Tekil Mesaj gösterimi
Alt 28. September 2008, 01:29 AM   #5
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

68–70. Ayetler:

Peki, içip durduğunuz suyu gördünüz mü?
Siz mi buluttan indirdiniz onu, yoksa Biz mi indirenleriz?
Dileseydik onu tuzlu yapardık. O hâlde şükretmeniz (karşılığını ödemeniz) gerekmez mi?

Bu ayet gurubunda Rabbimiz, varlığının ve birliğinin kanıtlarından olan bir başka afakî (çevresel) mucizesine daha dikkat çekmektedir ki bu mucize, kanıt; insan için olmazsa olmaz özellikteki “su”dur.
69. ayette suyun buluttan indirildiğini hatırlatan Yüce Allah, bize göre burada suyun çevrimine işaret etmiştir. Çünkü suyun indirildiği bulut, suyun yeryüzündeki denizlerden, göllerden, akarsulardan, birikintilerden buharlaşması neticesinde oluşmakta, bulutta oluşan su tekrar yeryüzüne düşerek denizleri, gölleri, akarsuları, birikintileri beslemektedir. Yaşamın en önemli faktörlerinden biri olan suyun yaratılması nasıl Rabbimizin bir rahmeti ise, bu çevrim esnasında temizlenmesi de yine Rabbimizin başka bir rahmetinden ötürüdür. Yani, rahmeti gereği suyu yaratan Allah, yine rahmeti gereği, yeryüzünde hemen hemen tamamı tuzlu, acı veya kirli durumda bulunan suyu, kendi koyduğu bir kanunla (buharlaşmayla) rafine etmekte, içilir ve kullanılır hâle getirmektedir.
70. ayette, isterse suyu tuzlu kılabileceğini hatırlatan Rabbimiz, bunu yapmadığı için insanların şükretmesini, yani bunun karşılığını ödemesini istemektedir.
Rabbimizin bu ayetlerdeki beyanlarının takdiri şu şekilde yapılabilir: “Öyle ki, o denizlerden suyu, güneşin harareti vasıtasıyla buharlaştırarak yağmur yağdırırız. Belli dönemlerde buharlaşması, bulutlara dönüşmesi gibi özellikleri de suya veren Biziz. Öyle ki, rüzgârlar bu bulutları Bizim emrimizle sürüklerler ve belli bölgelerde yine Bizim tayin ettiğimiz zamanlarda yağmur yağdırırlar. Biz sizleri tek başınıza bırakmadık. Ayrıca, hayatınızı sürdürebilmeniz ve neslinizi devam ettirebilmeniz için de tüm koşulları düzenledik. Çünkü bu koşullar olmadan, sizlerin yaşaması mümkün olmayacaktır. Benim verdiğim rızktan yararlanmanıza, yine bağışladığım suyu içmenize rağmen hangi cesaretle kendinizi Benden müstağni sanıyor ve başkalarına kulluk edebiliyorsunuz?”


71–74. Ayetler:

Peki, yakıp durduğunuz o ateşi gördünüz mü?
Siz mi onun (ateşin) ağacını yarattınız, yoksa Biz mi yaratanlarız?
Biz onu (ateşi) bir ibret / hatırlatma ve çöl yolcularına bir fayda kıldık.
Öyleyse büyük Rabbinin adını tesbih et!

71. ayette dikkat çekilen ateş; Ya Sin suresinin 80. ayetinin tahlilinde açıkladığımız gibi, bildiğimiz ateş değil, insan için olmazsa olmaz olan oksijendir. Nitekim 72. ayetteki “onun (ateşin) ağacı” ifadesi de, -ateşin ağacı olmayacağına göre- ateş ile oksijenin kastedildiğini, çünkü yanmanın (ateşin) olmazsa olmazı olan oksijenin sadece bitkiler (ağaç) tarafından üretildiğini teyit etmektedir.
73. ayette Rabbimiz, oksijenle ilgili bir başka noktayı daha açıklamakta ve ağaçtan çıkan oksijenin, sadece çıktığı ağaçlı bölgede kalmadığına, hiç ağaç olmayan çöllere de dağıldığına ve çöl yolcularının da bundan yararlandığına dikkat çekmektedir.
74. ayette ise Rabbimiz, rahmeti ve Rabbliği sonucu yarattığı oksijenden istifade etmeleri sebebiyle insanların, ismini tesbih etmelerini, yani ismini koşulan şirklerden arındırmak suretiyle temize çıkarmalarını istemektedir.
Buradaki “ateş” sözcüğü ile kastedilenin “oksijen” olduğu hakkında Ya Sin suresindeki açıklamalarımızı yeri gelmişken tekrarlamakta yarar görüyoruz:
“80. ayetteki “O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş yapandır. Şimdi de siz ondan yakıp duruyorsunuz.” ifadesi klâsik kaynaklarda, Allah’ın gücünü kullanarak yeşil ağaçtan onun zıddı olan ateşi çıkardığı mantığından hareketle, konu edilen yeşil ağacın Hicaz bölgesinde bulunan Merh ve Afar ağaçları olduğu ve bu ağaçların çakmak taşı gibi birbirine sürtülmesiyle ateşin elde edildiği şeklinde anlaşılmıştır. Daha sonraları ise bu iki ağacın sürtünmesinden çıkan ateşle elektriğin kastedildiğini söyleyenler de olmuştur. Hatta bazıları da petrolün kaynağının yeşil ağaç olduğunu ileri sürerek bu ayette petrolden bahsedildiğini iddia etmişlerdir.
Bize göre ise, “yemyeşil ağaçtan çıkan ateş” ile “yemyeşil ağaçtan çıkan oksijen” kastedilmiş ve bu ayette mucizelerin en büyüklerinden biri daha gözler önüne serilmiştir. Ayetin sonundaki “Şimdi de siz ondan yakıp duruyorsunuz.” ifadesi de sadece Hicaz’daki Arapların ateş yaktığını değil, tüm insanlığın sürekli olarak bu ateşi (oksijeni) yakıp durduğunu vurgulamaktadır.
Bu ayette “Lazımiyyet” mecaz-ı mürsel sanatı uygulanmıştır. “Lazımiyyet mecaz-ı mürseli”, “lazım”ı zikredip “melzum”u kastetmektir. Burada “ateş çıkarır” demek; “oksijen çıkarır” demektir. Çünkü ateş, oksijenin lazımıdır. Oksijen (melzum) olmasa ateş (lazım) olmaz.
Oksijen sadece “yanma” için değil, canlıların yaşaması için de vazgeçilmez bir element olduğundan, 80. ayetteki “O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş yapandır.” ifadesi aynı zamanda, canlıların yaratılışlarının olduğu gibi yaşamlarının sürdürülmesinin de Allah’ın kontrolünde olduğu mesajını vermektedir.
Ayetin bu mesajını bilim ışığı altında inceleyen Kuran Araştırmaları Grubu, bu konudaki bir çalışmasını, “Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize” adlı kitabında bizlere aktarmıştır:”

SOLUNUM VE FOTOSENTEZ

Ve nefes almaya başladığı zaman sabaha.
81-Tekvir Suresi 18
Nefes alıp verme süreci, yani solunum, en basit şekliyle bir canlının oksijen alıp karbondioksit vermesi şeklinde tanımlanabilir. Peki, nefes almayla sabahın ne bağlantısı vardır acaba? Neden bu iki kavram ayette bir araya getirilmiştir? Sabahleyin geceden farklı birşey mi olmaktadır?
Bitkilerdeki fotosentezin bilinmediği dönemlerde bu soruları sorsaydınız, sorularınız cevapsız kalırdı. Bitkiler topraktan aldıkları suyu, havadan aldıkları karbondioksit ile birleştirerek, şeker ve nişasta benzeri karbonhidratlara ve oksijene dönüştürür. Fotosentez denen bu süreçte oluşan yüksek enerjili besinler dokularda depolanırken, oksijen dışarı atılır. Kısacası fotosentez, solunum ile tam ters yönde oluşan bir metabolizma olayıdır. Solunumda karbonhidratlar oksijen ile birleşerek, su ve karbondiokside parçalanır. Demek ki solunum tepkimelerinin son ürünleri, fotosentezin ilk maddeleridir.
Ama bu olay yalnız ve yalnız gündüzleri gerçekleşmektedir. Fotosentez ışık enerjisine bağlıdır ve karanlıkta gerçekleşemez. Yani ayetin ifade ettiği "sabah" vaktinde ışıklar ortaya çıkınca, "nefes almanın" şartı olan oksijen, bitkiler tarafından dışarı verilmeye başlar. Böylece ayetin ifade ettiği "nefes alma" ve "sabah vakti" arasındaki bağlantının mucizeviliği ortaya çıkmaktadır.

FOTOSENTEZ OLMASAYDI NE OLURDU?

Canlıların yaşayabilmesi için mutlaka enerji gereklidir. Vücudumuzda kasların ve kalbin çalışmasını ve vücuttaki kimyasal tepkilemelerin gerçekleşmesini sağlayan bu enerji, hayvansal ve bitkisel besinlerden alınır. Bütün besinlerdeki enerjinin ilk kaynağı ise Güneş`tir. Geceleri Dünya`da bulunduğumuz nokta Güneş ışıklarını alamaz. "Sabah vakti" bu ışıkların alınmaya başladığı zamandır. Üzerine Güneş ışıkları düşen bitki, fotosentezde bu ışık enerjisini kimyasal enerjiye dönüştürür. Bitkinin dokularını yenilemesi ve büyümesi bu enerjiye bağlıdır. Bitki bu enerjiden yararlanarak büyümesini sürdürürken, bir bölümünü de kimyasal enerji biçiminde hücrelerinde depolar. Bir insan veya hayvan bu bitkiyi yediğinde, bitkinin içinde depolanan enerjiyi de almış olur. Böylece kendi vücudundaki kimyasal tepkilemeleri sürdürür ve bu enerjiyi dokularında saklar. Dolayısıyla hayvansal ya da bitkisel yiyeceklerle aldığımız enerji, beslenme zincirinin ilk basamaklarında yer alan bitkiler aracılığıyla ve fotosentez yoluyla Güneş`ten gelmiş olan enerjidir.
Kısacası, gerçekten de Güneş ışıklarının alındığı sabah vakti, fotosentez denen, bizimkinin tersine bir solunum olayı başlar. Bu süreçte karbondioksit tüketilip, oksijen üretilir. Havadaki oksijeni zenginleştiren bu süreç olmasaydı, canlıların solunumu nedeniyle Atmosfer`deki oksijen çoktan tükenmiş olacaktı. Yani sabah başlayan bu süreç sayesinde bizim de nefes alabilmemiz mümkün olmaktadır. Kuran`ın indiği dönemde insanların ne fotosentezden, ne Atmosfer`deki oksijenin ve karbondioksitin dönüşümünden, ne de Güneş`in ışıkları sayesinde tüm bu olayların gerçekleştiğinden haberleri vardır. Kuran, indiği dönemdeki insanların bilgi seviyesiyle bilinememesine rağmen sabah vakti ile nefes alma arasında bağlantı kurarak, mükemmelliğini bir kez daha göstermekte, insanları bir kez daha kendine hayran bırakmaktadır.
Yaşamın temeli olan bütün biyokimyasal süreçler için enerji gereklidir. Bu enerjinin kaynağı da hücrelerde depolanmış olan besinlerin yanması, yani oksijenle birleşerek parçalanmasıdır. Bu parçalanma sırasında besin molekülleri arasındaki kimyasal enerji serbest kalarak açığa çıkar. Bu olay tıpkı yanan bir odun parçasının ısı ve ışık yayması gibi enerji veren bir tepkimedir. Demek ki nefes alıp vermeyi yalnızca oksijen-karbondioksit alışverişi olarak değil, bitkilerin ve hayvanların temel enerji kaynağı olan daha karmaşık bir süreç olarak düşünmek gerekir.
Allah eğer fotosentezin var olması için gerekli birçok şartı yaratmasaydı, örneğin bitkilerin içinde fotosentezin oluşması için gerekli klorofil yaratılmasaydı, bir tek canlının bile var olması söz konusu olamazdı. Kainattaki birçok olay gibi fotosentez de, solunum için oksijenin ve karbondioksitin dönüşümleri de, büyük ve mükemmel bir planın parçalarıdır.
Fotosentez hakkında insanlığın detaylı bilgi sahibi olması çok yeni sayılır. Bu konuda bilim adamları çok yoğun araştırmalar yaptılar. Özellikle ABD`li kimyacı Melvin Calvin başkanlığındaki ekibin çalışmaları söz etmeye değer niteliktedir. Nitekim bu ekip 1961 yılında Nobel kimya ödülünü kazandı.
Sabah vakti başlayan, nefes almamızı ve oksijenin varlığını mümkün kılan fotosentezi şöyle ifade edebiliriz:
Işık enerjisi (Güneşten)+Karbondioksit(Havadan)+Su → Kimyasal enerji + Oksijen
Kimyasal formül olarak ise şöyle özetleyebiliriz:
Işık + 6CO2 + 6H2O = C6H12O6 (Glikoz) + 6O2


Dikkat edilirse, yukarıdaki 63–67. , 68–70. ve 71–74. ayetlerden oluşan üç paragrafta Rabbimiz; yiyecek, içecek ve teneffüs edilen havanın insan yaşamındaki önemine işaret edip, tevhit ve şükür için ihtarda bulunmuştur.

75–80. Ayetler:

Artık hayır. Necmlerin (her indirilmede gelen ayetlerin) yerlerini / zamanlarını (inişini) kanıt gösteririm ki -ve eğer bilirseniz bu büyük bir yemindir (kanıt gösterimidir)-, hiç kuşkusuz o, şerefli Kur’an’dır. Saklanmış (korunmuş) bir kitaptadır.
Ona mutahherlerden (temizlenmişlerden) başkası temas edemez.
(O) Âlemlerin Rabbinden indirilmedir.

Bu ayet gurubu Kur’an ile ilgili bir necm olup burada; Allah tarafından indirilmiş olan ve ancak manevî kirlerden (şirkten, cehaletten, tutuculuktan) temizlenmiş olanların yararlanabileceği Kur’an’ın, şerefli, saygın bir kitap olduğu ve mutlaka korunacağı, Kur’an ayetlerinin indiği zaman / mevkiler kanıt gösterilmek suretiyle ispatlanmaktadır.
Ne var ki bu ayet gurubu da art niyetlilerin elinde suiistimal edilmiş ve 79. ayetin “Kur’an’a ancak abdestliler dokunabilir” şeklinde dayatılması sonucunda, özrü sebebiyle abdestli olamayanların ve namaz dışında abdestli olmaları gerekmeyen Müslümanların abdestli olmadıkları zamanlarda Kur’an’a yaklaşmaları engellenmiştir.
Klâsik eserlere bakıldığında 79. ayete sadece;
- el Kelbi, “Şirkten temizlenmiş olanlar el sürebilir” diye,
- er-Rabi b. Enes, “Büyük ve küçük günahlardan temizlenmiş olanlar el sürebilir” diye ve
- Muhammed b. Fudayl, “Ona ancak tam anlamı ile temizlenmiş kimseler yani ancak muvahhidler el sürebilir” diye,
temizlenmenin, manevî temizlenme olduğu yolunda açıklama getirmiş oldukları görülmektedir.
Klâsik eserlerin büyük çoğunluğunda ise, 79. ayetle ilgili olarak;
- “Kur’an’a ancak temizlenmiş (tahir) kimseler el sürebilir”,
- “Kur’an’a da sen ancak tahir iken el sürülür”,
- “Ona ancak hadesten ve necasetlerden tam anlamı ile temizlenmiş kimseler el sürebilir”
şeklinde açıklamalar yer almış ve bu açıklamalar ekseninde ilmihaller hazırlanmıştır. Böylece de İslâm ümmeti Kur’an’ı tanıyamamış, Allah’ın mesajını öğrenememiş ve cahil kalmıştır. Bu yanlış yaklaşımın bir diğer sonucu da, Müslüman olmayanların Kur’an okumalarının, dolayısıyla İslâm ile şereflenmelerinin engellenmesi şeklinde tezahür etmiştir. (İkrime, İbn Abbas’ın Yahudi ve Hıristiyanların Kur’an okumalarına engel olduğuna dair rivayetler nakletmiştir.) Abdestli olmayanların Kur’an’a el sürmemeleri gerektiği konusu, hatırlanacak olursa Ta Ha suresinin “Takdim” bölümünde verdiğimiz İbn-i Hişam’ın rivayetinde de geçmekte idi:

“Ömer okuma yazma bilen birisi idi, Bu sözleri söyleyince kızkardeşi kendisine: Biz senin ona bir zarar vereceğinden korkarız, dedi. Bu sefer kızkardeşine: Korkma, dedi ve kendi ilâhları adına yemin ederek okuyup on*lara geri vereceğini söyledi. Ömer bu sözleri söyleyince kardeşi müslüman olacağı umuduna kapıldı ve ona dedi ki: Kardeşim sen şirk üzeresin ve pis*sin, buna ise ancak temiz olanlar el sürebilir.
Bunun üzerine Ömer kalktı ve yıkandı. Kızkardeşi de kendisine içinde Tâ-Hâ´nın yazılı bulunduğu sahifeyi uzattı. Ömer Tâ-Hâ Sûresi´nin baş tarafla*rını okuyunca dedi ki: Bu ne güzel, bu ne şerefli sözler! Habbab onun bu söz*leri söylediğini işitince yanına çıktı ve ona dedi ki: Ey Ömer! Allah´a andol-sun ki ben yüce Allah´ın, Peygamberinin duasını özellikle senin hakkında ka*bul etmiş olacağını ümit ederim. Çünkü ben dün onu şöyle dua ederken din*ledim: "Allah´ım sen İslâm´ı ya Ebu´l-Hakem b, Hişam ile, yahut Ömer b. el-Hattab ile güçlendir," Allah´tan kork ey Ömer, Allah´tan!”


Konunun iyi anlaşılabilmesi için, 75–79. ayetlerden oluşan beş ayetlik kasem cümlesindeki önemli noktaları tek tek ele almakta yarar görüyoruz:

Necmler

Ayette geçen “النّجوم Nücum (necmler; yıldızlar)” sözcüğü, Necm suresinin tahlilinde ayrıntılı olarak açıklandığı gibi, gökteki yıldızları değil, “parça parça; bir indirilmede inen, inmiş Kur’an ayetlerini” ifade etmektedir. Zira bir kasem cümlesinde, mahiyeti tam olarak bilinmeyen bir şeyin (gökteki yıldızların), Kur’an’ın Allah tarafından indirildiğine, korunacağına kanıt gösterilmesi (hem de bilenler için büyük bir kanıt olmak üzere gösterilmesi), söz konusu olamaz.

Hiç kuşkusuz o, şerefli Kur’an’dır.

Rabbimiz tarafından Aziz, Hakim, Mübin, Mecid gibi sıfatlar verilmiş olan Kur’an’a, daha sonra başka ayetlerde de görüleceği gibi burada “Kerim (şerefli)” sıfatı verilmiştir.



Saklanmış (korunmuş) bir kitaptadır.

Bu ifade, Kur’an’ın kaybolmayacağının, bozulmayacağının, tabiri caizse Rabbimizin Kur’an’ı sigorta ettiğinin beyanıdır. Kur’an’ın korunduğunu, korunacağı başka yerlerde de açıklanmıştır:

Hicr; 9: Hiç şüphe yok ki o zikri Biz indirdik Biz. Mutlaka Biz onu koruyacağız da.

Abese; 11–16: Hayır… Hayır… Hiç de öyle değil! O, saygın güvenilir sefirlerin ellerinde, yüceltilmiş, tertemiz temizlenmiş değerli sayfalar içinde bir düşündürücüdür; dileyen onu düşünüp öğüt alır.

Burada “كتاب kitab” sözcüğüne sıfat olan ve bizim “saklanmış, korunmuş” olarak çevirdiğimiz “مكنون meknun” sözcüğü, buradan başka Kur’an’da üç ayette daha (Vakıa; 23, Tur; 24 ve Saffat; 49) yer almaktadır. Vakıa suresinin 23. ve Tur suresinin 24. ayetlerinde “لؤلؤ inci” sözcüğüne sıfat tamlaması yapılarak “لؤلؤ مكنون saklanan, korunan inci” şeklinde geçen “meknun” sözcüğü, Saffat suresinin 49. ayetinde ise ahirette müminlere verilecek eşlere sıfat olmak üzere “yumurta / yumurta akı” sözcüğüyle tamlama yapılarak “كانّهنّ بيض مكنون sanki onlar korunmuş yumurta / yumurta akı gibidirler” şeklinde yer almıştır.
Bu ayette konu edilen korunmuşluk, bazılarının ileri sürdüğü gibi, Kur’an’ın Levh-ı Mahfuz’da saklanışı anlamına gelmeyip, bu dünyada koruma altına alınışıdır. Kur’an’ın bu dünyada korunması ise, çelik kasalara saklanması, toprak altına gömülmesi gibi gizlemeye yönelik bir koruma değildir. Bizim bu konudaki görüşlerimiz şöyledir:

Kur’an’ın Allah tarafından korunduğu ve korunacağı konusu, üzerinde çok tartışılan bir konudur. Özellikle, İslâm dininin mensubu olmayan araştırmacılar, bugünkü Tevrat ve İncil’in orijinalliğinin korumadığının, bu din mensuplarınca bile kabul edilmesinden olsa gerek, Kur’an’ın da tahrife uğradığını ispat için gayret göstermektedirler.
Bizdeki bilgilere göre bu yöndeki araştırmaların en sonuncusu İngiltere’de Prof. Mingana adında bir ilim adamı tarafından yapılmıştır. Bu şahıs, Dr. Agnes Levis adında birinin, 3. Halife Osman dönemine veya biraz daha eski bir döneme ait olan bir mushafın birkaç sayfasını bulduğunu ve kopyalarını da kendisine verdiğini iddia ederek, mevcut mushaf ile bu kopyalar arasında farklar olduğunu ileri sürmüştür. Ancak, yapılan tetkikler sonucunda, yanlışlığın mevcut mushafta değil, araştırmacıya verilen kopyalarda olduğu anlaşılmıştır.
İslâm ve Kur’an’ın önde gelen hasımlarından ve Kur’an üzerinde araştırmaları bulunan İngiliz müsteşrik (oryantalist, Doğubilimci) Sir William Miur ise uzun araştırmaları neticesinde, bilim adamı sıfatının verdiği sorumlulukla; “On iki asır, metninin bütün servetini muhafaza eden bir başka kitap yoktur” demek zorunda kalmıştır.
Ülkemizde de bazıları tarafından, kıraat ve fonetik işaret ya da seslendirme farklılıkları öne sürülerek tahrif iddialarında bulunulmuşsa da, bu tip farklılıkların cümlenin anlamını etkilemeyen unsurlardan olması sebebiyle, bu iddialar itibar görmemiştir.
Ancak, aklını işletebilen her Müslüman’ın, Kur’an’ın Allah tarafından nasıl korunduğuna mantıklı bir cevap araması doğaldır, hatta bize göre gereklidir. Çünkü Kur’an, onu tahrife yeltenen tevhit düşmanlarının Tevrat ve İncil’e yaptıkları saldırılara benzer bir saldırıya (Hacc; 52, 53, En’âm; 112, 113, 121) karşı sigortalanmış olarak çelik kasaların içinde muhafaza edilmemektedir. Bu durumda Müslümanların da Kur’an’ın orijinalliğini muhafaza ettiğini mantıklı olarak kendilerine ispat etmeleri gerekir ki; “iman etmiş olanların imanı artsın, kendilerine kitap verilmiş olanlarla iman sahipleri kuşkuya düşmesin.”
“Benim imanım tamdır, imanımı güçlendirmek için böyle bir şeye ihtiyacım yok” diyenlere ise, kalbini yani imanını güçlendirmek için Allah’tan ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini isteyen İbrahim peygamberi hatırlatmakta yarar vardır (Bakara; 260).
Bizim görüşümüze göre, Kur’an aşağıdaki nedenler dolayısıyla tahrife uğramamıştır:
- Kur’an, lâfız, nazım ve içeriği itibariyle bir mucizedir. Bu sebeple herhangi bir eksiltme, arttırma veya değiştirme olsa, deyim yerindeyse hemen sırıtıvermektedir.
- Rabbimiz sayesinde Müslümanlar, erken dönemde harekete geçerek Kur’an’ın kitaplaşmasını gerçekleştirmişlerdir. Böylece çok eski dönemlerdeki el yazması nüshalar ile bugünkü baskıların aynı olduğu görülebilmektedir.
- İlk günden itibaren pek çok insan büyük bir zevkle, aşkla, hazla… Kur’an’ı ezberine almak istemiş ve Kur’an’ın lâfzındaki senfonik özellik nedeniyle de bunu kolayca başarmıştır. Böylece tarihin her döneminde Kur’an’ı ezberinde tutan on binlerce hafız mevcut olmuş ve ne tahrif edilme riski ne de nüshaların kaybolma riski hiç doğmamıştır.
- Kur’an’ın inmeye başlamasıyla birlikte, Kur’an’ın eğitim ve öğretimi de başlamıştır. Diğer dinlerde dinî eğitimin ruhanîlerin tekelinde olmasına karşılık ruhban sınıfının olmadığı İslâm’da eğitim ve öğretim, köylü-kentli herkese yönelik olmuştur. Bir zümrenin, bir kurumun tekelinde ve birkaç nüshadan ibaret olmayan Kur’an, her Müslüman’ın evinde, iş yerinde, kütüphanelerde, kitap evlerinde bulunduğundan, herkes tarafından okunmuş, öğrenilmiştir. Böylece yaygın bir öğretim sağlanmış, kötü niyetli kişilerin kişisel boyuttaki tahrif çabaları sonuçsuz kalmıştır.
- Kur’an’ın inmeye başladığı Milâdî 610 yılı, diğer dinlerin ortaya çıkış zamanlarına göre, insanlık tarihinin aydınlık bir dönemidir. Bu dönemde birçok eski medeniyet zirve noktasındadır ve olaylar artık kayda geçirilmeye başlanmıştır. Nitekim Musa ve İsa peygamberlerin varlığını ve yaşamını bazı tarihçiler kabul etmezken, peygamberimizin varlığında, yaşamında ve kişiliğinde hiç tereddüt yoktur. Dolayısıyla peygamberimizin tek mucizesi olan Kur’an da, tereddüde yer vermeyen kayıtlarla günümüze gelmiştir.
- İslâmiyet, Musa ve İsa peygamberler zamanındaki gibi yönetilen, değişime uğratılan, mağdur, mazlum, zavallı, garip azınlıklar arasında değil, zengin, hâkim, özgür kentlerde doğmuş ve büyümüş, yöneten, değişime uğratan, güçlü toplumların dini olmuştur. İslâmiyet’in bu özelliği dolayısıyla da Kur’an’ın tahrife uğramış olması mantıklı değildir.

Yukarıda sıralanan maddeler, değişik bakış açıları ile herkes tarafından arttırılabilir ya da azaltılabilir. Ancak, Kur’an’ın matematiksel yapısı üzerinde yapılan araştırmalar ise, bu konudaki tüm tartışmaları bitirecek niteliktedir. Henüz tüm detayı ile ortaya çıkarılamamış olsa da, şu ana kadar tespit edilen matematiksel özellikleri bile, hem Kur’an’ın Allah’tan başkası tarafından yazılmış olamayacağını hem de yapılacak herhangi bir ilâve ya da eksiltmenin hemen belli olacağını matematikle ispatlamaktadır. Kısaca “19 mucizesi” denilen bu konuda daha detaylı bilgi, “İşte Kur’an”ın 1. cildinde, Müddessir suresinin tahlilinde verilmiştir.

Ona mutahherlerden (temizlenmişlerden) başkası temas edemez.

Bu ayetteki “ona” zamiri, 78. ayetteki “kitab” sözcüğüne değil, 77. ayetteki “Kur’an” sözcüğüne racidir. Zaten konumuz olan cümle (79. ayet) de, olduğu gibi 77. ayetteki “Kur’an” sözcüğünün sıfatı olup, 78. ayetteki “كتاب kitap” sözcüğünün sıfatı değildir.
“مطهّرون Mutahherun (tertemiz temizlenmişler)” sözcüğü ile burada; şirk, fitne, fesat ve cehalet (cahilî yobazlık, atalar kültü) gibi manevî kirlerden kendini arındırmışlar kastedilmiştir. Nitekim Bakara suresinin 1–5. ayetlerinde Kur’an’dan yararlanacak kimselerin; manevî temizliğe ulaşmış olan “متّقين muttakiler” olduğu açıklanmıştır.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla