Tekil Mesaj gösterimi
Alt 25. April 2009, 09:50 PM   #1
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart 57.Lokman Suresi

LOKMAN SÛRESİNE GİRİŞ
GİRİŞ:



Lokman suresi Mekke’de 57. sırada inmiş olup adını 12- 19. ayetlerde geçen لقمان Lokman isminden almıştır. 27- 29. ayetlerinin Medine’de indiğine dair nakiller vardır (Süyuti; el-İtkan). Necmlerinin birbiriyle olan yakın bağına ve nüzul sebepleriyle ilgili nakillere göre surenin ayetlerinin yakın aralıklarla indiği anlaşılmaktadır.
Surede evrendeki ayetlere dikkat çekilerek tevhid, elçilik görevi ve öldükten sonra dirilme üzerinde durulmaktadır. Ayrıca Lokman’ın oğluna yaptığı öğütler üzerinden müminlere önemli bazı toplumsal ahlak kuralları öğretilmektedir.

https://youtu.be/vzntvjT8KGs Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 350. Bölüm Lokman Suresi 1. Bölüm.

https://youtu.be/BzGSX7d5wfA Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 351. Bölüm Lokman Suresi 2. Bölüm

https://youtu.be/tEsT3Hitvao Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 352. Bölüm Lokman Suresi 3. Bölüm.


MEAL:

RAHMAN RAHÎM ALLAH ADINA

1 – Elif [1], Lâm [30], Mîm [40].
2- 5 – İşte bunlar, salâtı ikame eden, zekâtı veren, âhirete de kesin olarak inananların ta kendileri olan Muhsinler [güzellik - iyilik üretenler] - Ki işte bunlar, Rableri tarafından bir hidayet üzeredirler. Ve onlar kurtuluşa erecek olanların ta kendileridir - için bir hidayet ve rahmet olmak üzere yasalar içeren o kitabın ayetleridir.
6 - İnsanlardan kimi de vardır ki, bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve onu eğlence edinmek için laf eğlencesi satın alır. İşte onlar, kendileri için aşağılayıcı bir azap olanlardır.
7 – Ve ona ayetlerimiz okunduğu zaman sanki kulaklarında bir ağırlık varmış da onları işitmemiş gibi, büyüklük taslayarak sırt çevirir. İşte ona, çok acı verecek bir azabı müjdele.
8, 9 – Şüphesiz şu iman etmiş ve salihatı işlemiş olan kişiler, içinde ebedî olarak kalıcı oldukları halde, kendileri için nimet cennetleri olanlardır. Bu, Allah'ın gerçek bir vaadidir. Ve O, Aziz’dir, Hakîm’dir.
10- O [Allah], gökleri dayanak olmadan yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Yeryüzünde de, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve oralarda her dâbbehden [canlıdan] türetip yayıverdi. Ve Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her kerim çiftten bitki bitirdik.
11 - İşte bu, Allah'ın yaratmasıdır. Haydi, gösterin Bana! O'nun astlarından olan kimseler ne yaratmıştır? Aslında o zalimler, apaçık bir sapıklık içindedirler.
12- Ant olsun ki Biz, Lokman’a “Allah’a şükret!” diye hikmet [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler] verdik. -Kim şükrederse kendisi için şükreder. Kim de nankörlük ederse, şüphesiz ki Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir, daima övgüye en lâyık olandır.-
13, 16- 19 - Ve hani bir zaman Lokman, oğluna öğüt vererek, “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma, hiç şüphesiz ki şirk [Allah’a ortak koşmak], kesinlikle büyük bir zulümdür. Ey oğulcuğum! Şüphesiz o [şirk, işlenen kötülük] bir hardal tanesi ağırlığında olup da bir kayanın içinde yahut göklerde ya da yerin içinde olsa, Allah onu getirecektir. Şüphesiz Allah en latif, hakkıyla haberdar olandır. Yavrucuğum! Salâtı ikame et, iyiliği emret, kötülükten sakındır. Sana isabet edene de sabret. Şüphesiz bunlar, işlerin kesin olanlarındandır. Ve insanlara avurdunu şişirme [suratını asma] ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Şüphesiz ki Allah bütün övünen ve kuruntu edenleri sevmez. Ve yürüyüşünde mutedil ol, sesinden kıs. Şüphesiz seslerin en yadırgananı kesinlikle eşeklerin sesidir” demişti.
14- Ve Biz insana, anası ve babasını tavsiye ettik: - Anası onu zayıflık üstüne zayıflıkla taşıdı. Onun sütten ayrılması da iki yıl içindedir. – “Bana, anana ve babana şükret [karşılık öde]!” Dönüş, ancak Banadır.
15 - Ve eğer ki o ikisi [ana-baba] bilmediğin bir şeyi bana ortak koşman üzerinde seni zorlarlarsa, onlara itaat etme. Ve dünyada onlarla iyi geçin ve bana yönelen kimselerin yolunu tut. Sonra dönüşünüz ancak banadır. Sonra da Ben size yapmakta olduğunuz şeyleri haber vereceğim.
20 – Allah’ın, göklerde ve yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için boyun eğdirdiğini görmediniz mi? Ve O [Allah], gizli ve açık olarak nimetlerini üzerinize yaymıştır. İnsanlardan kimi de var ki, bilgisiz, kılavuzsuz ve aydınlatıcı bir kitapsız Allah hakkında mücadele ediyor [tartışıyor].
21 - Ve onlara: “Allah'ın indirdiğine tabi olun!”dendiği zaman: “Aksine, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” dediler. Ya şeytan onları cehennemin azabına çağırıyor idiyse!
22 – Ve her kim muhsin olarak [iyilik-güzellik üreterek] yüzünü [kendini] Allah’a teslim ederse, işte o, gerçekten en sağlam kulpa yapışmıştır. Bütün işlerin akıbeti yalnızca Allah’a aittir.
23 - Kim de inkâr ederse, artık onun inkârı seni üzmesin. Onların dönüşü yalnızca Bizedir. O zaman Biz onlara yaptıkları şeyleri haber vereceğiz. Gerçekten Allah, kalplerin özünü çok iyi bilendir.
24- Biz onları biraz yararlandırırız. Sonra kendilerini yoğun bir azaba doğru zorlarız.
25 – Yine ant olsun ki, onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, kesin “Allah” diyeceklerdir. De ki: “Allah'a hamd olsun!” Aslında onların çoğu bilmezler.
26 - Göklerde ve yerde olan şeyler sadece Allah'ındır. Şüphesiz Allah, Ğaniyy’dir [zengindir, hiçbir şeye muhtaç değildir], Hamîd’dir [daima övülmeye lâyıktır].
27- Ve eğer, şüphesiz yeryüzünde ağaçtan ne varsa kalem olsa, deniz de arkasından yedi deniz katılarak onun mürekkebi, Allah'ın sözleri tükenmezdi. Şüphe yok ki Allah Aziz’dir, Hakîm’dir.
28 - Sizin yaratılmanız ve ölümden sonra diriltilmeniz ancak bir tek kişininki gibidir. Şüphesiz Allah en iyi işiten, en iyi görendir.
29 - Görmedin mi ki, Allah geceyi gündüze sokuyor, gündüzü geceye sokuyor. Güneş ve ayı müsahhar kılmıştır [emrine boyun eğdirmiştir]. Hepsi adı belirlenmiş bir ecele akıp gidiyor. Ve şüphesiz Allah, yaptıklarınıza hakkıyla haberdardır.
30 - Bu da şundandır ki, şüphesiz Allah hakkın ta kendisidir. Ve onların, O'nun [Allah’ın] astlarından yakardıkları kesinlikle batıldır. Ve şüphesiz ki, Allah, en yücenin, en büyüğün ta kendisidir.
31- Ayetlerini size göstermek için, şüphesiz, Allah’ın nimetiyle geminin denizde kayıp gittiğini görmedin mi? Şüphesiz bunda, tüm çok sabırlı ve çok şükreden için ayetler vardır.
32- Ve gölgeler gibi bir dalga onları bürüdüğünde, O’nun için dini arındırarak Allah’a yalvarırlar. Ama ne zaman ki karaya çıkararak kurtardı, onlardan bir kısmı orta yolu tutar [iman küfür arasında bir yol tutar]. Ve bizim ayetlerimizi ancak, tam hain ve tam nankör bile bile inkâr eder.
33 - Ey insanlar! Rabbinize takvalı davranın. Ve babanın çocuğuna hiçbir fayda vermediği, çocuğun da babasına hiçbir şeyle fayda sağlamadığı günden ürperin. Şüphesiz Allah'ın vaadi gerçektir. O halde basit yaşam sizi aldatmasın. Ve sakın o çok aldatıcı sizi Allah ile aldatmasın.
34 - Şüphesiz ki Allah, saatin [kıyametin kopuş zamanının] bilgisi yanında olandır. Ve yağmuru O yağdırır, rahimlerde olan şeyleri O bilir. Ve kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Kimse hangi yerde öleceğini de bilmez. Şüphesiz ki Allah en iyi bilendir, en iyi haberi olandı

TAHLİL:

1 – Elif [1], Lâm [30], Mîm [40].

Birçok kez ifade ettiğimiz gibi, “Hurûf-ı Mukattaa [Kesik Harfler]” diye adlandırılan bu harflerin neyi ifade ettiği henüz kesin olarak bilinmemektedir. Bir uyarı veya gelecek ayetlere dikkat çekme ünlemi olabilecekleri gibi, Kur’an’ın içyapısına ait önemli bir yapı taşı da olabilirler. Ayrıca Kur’an indiği dönemde henüz rakamların icat edilmemiş olduğu ve rakam yerine EBCD harflerinin kullanılmakta olduğu dikkate alındığında, bu harflerin belirli sayıları ifade ediyor olması da mümkündür. Böyle olduğu takdirde söz konusu sayıların matematiksel olarak neyi ifade ettikleri de henüz bilinmemektedir. İleriki dönemlerde yapılacak çalışmalar sonucunda bu harflerin işaret ettiği anlamların doğru şekilde tevil edilebileceği kanaatindeyiz.
Ebced hesabına göre surenin başındaki harflerin sayı değerleri şöyledir.

ا Elif: 1
لLam: 30
مMim:40

2- 5 – İşte bunlar, salâtı ikame eden, zekâtı veren, âhirete de kesin olarak inananların ta kendileri olan muhsinler [güzellik - iyilik üretenler] - Ki işte bunlar, Rableri tarafından bir hidayet üzeredirler. Ve onlar kurtuluşa erecek olanların ta kendileridir - için bir hidayet ve rahmet olmak üzere yasalar içeren o kitabın ayetleridir.

Bu ayet gurubunda, Kur’an ile muhsinler [güzellik - iyilik üretenler] bir arada övülmüştür. Kur’an’ın muhsinler için rahmet, kılavuz olduğu bildirilirken, muhsinlerin de “salâtı ikame eden, zekâtı veren, âhirete de kesin olarak inananların ta kendileri” oldukları ifade edilmiştir.

Ve din bakımından, iyilik-güzellik üreten biri olarak, yüzünü [kendisini] Allah’a teslim eden ve hanifçe, İbrahim'in dinine tâbi olan kimseden daha iyi-güzel kim olabilir? Ve Allah, İbrahim'i “Halil [izdaş]” kabul etti. (Nisa/125)

Hatırlanacağı üzere, bir önceki sure olan Saffat/80, 105, 110, 121 ve 131’de “Şüphesiz Biz, muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] işte onun gibi karşılıklandırırız/ödüllendiririz” denilerek “muhsin”lere vurgu yapılmıştı.
Kur’an herkes için bir kılavuz ve rahmet olduğu halde, bu ayetlerde onun muhsinler için bir hidayet ve rahmet olmak üzere gönderildiği bildirilmektedir. Burada işaret edilmekte olan ince nokta, muhsinlerin Kur’an’ın kılavuzluğundan ve rahmetinden kesinkes yararlanıyor olmaları, müfsitlerin ise Kur’an’dan uzak durmaları sonucu onun bu özelliklerinden yararlanamamış olmalarıdır.
Lokman suresinin başlangıç bölümü ile Bakara suresinin başlangıç bölümü arasında büyük bir benzerlik bulunmaktadır. Lokman Suresi’nin başında geçen “ المحسنين muhsinler” ifadesi, Bakara suresinde “ المتّقين müttakiler” olarak verilmiştir. Bundan her iki sözcüğün de işlevsel olarak yakın anlamda olduğu anlaşılmaktadır.

Elif, Lâm, Mîm.
İşte bu kitap; kendisinde kuşku yoktur, gaybde iman eden, salâtı ikame eden, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak eden, sana indirilene ve senden önce indirilene iman eden müttakiler -ki bunlar, ahirete de kesinlikle inanırlar- için bir kılavuzdur.
İşte bunlar, Rabblerinden bir kılavuz üzerindedirler ve işte bunlar işte felaha erenlerin [kurtulanların- kazançlı çıkanların] ta kendileridir. (Bakara/1- 5)

Konumuz olan pasajda “salâtı ikame eden, zekâtı veren, âhirete de kesin olarak inananlar” ifadesiyle tanımlanan “Muhsin”lerin sadece bu üç niteliği taşıyan kimseler oldukları düşünülmemelidir. Muhsin; Rabbimizin tüm emir ve yasaklarına duyarlı davranan, sürekli iyilik güzellik üreten, kötüleri iyileştiren, çirkinlikleri güzelleştiren kimselerdir. Bir bakıma, Rabbimizin emir ve yasaklarının tümünü bu ayette konu edilen “salâtı ikame etmek”, “zekât vermek” ve “ahirete kesin olarak inanmak” başlıkları altında toplamak mümkündür.

“المحسنين Muhsinler” ifadesiyle gerçek müminler bir taraftan övülmekte, bir taraftan da uyarılmaktadırlar. Kur’an’da muhsinlerin övüldüğü, onlara ödüller ve Allah’ın sevgisi vaat edildiği birçok ayet vardır:

Hayır, aksine kim iyi davranan olarak yüzünü Allah’a teslim ederse, işte onun Rabbi katında ecri vardır. Onlara hiçbir korku da yoktur ve onlar üzülmezler de. (Baka*ra/112)

Ve Allah yolunda bağış yapın, ellerinizi [kendinizi] tehlikeye bırakmayın ve iyileştirin-güzelleştirin. Şüphesiz Allah, iyileştirenleri- güzelleştirenleri sever. (Bakara/195)

Artık demiş oldukları şeyler sebebiyle Allah onlara içlerinde sürekli kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler vermiştir. İşte bu, Muhsinlerin [iyilik- güzellik üretenlerin] karşılığıdır. (Maide/85)

Ve düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. O'na, ürpererek ve rahmetini umarak dua edin. Muhakkak ki Allah'ın rahmeti, muhsinlere [iyileştirenlere-güzelleştirenlere] çok yakındır. (A'raf/ 56)

Şüphesiz ki Allah, takvalı davranan kişiler ve kendilerini iyileştiren/güzelleştiren kişiler ile birliktedir. (Nahl/128)

Onların etleri ve kanları kesinlikle Allah'a ulaşmayacaktır. Ancak O'na sizden takva ulaşır. Size kılavuzluk ettiği üzere Allah’ı büyükleyesiniz diye onları size boyun eğdirdi. Ve Muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] müjdele. (Hacc/37)

Ve Biz, Bizim yolumuzda gayret gösterenleri, elbette Kendi yollarımıza kılavuzlayacağız. Ve şüphesiz Allah muhsinlerle [iyilik-güzellik üretenlerle] beraberdir. (Ankebut/69)

Şüphesiz takva sahipleri Rablerinin kendilerine verdiği şeyleri almış olarak cennet bahçelerinde ve pınarlardadırlar. Şüphesiz onlar bundan önce Muhsinler [iyilik güzellik üretenler] idiler.
Onlar geceleyin pek az uyurlardı, seherlerde onlar bağışlanma dilerlerdi ve onların mallarında isteyen ve mahrumlar için bir hak vardı. (Zâriyat/16- 19)

Konumuz olan pasajda “ الحكيم Hakîm” olarak nitelenen “Kitap” Kur’an’dır. Kur’an’ın “Hakîm” oluşu daha evvel Ya Sin suresinde de yer almıştı:

Babaları uyarılmamış, bu yüzden de kendileri gafil [duyarsız] bir kavmi kendisiyle uyarasın diye Aziz [çok güçlü], Rahîm’in [çok merhametlinin] indirdiği Hakîm [çok hikmetli] Kur’an’a ant olsun ki, sen, o gönderilenlerdensin [elçilerdensin], hiç şüphesiz sen dosdoğru bir yol üzerinesin.

“Hakîm” sözcüğü, dilbilgisi bakımından mübalâğa kalıbında bir ism-i faildir. Esas anlamı “çok yasa koyan” demektir. Bu anlamıyla aynı zamanda Rabbimizin de sıfatlarından biridir.
“Hakîm” sözcüğü burada ism-i mef’ul olarak “yasalaştırılmış, çok yasa içeren” anlamını ifade etmektedir. Bu anlam “muhkem” sözcüğünün tam karşılığıdır.

Kur’an’ın ‘Hakîm’ olarak nitelenmesi Ya Sin/2’nin tahlilinde (Tebyînü’l-Kur’an; c:3, s: 261-264) ele alındığından, ilgili bölümün oradan okunmasını öneriyoruz.

6 - İnsanlardan kimi de vardır ki, bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve onu eğlence edinmek için laf eğlencesi satın alır. İşte onlar, kendileri için aşağılayıcı bir azap olanlardır.
7 – Ve ona ayetlerimiz okunduğu zaman sanki kulaklarında bir ağırlık varmış da onları işitmemiş gibi, büyüklük taslayarak sırt çevirir. İşte ona, çok acı verecek bir azabı müjdele.

Bu ayetlerde “cahil, inatçı ve kibirli müşrik” tipi sergilenmektedir. Türünün bir örneği olan müşrik kişi, “bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve onu eğlence edinmek için laf eğlencesi satın almakta”dır. Allah bunların sonunun ne olacağını, alaylı bir üslup ile “İşte ona çok acı verecek bir azabı müjdele” ifadesiyle bildirmektedir.
Ayette geçen “bilgisizce” ifadesini basit cehalet olarak anlamak yeterli değildir. Ayetin devamındaki “boş laf satın alır” ifadesine göre, “bilgisizce” ortaya konan iş, bilinçli, teşkilatlı ve programlı bir şekilde yapılmaktadır. Ayetten anlaşıldığına göre, tipi karakterize edilen kişi masallarla, şarkılarla, asılsız hikâyelerle halkı kendisine bağlayıp oyalayarak ilahî vahiyleri alaya almak istemektedir. Niyeti Kur'an davetini alaya almak, maskara etmek ve gülünç duruma düşürmektir. Kafasında Allah'ın diniyle savaşmak üzere bir taktik geliştirmiştir. Bu taktiğe göre, Rasulüllah Allah'ın vahiylerini halka tebliğ etmeye başlar başlamaz, bir tarafta büyüleyici, tatlı sesli bir genç kız müzik konseriyle marifetini gösterecek, diğer tarafta da tatlı dilli bir hikâyeci İran hikâyeleri ve masalları anlatarak ilgiyi üzerine toplayacaktır. Böylece halk “Allah”, “ahlâk” ve “ahiret” hakkında herhangi bir şey dinleyebilecek bir durumda olmayacaktır.
Nitekim “Esbab-ı Nüzul” nakilleri bunu doğrulamaktadır:

Denildiğine göre, ayet-i kerime Nadr b. el-Hâris hakkında nazil olmuş*tur. Çünkü o Rüstem ve İsfendiyar gibi kimselere ait Acem [İranlı]ların kitaplarını satın almıştı. Nadr Mekke'de oturur, Kureyşliler “Muhammed böyle dedi” dediklerinde buna güler ve onlara Pers hükümdarlarının ba*şından geçen olayları anlatır ve şöyle dermiş: “Benim bu anlattıklarım Muhammed'in sözlerinden daha güzeldir.”
Bunları el-Ferra, el-Kelbî ve başkaları nak*letmiştir.
Bir diğer açıklamaya göre; Nadr şarkıcı cariyeler satın alır ve müslüman olmak isteyen bir kişiyi buldu mu mutlaka bu şarkıcı cariye ile birlik*te o kimsenin yanına gider ve ona “Yedir, içir ve şarkı söyle!” derdi. Sonra da şunları söylerdi: “İşte bu, Muhammed'in seni kendisine davet ettiği namazdan, oruçtan ve onun önünde fedakârlık edip çarpışmandan daha iyidir.” (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

7. ayette “kibir” denen illetin insanı ne hale getirdiği anlatılmaktadır. Bu zihinsel hastalık duyuları devre dışı bıraktırmakta, insana sağduyusunu kaybettirmektedir. Böyle birisinin de bunca ayetler karşısında aklederek gerçeği bulması söz konusu olmamaktadır. Kibirlerine mağlup olmuş bu tür kimselerin durumu Mümin suresinde de konu edilmiştir.

Şüphesiz ayetlerimiz size okunurdu da, buna karşı siz kibirlenerek ve geceleyin hezeyanlar savururarak arkanızı dönüp gidiyordunuz. (Mü’minun/66, 67)

Müşriklerin kibirden kaynaklanan durumları başka ayetlere de sergilenmiştir:

Dediler ki: “Bizi kendisine çağırdığın şeye karşı kalplerimiz bir örtü/ zırh içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda bir perde vardır. Artık sen, [yapabileceğini] yap, biz de gerçekten yapıyoruz.” (Fussılet/5)

Onlardan sana kulak verenler vardır; oysa biz, onu kavrayıp anlamalarına; kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık. Onlar, bütün ayetleri görseler de ona inanmazlar. Öyle ki, o inkâr edenler, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek: 'Bu, öncekilerin uydurma masallarından başka bir şey değildir' derler.” (En'âm/25)

Müminler ise kibirden kaçınıp yapılan davete alçakgönüllülükle uymaktadırlar:

Ve tağuta, kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a yönelen kimseler; kendileri için müjde olanlardır. Haydi, müjdele, sözü dinleyip de en güzeline uyan kullarımı! İşte onlar, Allah'ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir. Ve işte onlar kavrama yeteneği [temiz akıl sahibi] olanların ta kendileridir. (Zümer/17, 18)

Kibirden kaynaklanan bir düşmanlıkla İslam mesajını engellemeye çalışmak sadece Nadr b. Haris'in değil, tüm İslam düşmanlarının genel stratejisidir.

Ve inkâr eden kimseler: “Bu Kur'ân-ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, belki üstün gelirsiniz” dediler. (Fussılet/26)

8, 9 – Şüphesiz şu iman etmiş ve salihatı işlemiş olan kişiler, içinde ebedî olarak kalıcı oldukları halde, kendileri için nimet cennetleri olanlardır. Bu, Allah'ın gerçek bir vaadidir. Ve O, Azîz’dir, Hakîm’dir.

6 ve7. ayetlerde kâfirlerin kınanmalarına karşılık, bu ayetlerde de inanıp salihatı işleyen müminler övülmekte ve onlar için hazırlanan güzel karşılık müjde edilmektedir.
Ayetlerden anlaşılan bir başka husus da, Kur’an’ın tanımladığı çerçevede iman etmenin ve salihatı işlemenin birbirine bağlı iki paralel olgu olduğudur. “Salihatı işlemek” ifadesiyle neyin kast edildiğini, önemine binaen bir kez daha hatırlatmakta yarar görüyoruz:

SÂLİHÂTI İŞLEMEK: “عملواالصّلحات – [amilu’s-sâlihât] sâlihâtı işleyenler” olarak çevirdiğimiz ifade kalıbı Kur’ân'da toplam 62 âyette yer almıştır. Bu kalıbın pek çok meal ve tefsirde olduğu gibi “salih amel işleyenler” şeklinde çevrilmesi isabetli değildir.
“اصلاح - Islâh” sözcüğünden türemiş olan “sâlihât” düzeltmek demektir. “Sâlihâtı işlemek” ise bozuk olan şeyi düzeltmek, düzelticilik yapmak, düzeltmeye yönelik işler yapmak anlamlarına gelir.

Kur’ân'daki bu hususlar dikkate alınarak “sâlihât” konusunda şunları söylemek mümkündür: Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek sâlihâtı işlemek değildir. Ama öğüt verme yolu ile namaz kılmayanı namaz kılar hale getirmek, zekât vermeyeni zekât verir hale getirmek, oruç tutmayanı da oruç tutar hale getirmek, sâlihâtı işlemektir. Bu kavramı toplumsal boyuta taşıdığımızda, bulunduğumuz zaman ve zeminde adlî, idarî, siyasî, iktisadî ve benzeri alanlarda her türlü
bozukluğun düzeltilmesi için gösterilecek her türlü çaba, yapılacak uygulama “sâlihâtı işlemek” anlamına gelmektedir.
Bu konunun detayı için Asr Suresi’nin tahlilinin (Tebyînü’l-Kur’an; c:2, s:261, 262) yeniden okunmasını öneriyoruz.
Konumuz olan ayette dikkati çeken bir diğer husus da “cennet nimetleri” yerine “nimet cennetleri” ifadesinin kullanılmış olmasıdır. Bu ifade ile cennetlerin müminlerin kendi malları olduğu, nimetleri kendi mülklerinden elde ettikleri, başkasının mülkündeki nimetlerden istifade etmiş olmadıkları, olmayacakları açıklanmaktadır.
Ayetteki “Bu, Allah'ın gerçek bir vaadidir” ifadesi vaat edilenlerin mutlaka gerçekleşeceğini; daha sonra gelen “Ve O, Aziz’dir, Hakîm’dir” ifadesi de bu va’di gerçekleştirirken hiç kimsenin Allah’a engel olmayacağını bildirmektedir.

Şüphesiz, “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra dosdoğru olanlar; onların üzerine, melekler sürekli iner; “Korkmayın, üzülmeyin. Size vaat edilen cennetle sevinin. Biz, dünya hayatında ve âhirette sizin Yakınlarınızız. Cennette, Gafûr ve Rahîm Allah’tan bir ikram olarak sizin için nefislerinizin arzuladığı her şey var. Orada istediğiniz şeyler de sizin içindir. (Fussılet/30- 32)

10- O [Allah], gökleri dayanak olmadan yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Yeryüzünde de, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve oralarda her dâbbehden [canlıdan] türetip yayıverdi. Ve Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her kerim çiftten bitki bitirdik.
11 - İşte bu, Allah'ın yaratmasıdır. Haydi, gösterin Bana! O'nun astlarından olan kimseler ne yaratmıştır? Aslında o zalimler, apaçık bir sapıklık içindedirler.

Rabbimizin “Aziz” ve “Hakim” olduğunun vurgulandığı 9. ayetten sonra bu ayette de O’nun bu iki sıfatının evrendeki yansımaları, göklerdeki ve yeryüzündeki sayısız mucizelerini açıklanmıştır: “O [Allah], gökleri dayanak olmadan yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Yeryüzünde de, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve oralarda her dâbbehden [canlıdan] türetip yayıverdi. Ve Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her kerim çiftten bitki bitirdik.”
11. ayette ise “Haydi, gösterin Bana! O'nun astlarından olan kimseler ne yaratmıştır?” denilerek müşriklerce olağanüstü güçleri olduğuna inanılan kişi ve nesnelerin hiçbir şey yaratamadıkları, dolayısıyla onları ilah ve rabb olarak kabul etmenin çok anlamsız olduğu beyan edilmektedir. Böylece aklın başa toplanarak sahte ilahların terk edilmesi gerektiği yönünde müşriklere açık ve sert bir uyarı yapılmaktadır.

De ki: “Allah'ın astlarından yanlış inandığınız kimselere yakarın. Onlar, göklerde ve yeryüzünde zerre ağırlığına malik olmazlar. Onlar için bu ikisinde [gökler ve yeryüzünde] herhangi bir ortaklık yoktur. O’nun için onlardan bir yardımcı da yoktur.”
O’nun nezdinde şefaat, sadece O’nun izin verdiği kimseye fayda verir. Nihayet kalplerinden dehşet giderildiği zaman: "Rabbiniz ne dedi?" derler. Onlar: "Hakkı” derler. Ve O, çok yücedir, çok büyüktür. (Sebe’/22, 23)

Biz gökleri, yeryüzünü i ve ikisi arasındakileri ancak “hakk” ile ve “adı konmuş bir süre” ile yarattık. Şu inkâr eden kimseler ise uyarıldıkları şeylerden/uyarılmaktan yüz çevirenlerdir.
De ki: “Allah’ın astlarından yakardığınız şeyleri gördünüz mü? Onlar, yeryüzünden neyi yaratmışlar bana gösterin. Yoksa onların göklerde bir ortaklıkları mı var? Eğer siz doğru kimseler iseniz bana bundan [Kur'an’dan] önce bir kitap veya ilimden bir eser [kalıntı] getirin.” (Ahkaf/3, 4)

Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi ona iyi kulak verin: Sizin Allah’ın astlarından şu yakardıklarınız bir araya gelseler, bir sineği bile asla yaratamazlar. Ve sinek onlardan bir şey kapsa onu kurtaramazlar. İsteyen ve istenen güçsüzdür. (Hacc/73):

10. ayetteki “ ترونهاterevneha” ifadesinin cümledeki öğelik konumunu itibariyle ayetten iki anlam çıkarmak mümkün olmaktadır:

* O [Allah], gökleri dayanak olmadan yaratmıştır, bunu görmektesiniz.
* O [Allah], gökleri sizin göreceğiniz dayanak olmadan yaratmıştır.

İkinci alternatife göre ifadeyi biraz daha açarsak “Aslında dayanaklar var, ama siz onları göremiyorsunuz” anlamı takdir edilebilir.
Gerçekten de Dünya, Güneş, Ay ve diğer ge*zegenler arasında var olan çekim gücü, evrendeki gök cisimlerinin boşlukta durmasını sağlayan bir dayanak işlevini görmektedir. Ne var ki, ilk kez Isaac Newton tarafından “Çekim Yasası” olarak formüle edilen bu çekim gücü gözle görülememekte, ancak teknik gözlemlerle elde edilen verilerin kullanıldığı teorik hesaplamalardan anlaşılmaktadır.

Allah, gökleri görüp durduğunu direkler olmadan yükselten Zat’dır. Sonra O, arş üzerine istiva etti. Güneşe ve aya boyun eğdirdi. –Hepsi adı konmuş bie ecele akıp gidiyor. O, işi, Rabbinize kavuşacağınıuz güne kani olursunuz diye ayetleri detaylandırarak yönetir. (Ra’d/2)

Konuyla ilgili olarak Kur’an Araştırma Gurubu tarafından hazırlanan bir yazıyı aşağıda naklediyoruz:

DİREKSİZ YÜKSELMİŞ GÖKYÜZÜ

“Allah, şu gördüğünüz gökleri direksiz yükseltendir. …” (Ra’d/2)
Kuran'ın Peygamberimiz dönemindeki bilgi seviyesiyle söylenmesi mümkün olmayan bilimsel gerçekleri söylemesi, onun mucizevî yönlerinden birisidir. Bu kitabımızda bu mucizeleri göstermeye çalışırken, daha çok son yüzyılda veya son yüzyıllarda anlaşılabilen bilimsel gerçeklerin 1400 küsür yıl önce söylendiğine yer verdik. Peygamberimiz dönemindeki araştırmalarla, gözlemlerle bilinmesi imkânsız olan bilgilerden biri de yukarıdaki ayette geçen ifadedir. Fakat bu gerçek diğer başlıklarımızdaki konular gibi son asırlarda keşfedilen bir olgu değildir. İnsanlar çok uzun zaman önce gökyüzünün direkler üzerinde yükselmediğini öğrendiler. Fakat Kuran'ın indiği dönemde, toplumun böyle bir ortak kanaati yoktu. Kuran'ın indiği dönemden sonra bile gökyüzünün Dünya'nın iki ucundaki dağlara yaslandığı fikrine inananlar vardı.
Örneğin Yeni Amerikan İncili'nin eski baskılarından birinde gökyüzü tersine çevrilmiş bir tasa benzetilmektedir ve gökyüzü direklerle ayakta durmaktadır (Bakınız: The New American Bible, St Joseph's Medium Size Edition, sayfa 45). İbni Abbas [ölümü Hicri 68 / Miladi 687], Mücahid [ölümü Hicri 100 / Miladi 718], İkrime [ölümü Hicri 115 / Miladi 733] gökyüzünü ayakta tutan direklerin [dağların] varlığına inanıyorlardı. Bu şahıslar, Kuran'ın ayetinin sadece görünen kısmı belirttiğini, görünmeyen alanda gökleri ayakta tutan direklerin var olduğunu savundular. Gökyüzünün Dünya'nın ucundaki dağlara yaslandığı fikrini tarihte Babilliler gibi savunan topluluklar oldu. Peygamberimiz'in yaşadığı dönemde insanlar yeryüzünün küre şeklinde olduğunu ve yeryüzünde her iki yöne gidilince yine aynı noktaya gelinebileceğini bilmiyorlardı. Bu yüzden gökyüzünün direkler üzerinde yükseldiği veya yükselmediği iddiası Peygamberimiz'in içinde bulunduğu dönem için belirsiz, bilinemez, ispatlanamaz bir iddiadır. Kendi döneminde bilinmeyen ve şüpheli bir konuyu doğru olarak açıklaması Kuran'ın bir mucizesidir. Kuran'ın belirttiği bu gerçek, Peygamberimiz'in zamanında ispatlanamadığı için, Kuran'daki bu ayetin varlığı Peygamberimiz'e bir avantaj sağlamamaktadır. Hatta bu ayet, o dönemde ispatlanamaz olduğu için bu ayetin ifadesi yüzünden Kuran'a itirazlar yöneltilmiş olması da mümkündür. Kuran'ı Peygamberimiz'in yazdığı iddiasını ileri sürenlerin, Peygamberimiz'in dönemindeki kanaatlere karşın Kuran'da niye böyle bir ifade geçtiğini açıklamaları mümkün olmayacaktır. Kuran'daki anlatımların değerini daha iyi kavramamız için Peygamberimiz'in dönemine hayalen gidip o dönemin insanlarının kafa yapısını anlamaya çalışmamızın gerekliliği bu konuyla da anlaşılmaktadır. Kuran, uçakların, arabaların olmadığı, Dünya'nın ne şeklinin bilindiği, ne de haritasının olduğu, çoğunluğun okuma yazma bilmediği bir ortamda vahyedilmiştir. Kuran'ı Peygamberimiz'in ya da Peygamberimiz dönemindeki insanların yazdığını söyleyenlerin iddialarına karşı bu tabloyu hatırlatalım. Eğer, Kuran'ın ifade ettiği bu konuların o dönemde söylendiğini göz önünde bulundurursak, Kuran'ın mucizelerini daha iyi anlayacağımız kanaatindeyiz.
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
hiiic (8. November 2010)