Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. September 2008, 10:47 PM   #2
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

12Ve o sarp yokuşun ne olduğunu sana ne bildirdi?

Bu âyette hazfedilmiş [gizlenmiş] olan اقتحام [iktihâm] sözcüğü ile birlikte âyetin takdiri şöyledir: وما ادراك ما اقتحم العقبة [ve mâ edrâke mâ iktehame'l-’akabe=‘Akabe'ye saldırmanın ne olduğunu sana ne bildirdi]?
Bu ifade tarzı, ‘akabe'ye saldırmanın kimse tarafından bilinemeyeceğini değil, ‘akabe'ye saldırmanın önemini vurgulamaktadır. Bu görev, zor ve zahmetlidir, ama sonu –hem ferdî, hem de toplum olarak– mutluluktur. Yani, zahmetten rahmet meydana gelecektir. Dolayısıyla başta Peygamberimiz olmak üzere tüm insanlık ‘akabe'ye saldırmaya, zor ve zahmetli bir göreve yönlendirilmektedir.

13Köleyi özgürleştirmektir 14,15veya salgın bir kıtlık gününde yakında bulunan bir yetime 16veya topraklara düşmüş; sürünen yoksula, işsize yemek yedirmektir.

FEKKÜ RAKABE [KÖLE AZAT ETMEK]: فكّ [fekk] sözcüğü, “bağı çözmek, kelepçeyi çıkarmak” demek olup serbestliği kısıtlayan engeli ortadan kaldırmak manasına gelir. Meselâ, rehin bağını çözmek, rehni kurtarmak da فكّ الرّهن [fekkü'r-rehn] deyimi ile ifade edilir. Yani, serbest bırakılan her şey aslında fekkedilmiştir. فكّ الحطاب [fekkü'l-hıtâb=kontrolsüz söz, sözün salıverilmesi] deyimi de bu kökten gelir.
Eskiden esirlerin boyunlarından ve ellerinden bağlanması Araplar arasında âdet olduğundan, bu bağların çözülmesi de فكّ [fekk] sözcüğü ile ifade edilirdi. Daha sonra esirlerin bu şekilde bağlanma âdeti kalkmış olmasına rağmen fekk sözcüğü, esirlerin salıverilmesi için kullanılmaya devam etmiş ve esirlerin salıverilmesi işi فكاك [fekâk=çözme] sözcüğü ile ifade edilmiştir.
رقبة [rakabe] sözcüğü ise, “boyun” demektir. Bu sözcük zaman içinde “bir parçayı söyleyip bütününü kasdetmek” yoluyla mecâz olarak “zat, kişi, şahıs” anlamında, özellikle de hürriyetini kaybetmiş insan, esir veya köle için kullanılır olmuştur.
فكّ رقبة [fekkü rakabe] deyimi, “esirlik bağıyla bağlanmış bir boynu, yani bir kimseyi, bir insanı esaretten kurtarıp hürriyetine kavuşturmak, köleliğini sona erdirmek” anlamına gelir. Bu da pek tabiî olarak insanın önce kendi hürriyetine mâlik olmasını, kendi boynunu her türlü tahakkümden kurtarmış olmasını gerektirir. Nitekim fekkü rakabe deyiminin bir başka anlamı da, “herkesin kendisini boyunduruktan kurtarması”dır. Ancak dikkat edilmelidir ki, bu anlamdaki boyunduruk, herkesin kendi çalışması ve kendi kazandıkları ile altında bulunduğu ipotek [sorumluluk yükümlülüğü] olup Rabbimiz tarafından konulmuştur:

38,39Her benliğini bulmuş kimse –sağın yaranı hariç– kazancının karşılığında bir rehindir. (Müddessir/38, 39)


21Ve iman eden, soyları da iman ile kendilerine uyan kimseler; işte Biz, onların soylarını da kendilerine kattık. Kendilerinin amellerinden bir şey eksiltmedik. Herkes kendi kazandığıyla rehindir. (Tûr/21)


Kölelik, başlangıcı insanlık tarihinin çok eski devirlerine, tarihin “uygarlık” olarak kabul ettiği Eski Yunan ve Roma'ya dayanan ve insanî değerler bakımından yüz karası olan bir kurumdur. Bu kurum ancak XX. yüzyılda uluslararası sözleşme ve yasaklamalarla hukuk dışı ilân edilmiştir. Allah'ın özgür yarattığı insanın bir başka insanın mülkiyetine alınması demek olan bu utanç verici kurum, 14 asır önce Rabbimiz tarafından “köle azat etme”nin insanı cennete götüren davranışlar arasında sayılması sûretiyle işareten yasaklanmıştır. Çünkü yukarıda da açıklandığı gibi, köleleri özgürleştirme faaliyeti, saldırılması ve aşılması gereken ‘akabe üzerindeki işlerden sayılmaktadır.

Tek bir ferdin hürriyetine kavuşturulması bile insanı cennete götürecek erdemli ve kahramanca davranışlardan biri olarak kabul edildiğine göre, köleliğin topyekun ortadan kaldırılması yolundaki mücâdeleye Allah nezdinde ne değer verileceği, her Müslüman'ın üzerinde iyi düşünmesi gereken bir husustur. (Konunun önemine binâen sûrenin sonunda “Kölelik ve İslâm” adlı bir makalemiz ve Ana Britannica Ansiklopedisi'nde verilen bilgiler yer almaktadır.)
Rabbimiz, ‘akabe'ye saldırmak anlamına gelen bir diğer işin de, salgın bir kıtlık gününde, akrabalığı olan [yakında bulunan] bir yetime veya topraklara düşmüş [sürünen] miskine [yoksula, işsize] yemek yedirmek olduğunu bildirmiştir. Bu erdemli iş, kölelerin özgürleştirilmesi yönündeki ilâhî teşvikten hemen sonra gelmektedir.

مسغبة [mesğabe] sözcüğü, سغاب [seğâb] sözcüğünden mimli mastar olup “açlık” (özellikle “sıkıntı ve yorgunluk içinde açlık”] demektir. Ebû Hayyân ise sözcüğün, “genel anlamda açlık” demek olduğunu, ancak “susuzluk” için de kullanıldığını belirtmektedir.

Yemeğin nâdir ve bulunmaz olduğu açlık anları, imanın içyüzünü ortaya koyan bir mihenk taşı gibidir. Böyle genel bir açlık sırasında insanın kendisi de açlıkla karşı karşıya iken ihtiyaç içinde olan bir başkasına yemek yedirebilmek, bir bakıma o kişinin canını kurtarmak demektir. Bu nedenledir ki, böyle bir anda açı doyurmak, köle azat etmek gibi ‘akabe'ye saldırma kapsamında sayılmıştır. Bununla beraber, yemek yedirilmeye en hak sahibi olanlar âyette şöyle sıralanmıştır:

akrabalığı olan [yakında bulunan] bir yetim

Yakınlık'tan kastın, nesep yakınlığı olduğu açıktır. Bununla beraber din yakınlığının da bu kapsamda olduğu kuşkusuzdur. Hatta komşu yakınlığını da bu kapsamda düşünmek, bizce yanlış olmaz.
İnkârcı ve azgın câhiliye toplumunda yetimler, –akraba bile olsalar– her zaman haksızlığa ve zulme uğramakta idiler. Bu yüzden yetimlere iyi davranılması yönündeki emirleri arka arkaya tekrarlayan Kur’ân, âdeta bu tip emirlerle dolup taşmıştır. Hatta yıllar sonra Medine'de inmiş olan sûrelerde miras, vasiyet ve evlenme ile ilgili konularda İslâm yasalarının yürürlüğe konması sırasında bile yine yetimlere iyi davranılması emredilmiştir (bkz. Bakara 220, Nisâ 1-10, Enfâl 41). Bu durum, yetimleri ezen bu çevrenin ne kadar taş kalpli bir toplum olduğunu göstermektedir.

topraklara düşmüş miskin

متربة [metrabe] sözcüğü de, “toprak” demek olan تراب [turâb] sözcüğünden mimli mastardır ve “topraklanmak” anlamına gelmektedir. Âyette geçen zâ metrabe deyimi, Türkçe'de “toprağa döşenip taşa yaslanan” tabiriyle ifade edilen, fakirlik ve şiddetli ihtiyaçtan kinâyedir. Yani, fakirliğinden ve muhtaçlığından dolayı, üzerinde kendisini örtecek, altında da yere serecek bir şeyi olmadan toprağa yapışmış, aşırı yoksul, miskin demektir. Bu tür yoksullar için Türkçe'de “sürünüyor” tabiri kullanılır.

Genel açlık zamanlarında böyle şiddetli ihtiyaç ve yoksulluk içinde kalmış kimselerin varlığı sıkça görülebilir. Bu durumdaki çaresiz kimselere akrabalık ve yakınlık aramadan yemek yedirmek, âdeta aşılması büyük kalp kuvveti ve gayret gerektiren sarp bir yokuşa tırmanmak gibidir. Zaten değeri de bu zorluğu aşma konusunda gösterilen özveriden kaynaklanmaktadır.
Gerçekten de kıtlık ve zaruret döneminde karşılıksız yardımda bulunmak, nefse ağır gelen en zor şeylerden biridir ve bu yönüyle de normal dönemlerdekine göre daha fazla ücret ve mükâfaatı hakk etmektedir. Bunu yapabilenler, sarp yokuşu aşan yiğitlerdir:

177Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz “iyi adamlık” değildir. Ama “iyi adamlar”, Allah'a, Âhiret Günü'ne/Son Gün'e, meleklere, Kitab'a, peygamberlere inanan; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolcuya ve dilenenlere ve özgürlüğü olmayanlara, Allah'a/mala/vermeye sevgisi olmasına rağmen veren ve salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan-ayakta tutan], zekâtı/vergiyi veren kimselerdir. Ve de sözleştiklerinde, sözlerini tastamam yerine getiren, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreden kimselerdir. İşte onlar, özü-sözü doğru olanlardır. Ve işte onlar, Allah'ın koruması altına girmiş kişilerin ta kendileridir. (Bakara/177)


5-22Şüphesiz, “iyi adamlar”, kâfur katılmış bir tastan içerler, fışkırtıldıkça fışkırtılacak bir pınardan ki ondan, verdikleri sözleri yerine getiren, kötülüğü yayılan bir günden korkan ve “Biz sizi, ancak Allah rızası için doyuruyoruz ve sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz; evet, biz asık suratlı ve çatık kaşlı bir günde Rabbimizden korkarız” diyerek Allah sevgisi için/sevmesine rağmen yiyeceği, yoksula ve öksüze ve tutsağa veren Allah'ın kulları içerler. … (İnsan/8)


92Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça asla “iyi adamlık” mertebesine eremezsiniz. Ve siz, her neyi bağışlarsanız kesinlikle Allah, onu en iyi bilendir. (Âl-i İmrân/92)


Bu tür harcamalar, insana şehvânî tatlar vermez. Tam tersine fedakârlık için nefislerin zorlanması gerekir. Köle azat etmek, bir kimseye mâlî yardımda bulunmak, bir borçlunun borcunu ödemek, yük altında ve borç içinde olan çaresize yardım etmek, aç bir kimseyi doyurmak, akraba veya komşu olan yetime destek olmak, iflâs ve fakirlik dolayısıyla muhtaç duruma düşene yardımcı olmak gibi davranışlar, insana zevk için yapılan harcamaların getirdiği şöhreti ve itibarı kazandırmaz, ama sahiplerini ‘akabe denen o sarp geçitten geçmiş olma başarısının manevî haz ve uhrevî kazancına ulaştırır.
Beled sûresi indiği sıralarda Müslümanlar Mekke'de müşriklerin kuşatması altında idi. Müminler o dönemde sırtlarını dayayacakları herhangi bir sosyal destek kurumundan da mahrum idiler. Kölelik hem Arap Yarımadası'nda hem de yarımadayı çevreleyen bölgede yaygın bir durumda idi. Kölelere çok sert ve acımasız davranılmaktaydı. Bu kölelerden Yâsir ve ailesi gibi, Rebah oğlu Bilâl gibi, Suheyb ve benzerleri gibi –Allah hepsinden razı olsun– bazı kişiler Müslüman olunca, zâlim olan efendilerinin çok acı, dayanılmaz işkenceleri ile karşılaştılar. Bunun üzerine anlaşıldı ki, bu köleler ancak zorba efendilerinin elinden satın alınmak yolu ile kurtarılabilirler. Her zaman âdeti olduğu gibi bu çağrıya da ilk koşan, emre tereddütsüz, gönül huzuru içinde ve dosdoğru olarak sarılan ve yerine getiren yine Ebû Bekr olmuştur.
Tarihçi İbn-i İshâk şöyle nakletmektedir:

Hz. Ebû Bekr'in azat ettiği Hz. Bilâl, Cumhoğulları'nın yanında yetişenlerden birisiydi. İslâm'a gönülden bağlı, kalbi tertemiz biriydi. Ümeyye b. Halef, öğle sıcağı bastırınca onu çıkarır, Mekke kumluklarına sırt üstü yatırır, sonra büyük bir kaya getirilmesini emreder ve o kaya Hz. Bilâl'in göğsü üzerine konurdu. Sonra ona, “Ölünceye kadar böyle kalacaksın. Ya da Muhammed'i inkâr eder, Lat ve Uzza'ya taparsın” derdi de bu çileler altında bile Hz. Bilâl, “Allah bir, Allah bir!” derdi.
Nihâyet bir gün Hz. Bilâl'e aynı işkenceleri yaparlarken Hz. Ebû Bekr rast gelir. Çünkü Hz. Ebû Bekr'in evi Cumhoğulları'nın yakınlarında idi. Ümeyye b. Halef'e der ki: “Allah'tan korkmaz mısın da bu zavallıya böyle davranırsın? Ne zamana kadar buna devam edeceksin?” Ümeyye, “Sensin onu bozan. Gördüğün durumdan kurtar onu!” der. Ebû Bekr de; “Peki yaparım. Benim ondan daha güçlü ve dayanıklı zenci bir kölem var. O da senin dinindendir. Bunun karşılığında onu sana vereyim” deyince Ümeyye, ‘”Kabul ediyorum” der. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekr, “Tamam öyle ise... O senindir” der, kölesini Ümeyye'ye verir ve Hz. Bilâl'i alarak azat eder.
Hz. Ebû Bekr, Medine'ye hicret etmeden önce, altı köle daha azat etmişti. Bilâl ise yedinci oluyordu. Bunlar, Âmir b. Füheyre (ki Bedir savaşı'na katılmış, Maune kuyusu savaşında şehit düşmüştü), Ümmü Abis ve Zenire'dir. Hz. Ebû Bekr onu azat edince gözleri kör olmuştu. Bunun üzerine Kureyşliler, “Onun gözlerini kör eden Lat ve Uzza'dan başkası değildir” deyince, Zenire, “Yalan söylemişler. Allah'ın Beyt'i hakkı için, Lat ve Uzza ne zarar verebilir, ne de bir yarar” der. Bunun üzerine Yüce Allah, gözlerine tekrar görme gücü bahşeder. Hz. Ebû Bekr Nehdiye ve kızını da azat etmişti. Bunlar Abduddâr oğulları'ndan bir kadının kölesi idiler. Kadın onlarla kendine ait un göndermişti. Onlara, “Vallahi sizi asla azat edemeyeceğim” diyordu. Hz. Ebû Bekr, “Ey filancanın annesi, boz yeminini” der. O da, “Tamam bozayım. Sen bozdun onları, sen azat et” der. Hz. Ebû Bekr, “Kaça veriyorsun onları?” deyince, kadın, ‘”Şu kadara” der. Hz. Ebû Bekr, “Tamam, aldım onları, ikisi de özgürdür” karşılığını verir ve kadınlara dönerek, “Onun ununu kendisine geri verin!” der. Onlar da, “Birazını boşaltıp öyle mi geri verelim?” deyince, “İsterseniz...” der.
Hz. Ebû Bekr, Müemmil oğulları'ndan –ki bu kabile Adiyyoğulları'ndandır– bir câriyeye rastlar. Bu câriye Müslümandır. Hz. Ömer o zamanlar henüz müşriktir. İslâm'ı bıraksın diye bu câriyeye işkence eder, vurur döver, dövmekten yorulunca ona, “Kusura bakma! Acıdığım için bırakmıyorum seni, usandığım için bırakıyorum” der. Câriye de, “Allah da sana böyle yapsın!” der. İşte Hz. Ebû Bekr bu câriyeyi satın alır ve azat eder.
İbn-i İshâk der ki: “Muhammed b. Abdullah b. Ebû Atik bize Âmir b. Abdullah b. Zübeyr'den nakletti. Âmir de kendi ailesinden birisinden duymuş. Babası Hz. Ebû Bekr'e der ki: “Yavrucuğum! Görüyorum ki, hep güçsüz köleleri azat ediyorsun. Şâyet güçlü-kuvvetli kişileri azat edersen seni korurlar, sana destek olurlar.” Hz. Ebû Bekr, “Babacığım!” der, “Ben yapmak istediklerimi sırf Allah için istiyorum.”

Yukarıdaki nakle göre Ebû Bekr, çile çeken köleleri sırf Allah rızası için efendilerinden satın alıp salıvererek o sarp yokuşa saldırmış ve onu aşmaya çalışmıştır. Çünkü Arap Yarımadası'ndaki o günkü şartlar, Allah yolunda sarp yokuşu aşmak için yapılması gereken işlerin başında köle azat edilmesini gerekli kılmaktaydı.

17Sonra da iman edip de sabrı tavsiyeleşenlerden ve merhameti tavsiyeleşenlerden olmaktır.


Bu âyet, yukarıda sayılan özelliklerin yanı sıra, ‘akabe'yi aşarak cennete ulaşmak için kişinin aynı zamanda mümin olması gerektiğini bildirmektedir. Kur’ân'ın pek çok yerinde, yapılan güzel şeylerin ancak iman ile birlikte olduğu zaman bir kıymetinin olacağı ve yapanı ancak bu takdirde kurtuluşa götüreceği açıklanmış, her nerede sâlihâtı işleyenlere ücretleri ödeneceği zikredilmişse, orada mutlaka iman etmenin de şart olduğu bildirilmiştir:

124Ve erkekten veya kadından, kim mü’min olarak düzeltmeye yönelik işler yaparsa, artık işte onlar, cennete girerler. Ve hurma çekirdeğinin sırtındaki çukur kadar haksızlığa uğratılmazlar. (Nisâ/124)


97Erkek-dişi, mü’min olarak kim iyi amel işlerse kesinlikle onu güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve kesinlikle onların ücretlerini, yapmış oldukları amellerin daha güzeliyle ödüllendireceğiz. (Nahl/97)


38-44Yine iman etmiş olan o kimse: “Ey toplumum! Bana uyun ki size akıllı olmanın yoluna kılavuzluk edeyim. Ey toplumum! Bu bayağı hayat ancak geçici bir kazanımdır. Âhiret ise kesinlikle durulacak yurdun ta kendisidir. Her kim bir kötülük yaparsa, ona ancak yaptığının bir misli ile ceza verilir. Ve erkek veya kadın, her kim mü’min olarak düzeltmeye yönelik iş işlerse, artık onlar, orada hesapsızca rızıklanmak üzere cennete girerler.” Yine: “Ey toplumum! Bana ne oluyor ki, siz beni ateşe davet ediyorken ben sizi kurtuluşa davet ediyorum! Siz, beni, Allah'a inanmamaya ve benim için hiç bilgi olmayan şeyleri O'na ortak koşmaya davet ediyorsunuz. Ben ise sizi o çok güçlü ve çok bağışlayıcı olan Allah'a davet ediyorum. Hiç inkâr edilemez ki, gerçekten sizin beni kendisine davet ettiğiniz şey, dünya ve âhirette kendisine bir çağrı olmayan şeydir. Ve şüphesiz dönüşümüz Allah'adır. Ve şüphesiz sınırı aşanlar, cehennem ashâbının ta kendileridir. Artık siz benim, sizin için söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ve ben işimi Allah'a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını en iyi görendir” dedi. (Mümin/38- 44)


Rabbimiz, iman etmeyenlerin yaptıkları iyi işler karşılığında onlara herhangi bir mükâfaat vaat etmediği gibi, imansız yapılan iyi işleri var saymayacağını, kabul etmeyeceğini de açıkça bildirmiştir:

105İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O'na ulaşmayı bilerek reddetmiş/ inanmamış kimselerdi de bu yüzden yaptıkları bütün amelleri boşa gitti. Artık kıyâmet günü onlar için hiçbir ölçü tutturmayız/ hiç bir değer vermeyiz. (Kehf/105)


85Ve kim İslâm'dan başka bir din ararsa, o takdirde hiçbir zaman ondan kabul edilmeyecektir. Ve İslâm'dan başka din arayan kimse, âhirette zarar edenlerden olacaktır.
(Âl-i İmrân/85)

91Şüphesiz ki küfretmiş; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş ve bu durumda oldukları hâlde de ölen şu kişilerin hiç birinden, yeryüzü dolusu altın –onu fidye/kurtulmalık verseler bile– asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar, dayanılmaz azap kendileri için olanlardır. Onlar için yardımcılardan da yoktur.
(Âl-i İmrân/91)

16İşte onlar, kendileri için, âhirette ateşten başka bir şey olmayanlardır. Yapıp ürettikleri de orada boşa gitmiştir. Yaptıkları şeyler de kaybolup gitmeye mahkûmdur. (Hûd/16)


Burada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta da, sabrı tavsiyeleşmek ve merhameti tavsiyeleşmek fillerinin âyette iman ile birlikte zikredilmiş olmasıdır. Bu da demektir ki, ‘akabe'yi aşmak için sadece mümin olmak yetmemekte, müminlerin aynı zamanda aralarında sabrı ve merhameti tavsiyeleşmeleri de gerekmektedir. Böylece toplum, aralarında sabrı ve merhameti tavsiyeleşen müminlerden meydana gelmiş bir toplum olacaktır. Böyle bir toplumda kötü işler ortadan kaldırılacak, bireysel ve toplumsal boyutta sadece sâlih işler [düzeltmeye yönelik işler] yapılıyor olacaktır. Rabbimizin insanlardan oluşturmalarını istediği toplum böyle bir toplumdur. Rabbimiz böyle bir toplum isteğini, “sabrı tavsiyeleşmeyi” ve “merhameti tavsiyeleşmeyi” mümin toplumun iki özelliği olarak belirtmek sûretiyle ortaya koymuştur.

Daha önce birkaç defa geniş açıklamalarla üzerinde durduğumuz ve pasiflikle, pısırıklıkla hiç alâkası olmadığını, aksine tam bir hareketlilik ve mücâdele ifade ettiğini söylediğimiz sabır konusu, Kur’ân'da pek çok yerde işlenmiştir. Çünkü sabır, hayatı boyunca müminin daima sahip olması gereken bir özelliktir. İman yolunun başlangıcından itibaren sabır imtihanı da başlar. Allah'ın emirlerine uymak, O'na itaat ederek kulluk görevlerini yerine getirmek, kötü ahlâkı bırakarak Allah'ın haramlarından ve insanı günaha teşvik eden şeylerden sakınmak, temiz ahlâka uymak hep sabır ister. Bu dünyaya ait pek çok fayda ve lezzet imansızlık yolunda beklerken, insanın Allah'ın kanunlarına uyması ve bu yolda karşılaştığı mahrumiyet ve musibetlerle başa çıkması, ancak sabırla mümkün olur. İman yolunda elinin tersi ile reddettiği menfaatler ile ilgili olarak başta kendi nefsi ve hevâsı olmak üzere, ailesi, cemiyeti, toplumu hatta dünyadaki insanların çoğu ona karşı çıkarken, insanın Allah yolunda mücâdeleye devam etmesi, bu mücâdele içindeyken eziyetler görmesi, aşağılanması hatta bu uğurda hicret etmesi, sabr'ın ta kendisidir.

İnsanın bu zor sınavlarda başarı sağlayamayıp bazılarında veya tamamında yenilgiye uğraması hiç de uzak bir ihtimal değildir. Ama eğer insanın içinde yaşadığı toplum, hem sabırlı hem de sabrı tavsiye eden fertlerden oluşmuş bir toplumsa, karşılıklı yardımlaşma ile bu zor sınavın başarılması kolaylaşır ve toplumca başarı kazanılır. Böyle bir toplum, insanlığı iyiliğe götürme yolunda büyük bir güç, yenilmesi zor bir ordudur.

Rabbimizin mümin toplumda olmasını istediği diğer bir özellik, fertlerinin birbirlerine merhameti tavsiye eden kişiler olmasıdır. Müminler katı kalpli, merhametsiz, zâlim kişiler olmayıp tam tersine, birbirlerine dert ortağı olabilen merhametli, şefkatli kişiler olmalıdırlar. Bu özellikleri birbirlerine tavsiye edip onlara sahip olma konusunda birbirleriyle yarıştıkları için, “merhamet” mümin toplumun temel bir vasfı hâline gelir. Bu vasıf, mümin toplumu diğerlerinden ayrıcalıklı kılan çok önemli bir donanımdır.

Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, Rabbimiz müminlerden ‘akabe'yi aşacak güzel şeyler yapan, birbirlerine sabrı ve merhameti tavsiye eden kişilerden olmalarını ve böyle insanlardan oluşan bir toplum meydana getirmelerini istemektedir.

Sarp yokuşun [‘akabe'nin] aşılması için sahip olunması gereken özelliklerin [imanın, sabrı ve merhameti tavsiyeleşmenin] hemen öncesinde zikredilen sümme [sonra] sözcüğü, bu özelliklerin, 13-16. âyetlerde belirtilen yapılması gereken diğer özelliklere göre daha kapsamlı, daha geniş çerçeveli ve daha üstün olduğunu vurgulamaktadır. Yani, buradaki sümme [sonra] sözcüğünün zamana yönelik bir anlamı yoktur. Çünkü “iman” denen donanım bir insanda köle azat etmekten ve yoksulu doyurmaktan zaman itibariyle sonra değil, önce var olması gerekli bir özelliktir. İman olmadan köle azat etmenin de, yoksulu doyurmanın da bir anlamı yoktur.

Rabbimizin ‘akabe'ye saldırıp onu aşmak konusundaki mesajından şunları anlamak mümkündür: Sarp yokuşu [‘akabe'yi] geçmek için atılması gereken adımlar; köle azat etmek, açlık gününde yakınlığı olan bir yetimi veya toprağa bulanmış yerde sürünen bir yoksulu doyurmak ve bir de bunların üzerinde ve bunlara ek olarak, iman eden, sabrı ve merhameti tavsiye eden kişilerden olmaktır. Sabır, genel olarak iman için, özel olarak da sarp yokuşu aşmak için gerekli olan bir özelliktir. Müminlerin birbirlerine sabrı tavsiye etmeleri ise, kendilerinin sabırlı kişiler olmasının üstünde, başka bir dereceyi ifade eder. Çünkü karşılıklı duygu alış-verişinde olan Müslümanlar birbirleriyle sabrı tavsiyeleşerek, bireysel yükümlülükleri yanında “yeryüzünde iman sistemini gerçekleştirmek” yolundaki mücâdelenin ağır yükünü de birbirlerine destek olarak, paylaşarak taşıyacaklar ve böylece toplum olarak her ferdin sabırlı olması ile tek başına elde edilebilecek kazançtan çok daha fazlasını bu tavsiyeleşme sayesinde sağlayabileceklerdir. Bu durum, özde kişisel sabra dayalı olsa bile, bütün toplumun böyle kişilerden oluşması başka bir olgudur.
Dolayısıyla 17. âyet, İslâm toplumunda yaşayan bir müminin en önemli görevlerinden birini belirlemektedir. Bu görev şudur: Mümin, toplumu zayıflatıcı bir üye değil, aksine, onu güçlendirici bir eleman olmalıdır. O, mağlûbiyet çığırtkanı değil, toplumun atılımının ve dinamizminin güçlü sesi olmalıdır. Sabırsızlığı körükleyen değil, huzurun kaynağı olmalıdır.

18İşte bunlar, mutluluk, yüksek mertebe sahipleridir.

13-17. âyetlerde müminlerin dünyada iken sahip olmaları gereken özellikler sayılmış, bu âyette de bu özelliklere sahip olan kimselere ashâbu'l-meymene pâyesi verilmiştir. Bu pâyeye layık görülenler, ‘akabe'ye saldırarak köle azat eden, esir kurtaran, açlık gününde yakınlığı olan bir yetimi veya sürünen yoksul çaresizi doyuran, bunlara gücü olmasa bile iman edip sabrı ve merhameti tavsiyeleşen, kendilerine ve başkalarına yararlı olan, bunlardan dolayı da âhirette kitapları sağ taraflarından verilecek olan kimselerdir.

ASHÂBU'L-MEYMENE: Sözlüklerde ميمنة [meymene] sözcüğü için يمين [yemîn] veya يمن [yumn] sözcüklerinden türemiş olmasına göre “sağ el” veya “uğurlu/bereketli” karşılıkları verilmiştir.

Kelimenin يمن [yumn] sözcüğünden türediği kabul edilirse, ashâbu'l-meymene deyimi, “bahtı iyi olan, bereketli, mutluluk sahibi” anlamına gelir. Eğer yemîn sözcüğünden türediği kabul edilirse, bu takdirde de “sağ el” anlamına gelir ve âyette “yüksek mertebe” anlamında kullanıldığı anlaşılır. Çünkü Araplar için “sağ el”, kuvvet ve şerefin sembolüdür. Nitekim hürmet edilen kimseler meclislerde sağ köşeye oturtulur ve bir kimseye verilen değerفلان منّى باليمين [fulânun minnî bi'l-yemîn=o benim sağ kolumdur] ifadesi ile belirtilirdi. Bu ifade günümüzde de aynen kullanılmaktadır.

19Âyetlerimizi örtbas edenler de uğursuzluk-şomluk yâranının ta kendileridir.
19. âyetteki
ASHÂBU'L-MEŞ’EME: مشئمة [meş’eme] sözcüğü, شئم [şu’m] kelimesinden türemiş olup “uğursuzluk, talihsizlik” demektir. Araplar, şu’ma [uğursuzluk] sözcüğü ile شمال [şimâl=sol el] sözcüğünü aynı anlamda kullandıklarından, sözlüklerde şu’ma sözcüğünün anlamı, “sol el” olarak belirtilmiştir. Sefere çıkan bir kimsenin sol tarafından bir kuşun uçmasını uğursuzluk sayan Araplarda “sol el”, zayıflığın ve zilletin simgesidir. Nitekim önemsiz ve aşağı mevkide görülen kimseler meclislerde sol tarafa oturtulur ve bir kimsenin değersiz olduğu فلان منّى بالشّمال [fulânun minnî bi'ş-şimâl=o benim sol kolumdur] ifadesi ile belirtilirdi. Özetle اصحاب المشئمة [ashâbu’l-meş’eme], Allah'ın aşağıladığı bedbaht kimselerdir ve O'nun huzurunda sol tarafta bulunacaklardır. Rabbimiz bu iki grup insandan Vâkıa/27 ve 41'de de bahsetmiştir.
Sûrenin 19. âyetinde Yüce Allah, “sol ehli” olan zümre için âyetlerimizi inkâr edenler nitelemesinden başka herhangi bir nitelemede bulunmamıştır. Bunun sebebi, kâfirliğin bütün kötülükleri kapsaması ve hatta kötülüklerin tümünden baskın çıkmasıdır. Yani, kâfirlikle birlikte hiçbir iyi amel düşünülemez, kâfirler iyi davranışlarda bulunsalar dahi bu iyiliklerin kendilerine hiçbir yararı olmaz. Çünkü küfür her şeyi siler bitirir. Dolayısıyla kâfirlerin köle azat etmediklerini, yoksulu doyurmadıklarını ayrıca belirtmeye gerek yoktur. Onlar uğursuz, kötü, defterleri sol taraftan verilecek olan “meş’eme” ehlidirler. Onlar sarp yokuşun gerisinde kalmışlar ve onu aşmak için o yokuşa saldırmamışlardır.

20Üzerlerinde kapıları sımsıkı kapatılmış bir ateş vardır.

الموءصدة [el-mû’sadetü] deyimi, “kapılar” hakkında kullanılır. Buna göre âyetin takdiri şu şekilde yapılabilir: عليهم نار موءصدة الابواب [‘aleyhim nârun mû’sadetü'l-ebvâb=onların üzerine kapıları kapatılmış bir ateş salıverilir]. Onlar böyle bir ateş içindedirler, ateşin kapıları üzerlerine kapatıldığı için oradan kesinlikle çıkamazlar. Bu, cehennem kapılarının üzerlerine iyice kapandığı, içerdekilerin çıkabileceği hiçbir kapının açık bırakılmadığı anlamına gelir. İnkârcıların çıkış yollarının kapatılacağına ilişkin mesaj, Kehf sûresi'nde de şu ifadelerle yer almaktadır:

29Ve de ki: “O gerçek, Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen bilerek reddetsin / inanmasın.” Şüphesiz Biz, şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O, ne kötü bir içecektir! Dayanma/ sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür! (Kehf/29)


Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.


1(Lisanü’l Arab, “b l d” mad. )
2 (Razi; el Mefatihu’l Gayb)
3 (Razi; el Mefatihu’l Gayb)
4(Razi; el Mefatihu’l Gayb)
5(Razi; el Mefatihu’l Gayb)
6(Razi; el Mefatihu’l Gayb)
7(Lisanü’l Arab, “” mad. )
8mukatil
9(Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
10(Lisanü’l Arab, “n c d” mad. )
11(Lisanü’l Arab, “akb” mad. )
12(Lisanü’l Arab, “ghm” mad. )
13(Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
14(Lisanü’l Arab, “fkk” mad. )
15(Razi; el Mefatihu’l Gayb)
16(el İsfehani; el Müfredat )
17İbn-i İshâk, Siyer.
18Mevdudi, tefhim vakıa suresi açıklamaları.
19Mevdudi, tefhim vakıa suresi açıklamaları.
20(Lisanü’l Arab, “e s d” mad. )

Konu dost1 tarafından (25. February 2014 Saat 02:52 PM ) değiştirilmiştir. Sebep: Düzeltmeler yapmak.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
ÖmerFurkan Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
hiiic (6. July 2010)