Tekil Mesaj gösterimi
Alt 25. April 2009, 09:50 PM   #2
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

GÖKYÜZÜ NASIL DURUYOR


Binlerce yıllık Dünya tarihinde insanoğlu Atmosfer'in niteliğinden, faydalarından, yaşamımız için olmazsa olmaz bir şart olduğundan habersiz olarak yaşadı. Tüm tabakalarıyla Atmosfer denen gaz topluluğu nasıl olmuştur da bir araya gelmiştir? Nasıl oluyor da sabit kalıyor? Gökyüzünün koruyucu bir tavan olması, geri döndürücü özellikleri, ayrı tabakalardan oluşması ve her tabakanın kendi görevlerini yerine getirmesi gibi, gökyüzünün direksiz bir şekilde durması da Allah'ın muhteşem sanatının bir sonucudur.
Güneş sistemimizin gezegenlerinde yapılan araştırmalar, hiçbir gezegenin çevresinde yaşamı olanaklı kılacak bir atmosfer olmadığını göstermiştir. Dünya'mızın çevresindeki Atmosfer'in varlığı ve daha da önemlisi bu Atmosfer'in yaşam için her türlü olanağı sağlayacak, yaşamı koruyacak şekilde yaratılması; Allah'ın içinde bulunduğumuz Dünya'yı, yaşamı burada yaratmak için seçtiğinin bir delilidir.
Gezegenin yüzeyinde, yakınlarında ortaya çıkan gaz molekülleri süratli bir şekilde hareket eder. Eğer gezegenin çekim gücü bu sürate üstün gelirse, gezegen gaz moleküllerini çeker ve gezegenin yüzeyi gaz moleküllerini emer. Eğer gaz molekülleri süratle hareket ederlerse ve gezegenin çekim alanından kurtulurlarsa, uzaydaki seyahatlerine devam ederler. Görüldüğü gibi, Atmosfer ve buna bağlı oluşan dengeler, Dünya'nın oluşumundan sonraki bir aşamada meydana gelmiştir. Bu da Kuran'ın "Göğü yükseltti ve dengeyi koydu" (Rahman/7) ayetinde belirtilen, göğün sonradan oluşması ve dengenin kurulması ile ilgili ifadelerle mucizevi bir şekilde uyumludur. Gaz moleküllerinin Dünya'mızın çevresinde olduğu gibi bir Atmosfer şeklinde oluşması ve durması çok düşük olasılıktaki bir dengenin sağlanmasıyla mümkündür. Bu denge, yerkürenin çekimiyle gaz moleküllerinin hızının tam bir dengede durması halidir. Allah gökyüzünü direksiz yükseltirken böyle hassas bir denge sağlamıştır. Fakat iş bununla bitmemektedir. Bu dengenin sağlanması kadar sürekli devam etmesi de gereklidir. Allah yeryüzünü ve Atmosfer'i yaratırken bunun devamı için gerekli tüm dengeleri de kurmuş ve bu dengenin devamını sağlamıştır. Bilimin ilerlemesiyle öğrendiğimiz bu dengenin sürekliliğinin önemine, Kuran şöyle işaret etmektedir:
“Allah gökleri ve yeri yok olmasınlar diye tutuyor ...” (Fatır/41)
Bu denge için çok fazla verinin ayarlanması zorunludur. Örneğin yerkürenin Güneş'e göre konumunun ayarı önemlidir; çünkü bu ayar sayesinde yeryüzünün ısı dengesi sağlanacaktır ve de bu gaz moleküllerinin hareketini etkilemektedir. Yeryüzünün dönüş hızı da yine ısının homojenliği açısından önemlidir. Bu dönüş hızlanırsa Atmosfer dağılır, yavaşlarsa homojenlik bozulur, çünkü arka yüzdeki Atmosfer toprak tarafından emilir. Atmosfer'in devamı için ekvator ve kutup bölgeleri arasındaki ısı farkı da, bu ısı farkından ortaya çıkacak hava akımlarının korkunç sonuçlarını önleyen Himalayalar'daki, Toroslar'daki, Alpler'deki sıra dağlar da çok önemlidir. Sıradağlar yerküremizin yüzeyinde rüzgârları bloke ederek, soğuk havayı yüksek kesimlerde toplayarak dengenin korunmasına katkıda bulunurlar. Ayrıca Atmosfer'imizin bileşimindeki gazlar da Atmosfer'in devamı için önemlidir. Örneğin Atmosfer'de yüzde olarak çok az miktarda bulunan karbondioksit, toprağı gece yorgan gibi örterek ısı kaybının olmasını önler. Atmosfer için yüzey ısısının kararlı kalması, gece ısı kaybının önlenmesi önemlidir. Görüldüğü gibi sıradağların varlığından karbondioksitin yaratılmasına, Dünya'nın büyüklüğünden Güneş'e olan konumuna, yüzey ısısının dengelenmesinden Atmosfer'deki gazların hızlarına ve özelliklerine kadar her şey çok ince bir şekilde, birbirleriyle bağlantılı olarak ayarlanmış ve bu sayede göğün direksiz yükselmesi mümkün olmuştur. Tüm bu yaratılışlar ve buraya sığdıramadığımız birçok ince oluşum sayesinde Atmosfer, Dünya'nın çekimiyle Dünya'ya yapışmadan, kendi hızına rağmen Uzay'a dağılmadan, tepemizde durmakta ve bize hizmet ettirilmektedir.
“... Bunlarda aklını çalıştıran bir topluluk için elbette deliller vardır.” (Rad/4) (Kur’an Araştırma Gurubu)

10. ayette “Yeryüzünde de, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı” buyrulmaktadır. Dağların şekli, yaratılış nedeni ve bir nevi balans görevi yaptıkları ile ilgili olarak Kur’an’da birçok ayet bulunmaktadır. Bu konunun detayı daha evvel Mürselat suresinde (Tebyinü’l-Kur’an; c: 2, s: 50- 51) verildiğinden, burada sadece birkaç ayeti örnek vermekle yetiniyoruz:

Sarsıntıya uğratır diye yeryüzünün içinde sabit sağlam dağlar bıraktık. Irmaklar ve yollar da. Umulur ki doğru yolu bulursunuz. (Nahl/15)

Yeryüzünün içinde, onlar sarsılmasın diye sabit dağlar kıldık, rahat gidebilsinler diye dağların aralarında yol olarak geniş boşluklar kıldık. Belki doğru yolu bulurlar. (Enbiya/31)

Dağları da sabitledi [demirledi; sağlam bir şekilde yerleştirdi], sizin ve hayvanlarınız için bir faydalanma olmak [yararlanmak] üzere. (Naziat/32, 33)

Demek oluyor ki, yeryüzünün sabit durması dağların işlevi sayesindedir. Dağlar olmasaydı sular ve rüzgârlar sebebiyle yeryüzü erozyona uğrar, çölleşir ve bitki örtüsü diye bir şey olmazdı. Allah yeryüzünü kum gibi yaratsaydı, ziraata elverişli, sabit bir halde kalamazdı. Nitekim kumlu arazilerde kumların rüzgârla bir yerden başka bir yere gittiği görülmektedir.
Yine 10. ayette “Ve Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her kerim [keremli; yararlı/ ikram eden] çiftten bitki bitirdik” buyrulmaktadır. Burada bitkilerin çift [eşli] olarak ve sayısız yararları olmak üzere yaratıldığı vurgulanmıştır. Bu, bilimin yakın dönemlerde bulduğu büyük bir gerçektir. Her bitkinin erkeklik ve dişilik özellikleri vardır. Bunlar ya tek bir çiçekte bir arada, ya da tek gövdedeki iki ayrı çiçekte bu*lunmaktadır. Bazen de iki gövdede veya iki bitkide ayrı ayrı bulunmaktadır. Her bitkinin meyvesi, bitki çiftleri arasındaki döllenmeyle meydana gelmektedir.
Gerek insan, hayvan ve bitki gibi biyolojik canlıların, gerekse bilinen ve bilinmeyen tüm diğer varlıkların erkekli-dişili olarak zıtlı, karşıtlı, çiftler hâlinde yaratıldığı başka ayetlerde de bildirilmiştir:

Ve Biz her şeyden iki eş yarattık. Umulur ki siz, iyice düşünürsünüz / öğüt alırsınız. (Zariyat/49)

Bu konu Ya Sin suresinin 36. ayeti tahlil edilirken “Bilinen ve Bilinmeyen Tüm Varlıkların Çift Yaratılmışlığı” (Tebyinü’l-Kur’an; c: 3, s: 281-285) başlığı altında detaylı olarak ele alınmış ve Kur’an Araştırmaları Gurubu tarafından hazırlanan bir yazıyla desteklenmişti. Önemine binaen ilgili bölümün tekrar okunmasının yararlı olacağını düşünüyoruz.

12- Ant olsun ki Biz, Lokman’a “Allah’a şükret!” diye hikmet [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler] verdik. -Kim şükrederse kendisi için şükreder. Kim de nankörlük ederse, şüphesiz ki Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, daima övgüye en lâyık olandır.-

Bu ayette Rabbimiz “ لقمانLokman” adında bir kuluna “Allah’a şükretmesi” amacıyla “hikmet” verdiğini bildirmektedir. Sonra da tüm insanlığa şu gerçeği açıklamaktadır: Şükredenin şükrü sadece kendi yararınadır. İnsanın ne şükretmesinin Allah’a bir katkısı, ne de nankörlük etmesinin O’na bir zararı vardır. Nankörlük edenin elde edeceği zarar da yine kendisine dokunacaktır.
Lokman’dan söz edilmesinin amacı, Rasülullah’ın getirdiği mesajın daha evvel Lokman tarafından da getirilmiş olduğu, Lokman hakkında duyumları bulunan Mekkeli müşriklerin tevhid inancının tebliğini yadırgamamaları gerektiği mesajını vermektir.

“LOKMAN” KİMDİR?

Kur’an’da Lokman’ın kimliği hakkında bilgi verilmemekte, sadece “hikmet verilmiş” bir zat olarak tanıtılmaktadır. Yapmış olduğu görevlerden sadece oğluna öğütleri nakledilmektedir.
Klasik kaynaklarda ise Lokman’ın kimliğine dair birçok nakil yer almaktadır:

Lukman'ın babasının adı Bâûrâ, onun Nâhûr, onun Tareh'dir ki, bu da İb*rahim'in babası Âzer'dir. Nesebini Muhammed b. İshak böylece vermektedir.
Nesebinin: Lukman, babası Anka, babası Serûr olduğu da söylenmiştir. O, Eyle ahalisinden Nuyalıdır. Bunu da es-Süheylî zikretmiştir.
Vehb dedi ki: “Lukman, Eyyub'un kızkardeşinin oğlu idi.” Mukatil de şöy*le demektedir: “Lukman'ın Eyyub'un teyzesinin oğlu olduğu zikredilir.”
Zemahşerî de şöyle demiştir: “Lukman'ın babasının adı Bâûrâ olup Eyyub'un kızkardeşinin oğlu ya da teyzesinin oğludur. Âzer'in çocuklarından olduğu da söylenmiştir. Bin yıl bir süre kadar yaşamış, Dâvûd (a.s) ona ye*tişmiş ve ondan ilim öğrenmiştir. Dâvûd (a.s)'ın peygamber olarak gönde*rilmesinden önce fetva verirdi. Ancak ona peygamberlik verilince, fetva vermeyi kesti. Kendisine bu husus hatırlatılınca bu sefer ‘Bu konuda benim fetvama ihtiyaç kalmayıp yükümlülükten kurtarılmış olduğuma göre; ben böy*le bir şeyi nasıl kabul etmem!’ demiştir.”
Vakidî der ki: “Lukman, İsrail oğulları arasında hâkimlik yapardı.” Said b. Müseyyeb de şöyle demiştir: “Lukman, Mısır siyahîlerinden kalın dudak*lı, siyahî bir kişi idi. Yüce Allah ona hikmeti vermiş, ancak peygamberlik ver*memişti. Te'vil âlimlerinin çoğunluğu onun Allah'ın veli bir kulu olup pey*gamber olmadığı şeklindeki bu görüşü benimsemişlerdir.”
İkrime ve Şa'bî onun peygamber olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşe göre burada “hikmet”ten kasıt, peygamberlik olur. Doğrusu ise onun Yüce Allah'ın öğrettiği hikmet dolayısıyla hakîm bir adam olduğudur.
Hikmet ise itikadî konularda dinde fakihlikte [bilgi sahibi olmakta] ve ak*lî hususlarda doğruluk demektir. İsrailoğulları arasında hâkimlik yapardı. Si*yah tenli, ayakları çatlak ve kalın dudaklı yani dudakları büyük bir kişi idi. Bu açıklamayı da İbn Abbas ve başkaları yapmışlardır.
İbn Ömer yoluyla gelen hadiste o şöyle demiştir: Ben Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Lukman bir peygamber değildi. Fakat o çokça tefekkür eden, oldukça güzel bir yakîn [kesin inanç] sahibi bir kimse idi. Yü*ce Allah'ı sevmişti, Allah da onu sevmiş, bu bakımdan ona hikmeti lütfetmiş*ti. Onu hak ile hükmeden bir halife olmak hususunda da muhayyer bırak*mıştı. O da şöyle demişti: Rabbim, eğer sen beni muhayyer bırakıyor isen, ben esenlikte olmayı kabul eder ve belayı terk ederim. Eğer benden kat'î ola*rak halife olmamı istiyor isen, bunu da dinleyip itaat ederim. Çünkü Sen be*ni o zaman koruyacaksın." Bunu İbn Atiyye zikretmektedir. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)
Lokman, Habeş'li marangoz bir köleydi. Efendisi ona: Bize şu koyunu kes, demişti. Lokman o koyunu [oğlağı] kestiğinde efendisi: Ondaki en temiz ve hoş iki parçayı çıkar, dedi. Lokman dilini ve kalbini çıkardı. Allah'ın dilediği kadar bir zaman geçtikten sonra efendisi: Bize şu oğlağı kes, diye emretti. Lokman oğlağı kestiğinde: Ondaki en pis ve murdar iki parçayı çıkar, dedi. Lokman yine dilini ve kalbini çıkardı. Efendisi ona: Ondaki en temiz ve hoş iki parçayı çıkarmanı emrettiğimde sen bu ikisini çıkardın. Ondaki en pis ve iğrenç iki parçayı çıkarmanı emrettiğimde de yine bu ikisini çıkardın, dedi. Lokman: Temiz ve hoş oldukları zaman bu ikisinden daha temiz; pis oldukları zaman da bu ikisinden daha pis hiç bir şey yoktur, dedi. (İbn Cerîr)
O, Lokman İbn Anka İbn Sedon'dur. Oğlunun ismi ise Süheylî'nin rivayet ettiği bir görüşe göre Sârân'dır. (İbn Kesir)

Bu konudaki çağdaş çalışmalardan da iki örnek veriyoruz:

Halk arasında [yeterli kanıtlara dayanmasa da] Aesop [Ezop] ile özdeşleştirilen Lokman, eski Arap geleneğinde köklü bir yeri olan, dünyevî üstünlüklere ve kazançlara değer vermeyen ve ruh olgunluğu için çaba gösteren bilge kişilerin bir prototipidir. M.S. 6. yüzyılda yaşamış olan ve daha çok Nâbiğa ez-Zübyânî müstear adıyla tanınan Ziyâd b. Muâviye'nin bir şiirinde övüldükten sonra Lokman kişiliği, İslam'ın zuhurundan uzun zaman önce, hikmeti ve ruhî olgunluğu yansıtan sayısız efsanelerin, kıssaların odak noktası haline geldi. İşte bu sebeple Kur'an, bu efsanevî şahsiyeti -tıpkı 18. surede kullanılan aynı derecede efsanevî el-Hıdr [Hızır] şahsiyeti gibi- insanın uyması gereken davranış tarzları konusundaki öğütlerin bir anlatım vasıtası olarak kullanmıştır. (Muhammed Esed; Kur’an Mesajı)

Lokman, Arabistan'da âlim va hakîm bir kimse olarak tanınırdı. İmru'el-Kays, Lebid, A'aşa, Tarafa gibi cahiliye şairleri, şiirlerinde kendisini zikretmiştir. Bazı tahsil görmüş Araplar da Lokman'ın hikmetli sözlerini ihtiva eden Sahife-i Lokman isimli bir külliyata sahipti. Rivayetlere göre Hicret'ten üç yıl önce Rasûlullah'ın (s.a.) Medine ahalisinden etkilediği ilk kişilerden biri de Süveyd b. Samit idi. Süveyd, Hacc için Mekke'ye gitmişti. Rasûlullah orada her zamanki gibi çeşitli yerlerden gelen hacılara İslâm'ı tebliğ etmekteydi. Süveyd onun konuşmasını dinleyince şu beyanda bulundu: "Ben de senin vaz'ettiğine benzeyen bir şey var." Rasûlullah onun ne olduğunu sorunca "Lokman'ın Külliyatı" dedi. Sonra Rasûlullah'ın (s.a.) isteği üzerine bir kısmını okudu. Rasûlullah bunun üzerine şöyle dedi: "Bu sözler güzel, fakat bende ondan daha güzel bir söz var." Sonra Kur'an'dan tilâvette bulundu ve Süveyd bunun Lokman'ın hikmetinden daha iyi olduğunu kabul etti (İbn Hişam cilt: 2, sh: 67-69, Usdu'l-Gabe, cilt: 2, sh: 378). Tarihçilere göre bu şahıs [Süveyd b. Sâmit] kabiliyet, şecaat, asalet ve şairliği sebebiyle Medine'de Kâmil [Yetkin] lakabıyla tanınırdı. Fakat Rasûlullah'la (s.a.) karşılaştıktan sonra Medine'ye dönünce bir süre sonra patlak veren Buâs Savaşında öldürüldü. Kabilesinden olanlar onun Rasûlullah ile görüştükten sonra müslüman olduğu kanaatindeydiler.
Tarihî açıdan Lokman tartışmalı bir şahsiyettir. Cehaletin karanlık çağlarında, yazılı tarih diye bir şey yoktu. Tek bilgi kaynağı asırlarca dilden dile dolaşan rivayetlerdi. Bunlara göre bazı insanlar Lokman'ın Ad kavmine mensup olduğu ve Yemen Meliki olduğu düşüncesindeydi. Mevlânâ Seyyid Süleyman Nedvî "Ard el-Kur'an" adlı eserinde bu rivayetlere dayanarak Lokman'ın Ad kavminin ilâhî azaba helâk edilmesinden sonra Hz. Hud'un yanında kurtulan müminlerin kuşağından ve Ad yönetimi altındaki Yemen meliklerinden biri olduğu yolunda görüşünü açıklar. Fakat sahabeden bazı âlimler ve tabiinden bazılarından gelen diğer rivayetler bu görüşü desteklemez. İbn Abbas'a göre Lokman, Habeşî bir köleydi; aynı görüşü Ebu Hureyre, Mücahid, İkrime ve Halid er-Rabi de paylaşır. Cabir b. Abdullah Ensari'ye göre o, Nübah'a mensuptu. Said b. el-Müseyyeb ise onun Mısırlı bir Habeşî olduğunu söyler. Bu üç görüş birbirine benzemektedir.
Araplar o günlerde genellikle siyahîlere "Habeşî" derlerdi ve Nübah, Mısır'ın Güneyinde, Sudan'ın Kuzey'inde bir bölgedir. Dolayısıyla aynı şahsa "Mısırlı", "Nûbî" yahut "Habeşî" demek kelimelerdeki farklılığa rağmen bir ve aynı şeydir. Ayrıca Süheyli'nin Ravdu el-Unuf'da ve Mes'udi'nin Mürûcu’z-Zeheb'te getirdiği açıklamalar bu Sudanlı kölenin hikmetinin Arabistan'a nasıl yayıldığı meselesine de ışık tutmaktadır. İkisi de menşe itibariyle Nûbî olan bu şahsın Medyen ve Eyle [şimdiki Akabe] yöresinde yaşadığında müttefiktirler. Arapça konuşmasının ve hikmetinin Arabistan'a yayılmasının nedeni budur. Süheyli ayrıca, Lokman el-Hakem ile Lokman b. Ad'ın iki ayrı şahıs olduğunu, ikisini bir ve aynı şahıs olarak mutalaa etmenin doğru olmadığını beyan eder (Ravd al-Unuf, Cilt 1, sh. 266; Mes'udi, Cilt, 1, sh. 57).
Burada bir başka şeyin daha açıklığa kavuşturulması gerekiyor. Müsteşrik Derenbourg'un Emsal: Lokman Hakim [Fables De Loqman Le Sage] adıyla neşrettiği Paris'teki Arapça el yazması, Lokman külliyatıyla alakası olmayan uydurma bir nüshadır. Bu masallar M.S. 13.YY’da yaşamış biri tarafından derlenmiş bir kitabın tercümesidir ve yazar yahut mütercimi kitabı Lokman el-Hakim'e izafe etmiştir. Müşteşrikler böyle araştırmaları hep özel bir hedefi gözeterek yaparlar. Kur'an kıssalarının tarihle ilgisi olmayan masallar olduğu ve dolayısıyla onlara güvenilemeyeceğini ispat etmek için böyle sahte ve uydurma metinleri gündeme getirirler. B. Heller'in Eneyclopaedia of Islam'a yazdığı "Lokman" maddesini okuyan, bu adamları harekete geçiren gerçek dürtüyü anlamakta gecikmeyecektir. (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)

Lokman pasajının ilk ayetinde çok önemli üç noktaya değinilmiştir:

Lokmana “hikmet” verilmesinin amacı Allah’a şükür ettirmektir.
Şükredenin şükrü kendi yararınadır.
Nankörlük edenin Allah’a herhangi bir zararı yoktur.


Bu ayette Allah’ın elçi göndermesinin, kitap indirmesinin ana amacı ortaya konmuştur. Allah’ın elçi göndermesinin, kitap indirmesinin amacı kullarının kendisine şükretmesini sağlamaktır.
Bilindiği üzere, daha evvel “Hikmet”in “zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş olan; kanun, düstur ve ilkeler”; Şükür’ün de “insanların Allah’ın kendilerine verdiği nimetlere karşı nimetin karşılığını Allah’a vermeleri” demek olduğunu detaylıca açıklamıştık. (Tebyinü’l Kur’an; c:2, s:284).

Eğer inkâr/nankörlük edecek olursanız, artık şüphesiz Allah size hiç bir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için küfre/nankörlüğe rıza göstermez. Ve eğer şükrederseniz, sizin için ona razı olur. Hiç bir günahkâr, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonra dönüşünüz yalnızca Rabbiniz’edir. Böylece yapmış olduklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı iyi bilendir. (Zümer/7)

Öyleyse Allah’tan geri çevrilmesi olmayan bir gün gelmeden önce yüzünü dosdoğru dine çevir. O gün onlar, bölük bölük ayrılırlar.
Kim inkâr ederse, artık inkârı kendi aleyhinedir. Kim de salihi işlerse, artık onlar da kendileri için döşek [rahat bir yer] hazırlamış olurlar.
(Bu durum,) O’nun [Allah’ın], iman eden ve salihatı işleyen kimselere lütfundan karşılık vermesi içindir. Şüphesiz O, kâfirleri sevmez. (Rum/43- 45)

13, 16- 19 - Ve hani bir zaman Lokman, oğluna öğüt vererek “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma, hiç şüphesiz ki şirk [Allah’a ortak koşmak], kesinlikle büyük bir zulümdür. Ey oğulcuğum! Şüphesiz o [şirk, işlenen kötülük] bir hardal tanesi ağırlığında olup da bir kayanın içinde yahut göklerde ya da yerin içinde olsa, Allah onu getirecektir. Şüphesiz Allah en latif, hakkıyla haberdar olandır. Yavrucuğum! Salâtı ikame et, iyiliği emret, kötülükten sakındır. Sana isabet edene de sabret. Şüphesiz bunlar, işlerin kesin olanlarındandır. Ve insanlara avurdunu şişirme [suratını asma] ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Şüphesiz ki Allah bütün övünen ve kuruntu edenleri sevmez. Ve yürüyüşünde mutedil ol, sesinden kıs. Şüphesiz seslerin en yadırgananı kesinlikle eşeklerin sesidir” demişti.

Bu ayetlerde Lokman’ın Rabbimizin kendisine verdiği hikmetleri oğluna anlatması, dolayısıyla oğlunu uyararak onu irşat etmesi yer nakledilmektedir.
Pasajda ilk dikkati çeken husus, Lokman’ın kendisine verilen görevi yerine getirirken önce en yakınından, oğlundan başlamış olmasıdır. Zira uyarının önce en yakınlara yapılması ilahi bir ilkedir:

Ve en yakın aşiretini [oymağını] uyar. (Şuara/ 214)

Ayette, Lokman’ın kendi oğlunu irşad ederken ona “Yavrucuğum!” diye çok yumuşak bir ifadeyle hitap etmesi özellikle dikkat çekicidir. Bu hitap tarzı Müslümanlar için de örnek olması gereken bir irşad ve tebliğ yöntemidir. Daha evvel Meryem suresinde İbrahim peygamberin de uyarıya en yakınından [babasından] başladığını ve ona “babacığım!” diye yumuşak ifadeler kullandığını görmüştük:

Bir zaman o, babasına: “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere niçin ibadet ediyorsun? Babacığım! Şüphesiz sana gelmeyen bir ilim bana geldi. O hâlde bana uy da, sana dosdoğru bir yolu göstereyim. Babacığım! Şeytana kulluk etme. Şüphesiz şeytan Rahman’a asi oldu. Babacığım! Şüphesiz ben, sana Rahman’dan bir azap dokunur da şeytan için bir veliy [yardımcı] olursun diye korkuyorum” demişti. (Meryem/42- 45)

Konumuz olan ayet gurubunda Lokman’ın oğluna öğütlediği ilkeler şunlardır:

Şirkten Kaçınılması Gerektiği ve Şirkin En Büyük Zulüm Olduğu:


Şirkin en büyük zararı, mükerrem olan insanın onurunu ayaklar altına almasıdır. Zira Allah insanı mükerrem [saygın ve onurlu, değerli] kılmıştır.

Ve ant olsun ki Biz, insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık ve karada, denizde taşıtlara yükledik ve temiz-hoş yiyeceklerden onları rızklandırdık. Ve onları yarattıklarımızın birçoğundan oldukça fazlalıklı kıldık. (İsra/70)

Değerli bir varlık olan insan sadece Allah’ı Rabb tanımalıdır. Yine o, Allah’ın astlarından hiçbir kimse ve nesneyi kendisinden üstün görmemelidir. Kendisinden değersiz veya kendine denk bir varlığı Rabb kabul ettiği takdirde, insanlık onurunu kendi elleriyle zedelemiş olur.

b- Allah’tan Saklanılamayacağı:

Büyük veya küçük, uzak veya yakın, evrendeki hiçbir şey Allah’a kapalı değildir. Bu şeyler ister aydınlıkta, ister karanlıkta olsun; ister açıkta, ister perde arkasında olsun, yine aynıdır. Bu, insanların akıllarından geçen tüm planlar için de böyledir. Allah kalplerden geçen o tasarıları da noksansız olarak bilir. Öyle ki, ahirette hepsini getirip kişinin önüne koyacaktır.
Bu konuda yüzlerce ayet vardır. Bunlardan sadece bir kaçını sunuyoruz:

Biz kıyamet günü için adalet terazileri koyarız; hiçbir kimse, hiçbir şeyce haksızlığa uğratılmaz. [o şey] bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getiririz. Ve hesap görenler olarak Biz yeteriz. (Enbiya/47)

Her kim zerre miktarı bir hayır ilerse onu görecek, her kim zerre miktarı bir şer işlerse onu görecek. (Zilzal/7, 8)

Ve o inkâr eden kimseler: “Bize o saat [kıyametin kopuş anı] gelmeyecektir” dediler. De ki: “Evet [Gelecektir]. Gaybı bilen Rabbıma ant olsun ki o, iman eden ve salihatı işleyen kimselere – ki işte onlar kendileri için bir mağfiret ve kerim bir rızık olanlardır- karşılıklarını vermek için size mutlaka gelecektir. O’ndan göklerde ve yerde zerre ağırlığı bir şey kaçmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa, hepsi muhakkak açık bir kitaptadır.” (Sebe/3, 4)

Gaybın anahtarları da yalnızca onun katındadır. Ondan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın. (En’am/59)

Ve Kitap [amel defteri] konulmuştur. Suçluların ondan korktuğunu göreceksin. Ve “Eyvah bize! Bu nasıl kitapmış ki, büyük küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış” derler. Ve onlar, yaptıklarını hazır bulurlar. Ve senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez. (Kehf/49)

Ve her insanın kendi kuşunu ayrılmayacak şekilde boynuna doladık. Ve biz kıyamet günü açılmış bulacağı kitabı onun için çıkarırız. -“Oku kendi kitabını! Bugün nefsin [kendi zatın], kendine karşı hesap sorucu olarak sana o yeter!”- (İsra/13, 14)

c- Salâtın İkamesi

İnsanların Allah’a şükretmelerinin en büyük göstergelerinden birisi de “salâtın ikamesi” yani “sosyal desteklerin ayakta tutulması” olgusudur.

“Salâtın ikamesi” ifadesi şimdiye kadar Kur’an’da birçok kez geçtiği halde bu ifadeyi henüz tahlil etmiş değiliz. Söz konusu ifade bu surede Lokman’ın kendi oğluna öğüdü olarak geçtiği gibi, mesela Ta Ha/14’te de Allah’ın Musa peygambere bir emri olarak geçmişti. (İnşallah bu kavramı Ankebut suresinin 45. ayeti sadedinde tahlil edip detaylandıracağız.)



d - Emri bil’maruf, Nehyi anil’münker


“Maruf”, binlerce yıl içinde gerek deneysel bilgilerle ve gerekse ilahi bilgiler marifetiyle toplumlarda kabul görmüş, herkes tarafından makul ve makbul kabul edilen ilkeler demektir. Münker de bunun tam tersidir.
İman etmiş bir kimse, ilahi ilkelere göre “bana ne!” diyerek, neme lazımcılık yaparak bencilce çevresine duyarsız kalamaz. Bir mümin hem çevresinde bulunanlara marufu emretmek, hem de çevresindeki çirkinliklere engel olmak gibi ahlakî bir sorumlulukla yükümlüdür. Bu ilahi ilke, bir başka ifadeyle “salihatı işlemek [bozuk, yanlış olan davranışları düzeltmek]” olarak da tanımlanabilir.
“Emri bil’maruf, Nehyi anil’münker” ilkesinin nasıl yerine getirilmesi gerektiği Kur’an’da birçok yerde beyan edilmiştir. Söz konusu prensip ilk olarak A’raf suresinde peygamberimi*zin görevine ilişkin bir nitelik olarak belirtilmişti:

Onlar ki, onlara iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılan, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılmış bulacakları o Ümmî Peygamber, o Elçi'ye uyarlar. O hâlde, o'na iman eden, o'na kuvvetle saygı gösteren, o'na yardımcı olan ve o'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. (A’raf/ 157)

Bundan sonraki surelerde bu ilke hem emredilecek, hem de gerçek müminlerin (Ehlikitap’tan olanların da) niteliği olarak gösterilecektir.

Ve içinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir ümmet bulunsun. Ve işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. (Al-i İmran/104)

Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeğe çalışır ve Allah'a inanırsınız. Kitap ehli de inansaydı kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. Onların bazıları mümindirler, pek çoğu da yoldan çıkmış kimsedirler. (Al-i İmran/110)

Hepsi bir değildirler. Kitap ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir ümmet [önderi olan topluluk] vardır ki onlar, gecenin saatlerinde secde ederek Allah’ın ayetlerini okurlar. Allah’a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayırlarda da birbirleriyle yarışırlar. Ve işte onlar iyi insanlardandırlar. (Al-i Imran/114)

İnanan erkekler ve inanan kadınlar; bunların bazısı bazılarının velileridirler. Bunlar marufu emrederler, münkerden vazgeçirirler, salâtı ikame ederler, zekâtı verirler, Allah'a ve O’nun elçisine itaat ederler. İşte bunlar; Allah onlara rahmet edecektir. Şüphesiz Allah, Aziyz’dir, Hakiym’dir. (Tövbe/71)

İşte o kimseler [Allah’a yardım ettikleri için Allah’ın yardımına mazhar olmuş kimseler], eğer kendilerine yeryüzünde bir güç verilirse salâtı ikame etmişlerdir, zekâtı vermişlerdir, marufu emretmişlerdir ve münkerden alıkoymuşlardır. İşlerin sonucu sadece Allah'a aittir. (Hacc/41)

Yukarıdaki ayetler, bu irşad görevinin Müslümanlar için her şart ve ortamda zorunlu bir görev olduğunu göstermektedir. Bu görev bilinciyle hareket etmek Müslümanların olmazsa olmaz bir özelliği, imanlarının dışa vuran bir görünümüdür. Münafıklar ise bu ilkenin tersine hareket ederek kötülüğü emrederler, marufu da yasaklarlar.

Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirlerindendir; kötülüğü emreder, iyilikten sakındırırlar ve ellerini sıkı tutarlar [cimrilik ederler]. Allah’ı terk ederler de, Allah da onları terk ediverir. Gerçekten de münafıklar fâsık kimselerin ta kendileridir. (Tövbe/67)
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla