerçekleşmesi için sizi kaldırandır. Sonra dönüşünüz yalnızca O’nadır. Sonra O, yaptıklarınızı size haber verecektir.
Ve O [Allah], kulları üzerinde Kahir’dir [hükümranlığı sürdürür] ve O, sizin üzerinize koruyucular gönderir. Sonra da sizden birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz, hiç eksik-fazla yapmadan, onu vefat ettirirler. (En’am;/60, 61)

Allah, o nefisleri ölmeleri sırasında vefat ettirir. Ölmeyenleri de uyuduklarında; artık haklarında ölüm gerçekleştirdiklerini alıkoyar, diğerlerini de adı konmuş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz bunda düşünen bir kavim için nice ayetler vardır. (Zümer/42)

Dikkat edilirse, ayetlerdeki “ölüm geldiği vakit elçilerimiz … vefat ettirirler” ve “ölmeleri sırasında vefat ettirir” ifadelerinde “vefat” sözcüğünün “Allah’ın kişiye verdiği ömrü senesiyle, ayıyla, günüyle, saatiyle, dakikasıyla ve saniyesiyle eksiksiz yaşatması” anlamına karşılık olmadığı; “vefat”ın ölüm anından hemen önce yaşanan bir süreç olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Rabbimiz “vefat”ın ölümden başka bir süreç olduğunu ve değişik şekillerde tezahür ettiğini şu ayetlerde beyan etmiştir:

De ki: “Size görevlendirilmiş ölüm meleği sizi vefat ettirecek, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.” (Secde/11)

Şu, kesinlikle meleklerin, kendilerine zulmederlerken vefat ettirdikleri kimseler; Onlar [melekler]: "Ne işte idiniz?" derler. Onlar: "Biz yeryüzünde güçsüzleştirilmiş kimselerdik" derler. Onlar [Melekler]: "Allah`ın yeryüzü geniş değil miydi, siz orada hicret etseydiniz ya?" derler. Artık, işte bunların varacakları yer cehennemdir. Ve o ne kötü gidiş yeridir. (Nisa/97)


(O kâfirler) Kendilerine zulmetmiş kimseler olarak, meleklerin, vefat ettirdikleri kimselerdir. Artık teslimiyeti bırakırlar: "Biz, hiç bir kötülükten yapmıyorduk." Bilakis, Şüphesiz Allah sizin yapmakta olduklarınızı çok iyi bilendir. (Nahl/28)

Melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve sırtlarına vurarak “Tadın bakalım kızgın ateşin azabını- diye onları vefat ettirirken bir görseydin.”
İşte bu, sizin kendi ellerinizle meydana getirdiğiniz şeyler sebebiyledir. Ve şüphesiz Allah, kullara hiçbir şekilde zulmeden biri değildir. (Enfal/50, 51)

Artık melekler onların yüzlerine ve arkalarına vurarak onları vefat ettirirken nasıl olacak! (Muhammed/27)

(Takva sahipleri) O kimselerdir ki, melekler, onları hoş ve rahat ettirerek vefat ettirirler. “Selam size, yapmış olduğunuz işlerin karşılığı olarak girin cennete...” derler. (Nahl/32)

Yüzler var ki o gün apaydınlıktır.
Rabblerine nazar edicidirler.
Ve yüzler de var ki o gün asıktırlar.
Zannederler ki kendilerine belkıran yapılır.
Hayır… Hayır… Köprücük kemiklerine dayandığı zaman,
ve “Kim tedavi edicidir! [Çare bulan kimdir!]” denildiği [zaman],
ve o [can çekişen kişi] bunun o ayrılık anı olduğunu anladığı [zaman],
ve bacak bacağa dolaştığı [zaman],
işte o gün sevk [sürülüp götürülmek], sadece Rabbinedir. (Kıyamet/ 22-30)


Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi, “vefat” iki şekilde gerçekleşmekte, bu süreci takva sahipleri mutluluk ve rahatlık içinde geçirirken, suçlular ise mutsuz ve işkence içinde geçirmektedirler.
Demek oluyor ki, “vefat”, Allah’ın insanlara, ölecekleri andan hemen önce yaşatacağı, herkese yaptıklarının ve yapması gerekirken ötelediklerinin hepsini eksiksiz fazlasız göstereceği, haber vereceği bir süreçtir. Başka bir ifade ile “vefat”, Rabbimizin, insanın hayatındaki tüm kayıtları en ince ayrıntısı ile tıpkı bir yazarkasanın “Z raporu” gibi, ölüm anından kısa bir süre önce hiç eksiksiz fazlasız ortaya koyuvermesidir. Bu “ortaya konuş” ise insanın yapısına yaratılıştan yerleştirilmiş olan “koruyucular, bellekler, elçiler [hafıza hücreleri]” ile sağlanmaktadır.
Vefat süreci, Kıyamet suresinde şöyle bildirilmiştir:

O gün, o insan, önden yolladığı şeyler ve geriye bıraktığı şeyler ile haberlenir.
Aslında insan kendi aleyhine iyi bir gözetmendir.
Tüm mazeretlerini koysa da bile / Tüm perdelerini koysa da bile...
Onu çabuklaştırman için dilini ona hareket ettirme!
Kuşkusuz onun [yaptıklarının-yapmadıklarının] birleştirilmesi ve toplanması yalnızca Bizim üzerimizedir.
O halde Biz onu [yaptıklarını - yapmadıklarını] topladığımız zaman sen onun toplanmasını izle!
Sonra, onun [yaptıklarının - yapmadıklarının] beyanı [kanıtlarıyla ortaya konması] da sadece Bizim üzerimizedir. (Kıyamet/13-19)

“Vefat” konusunda iki husus dikkat çekmektedir:

1- Vefat ettiren mutlak surette Allah’tır. Hâlbuki bazı ayetlerde buna uygun olarak Allah’ın vefat ettirdiği söylenmiş [Maide/117, Yunus/46, Ra’d/40, Mü’min/77, Zümer/42, En’am/60, Yunus/104, Nahl/70, Al-i Iımran/193, A’raf/126, Yusuf/101], bazı ayetlerde ise vefatı elçilerin veya meleklerin gerçekleştirdiği bildirilmiştir [Nisa/97, En’am/61, Muhammed/27, Nahl/28, 32, Enfal/50, Secde/11, A’raf/37].
Bunun sebebi, Allah’ın “vefat” işlemini elçiler, melekler vasıtası ile yapmasından kaynaklanmaktadır. Bu durumun bir başka örneği de, aslında kılavuz olan, karanlıklardan aydınlığa çıkaranın kendisi olmasına rağmen, Rabbimizin bu eylemi, tıpkı vefatı meleklere, elçilere izafe ettiği gibi elçiye izafe etmesidir:

Allah, inananların Veliysidir [yakın kimsesidir]; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Küfre sapanlara gelince, onların yakın kimseleri tağuttur ki, kendilerini nurdan karanlığa çıkarır. Bunlar cehennem ashabıdır. Onlar orada sürekli kalıcıdırlar. (Bakara/257)

Elif, Lâm, Râ. Bu, Bizim sana, insanları Rabblerinin izni ile karanlıklardan aydınlığa; Azîz’in [Güçlü Olan’ın], Hamîd’in yoluna çıkarman için indirdiğimiz bir kitaptır. (İbrahim/1)

Dolayısıyla, “vefat” konusunu değerlendirirken “öldüren” ve “dirilten”in Allah olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.

2- Bazı ayetlerde ölümden bahsedilirken “ölüm” değil, ölümden önceki “vefat” zikredilmiştir.
Bu ayetlerde Rabbimiz “hiç olma” anlamındaki “ölümü” zikretmeyerek iyi insanlar için hiçliğin, korkunun, dehşetin olmayacağını ve dünya hayatlarının hoş ve rahat bir vefat süreci ile biteceğini vurgulanmış olmaktadır. Böylece iyi insanlar ölümle korkutulmamakta, ölümden nefret ettirilmemekte, ayrıca bu üslup ile olayın en önemli noktasına dikkat çekilmiş olmaktadır.
Bazı ayetlerde “vefat” için görevlendirilen elçilerin [meleklerin] çoğul olarak belirtilmesine karşılık, Secde/11’deki ifade tekildir. Bu uygulama, “ölüm meleği” tanımının vefat ettiren meleklerin genel adı olmasından kaynaklanmaktadır. Bu, yüzlerce askerin yaptığı bir iş ifade edilirken “bunu asker yaptı” diye tekil zamir kullanılmasına benzemektedir.
DUA

Sözcük anlamı:

“Dua” sözcüğü, “da’vet” ve “da’va” sözcükleri gibi mastar olup “çağırmak, seslenmek” demektir.
İslamî terim olarak “dua” ise “Yaratıklardan alakayı keserek Allah’a yönelip O’ndan hayır istemek [hayır istemek için O’na seslenmek, yakarmak]” demektir.
Tüm dinlerde var olan duanın, içeriği, şekli ve anlatım biçimine göre bazı değişik türleri olduğu söylenirse de, asıl ve en yaygın olan dua yalvarıp yakarmaktır. Çünkü insan, kendisinden daha üstün olanla irtibat kurma ihtiyacı içindedir. Bu sebeple, dua ederek varlığını kabul ettiği o Yüce Güç karşısında duyduğu saygı ve ümit hislerini açıklamakta, böylece bu ihtiyacını en üst seviyede karşılayarak gönlü huzura kavuşmaktadır. Dolayısıyla dua, Allah ile O’na inanan ve hâlini arz edip O’ndan niyazda bulunan kul arasındaki yakın ilişkinin nişanesi olan bir konuşmadır. Zaten bu sebeple duaya “münacat [Allah ile gizliden ve ruhsal konuşma]” adı da verilmiştir.

İSLAM’DAN ÖNCE DUA

İlkel topluluklardaki dua; aile reisi, kabile başkanı veya rahibin yakarışlarına cemaatin âmin diyerek katılması şeklindedir. Bu en iptidai şeklinde bile “kötülüklerden korunma” veya “dünya nimetlerinden faydalanma isteği”, duanın en belirleyici özelliği olmuştur. Hint mistisizminde Upanişad’lardan kaynaklanan ve yoganın psikotekniğine dayanan ibadetsiz bir dua türü vardır. Hinduizm’de dua inandırıcı sözlerle yapılır; ortak dua sembolü bir çeşit besmele olan “om”dur. Budizm’de yüce varlığa karşı belirli bir dua söz konusu olmamakla beraber Buda’ya dua etmek ve ondan istekte bulunmak geleneği hâkimdir. Şintoizm’de dua, mabette veya evde tanrılara pirinç ve pirinç şarabı sunmakla yerine getirilir.
Eski Meksika, Sümer, Babil, Mısır ve Yunan dinlerinde birbirine benzeyen ve dua yerine kullanılan kolektif şiirler vardır. Maniheizm’deki duada ruhu etkileyen düalist bir görüş hâkimdir. Romalılar dualarını genellikle Jüpiter mabedinde yapmışlardır. Germen dininde büyünün dua üzerinde üstün bir gücü vardır. Ancak ilkel toplumlarda büyü ile dua arasındaki sınırı belirlemek oldukça güçtür. Yunan dininde dua geleneksel temizlikle başlar ve klasik yalvarma ile sona ererdi. Sümerler dua esnasında ellerini başlarının üzerine koyarlar, sevinçlerini göstermek ve duanın inandırıcı olmasını sağlamak için ellerini alınlarına çarparlar, böylece ölülerine de saygı göstermiş olurlardı. Bu durum Doğu Asya’da özellikle Hint yogasında da görülmektedir.
Dua esnasında kutsal eşyanın öpülmesi, okşanması, çıplak ayakla etrafında dönülmesi gibi hususlar ilkel kabile dinlerinin özelliklerindendir. Hemen bütün ilkel kabile dinlerinde güneş doğarken ve batarken, ekim ve hasat zamanlarında kurallara bağlı olarak dua edilmiştir.

YAHUDİLİKTE DUA: Allah’a yaklaşma vesilesi kabul edilir. İbranice “tephillah”, dua anlamına gelir. Tevrat’ta dua için genel bir kavram ve belli bir sıra olmamakla birlikte, altmış altı cümle doğrudan veya dolaylı olarak dua ile ilgilidir. Yahudiler ayakları bitiştirmek, diz çökmek, baş eğmek, elleri göğe açmak ve Kudüs’e yönelmek suretiyle dua ederler. Bilhassa II. Tapınak’ın yıkılışından sonra Yahudilerde toplu dua da yaygınlaşmıştır. Günümüzde Yahudiler günde üç defa [sabah, öğle ve akşam] dua ederler. Ayrıca sinagogda cumartesi [sabbat] ve bayram günlerinde bunlara ek olarak dualar yapılır. Sabah duasında dua atkısı talet [tallit] kullanılır, dua kayışı da sol pazıya ve alına takılır. Dua dili İbranice olmakla birlikte bazı eski Aramice dualar da okunur. Dua öncesinde temizlik yapmak ve özel ayin elbisesi giymek gerekir. Duaların büyük bir kısmını ihtiva eden Mezmurlar hem Yahudi hem de Hıristiyanlarca dua sırasında okunmaktadır.

HIRİSTİYANLIKTA DUA: Dinî hayat açısından büyük bir önem taşır. Dua, Tanrı’ya ulaşma, O’nu tanıma ve vicdanın sesi olarak nitelendirilir. Duanın temelinde Allah’a güven ve yüce bir inanış vardır. Luther’e göre dua inancın eseri, Calvin’e göre Allah’ı kavrayabilme inancının her gün tekrarlanışıdır. İncillerde tavsiye edilen belli bir dua şekli yoktur; sadece putperestler gibi dua edilmesi yasaklanmıştır (Matta, Vl, 7). İncillerin tamamında duayı ilgilendiren yetmiş beş kadar cümle tespit edilebilmektedir. Hıristiyanlıkta duanın belli esaslar çerçevesinde yapılması ilk defa İznik Konsilinde (Miladi 325) kararlaştırılmış, daha sonra Vatikan bu esaslar üzerinde bazı değişiklikler yapmıştır. Hıristiyan dualarında temel unsuru İsa peygamber teşkil etmekle beraber Allah ve Ruhulkudüs de duanın önemli rükünlerindendir.
Günümüzde Hıristiyanların günlük [sabah, öğle ve akşam], haftalık [pazar], ve yıllık [paskalya] olarak keşişler ve rahipler gözetiminde manastırlarda yaptıkları dua geleneği oldukça uzun bir geçmişe sahiptir (M.S.150). “Rabbin duası” Hıristiyanlık için toplu ibadetin doruk noktasını teşkil eder. Katolik kilisesinde günde yedi ayrı dua saati bulunmaktadır. Ortodoks kilisesinin geleneğinde gün batarken okunan “Vesperum” günün ilk duasını teşkil eder. Genel olarak kiliselerdeki dua şekilleri pek fazla değişiklik göstermez. [Ansiklopediler]


İSLAM’DA DUA

Kur’an’da dua ile ilgili ayetler oldukça geniş yer tutmaktadır. Doğrudan dua ile ilgili olan iki yüz kadar ayetten başka Kur’an’da ayrıca tövbe, istiğfar gibi kulun Allah’a yönelişini ve O’ndan dileklerini ifade eden çok sayıda ayet vardır. Dua ile ilgili ayetlerin bir kısmında insanların Allah’a dua etmeleri emredilmiş, bir kısmında ise duanın usul, adap ve tesirleri üzerinde durulmuştur.

DUANIN GEREĞİ: İnsan davranışlarına bakıldığında, ateist ve din karşıtı olanların bile dara düştükleri zaman gayri ihtiyari Allah’a sığındıkları görülmektedir. Bu davranış, insanlardaki dinî eğilimin, kulluğun, Allah’a sığınıp O’na yalvarmanın fıtri [yaratılıştan gelen] bir özellik olduğunu göstermektedir. Zaten Rabbimiz de insanı düzenlerken ona hem fücur hem takva ilham ettiğini bildirmiştir:

nefse ve onu düzenleyene;
-ki O, ona fücurunu ve takvasını ilham etti- [ant olsun ki,] (Şems/7, 8)



İşte bu ilham gerekçesiyledir ki, insan, inkârcı olduğunu söylese bile sıkıntı anlarında Allah’a yönelir. Çünkü evrendeki canlı-cansız her şey Allah ile fıtri bir ilişki içindedir:

Yedi gök, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, Allah’ı tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz, onların tesbihlerini iyi kavramıyorsunuz. Şüphesiz ki O, halimdir çok bağışlayandır. (İsra/44)

İnsanın zor şartlarda ve çaresizlik içindeyken Allah’a yönelip duaya başvurması şeklinde ortaya çıkan genel psikolojik mekanizma, Kur’an’ın ısrarla üzerinde durduğu bir konudur. İnsan tabiatında fıtri ve külli bir motif olarak bulunan bu yönelişin [dua etme ihtiyacının] hangi durumlarda belirgin ya da zayıf hâle geldiği Kur’an’da örneklerle açıklanmıştır. Bu açıklamalardan bir genelleme yapmak gerekirse; insan, bir tehlike karşısında iken veya sıkıntıya düştüğünde bütün samimiyetiyle Allah’a yönelip, yatarken, otururken, ayakta dururken, bıkmadan usanmadan iyilik ve başarı dileyerek dua etmekte, tehlike geçtikten veya sıkıntısı giderildikten sonra kendisini emniyette gördüğü veya sıkıntının üstesinden gelmeyi kendisinin başardığına inandığında ise Allah’tan yüz çevirerek duadan uzaklaşmaktadır. Bu ikinci durumda kendi güç ve yeterliliğini gözünde büyütüp bencilleşerek nankör ve zalim bir tavır sergilemektedir:

Ve insana sıkıntı dokunduğu zaman, yan yatarken, otururken, dikilirken Bize yalvardı. Kendisinden sıkıntısını gideriverdik mi de sanki kendisine dokunan o sıkıntı için Bize hiç yalvarmamış gibi aldırmadan geçip gitti. Haddi aşanlara yaptıkları şeyler işte böyle süslenmiştir. (Yunus/12)

Ve gölgeler gibi bir dalga onları bürüdüğünde, O’nun için dini arındırarak Allah’a yalvarırlar. Ama ne zaman ki karaya çıkararak kurtardı, onlardan bir kısmı orta yolu tutar [iman küfür arasında bir yol tutar]. Ve Bizim ayetlerimizi ancak, tam hain ve tam nankör bile bile inkâr eder. (Lokman/32)

İnsan hayır istemekten usanmaz, kendisine bir kötülük dokununca da hemen, karamsardır, ümitsizdir. (Fussilet/49)

İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, bütün gönlünü ona vererek Rabbine dua eder. Sonra kendisine tarafından bir nimet lütfettiği zaman da önceden O’na dua ettiği hâli unutur da, Allah’ın yolundan sapıtmak için O’na ortaklar kılar [oluşturur]. De ki: “Küfrünle biraz yararlan! Şüphesiz sen ateşin ashabındansın.” (Zümer/8)

Ve Biz insana nimet verdiğimiz zaman o yüz çevirir, yan çizer. Kendisine bir kötülük dokunduğu zaman da geniş geniş yalvarır. (Fussilet/51)

O, sizi bir candan yaratan, ve ondan da, kendisine ısınsın diye eşini yapandır. Ne zaman ki o, onu örtüp bürüdü, o zaman o hafif bir yük yüklendi. Ve bununla gidip geldi. Ne zamanki zevce ağırlaştı o zaman onlar [o ikisi] Rabblerine dua ettiler: “Eğer bize salih [bir çocuk] verirsen, ant olsun ki [kesinlikle] şükredenlerden olacağız.”
Ne zaman ki onlara [o ikisine] salih [bir çocuk] verdi, o ikisine verdiği şey hakkında O`nun için ortaklar kıldılar. Onların ortak koştuğu şeylerden Allah münezzehtir, yücedir. (A’raf/189, 190):

Ve Onlardan, “Eğer Allah lütfundan bize verirse, mutlaka bağışta bulunacağız ve kesinlikle iyilerden olacağız.” diye Allah’a söz verenler vardır.
Sonra, ne zaman ki Allah, onlara lütfundan verir, onda cimrilik ederler ve yüz çevirerek geri dururlar. (Tövbe/75, 76)

O [Allah], size karada ve denizde yolculuk ettirendir. Gemilerde bulunduğunuzda gemiler içindekileri tatlı bir rüzgârla götürür. Onlar [yolcular] neşelendiklerinde, şiddetli bir fırtına gelip çatar, dalgalar her mekândan gelir. Ve onlar, çepeçevre kuşatıldıklarını anlayınca, dini Allah için arındıranlar olarak O’na yalvarırlar: “Bizi bundan kurtarırsan, hiç kuşkusuz, şükredenlerden [karşılığını ödeyenlerden] oluruz.”
Sonra ne zaman ki Biz onları oradan kurtardık, kurtulur kurtulmaz yeryüzünde haksız yere taşkınlıklar yaparlar. -Ey insanlar taşkınlığınız şu basit hayatın kazanımı olarak sırf kendi zararınızadır. Sonra dönüşünüz sadece Bizedir. Sonra Biz yapmış olduklarınızı size haber vereceğiz.- (Yunus/22, 23)

Ve iyilik olarak sahip olduğunuz ne varsa, işte Allah’tandır. Sonra size bir zarar dokunduğunda, hemen yalnız O’na sığınırsınız.
Sonra, zararı sizden giderince, sizden bir gurup, Rablerine şirk koşarlar. (Nahl/53, 54)
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla