Tekil Mesaj gösterimi
Alt 16. January 2009, 08:20 PM   #2
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

" مستقرّMÜSTAKARR" VE " مستودعMÜSTEVDA" SÖZCÜKLERİ

Ayette geçen “el-müstekarr” sözcüğü “yerleşik yer”, “el-müstevda`” sözcüğü de “geçici yer” demektir. Allah’ın her canlının “yerleşik” ve “geçici” yerlerini bilmesi demek, canlıların hem ema*net edildikleri, hem de sonradan mekân tuttukları yerlerin Allah tarafından biliniyor olmasıdır. Bu yerler ne kadar değişikliğe uğrarsa uğrasın, Allah’ın bilmesi bakımından herhangi bir durum değişikliği (ya da “zorluk”) oluşturmaz. Meselâ:
- Bir kimse belli bir adreste ikamet ederken, bazı sebeplerle başka şehirlere, başka ülkelere gidebilir; nereye giderse gitsin, Allah o insanın nerede olduğunu bilir.
- Bir kimsenin her gün yattığı yer ile öleceği yer aynı olmayabilir; ancak Allah her ikisini de bilir.
- Bir sperm hücresi babanın vücudunda yaratılır, sonradan yeri değişerek annenin yumurta hücresine girer. Allah bu hücrenin de ne zaman, nerede olduğunu tam olarak bilir.
- Bir bakteri belli bir yerde oluşur, sonra da değişik yollarla başka canlıların vücutlarına girer ve orada faaliyet gösterir. Allah o bakterinin de nerede ve hangi faaliyette bulunduğunu bilir.
Nitekim Rabbimiz şöyle buyurur:

Gaybın anahtarları da yalnızca O’nun katındadır. O’ndan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O... O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta bulunmasın. (En’am/59)

Konumuz olan ayet, bize göre, yukarıda saydıklarımızın dışında bir başka anlam daha içermektedir. O da “insanın kendisine ait bilgilerle beraber diriliş gününe kadar emanet olarak durduğu yerin Allah tarafından biliniyor olması”dır. Bu anlamın biraz daha ayrıntılı açıklanabilmesi için şu ayetlerin hatırlanması gerekir:

1. Ayet: “O gün, o insan, önden yolladığı ve geriye bıraktığı şeyler ile haberlenir. (Kıyamet/13)

“O GÜN”

“اليوم Yevm” sözcüğü Kur’an’da sadece “gün” anlamında değil, “evre, devre, etap” anlamlarında da kullanılmıştır. Bu sözcük Kur’an’da bazen kısa bir “an”ı, bazen de uzun “yıllar”ı işaret etmektedir. Meselâ Rahman/29’da “an” anlamına gelen “yevm” sözcüğü, Hud/7 ve Fussılet/9, 10’da “uzun yıllar” anlamına gelmektedir.
Bize göre, bu ayetlerdeki “o gün”, yukarıdaki olayların meydana geldiği ve inançsızların “Kaçacak yer neresi!” diyerek âdeta kaçacak delik aradığı, yani gözün fal taşı gibi açıldığı, Ay’ın tutulduğu, Güneş ve Ay’ın birleştiği gündür, ölüm anıdır.
İşte “o son an”da, insanın yaratılışta içine yerleştirilmiş biyolojik “çip”ler [hafıza işlevini gören sinir hücreleri] görev başına gelip kayıttaki bilgileri insanın görüşüne arz ederler. İnsan artık vicdanıyla baş başa kalmış ve yaptıklarının azabını vicdanında duymaya başlamıştır. Böylece insanın kendi aleyhine hem tanık hem de ihbarcı olacağı dönem o ölüm anıyla başlamıştır. Tabiî ki bu süreç ahirette de devam edecektir.
Hafıza hücrelerinin görev başına geleceğine ve kişinin yaptıklarını eksiksiz olarak bildireceğine dair görüşümüz, bilimsel araştırmalardan da destek almış durumdadır. Dr. Pınar Uysal Onganer bir makalesinde şunları söylemektedir:

“… Kaliforniya’da bulunan Salk Enstitüsü Biyoloji Bölümü nörobiyologları [sinir biyologları], “Neuron” dergisinde konu ile ilgili bulgularını yayınladılar. Yaptıkları deneysel çalışmaları ile, unuttuğumuzu sandığımız için şemsiye almadığımıza inandığımız hâlde, aslında beynimizin hatırladığını kanıtladılar. … Dr. Thomas D. Albright ve ekibi, maymunların beyinlerinde neler olduğunu anlamak için ‘İnferior Temporal Korteks’teki [İTK] sinir hücreleri sinyallerini incelemişler. İTK, beynin ‘görsel tanıma’ ve hatırlamadan sorumlu alanıdır. Elektriksel olarak bu bölgenin uyarılmasının, geçmişte yaşanan olaylara ait görsel halüsinasyonlara neden olduğu gösterilmiştir. Ayrıca İTK’nın görsel hafızanın depolanması ve gerektiğinde çağırılmasında rolü olduğu düşünülmektedir.” (11 Şubat 2006 tarihli Cumhuriyet gazetesi, Bilim Teknik ekinden)


2. Ayet: “Ve O [Allah], kulları üzerinde Kahir’dir [hükümranlığı sürdürür] ve O, sizin üzerinize koruyucular [bellekler] gönderir. Sonra da sizden birinize ölüm geldiği vakit, elçilerimiz hiç eksik-fazla yapmadan onu vefat ettirirler.” (En’am/61)

“Koruyucular” olarak çevirdiğimiz sözcük, ayetin orijinal metninde “Hafaza” olarak geçmektedir. Bu sözcüğün kök anlamı “korumak”tır. “Koruyucular” anlamına gelen “Hafaza” ile “bellek” anlamına gelen “Hafıza” sözcüğünün aynı kökten türetilmiş olması özellikle dikkat çekicidir. Görüldüğü gibi, ayet, insan yapısında hafıza işlevini gören hücrelerin [belleklerin] varlığını ispatlamaktadır. Çünkü Allah’ın vefat ettirdiği sırada kullarına göndereceğini bildirdiği “muhafızlar [koruyucular]”, insana takdim ve tehir ettiğini eksiksiz haber veren, bir bakıma, insana kendi hayatının “Z” raporunu çıkartan “bellekler”dir.

3. Ayet: “Biz yerin onlardan neyi eksilttiğini elbette bilmişizdir. Yanımızda çok iyi kaydedip muhafaza eden bir kitap da vardır.” (Kaf/4)

Bu ayet, inkârcıların “Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu uzak bir dönüştür” şeklindeki bahanelerine verilen cevaptır. İnkârcıların yeniden dirilmeyi alışılmıştan uzak [imkânsız] zannetmeleri, yaratılış gerçeğini ve yaratılışın bütün bölümlerini ayrıntılarıyla bilmemelerinden [bilgisizlikten] kaynaklanmaktadır. Hayatın bütün sırları keşfedilmiş olsa idi, herhâlde ölümden sonra dirilme de akıllara pek uzak gelmezdi. Ne var ki, Yüce Allah bu sırları bilmekte ve ona göre yaratmaktadır:

De ki: “Onları ilk defa yaratan diriltecek ve O, her yaratmayı çok iyi bilir.” (Ya Sin/79)

Öldükten sonra çürüyüp toprak olanlara ne olduğu, varlıkları nelerin oluşturduğu, onları oluşturan parçalar arasındaki bağların niteliği, bu parçalardan nelerin kaybolup nelerin kaybolmadığı, nelerin şekil değiştirerek mevcut kaldığı [varlıklarını koruduğu] gibi hususlar ancak Rabbimiz tarafından bilinebilecek sırlardır. Rabbimiz varlıklarla ilgili tüm bu hususları noksansız olarak bilmekte, yarattığı hayata ilişkin tüm sırları kendi ilminde bulundurmaktadır. Ayette yaratılışla ilgili tüm bilgilerin korunduğu bildirildiğine göre, insanların öldükten sonra çürüyüp toprağa karışmaları onların kaybolup gittikleri anlamına gelmez. Hayatın bu topraktan [maddeden] yeniden başlaması, daha önce bir kez gerçekleşmiştir ve sürekli gerçekleşmeye devam edip gitmektedir.
Yukarıdaki üç ayeti göz önünde bulundurarak “müstakarr” ve “müstevda” sözcükleri ile ilgili olarak yukarıda verdiğimiz son anlamın açıklaması şu şekilde yapılabilir:
İnsanın yapısında kendisi hakkındaki tüm olayları kayda geçiren bellek hücreleri mevcuttur. Hatta tüm hücrelerin bellek özelliğine sahip olmaları ihtimali de uzak değildir. Bu bellek hücreleri, ölüm anında işlevlerini yerine getirerek vefatın gerçekleşmesini sağlamaktadırlar. Konumuz olan ayetteki “O [Allah], onun yerleşik yerini de geçici bulunduğu yeri de bilir” ifadesinden, bu hücrelerin ölüm sonucu toprağa karışıp yok olmadığı ve Allah’ın insanların tüm hayatlarının kayıtlarını taşıyan bu muhafızların [bellek hücrelerinin] nerede bulunduklarını bildiği anlaşılmaktadır.
Bunun böyle olması, reenkarnasyon ile izah edilmeye çalışılan bazı olaylara yeni bir açıklama imkanı getirmektedir. Bilindiği gibi, dünyaya gelmeden önce başka bir hayat yaşadığını iddia edip o hayatına dair önemli ayrıntılar veren bazı insanlardan bahsedilmektedir. Tenasuh [Ruh Göçü] inancına dayanak yapılmaya çalışılan bu tür vakalar, bir insanın zaman içinde farklı bedenlerde yaşadığına kanıt olarak yorumlanamaz. Çünkü ölen bir insan ne bir daha hayata dönebilir, ne de bir başka insanın bedeninde yeni bir hayata geçebilir. Bunda hiçbir kuşku yoktur. Ancak geçmişte başka hayatlar yaşadığını iddia edenler arasından yalancı, şarlatan veya patolojik kişilikli olmadıkları belirlenenler çıkarsa, bunların durumu nasıl açıklanmalıdır?
Konumuz olan ayette, Rabbimizin her şeyin takipçisi olduğu, hiçbir olgu, olay ve nesnenin O’nun ilmi ve kontrolü dışında bulunmadığı bildirilmektedir. Bu ayetin bizim öngördüğümüz anlamı çerçevesinde olaya şöyle bir açıklama getirilebilir:
Asırlar önce yaşamış bir kişiye ait bellek hücrelerinin sindirim ya da solunum yoluyla herhangi bir kişinin vücuduna girmesi ve orada emaneten durması, o kişinin de bu bellek hücrelerindeki kayıtları kendi geçmişi imiş gibi hatırlayıp anlatması mümkündür.

Sonuç olarak, bu ayetin mesajı şu şekilde takdir edilebilir: “Alîm olan Allah`tan saklanarak cezadan kurtulabileceğinizi sanmanız akılsızlıktan başka bir şey değildir. O, küçücük bir serçenin yaşadığı yuvayı, minnacık bir sineğin bulunduğu deliği bile bilir ve her nerede yaşıyorlarsa onların rızklarını tedarik eder. Her yaratığın devindiği ve ikamet ettiği yeri bilir ve onları belirli bir vakte kadar yaşatır, sonra öldürür.”

7 - Ve O [Allah], hanginizin daha güzel amel işleyeceğini imtihan etmek için gökleri ve yeri altı günde yaratandır. —Arşı da su üstündeydi.– Ve eğer onlara “Gerçekten siz öldükten sonra diriltileceksiniz” dersen, o küfretmiş olan kişiler de kesinlikle sana, “Bu apaçık bir sihirden/ sihirbazdan başka bir şey değildir” diyecekler.

Bu ayette, evreni Allah’ın yarattığı hatırlatılarak kudretinin sınırsızlığı vurgulanmakta, peşinden de inançsızların “öldükten sonra diriltilecekleri” haberine karşı, bunun “ancak bir sihir/sihirbaz işi olduğu” şeklindeki mantık dışı yaklaşımları dile getirilmektedir.
Rabbimiz burada sonsuz gücünü tanıtırken evreni yaratma sebebini de açıklamış ve evrenin kimin daha güzel amel işleyeceğini imtihan etmek için yaratıldığını bildirmiştir.
Evrenin boşuna yaratılmadığı gerçeği değişik ifadelerle birçok ayette tekrarlanmıştır. Bu ayetlerden biri de “daha güzel amel işleme” imtihanının, “ortağı olmayan tek Allah’a yapılacak kulluk” konusunda olduğunu açıklayan Zariyat/56’dır:

Ve Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve aralarında olanları boşuna yaratmadık. Bu, şu küfretmiş olan kişilerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı vay şu küfretmiş olan kişilerin hâline! (Sad/27)

Peki siz, Bizim sizi boş yere yarattığımızı ve şüphesiz sizin yalnızca Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?
İşte gerçek kral Allah, yüceler yücesidir. O’ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. O, saygın Arş’ın Rabbidir. (Müminun/115, 116)

Ben, cinn ve insi [herkesi] yalnızca, Bana ibadet/ kulluk etsinler diye yarattım. (Zariyat/56)

Kâinatın yaratılma süresi olarak bildirilen “altı gün”, Kaf suresinin tahlilinde açıkladığımız gibi, “altı evre”, “altı dönem”, “altı aşama” anlamlarına gelmektedir:

ALTI GÜN: ALTI DEVRE

اليوم [yevm] sözcüğü, Türkçe`ye “gün” olarak çevrilebildiği gibi, “devir” olarak da çevrilebilir. Çünkü Arapça`da yevm sözcüğü, hem “gündüz ve geceden oluşan 24 saatlik bir devir [gün]” anlamına, hem de genel olarak “devir [hangi müddet olursa olsun, zamandan bir müddet]” anlamına gelir. Nitekim Secde/5`de, 1.000 senelik bir yevm`den, Me‘âric/4`de ise 50.000 senelik bir yevm`den bahsedilmek sûretiyle, yevm sözcüğünün belirli bir ölçüdeki “devir”i değil de genel anlamda bir “devir”i ifade ettiği Kur’ân tarafından da teyit edilmiştir.
Bu konu Kaf Suresinin tahlilinde ayrıntılı olarak işlendiği için bu kadarla yetiniyor, ilgili bölümün oradan okunmasını öneriyoruz. (Tebyînü’l-Kur’an; c:2, s:122-125)

8 - Ve eğer Biz bunlardan azabı belli bir ümmete [yeni bir toplum oluşana] kadar erteleyecek olursak, o zaman da “Onu hapseden [engelleyen] nedir ki?” diyecekler. Haberiniz olsun! O [azap], onlara geldiği gün kendilerinden geri çevrilecek değildir. Ve o alay ettikleri şey kendilerini kuşatmıştır.

Bu ve önceki ayetlerden inkârcıların şöyle düşündüğü anlaşılmaktadır: “Eğer suç işleyenler cezalandırılacak olsaydı biz cezalandırılırdık. Biz cezalandırılmadığımıza göre, cezalandırılma diye bir şey de yoktur.” Azabın gecikmesinden cesaret alan inkarcılar, daha da ileri giderek: “Azabı hapseden ne ki, tutmasın, salıversin de gelsin” diyerek bir de küstahlık etmektedirler.

Senin kavmin ise, o hakk olmasına rağmen onu yalanladı. De ki: “Ben sizin üzerinize vekil değilim. Her haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır, siz de yakında bileceksiniz.” (En’âm/66, 67)

Bir vakit de, “Ey Allah’ım, eğer bu Senin katından gelmiş bir hakk/ gerçek ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver.” demişlerdi. (Enfal/32)


De ki: “Gördünüz mü [ne düşünürsünüz]? O’nun azabı size geceleyin uykuda veya gündüz gelecek olsa!” Suçlular bundan neyi acele isterler? (Yunus/50)

Sen onlara karşı hüzne de kapılma ve onların kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı da sıkıntı içinde olma!” (Neml/70)

De ki: “Belki de çabuklaştırmakta olduğunuzun bir kısmı size yetişmiştir bile.” (Neml/72)

Ve senden azabı çarçabuk istiyorlar. Eğer belirlenmiş/ adı konmuş bir ecel [vade] olmasaydı, azap onlara elbette gelmişti. Ve o, hiç farkında olmadıkları bir sırada kendilerine ansızın elbette gelecektir.
Senden azabı çarçabuk istiyorlar. Halbuki cehennem, o kâfirleri kesinlikle kuşatıcıdır. (Ankebut/53, 54)

Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi, inkârcıların küstahlıklarına karşılık Rabbimiz yine onları uyarmaya devam etmektedir. Bu tutumlarının devam etmesi hâlinde azabın mutlaka gerçekleşeceğini ihtar eden bu uyarılar başka ayetlerde de yapılmıştır:

Nihayet onu, vadilerine doğru gelen geniş bir bulut hâlinde gördüklerinde; “Ha işte!”, dediler, “Bu bize yağmur getirecek bir bulut!” Hayır, aksine o, çabuklaştırmaya çalıştığınız şeyin ta kendisi; Rabbinin emriyle her şeyi yerle bir eden içinde acıklı bir azap olan rüzgâr. Sonunda o hâle geldiler ki, konutlarından başka hiçbir şey görünmüyordu. Günahkârlar topluluğunu işte böyle cezalandırırız biz. (Ahkaf/24, 25)

-“Ey İbrahim! Bundan vazgeç. Şüphesiz Rabbinin emri kesin olarak geldi ve hiç şüphesiz onlar; onlara geri çevrilmesi mümkün olmayan bir azap gelecektir.- (Hud/76)


AYETTEKİ “ الامّةÜMMET” SÖZCÜĞÜ

“Ümmet” sözcüğünün “önderleri bulunan toplum” demek olduğu daha evvel birçok kez açıklanmıştı. Ne var ki, Kur’an üzerine çalışma yapanların birçoğu, “ümmet”i, sözcük anlamını dikkate almadan, zorlama ile “sayısı belli bir vadeye ve bilinen bir zamana kadar” şeklinde anlamlandırmışlardır. Biz ise “ümmet”in sözcük anlamı ile değerlendirilmesinin daha isabetli olduğu görüşünü taşımaktayız.

Ve o ikiden kurtulmuş olan kişi nice ümmetten sonra anarak dedi ki: “Ben size onun [o görüntünün] tevilini haber veririm, hemen beni gönderin.” (Yusuf/45)

9 - Ve eğer, insana, tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra da onu kendisinden çekip alsak, kuşkusuz o umutsuzdur, çok nankördür.
10 - Ve eğer, kendisine dokunan mutsuzluktan sonra, ona mutluluğu tattırsak, elbette, “Kötülükler benden gitti” der. Ve kuşkusuz o, şımarıktır, böbürlenen biridir.
11 - Ancak sabreden ve salihatı işleyen kişiler müstesnadır [böyle değillerdir]. İşte bunlar, mağfiret ve büyük ödül kendileri için olanlardır.

Bu ayetlerde, olgunlaşmamış insanın umutsuzluk, inançsızlık, nankörlük, şımarıklık, böbürlenme gibi karakteristik zaaflarına dikkat çekilmekte, bu olumsuz huyların ancak sabredip salihatı işleyen iman sahiplerince terbiye edilebileceği mesajı verilmektedir.
İnsanın karakteristik zaafları hakkında başka ayetler de vardır:

İnsana gelince, Rabbi onu her ne zaman sınayıp da kendisini üstün kılar ve nimetler verirse, “Rabbim beni üstün kıldı” der. (Fecr/15)

Şüphesiz insan dayanıksız ve huysuz yaratılmıştır; kendisine kötülük dokundu mu sızlanır. Kendisine hayır dokundu mu da engelleyicidir [küçük bir yardımı bile engeller].
Ancak destekçiler [sabırla salihatı işeyenler] bunun dışındadır. (Mearic/19-22)

12 - Şimdi sen, “Ona bir hazine indirilse, ya da beraberinde bir melek gelse ya!” diyorlar diye sana vahyolunan vahyin bir kısmını terk edecek olursun ve bundan dolayı göğsün daralır. Sen yalnızca bir uyarıcısın. Allah ise her şeye Vekil’dir.

Peygamberimizin elçilik görevini hangi koşullarda sürdürdüğünü bildiren bu ayet, onun inkârcıların sataşmalarından ve çevresindekilere zarar vermelerinden dolayı çok bunaldığını göstermektedir. İnkârcıların baskıları öyle boyutlara ulaşmış olmalı ki, peygamberimizin gönlünde çevresindekilerin etkisiyle veya kendi düşünceleri sonucu, kâfirlerin üzerine bu kadar gidilip putlarının böylesine yerilmemesi gerektiği yolunda bir kanaat hâsıl olmuştur. Bu da yüreğine büyük bir sıkıntı vermektedir. Rabbimiz ise elçisine en ufak bir tereddüde kapılmadan aldığı mesajı yaymaya devam etmesini, cevap yetiremeyeceği veya alay konusu olacağı korkusuyla duraklamamasını ihtar etmekte ve “Sen yalnızca bir uyarıcısın” diyerek ona cesaret ve destek vermektedir.
Peygamberimizin içinde kaldığı bu zor durum başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

Kitap ehli, senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve kesinlikle onlar Musa`dan bundan daha büyüğünü istemişler di de, “Allah`ı bize açıkça göster.” demişlerdi. Sonra da haksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde buzağı edinmişlerdi. Sonra Biz onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz Musa`ya apaçık bir kanıt verdik. (Nisa/153)

Ve ayetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar; “Bundan başka bir Kur’an getir yahut bunu değiştir.” dediler. De ki: “Onu nefsimin [kendimin] öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım. (Yunus/15)

De ki: “Ben size Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum. Gaybı da bilmem ben. Size ben bir meleğim de demiyorum. Ben yalnızca bana vahyedilene uyuyorum.” De ki: “Körle gören eşit olur mu? Hâlâ düşünmüyor musunuz?” (En’âm/50)

Ve onlar [inkâr etmiş olanlar]; “Bu ne biçim elçi ki, yemek yiyor, sokaklarda yürüyor? Ona, bir melek indirilseydi ya! Böylece onunla beraber bir uyarıcı olur! Yahut kendisine bir hazine bırakılsaydı veya kendisinden yiyeceği bir bahçe olsaydı ya!” dediler. Bu zalimler, “Siz, yalnızca büyülenmiş bir kişiye uyuyorsunuz.” da dediler. (Furkan/7, 8)

Ant olsun Biz biliyoruz ki, kesinlikle onların söylediklerine senin göğsün daralıyor.
O halde sana “Yakin” gelmesi için Rabbini hamd ile tesbih et, secde edenlerden [boyun eğenlerden, teslim olanlardan] ol ve Rabbine kulluk et! (Hicr/97-99)

Öyle cömerttir ki O, dilerse sana ondan daha hayırlısını; altından ırmaklar akan cennetler kılar [verir], senin için saraylar da kılar [yapar]. (Furkan/10)

Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar halinde üzerimize düşürmelisin, yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, okuyacağımız bir kitabı bize indirmene kadar, asla inanmayız.” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan münezzehtir. Ben beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki?!” (İsra/90-93)

13 - Yahut [aslında], “Onu kendisi uydurdu” diyorlar. De ki: “Öyleyse, eğer doğrulardan iseniz, uydurma olarak da olsa, benzeri on sure getirin, Allah’ın astlarından gücünüzün yettiği kişileri de çağırın.”

Bu ayet de yine “Kur’an’ı kendisi uydurdu” diyen inkârcılara bir meydan okumadır. Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu vurgulayan bu meydan okuma başka ayetlerde de yapılmaktadır:

Ve eğer kulumuza indirdiğimizden kuşku duyuyorsanız, haydi onun gibi bir sure siz getirin ve Allah’ın astlarından tüm tanıklarınızı da çağırın. Eğer doğru iseniz. (Bakara/23)

Ve bu Kur`an, Allah`ın astları tarafından uydurulan değildir. Lâkin kendinden önceki kitapları tasdik eder ve o kitabı ayrıntılı olarak açıklar. Onda şüphe edilecek hiç bir şey yoktur. Âlemlerin Rabbi tarafındandır.
Yahut “Onu kendisi uydurdu” diyorlar. De ki: “Öyleyse siz benzeri, bir sure meydana getirin, Allah’ın astlarından çağırabileceklerinizi de çağırın. Eğer doğrular iseniz.” (Yunus/37, 38)

De ki: “Ant olsun ki ins ve cinn [herkes], bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı da olsalar, onun benzerini kesinlikle getiremezler.” (İsra/88)

Yahut, onu kendi uydurup söyledi diyorlar. Hayır, onlar inanmıyorlar. Peki, onun gibi bir sözü onlar getirsinler, eğer doğruysalar. (Tur/33, 34)

14 - Yok eğer bunun üzerine onlar, size cevap vermedilerse, artık bilin ki, o [Kur`an] ancak Allah`ın ilmiyle indirilmiştir. Ve O`ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Artık siz müslüman oluyor musunuz?

Rabbimiz burada tüm inananlara hitap etmekte ve inkârcıların bir önceki ayette yapılan meydan okumaya cevap vermemeleri durumunda, müminlere, inkârcılardan artık teslim olmalarını istemelerini emretmektedir.

15 - Her kim basit hayatı ve süsünü isterse, yaptıklarının karşılığını, ona hiç eksiltmeden, burada tastamam veririz. Onlar orada hiçbir zarara uğratılmazlar.
16 - İşte onlar, kendileri için, ahirette ateşten başka bir şey olmayanlardır. Yapıp ürettikleri de orada boşuna gitmiştir. Yaptıkları şeyler de batıldır.

Bu ayetlerde Rabbimiz, dünya hayatını ve süsünü kendilerine amaç edinmiş ve ömürlerini bu kazanımlara adamış dünyaperestleri uyarmakta ve onların ahirette ateşten başka bir şeyleri olmayacağını açıklamaktadır. Allah’ın bu ilkesi sadece bu ayette değil, başka ayetlerde de konu edilmiştir. Ne var ki, bazı kıt düşünceliler bu ilkenin özünü kavrayamadıkları için yanlış bir zehaba kapılmakta, yaptıkları bir kısım iyilikler sebebiyle Allah`ın kendilerini mal, makam, refah ile sevindirdiğini sanmaktadırlar. Böyle sandıkları için de dünya kazanımlarını elde etmek için gösterdikleri çabalarla boş yere övünüp durmaktadırlar. Oysa Rabbimiz bu şahısların yanlış ve boş değerlendirmelerini reddetmekte ve amellerin ancak iman ile birlikte olması hâlinde değerli olacağına işaret etmektedir. Yapılan işleri değerli kılacak asıl gerekçe bu amellerin geçici dünya için değil, gerçek ahiret yurdu için yapılmış olmasıdır:

Sen şimdi onları bir zamana kadar sapkınlıkları ile baş başa bırak!
Onlar, kendilerini hayırlarda koşturalım diye, kendilerine maldan ve oğullardan bir şeyler vermekte olduğumuzu mu sanıyorlar? Bilakis, işin farkına varamıyorlar. (Müminun/54-56)

Her kim aceleciyi [çarçabuk geçen dünyayı] isterse, istediğimiz kimseye, dilediğimiz şeyi çabuklaştırırız. Sonra onun için cehennemi kılarız [hazırlarız]; kınanmış ve kovulmuş olarak oraya girer.
Kim de ahireti isterse ve mümin olarak ona [ahirete] yaraşır bir çaba ile onun [ahiret] için çalışırsa, işte öylelerinin çalışmalarının karşılığı verilir.
Hepsine; onlara [dünyayı isteyenlere] ve bunlara [ahireti isteyenlere] Rabbinin ihsanından veririz. Rabbinin ihsanı kısıtlanmış değildir.
Onların bir kısmını bir kısmı üzerine fazlalıklı kıldığımıza bir bak! Elbette ahiret, dereceler bakımından daha büyüktür, fazlalık bakımından da daha büyüktür. (İsra/18-21)

Her kim ahiret kazancını isterse, biz onun kazancını artırırız, her kim de dünya kazancını isterse ona da ondan veririz, ama ona ahirette hiçbir nasip yoktur. (Şûra/20)

Ve onlardan, sadakalar hakkında sana dil uzatanlar vardır. Ki, o sadakalardan kendilerine verilmişse hoşnut olurlar, verilmemişse hemen öfkeleniverirler. (Tövbe/58)

Ve hurma ve üzüm ağaçlarının meyvelerinden -ki ondan içki ve güzel rızk edinirsiniz- [size içiririz]. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir toplum için bir ayet vardır. (Nahl/67)

Aslında yalnızca O’na [Allah’a] yalvarırsınız da O, da dilerse çağırdığınız şeyi açar [kaldırır] ve siz ortak koştuğunuz şeyleri ağzınıza almazsınız. (En’âm/41)

Ve kullarım, sana Benden sordukları zaman; biliniz ki şüphesiz Ben çok yakınımdır. Bana dua edince, duacının duasına cevap veririm. O hâlde reşit olmaları için onlar da Bana karşılık versinler ve Bana inansınlar. (Bakara/186)

Sonra da ibadetlerinizi bitirdiğinizde yine Allah’ı anın, tıpkı babalarınızı andığınız gibi. Hatta daha kuvvetli bir anışla anın. İnsanlardan bazısı, “Ey Rabbimiz bize dünyada ver!” diyen kimselerdir. Onun için de Ahiret’te bir nasip yoktur.
Yine onlardan, “Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik ve ahirette de bir güzellik ver ve bizi ateşin azabından koru!” diyenler vardır.
İşte onlar, kendileri için kazandıklarından bir nasip olanlardır. Ve Allah, hesabı çok çabuk görendir. (Bakara/200-202)

Şüphesiz Karun, Musa’nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, şüphesiz onun anahtarları güçlü kuvvetli bir topluluğa ağır gelirdi. Bir zaman kavmi ona demişti ki: “Şımarma! Şüphesiz ki Allah şımarıkları sevmez. Ve Allah’ın sana verdiğinde ahiret yurdunu iste. Dünyadan da nasibini unutma! Allah`ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun. Ve yeryüzünde bozgunculuğu isteme. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” (Kasas/76, 77)

Ve herkes sadece Allah’ın izniyle vakitlendirilmiş bir yazgı olarak ölür. Ve kim dünya karşılığını dilerse, kendisine ondan veririz. Kim de ahiret karşılığını isterse ona da ondan veririz. Ve Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız. (Âl-i Imran/145)

17 – Artık onlar [dünyayı isteyenler], hiç Rabbinden açık bir belge üzere olan ve kendisini O’ndan [Rabbinden] bir şahidin takip ettiği ve de kendinden önce [önünde] bir önder ve rahmet olarak Musa’nın kitabı bulunan kimse gibi midir? İşte onlar [böyle olanlar], ona [Kur’an’a] inanırlar. Hangi hizipten olursa olsun kim onu inkâr ederse, ona vaat edilen yer ateştir. İşte bütün bunlardan dolayı sen de bundan [Kur’an’dan] şüphe içinde olma. Kesinlikle o, Rabbinden bir hakktır/ gerçektir. Fakat insanların çoğu iman etmiyorlar.

Bu ayette, geçici dünya çıkarları uğruna Kur`an`ın mesajını reddeden dünyaperestler ile kılavuza [kitap ve elçiye] uyan kimseler arasında bir mukayese yapılmakta ve hangi hizipten olursa olsun inkârcı dünyaperestlerin sonunun ateş olacağı ilân edilmektedir.
Ayette kıt akıllı dünyaperestler ile mukayese edilen düzgün örnek, kendi öz varlığında ve tüm kâinat nizamında Allah`ın birliğine ve Ahiret`e dair apaçık deliller gören kimselerdir.
“Kendinden önce bir önder ve rahmet olarak Musa’nın kitabı bulunan kimse gibi midir?” ifadesiyle de Ehlikitap’tan inanmış kimselere işaret edilmektedir:

Onlar ki, onlara iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılan, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılmış bulacakları o ümmî peygamber, o elçiye uyarlar. O hâlde, ona iman eden, ona kuvvetle saygı gösteren, ona yardımcı olan ve onun ile birlikte indirilen nuru izleyen kimseler var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. (A’raf/157)

Bu mukayeseli uyarılar başka ayetlerde de görülmektedir:

Ya da o, gece saatlerinde kalkan, secde ederek, kıyam durarak, daima ahireti hesaba katan ve Rabbinin rahmetini uman kimse mi []? De ki: “Hiç bilen kimseler ve bilmeyen kimseler eşit olur mu?” Kesinlikle sadece temiz akıl sahibi olanlar öğüt alırlar. (Zümer/9)

Rabbimiz inkârcıların ateşe girerken ne söyleyeceklerini ve onları nasıl bir ateşin beklediğini de haber vermiştir:

Ve derler ki: “Eğer biz dinlemiş olsaydık, yahut akletmiş olsaydık şu çılgın ateşin halkı arasında olmazdık. (Mülk/10)

Şu inkâr eden Allah yolundan çeviren kimseler; Biz yaptıkları bozgunculuk nedeniyle onlara azap üstüne azap arttırdık. (Nahl/88)

Ve Allah kime kılavuz olursa, işte o doğru yoldadır. Kimi de saptırırsa, artık bunlar için Allah`ın astlarından hiçbir veliy bulamazsın. Ve Biz, onları kıyamet günü kör, dilsiz ve sağır oldukları hâlde, yüzleri üstü haşredeceğiz. Onların varacakları yer cehennemdir. Ne zaman ki o [cehennem] dindi onlara ateşi artırırız. İşte bu, onların, ayetlerimizi inkâr etmiş olmaları ve “Bizler, bir yığın kemik ve ufalanmış toz olduğumuz zaman mı, biz yeni bir yaratılışla mutlaka diriltilmiş mi olacağız?” demiş olmaları nedeniyle onların cezasıdır. (İsra/97, 98)

Ayetin sonunda elçiden görevini kuşku duymadan, selim akılla sürdürmesi istenmektedir:

Onun için, kötü ameli kendisine süslü gösterilen sonra da onu güzel gören kişi mi? Şüphe yok ki Allah dilediğini/ dileyeni şaşırtır, dilediğine/ dileyene de kılavuzluk eder. O hâlde canın onlara karşı hasretlerle [üzüntülerle] sıkılıp gitmesin. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir. (Fatır/8)

18, 19 - Ve bir yalanı Allah’a uydurandan daha zalim kim olabilir? Bunlar Rabblerine arz olunacaklar, şahitler de “İşte bunlar Rabblerine karşı yalan söyleyenlerdir” diyecekler. Haberiniz olsun! Allah’ın lâneti, Allah yolundan döndürmeye çalışan ve o yolu eğri büğrü yapmak isteyen ve ahirete de inanmayanların ta kendileri olan bu zalimlerin üzerinedir.

Bu ayetlerde, yeryüzündeki en büyük zalimlerin Allah adına yalan uyduranlar ve eğri büğrü göstermek suretiyle insanları Allah yolundan uzaklaştıranlar olduğu; Allah’ın lânetlediği [rahmetinden uzak tuttuğu] bu zalimlerce uydurulan yalanların kıyamet günü yüzlerine vurulacağı, böylece onların orada rezillik azabıyla da azaplandırılacakları bildirilmektedir.

[Ant olsun ki] Semud’a da kardeşleri Salih’i [elçi olarak gönderdik]. O dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka bir ilâh yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil [kanıt] geldi. İşte şu, Allah’ın dişi devesi, sizin için bir ayettir; bırakın onu Allah’ın yeryüzünde yesin, sakın ona kötülükle dokunmayın, yoksa sizi acıklı bir azap yakalayıverir. Ve düşünün ki Ad’dan sonra sizi halifeler yaptı. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi: Onun düzlüklerinden saraylar yapıyorsunuz, dağlarından evler yontuyorsunuz. Öyleyse Allah’ın nimetlerini hatırlayın ve yeryüzünde fesatçılar olarak taşkınlık yapmayın.” (A’raf/73, 74)

Kur’an’da “Allah`a karşı yalan uydurma” olarak tanımlanan cürüm, O’nun helâl dediğine haram, haram dediğine helâl demek ve hakk olarak gönderdiği Kitap’ı O`nun gönderme*diğini söylemek şeklindeki yanlış tavır ve davranışlardır. Bu yanlış tavır ve davranışlar başka ayetlerde de söz konusu edilmiştir:

Ve kendi dillerinizin yalan vasfetmesi ile Allah’a yalan uydurmak için, “Şu helâldir, şu haramdır” demeyin; aksi hâlde Allah`a iftira etmiş olursunuz. Şüphesiz Allah’a yalan uyduran kimseler kurtulamazlar. (Nahl/116)

Artık yazıklar olsun o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar da sonra biraz paraya satmak için “Bu Allah katındandır.” derler. Artık o elleriyle yazdıkları yüzünden onlara, yazıklar olsun o kazandıkları şeyler yüzünden yazıklar olsun onlara! (Bakara/79)

Ve onlardan [Kitap ehlinden], o, kitaptan olmamasına rağmen, siz onu kitaptan sanasınız diye, dillerini kitaba doğru eğip büken bir güruh vardır. O, Allah katından olmadığı hâlde, “Bu, Allah katındandır” derler. Kendileri bilip dururken, Allah’a karşı yalan söylerler. (Âl-i Imran/78)

Bu konuda ayrıca En’âm/21, 93, 144, 157, A’raf/37, Yunus/17, Ankebut/68, Saff/7 ayetlerine de bakılabilir.

20 – İşte onlar, yeryüzünde âciz bırakanlar değillerdir. Kendilerinin Allah’ın astlarından veliyleri [koruyan, yol gösteren, yardım edenleri] yoktur. Onlar için azap kat kat arttırılır. Onlar (vahyi) işitmeye tahammül edemiyorlardı ve de görmüyorlardı.
21 – İşte onlar kendilerine zarar vermiş olan kimselerdir. O uydurdukları şeyler de kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuşlardır.
22 – Şüphe yok, kesinlikle bunlar ahirette de en ziyade hüsrana uğrayacak olanların ta kendileridir.

Bu ayet grubunda, 18, 19. ayetlerde “zalimlerin en zalimi” olarak nitelenmiş olanların akıbetleri açıklanmaktadır. Dünyada iken vahyi işitmeye tahammül edemeyen bu zalimlerin edindiği sözde ilâhlar, ahirette onlardan uzaklaşıp kaybolacaklar, böylece ahirette en büyük ziyana uğrayacak kimseler de onlar olacaktır.

İnsanlar bir araya toplandığı zaman onlar [taptıkları kimseler] kendilerine düşmandırlar. Ve onların kendilerine tapmalarını inkâr ederler. (Ahkâf/6)

Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz zaman bak nasıl? (Nisa/41)

Hayır... Hayır... [Onların zannettikleri gibi değil]... Onlar [edindikleri ilâhlar] onların ibadetlerini inkâr edecekler ve aleyhlerine dönüp karşı olacaklardır.
Görmedin mi? Şüphesiz Biz şeytanları o kâfirler üzerine gönderdik. Onları kışkırttıkça kışkırtıyorlar. (Meryem/82, 83)

[İbrahim onlara] Dedi ki: “Siz, sırf aranızdaki dünya hayatında sevgi için Allah’ın astlarından birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz kiminizi tanımayacak, kiminiz kiminizi lânetleyecektir. Varacağınız yer de cehennemdir. Ve sizin için yardımcılardan yoktur.” (Ankebut/25)

O zaman kendilerine uyulan kimseler, azabı görerek kendilerine uyanlardan kaçıp uzaklaşmışlardır. Ve onlarla bağlar kesilmiştir. (Bakara/166)

23 - Şüphesiz iman eden ve salihatı işleyenler ve Rabblerine huşu ve tevazu ile bağlananlar; işte bunlar da cennet ashabıdırlar. Onlar orada ebedî kalırlar.

Zalimlerin kimliği açıklandıktan ve akıbetleri bildirildikten sonra, bu ayette de inanan ve salihatı işleyenlerin cennet yaşamında azaptan ve sıkıntıdan uzak olacakları, iç açıcı, mutluluk verici bir tablo şeklinde sunulmaktadır. “Zalimler” ile “iman ehli”nin karşılaşacakları ahiret tablolarının peş peşe verilmesi, Kur’an’da çok kullanılan “karşıtlıklarla anlatma” yönteminin örneklerinden birisidir. Birbirine zıt olguların peş peşe sıralanarak anlatıldığı bu yöntem, hem söz konusu olguların mukayese edilmelerini kolaylaştırmakta, hem de insanın korku ve ümit arasında gidip gelen iç dünyasını daha derinden etkilemektedir.

24 - Bu iki grubun örneği, kör ve sağır ile gören ve işiten gibidir. Bunlar örnek olarak hiç eşit olurlar mı? Hâlâ düşünmeyecek misiniz/ öğüt almayacak mısınız?

18-23. ayetlerde konu edilen zalimler ile iman edip salihatı işlemiş olanlar, bu ayette “Bunlar örnek olarak hiç eşit olurlar mı?” sorusu ile karşılaştırılmaktadır.
Bu soru aslında cevabı belli olan bir sorudur. İnanışları ve yaşayışları birbirine benzemeyen bu iki grubun elbette ki birbirinden farklı akıbetleri olacaktır. Allah’ın ayetlerini görmeyip elçiye kulak vermeyenler, kendi kendilerini kör ve sağır duruma getirerek bu aşağılık durumlarına yaraşır bir akıbetle karşılaşacaklardır. İnananlar ise kör ve sağır bir kişi ile gören ve işiten bir kişi arasındaki fark kadar açık bir gerekçeyle iyi ve güzel bir akıbete nail olacaktır.
Ayetin sonundaki “Hâlâ düşünmeyecek misiniz/ öğüt almayacak mısınız?” sorusu, “Bunlarla diğerlerini birbirinden ayıramıyor musunuz?” anlamına gelen uyarıcı bir sorudur.
Rabbimizin karşıtlıkları kullanarak dile getirdiği bu fark başka ayetlerde de vurgulanmıştır:

Cehennem ashabı ve cennet ashabı eşit olmaz. Cennet ashabı kurtulanların ta kendileridir. (Haşr/20)

Kör ile gören, karanlıklar ile aydınlık ve gölge ile sıcaklık eşit olmaz.
Ölüler ve diriler de eşit olmaz. Şüphesiz Allah, her dilediğine/ dileyene işittirir. Sen ise kabirlerdeki kişilere işittiren biri değilsin.
Sen sadece bir uyarıcısın.
Şüphesiz Biz seni hakk ile bir müjdeci, bir uyarıcı olarak gönderdik [elçi yaptık]. Her ümmetin de içinde bir uyarıcı mutlaka gelip geçmiştir. (Fatır/19-24)

25, 26 – Ve ant olsun ki, Nuh’u da kavmine elçi olarak gönderdik: “Gerçekten ben, sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah’tan başkasına ibadet etmeyiniz! Ben, sizin hakkınızda acı bir günün azabından korkarım.”
27 - Buna karşılık, kavminin küfretmiş olanlarının ileri gelenleri: “Biz seni sadece bizim gibi bir beşer [sıradan bir insan] olarak görüyoruz. Sana sığ görüşlü aşağı tabakalarımızdan [ayak takımımızdan] başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizim aleyhimize bir fazlalığınızı da görmüyoruz. Bilakis biz sizi yalancılar sanıyoruz” dediler.
28 – O [Nuh], dedi ki: “Ey kavmim! Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü], ben Rabbimden apaçık bir delil üzere isem ve O, bana kendi tarafından bir rahmet bahşetmiş de bu size saklı tutulmuşsa? -Biz, siz ondan hoşlanmadığınız hâlde sizi ona zorlar mıyız?”-
29 – Ve “Ey kavmim! Ben sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim ücretim ancak Allah’a aittir. Ve ben iman edenleri kovacak değilim. Onlar elbette Rabblerine kavuşacaklar. Velâkin ben sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum.”
30 – Ve “Ey kavmim, ben onları kovarsam, Allah’a karşı bana kim yardım edecek? Peki siz hiç düşünmez misiniz?
31 – Ve ben size ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ve ben gaybı bilmem. Ben size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. O sizin kendinize göre, hor gördükleriniz hakkında ‘Allah onlara hiçbir hayır vermez’ de demiyorum. Allah, onların içlerindekini en iyi bilendir. İşte asıl o zaman ben kesinlikle zalimlerden olurum.”
32 – Onlar dediler ki: “Ey Nuh! Bizimle mücadele ettin [didişip durdun] de mücadelemizi çoğalttın. Haydi artık doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin şu azabı bize getir!”
33, 34 - O [Nuh]: “Onu size ancak dilerse Allah getirir. Ve siz O’nu âciz bırakanlar değilsiniz. Ben size öğüt vermek istemiş olsam da, eğer Allah sizi azdırmayı murat ediyorsa, benim öğüdüm size bir fayda vermez. O, sizin Rabbinizdir ve yalnızca O’na döndürüleceksiniz” dedi.
35 – Ya da “Onu uydurdu” diyorlar. De ki: “Eğer onu ben uydurdum ise suçu [vebali] benim üzerimedir. Bense sizin işlediğiniz suçlardan uzağım.”
36, 37 - Ve Nuh’a vahyolundu: “Kesinlikle kavminden iman etmiş olanlardan başka artık kimse iman etmeyecektir. Onun için onların yaptıkları şeylere üzülme. Ve Bizim gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap. Zulüm yapan kimseler hakkında da Bana hitapta bulunma. Kesinlikle onlar suda boğulmuşlardır [boğulacaklardır].”
38, 39 - Ve o, gemiyi yapıyordu, kavminden bazı ileri gelenler, ona her uğrayışta onunla alay ediyorlardı. O [Nuh] dedi ki: “Bizimle alay ediyorsunuz, biz de sizinle tıpkı bizimle alay ettiğiniz gibi alay edeceğiz. -Artık o aşağılatıcı azabın kime geleceğini ve o sürekli azabın kimin üstüne ineceğini ilerde bileceksiniz.-
40 - Nihayet emrimiz geldiği ve fırın/ tandır kaynadığı zaman Biz dedik ki: “Her cinsten birer çifti ve aleyhlerinde hüküm verilmiş olanların dışında aileni ve iman etmiş olanları geminin içine yükle.” -Zaten onunla birlikte çok azından başkası iman etmemişti.-
41 – Ve o [Nuh] dedi ki: “İçerisine binin, onun akışı da duruşu da Allah adınadır. Kesinlikle Rabbim gerçekten çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.”
42 – Ve o [gemi] onlarla, dağlar gibi dalgalar içinde akıp gidiyordu. Ve Nuh ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna seslendi: “Yavrucuğum, bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma!”
43 – O [Nuh’un oğlu], dedi ki: “Ben, kendimi sudan koruyacak bir dağa sığınacağım.” O [Nuh]; “Bugün O’nun [Allah’ın] merhamet ettiğinden başkasını, Allah’ın bu emrinden koruyacak kimse yoktur” dedi. Ve dalga aralarına girdi. O da suda boğulanlardan oluverdi.
44 - Ve “Ey yeryüzü suyunu yut! Ey gökyüzü sen de tut!” denildi. Sular da çekildi. Emir de yerine gelmiş oldu. Gemi de Cudi üzerine oturdu. Ve o zalim kavme, “Uzak olun [kahrolun]!” denildi.
45 – Ve Nuh Rabbine seslenip de dedi ki: “Rabbim! Oğlum benim ehlimdendi. Senin vaadin de elbette hakktır. Ve Sen hâkimlerin en hâkimisin.”
46 – O [Allah]: “Ey Nuh! Şüphesiz o senin ehlinden değildir. Şüphesiz o, salih olmayan bir iştir/ o, salih olmayan bir iş işlemiştir. Hakkında bilgin olmayan bir şeyi Benden isteme! Şüphesiz Ben, seni, cahillerden olmaktan sakındırırım” dedi.
47 – O [Nuh]: “Ey Rabbim! Ben hakkında bilgim olmayan bir şeyi istemiş olmaktan dolayı sana sığınırım. Ve eğer Sen beni bağışlamazsan, bana merhamet etmezsen ben hüsrana uğrayanlardan olurum” dedi.
48 – Denildi ki: “Ey Nuh! Bizden bir selâm ve seninle birlikte olanlardan gelecek ümmetlere bir selâm ve bolluklarla gemiden in. -Ve ilerde kendilerini birçok nimetten faydalandıracağımız, sonra da bu yüzden kendilerine tarafımızdan acıklı bir azap dokunacak nice ümmetler vardır.-
49 - İşte bunlar [Nuh ile ilgili anlatılanlar], sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bunları sen ve kavmin bundan önce bilmiyordunuz. Şu hâlde sabret. Şüphesiz akıbet, takvalı davrananlarındır.

Nuh kıssası, yukarıdaki ayetlerden başka A’raf, Yunus, Şuara ve Nuh surelerinde de yer almakta olup aslında gayet açıktır ve herhangi bir izahı gerektirmemektedir. Böyle olmakla birlikte, kıssanın Kitab-ı Mukaddes’te anlatılan şeklini de verip konumuz olan ayetlerdeki bazı noktalar üzerinde durmayı yararlı görüyoruz.

KİTAB-I MUKADDES’TE TUFAN

Tufan
6 Yeryüzünde insanlar çoğalmaya başladı, kızlar doğdu.
2 İlahi varlıklar insan kızlarının güzelliğini görünce beğendikleriyle evlendiler.
3 RABB, "Ruhum insanda sonsuza dek kalmayacak, çünkü o ölümlüdür" dedi, "İnsanın ömrü yüz yirmi yıl olacak."
4 İlahi varlıkların insan kızlarıyla evlenip çocuk sahibi oldukları günlerde ve daha sonra yeryüzünde Nefiller vardı. Bunlar eski çağ kahramanları, ünlü kişilerdi.
5 RABB baktı, yeryüzünde insanın yaptığı kötülük çok, aklı fikri hep kötülükte.
6 İnsanı yarattığına pişman oldu. Yüreği sızladı.
7 "Yarattığım insanları, hayvanları, sürüngenleri, kuşları yeryüzünden silip atacağım" dedi, "Çünkü onları yarattığıma pişman oldum."
8 Ama Nuh RABB`in gözünde lütuf buldu.
9 Nuh`un öyküsü şuydu: Nuh doğru bir insandı. Çağdaşları arasında kusursuz biriydi. Tanrı yolunda yürüdü.
10 Üç oğlu vardı: Sam, Ham ve Yafet.
11 Tanrı`nın gözünde yeryüzü bozulmuş, zorbalıkla dolmuştu.
12 Tanrı yeryüzüne baktı ve her şeyin ne denli bozulduğunu gördü. Çünkü insanlar yoldan çıkmıştı.
13 Tanrı Nuh`a, "İnsanlığa son vereceğim" dedi, "Çünkü onların yüzünden yeryüzü zorbalık doldu. Onlarla birlikte yeryüzünü de yok edeceğim.
14 Kendine gofer ağacından bir gemi yap. İçini dışını ziftle, içeriye kamaralar yap.
15 Gemiyi şöyle yapacaksın: Uzunluğu üç yüz, genişliği elli, yüksekliği otuz arşın olacak.
16 Pencere de yap, boyu yukarıya doğru bir arşını bulsun. Kapıyı geminin yan tarafına koy. Alt, orta ve üst güverteler yap.
17 Yeryüzüne tufanı ben göndereceğim. Göklerin altında soluk alan bütün canlıları yok edeceğim. Yeryüzündeki her şey ölecek.
18 Ama seninle antlaşmamı sürdüreceğim. Oğulların, karın, gelinlerinle birlikte gemiye bin.
19 Sağ kalabilmeleri için, her canlı türünden bir erkek, bir dişi olmak üzere birer çifti gemiye al.
20 Türlü çeşit kuşlar, hayvanlar, sürüngenler sağ kalmak için çifter çifter sana gelecekler.
21 Yanına hem kendin, hem onlar için yenebilecek ne varsa al, ilerde yemek üzere depola."
22 Nuh Tanrı`nın bütün buyruklarını yerine getirdi.

1 RABB Nuh`a, "Bütün ailenle birlikte gemiye bin" dedi, "Çünkü bu kuşak içinde yalnız seni doğru buldum.
2-3 Yeryüzünde soyları tükenmesin diye yanına temiz sayılan hayvanlardan erkek ve dişi olmak üzere yedişer çift, kirli sayılan hayvanlardan ikişer çift, kuşlardan yedişer çift al.
4 Çünkü yedi gün sonra yeryüzüne kırk gün kırk gece yağmur yağdıracağım. Yarattığım her canlıyı yeryüzünden silip atacağım."
5 Nuh RABB`in bütün buyruklarını yerine getirdi.
6 Yeryüzünde tufan koptuğu zaman Nuh altı yüz yaşındaydı.
7 Nuh, oğulları, karısı, gelinleri tufandan kurtulmak için hep birlikte gemiye bindiler.
8-9 Tanrı`nın Nuh`a buyurduğu gibi temiz ve kirli sayılan her tür hayvan, kuş ve sürüngenden erkek ve dişi olmak üzere birer çift Nuh`a gelip gemiye bindiler.
10 Yedi gün sonra tufan koptu.
11 Nuh altı yüz yaşındayken, o yılın ikinci ayının on yedinci günü enginlerin bütün kaynakları fışkırdı, göklerin kapakları açıldı.
12 Yeryüzüne kırk gün kırk gece yağmur yağdı.
13 Nuh, oğulları Sam, Ham ve Yafet, Nuh`un karısı ve üç gelini tam o gün gemiye bindiler.
14 Onlarla birlikte her tür hayvan - evcil hayvanların, sürüngenlerin, kuşlarla uçan yaratıkların her türü - gemiye bindi.
15 Soluk alan her tür canlı çifter çifter Nuh`un yanına gelip gemiye bindi.
16 Gemiye giren hayvanlar Tanrı`nın Nuh`a buyurduğu gibi erkek ve dişiydi. RABB Nuh`un ardından kapıyı kapadı.
17 Tufan kırk gün sürdü. Çoğalan sular gemiyi yerden yukarı kaldırdı.
18 Sular yükseldi, alabildiğine çoğaldı; gemi suyun üzerinde yüzmeye başladı.
19 Sular öyle yükseldi ki, yeryüzündeki bütün yüksek dağlar su altında kaldı.
20 Yükselen sular dağları on beş arşın aştı.
21-22 Yeryüzünde yaşayan bütün canlılar yok oldu; kuşlar, evcil ve yabanıl hayvanlar, sürüngenler, bütün insanlar, soluk alan bütün canlılar öldü.
23 RABB insanlardan evcil hayvanlara, sürüngenlerden kuşlara dek bütün canlıları yok etti, yeryüzündeki her şey silinip gitti. Yalnız Nuh`la gemidekiler kaldı.
24 Sular yüz elli gün yeryüzünü kapladı.

Tufanın Sonu

1 Sonra Tanrı Nuh`u ve gemideki evcil ve yabanıl hayvanları anımsadı. Yeryüzünde bir rüzgar estirdi, sular alçalmaya başladı.
2 Enginlerin kaynakları ve göklerin kapakları kapandı. Yağmur dindi.
3 Sular yeryüzünden çekilmeye başladı. Yüz elli gün geçtikten sonra sular azaldı.
4 Gemi yedinci ayın on yedinci günü Ararat Dağları`na oturdu.
5 Sular onuncu aya kadar sürekli azaldı. Onuncu ayın birinde dağların doruğu göründü.
6 Kırk gün sonra Nuh yapmış olduğu geminin penceresini açtı.
7 Kuzgunu dışarı gönderdi. Kuzgun sular kuruyuncaya kadar dönmedi, uçup durdu.
8 Bunun üzerine Nuh suların yeryüzünden çekilip çekilmediğini anlamak için güvercini gönderdi.
9 Güvercin konacak bir yer bulamadı, çünkü her yer suyla kaplıydı. Gemiye, Nuh`un yanına döndü. Nuh uzanıp güvercini tuttu ve gemiye, yanına aldı.
10 Yedi gün daha bekledi, sonra güvercini yine dışarı saldı.
11 Güvercin gagasında yeni kopmuş bir zeytin yaprağıyla akşamleyin geri döndü. O zaman Nuh suların yeryüzünden çekilmiş olduğunu anladı.
12 Yedi gün daha bekledikten sonra güvercini yine gönderdi. Bu kez güvercin geri dönmedi.
13 Nuh altı yüz bir yaşındayken, birinci ayın birinde yeryüzündeki sular kurudu. Nuh geminin üstündeki kapağı kaldırınca toprağın kurumuş olduğunu gördü.
14 İkinci ayın yirmi yedinci günü toprak tamamen kurumuştu.
15-16 Tanrı Nuh`a, "Karın, oğulların ve gelinlerinle birlikte gemiden çık" dedi,
17 "Kendinle birlikte bütün canlıları, kuşları, hayvanları, sürüngenleri de çıkar. Türesinler, verimli olsunlar ve yeryüzünde çoğalsınlar."
18 Nuh karısı, oğulları ve gelinleriyle birlikte gemiden çıktı.
19 Bütün hayvanlar, sürüngenler, kuşlar, yeryüzünde yaşayan her tür canlı gemiyi terketti.
20 Nuh RABB`e bir sunak yaptı. Orada temiz sayılan hayvanların ve kuşların hepsinden yakmalık sunular sundu.
21 Güzel kokudan hoşnut olan RABB içinden şöyle dedi: "İnsanlar yüzünden yeryüzünü bir daha lanetlemeyeceğim. Çünkü insanın yüreğindeki eğilimler çocukluğundan itibaren kötüdür. Şimdi yaptığım gibi bütün canlıları bir daha yok etmeyeceğim. (Tekvin; 6-8. Bablar)

Konu Taner tarafından (16. January 2009 Saat 08:24 PM ) değiştirilmiştir.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla