Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. September 2008, 11:46 PM   #5
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

18.Ve şüphesiz ki mescitler kuşkusuz Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın.

Bu ayet de, surenin başındaki ( اوحىuhıye) meçhul fiilinin naib-i failidir [sözde öznesidir]. Buna göre cümle şöyle takdir edilmelidir:

“De ki: Bana vahyolundu ki: Şüphesiz ki mescitler Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın.”

Burada Rabbimiz, insanlar tevhit ilkesinden sapmasınlar diye mescitlerde nasıl şirke bulaşabileceklerine işaret etmekte ve herkesi bu davranıştan men etmektedir.

MESCİTLER

“المساجد mesacid [mescitler]” sözcüğü “secde etme yeri” anlamındaki “mescid” sözcüğünün çoğuludur. Sözcük burada sadece Müslüman cami ve mescitlerini değil, Hıristiyan kiliseleri ve Yahudi havraları da dâhil, Allah’a ibadet edilen tüm ibadet yerlerini, Allah’ı tanıtan tüm eğitim, öğretim kurumlarını kapsamaktadır. Aslında evrenin tamamı secde yeri kılındığı için sözcükle tüm evrenin kastedildiğini düşünmek daha isabetlidir. Çünkü Rabbimiz hiçbir yerde şirk koşulmamasını, yapılan eğitim, öğretim ve diğer kulluk görevlerinde şirkten uzak durulmasını istemektedir. Müslümanların yanlış olarak da olsa secdegâh edindikleri cami ve mescitlerde Rabbimizin bizleri men ettiği şirk konusuna daha da dikkat edilmesi gerekmektedir.

Mescitler Allah içindir

Mescitlerin Allah için olduğu, oralarda sadece tevhid eğitimin yapılması gerektiği, Hacc suresinde farklı bir ifade ile bildirilmiştir:

26-29.Ve hani Biz bir zamanlar, “Sakın Bana hiçbir şeyi ortak koşma; dolaşanlar, orada haksızlığa baş kaldıranlar, Allah’ı birleyenler, boyun eğip teslimiyet gösterenler için evimi tertemiz et, kendilerine ait birtakım menfaatlere tanık olmaları ve Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerinde, belli günlerde O’nun adını anmaları için insanlar arasında ilâhiyat eğitim-öğretimi verileceğini duyur. Yürüyerek veya yorgun düşmüş binekler üstünde her derin vadiyi aşarak sana gelsinler! Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Eski evde/özgür evde/Ka‘be’de dolaşsınlar” diye, o evin/Ka‘be’nin yerini, İbrâhîm için hazırlamıştık. –Siz de onlardan yiyin ve zorluk çeken fakiri doyurun.–

(Hacc/ 26- 29)

Allah ile birlikte herhangi birine yalvarmayın!

Ayetin açık ve net hükmü gereği, mescitlerde sadece Allah’a dua edilmeli, sadece Allah’tan yardım dilenmeli, yönelmek şöyle dursun, bir başkasının adı bile kesinlikle anılmamalıdır.

Gelenekçiler çoğunlukla bu ayetin Yahudi ve Hıristiyanların Allah ile birlikte Musa’ya, İsa’ya, Meryem’e de dua etmelerine yönelik olduğunu söylemişler ve ayetteki mesajı kendi üzerlerine hiç almamışlardır. Bunlar, başta peygamberimizin türbeleşmiş kabrinin Medine’de, dünyanın ikinci büyüklükteki mescidinin içinde bulunduğunu; Eyüp Sultan, Hacı Bayram gibi birçok kişinin türbeleşmiş mezarlarının camilerde olduğunu; bu kişilerin camilerde gömülü olmalarından etkilenen saf kimselerin de bu kişilerin mezar taşlarına yüz sürüp onlardan medet umduklarını hep görmezden gelmişlerdir. Ayrıca camilerin içinde, hem de Kıble yönünde asılı olan Muhammed (as), Ebubekir, Ömer, Ali, Osman yazılı tabloların ne gereğinin olduğuna da hiç bakmamışlardır. Biz, yaygın bir davranış hâline gelmiş olmasına rağmen Rabbimizin “Allah ile birlikte herhangi birine yalvarmayın!” talimatı ile uyuşmadığını düşündüğümüz iki konuya burada değinmeyi bir görev addediyoruz. Bu iki konu, tahiyyat ve türbe konularıdır.

TEŞEHHÜD / TAHİYYAT

“ تشهّدTeşehhüd” sözcüğünün sözlük anlamı “şahadet getirmek” demektir. Şehadetten maksat, “kelime-i şahadet” denilen “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühü ve rasülühü” cümlesinin söylenmesidir.

Terim olarak “teşehhüd”, namaz kılarken “ka’de” denilen oturma bölümlerinde, içerisinde “kelime-i şahadet” cümlesinin de bulunduğu “Ettehıyyatü lillahi vessalavatü vettayyibatü …” cümlelerinin okunmasıdır.

Üzerinde durulması gereken konu, “Ettahiyyatü lillahi ve-s salavatü …” diye başlayıp devam eden ve içerisinde “kelime-i şahadet” bulunan bu cümlelerin ne anlama geldiğidir.

“Tahiyyat” denilen metnin anlamı şudur:

“Tahiyyat [Dil ile yapılan kulluklar] ve salâvat [beden ile yapılan kulluklar] ve tayyibat [mal ile yapılan kulluklar] Allah içindir. Ey peygamber! Selâm, Allah’ın rahmeti ve bereketleri senin üzerine olsun! Selâm, bizim ve Allah’ın salih kulları üzerine olsun. Şahadet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur. Yine şahadet ederim ki Muhammed Allah’ın resulüdür.”

Bu noktada bir de “namaz”ın ne olduğunu hatırlamak gerekmektedir: Namaz; yalnız ve yalnız Allah’a yönelerek yapılan, sadece O’na niyaz edilen, bu niyazın da gönülden ve bedenle huşu içinde ifade edildiği bir ibadettir. Dolayısıyla namaz ve niyazda Allah’ın yanında başka hiç bir şeye dua edilmez. Allah’tan başka hiçbir şey ve hiçbir kimse muhatap alınmaz. Tekbirden selâma kadar namaz içinde muhatap sadece Allah’tır. Peygamber de olsa namaz içinde hiç kimse muhatap alınamaz, ona seslenilemez. Bütün bunlar, namazın yerine getirilmesi zorunlu olan gereklerindendir. Zaten Rabbimiz de konumuz olan 18. ayetteki “Allah ile birlikte bir başkasına yakarmayın!” talimatı ile çok açık ve net olarak bunları emretmiştir.

İşin gerçeği ve olması lâzım geleni bu olmasına rağmen, namazlarında yukarıdaki “tahiyyat” metnini okuyan Müslümanlar, السّلام عليك ليّها النّبىّ Es-selâmü aleyke eyyühe’nnebiyyü [Sana selâm olsun ey peygamber!] demek suretiyle namazlarının içinde peygamberimizi muhatap almakta, sanki peygamberimiz karşılarındaymış gibi ona selâm vermektedirler. Allah her yerde ve her zaman hazır ve nazır olduğu için, her yerde ve her zaman O’nu anmamız normaldir. Ama ya peygamber? Ayrıca Allah ile sanki yüz yüze imiş gibi yapılan bir diyalogda peygamberin işi nedir?

Her Müslüman’ın Allah’a en yakın olduğu bir anda, namazda iken en çok dikkat etmesi gereken şey; ağzından çıkanı kulağının duymasıdır, ne dediğini ne okuduğunu bilmesidir. Bu kural Arapça bilen için geçerli olduğu gibi, bilmeyen için de geçerlidir.

Bugünkü kitaplarda yer alan “tahiyyat” metni, hadis kitaplarına İbn-i Mes’ud kanalıyla geçen metindir. Bu metin, bazı ilâveler ve değişmelerle birlikte daha birçok rivayette yer almıştır. Ama maalesef hepsinde de “Esselâmü aleyke (Selâm sana ey peygamber!)” ibaresi vardır. Bu ibare, bu rivayetleri nakleden râvîlerin hiç birinin konuya tevhit ve namazın anlamı açısından yaklaşmadıklarını ve konunun dirayet eleştirisini yapmadıklarını göstermektedir.

Bazı yerlerde (meselâ Sünen-i Ebu Davud’da) bu ifade sözcük farklılıklarıyla Es-selâmü alennebiyyi [Peygambere selâm olsun!] şeklinde; peygamberimizin muhatap olarak değil de üçüncü şahıs olarak anıldığı bir ibareyle aktarılmıştır. Hadis kitaplarını şerh edenler, İbn-i Mes’ud’un rivayetindeki hitabın peygamber öldükten sonra değiştirildiğini, artık “Selâm sana” diyerek peygambere yönelinmediğini, “Allah Peygambere selâmet versin” dendiğini yazmışlardır. Ne var ki, bu da özrü kabahatinden büyük denebilecek bir açıklamadır. Çünkü namazda “tahiyyat” denilen ibarenin küçük değişikliklerle de olsa mutlaka okunduğu ifade edilirken aslında herkese namazı öğreten peygamberimizin de böyle namaz kıldığı iddia edilmiş olmaktadır. Bu görüş sahipleri, namaz kendisine farz olan ve en doğru namazı kıldığından kimsenin kuşku duymadığı peygamberimizin namazlarında “peygambere selâm olsun” veya “Allah peygambere selâmet versin” dediğini kabul etmekte ve bu mantıksızlığı herkesin de kabul etmesini istemektedirler. Oysa bu hadis kitaplarının hepsinde “Rasülullah teşehhüdü gizli okurdu” diye yazmaktadır. Bu da demektir ki, hiç kimse peygamberimizin namazda teşehhüdü nasıl okuduğunu duymamıştır. Ama bu kaynaklar bu açmazlarını bir başka rivayetle aşmaya çalışmışlardır. Bu kaynaklara göre, konumuz olan teşehhüd o kişilere güya peygamberimiz tarafından, namaz dışında öğretilmiştir.

Bazıları da “Ettehiyyatü” metnine bir başka rivayetle kutsallık vermeye çalışmışlardır. Bu uydurma rivayete göre “Miraç” olayında Allah ile peygamberimiz arasında şu konuşma geçmiştir:

Peygamberimiz, Allah’ın huzuruna varınca selâm verir:

– Ettehıyyatü lillahi vessalavatü vettayyibatü

Allah da peygamberimize:

– Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetüllahi ve berekatühü

Peygamberimiz sadece kendisinin esenlikte olmasına pek razı olmaz:

– Esselamü aleyna ve ala ibadillahissalihin

Bu manzarayı izleyen Cebrail ve Melekler de:

– Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve rasülühü, derler.17

Müslümanların bu hatası sadece namazdaki tahiyyatta kalmamıştır. Cuma günleri öğleyin, kandil gecelerinde ve cenaze ilânlarında okunan “salâ”da da aynı hatalar tekrarlanmaktadır. Her salâda “Essalâtü ve’sselâmü aleyke ya Rasülellah [Salât ve selâm senin üzerine olsun ey Allah’ın Elçisi!]” demek suretiyle, asırlarca evvel bu dünyadan göçüp gitmiş olan peygamberimize sanki sağ ve yanımızda hazırmış gibi seslenilmektedir. Böyle yapmakla peygamberimize beşer olmasının ötesinde bir sıfat yakıştırılıp yakıştırılmadığı, bu durumun insanı şirke sürükleyip sürüklemediği çok iyi düşünülmelidir.

Sonuç olarak; bugünkü kitaplarda yer aldığı gibi teşehhüd / tahiyyat okumak yanlıştır ve günahtır. Eğer bu sözler mutlaka okunacaksa, “esselâmü aleyke eyyühennebiyyü” bölümü “esselâmü alennebiyyi” şeklinde değiştirilerek okunmalıdır. Bu konuda tüm Müslümanların maalesef hata içinde olan atalarının arkasına sığınmaktan vazgeçerek birbirlerini ağızlarından çıkanları kulaklarının duyması konusunda uyarmaları ve bu bilince davet etmeleri gerekmektedir.

TÜRBELER


İnsanın bu dünyadaki esas varlığı ölümü ile biter ve geriye sadece toz-toprak olacak cesedi kalır. Toprak olacak cesedinin ve çürüyerek toprağa karışacak vücut maddelerinin hiçbir değeri yoktur. Zaten insan bedeni de yeryüzündeki kıymeti olmayan değişik maddelerin birleşmesinden oluşmuştur. Ölüm ile bedendeki can son bulunca, geriye kalan ceset de çirkinleşir. Nitekim Maide suresinin 31. ayetinde cansız beden [ceset] için “sev’at [çirkinlik]” sözcüğü kullanılmıştır. Dolayısıyla bu çirkinliğin kokuşup çevreye zarar vermeden ortadan kaldırılması gerekir. İşte, cesedin gömülmesi bu sebepledir.

Ölüm sonrası geride kalan cesedin maddî ve manevî herhangi bir değeri olmayınca, doğal olarak cesedin içine konulduğu kabrin de herhangi bir değerinin veya kutsiyetinin olması söz konusu değildir.

Çünkü İslâm dini dirileri uyarmak için vardır, Kur’an dirileri uyarmak için inmiştir:

69,70.Ve Biz o’na şiir öğretmedik. Bu o’nun için yaraşmaz da. O, sadece diri olanları uyarmak ve kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselerin üzerine Söz’ün hak olması için bir öğüt ve apaçık bir Kur’ân’dır.

(Ya Sin 69, 70)

İslâm’da işin aslı bu iken ne yazık ki Müslümanlar, tıpkı İslâm öncesi cahil müşrik kitleler gibi bazı kimselerin kabirlerine kutsallık vermişler, bu kabirleri mabetlerin içinde, bitişiğinde veya başka yerlerde türbeleştirmişlerdir. Müslümanların böyle bir davranış içine girmelerinin sebebi, yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi, hadis kitaplarında yer alan ve peygamberimizin uygulamaları olduğu iddia edilen bazı rivayetlerdir. Oysa aynı hadis kitaplarında, peygamberimizin kabir ziyaretlerini önce yasakladığı ve bu yasağı ancak toplumda tevhit bilincinin geliştiğini gördüğü zaman, insanların dünyaya olan bağlılığını kıracağı ve onlara ölüm sonrasını hatırlatacağı düşüncesiyle kaldırdığı da yazılıdır. Bu durumda, süslü kabir meraklısı olan ve bu eğilimlerini peygamberimize isnat edilen rivayetlerden aldıklarını söyleyenlerin, peygamberimizin koyduğu kabir ziyareti yasağını hangi gerekçe ile kaldırdığını anlatan rivayetlerden haberi olmadığı ortaya çıkmaktadır. Çünkü bu rivayetlerde, kabir ziyareti yasağının kalkması bu ziyaretlerin insanlara ibret olup ders vermesi özelliğine dayandırılmıştır. Buna göre, bütün mezarların yasağın kalkma gerekçesine uygun olarak ibret verici bir yapıda olmaları gerekmektedir. Kabirlerin bu amaca hizmet edebilmesi ancak sade ve harap görünmeleri ile mümkündür. Beton ve mermerden yapılmış şatafatlı kabirler insanlara ders ve ibret duygusu vermediklerinden, bize göre çirkin/mekruh sayılmalıdırlar.

Kur’an dışı bir konuda tevhit ilkesine aykırı davranışları peygamberimize isnat edilen rivayetlerle açıklayan; buna karşılık yukarıda sözünü ettiğimiz kabir yasağı ve bu yasağın kaldırılmasına dair rivayetleri ise görmezden gelen bazıları, bu yanlışlığı zaman içinde aşırılık boyutuna vardırmışlardır. Memleketimizin dört bir yanında olduğu gibi, diğer ülkelerde de yüzlerce örnek sergileyen bu zihniyet, binlerce sene evvel yaşamış kimselere kabirler tahsis etmiş, bu kabirlerin yanına mescitler/camiler inşa etmek suretiyle bu kişileri ve mezarlarını kutsallaştırmış, hatta bazı kabirleri altınla kaplamıştır. Bazı kişiler ise mescit/cami içine veya kenarına gömülerek “evliya” diye vasıflandırılmıştır. Ne yazık ki, cahil kitleler bu mezarlarda yattığı kabul edilen kişileri Allah ile aralarında şefaatçi yapmak suretiyle o mezarlara yüz sürmekte, orada yatanlardan medet ummakta, böylece imanlarını kirletmektedirler. Bu çirkin davranışlarda bulunanlar ve bu davranışları onaylayanlar kendilerine dayanak olarak yine uydurulmuş hadisleri göstermekte, bu hadisler arasında yer alan ve peygamberimizin kabirleri kendilerine mescit edinen Yahudi ve Hıristiyanlara lânet ettiğine dair olan bir hadisi18 ise hiç dikkate almamaktadırlar. Dikkate alanlar ise hadisi ana konusunda değil, peygamberimizin hastalığı anında üzerindeki battaniyeyi yüzüne bir örtüp bir açması sebebiyle battaniye örtmenin bir sakıncası olmayacağına mesnet olarak ele almışlardır.

Bize göre, dinle hiç alâkası olmayan uygulamalara din kisvesi giydirenlerin dikkate almaları gereken bir diğer hadise19 göre peygamberimiz, Habeşistan’da, içinde tasvirler bulunan bir kilise ile ilgili olarak şöyle demiştir: “İşte onlar kıyamet gününde Allah katında halkın en şerlileridir.” Ama manzaraya bakıldığında, Allah’ın gönderdiği kılavuz yerine hadis adıyla uydurulmuş rivayetlere sarılanların, işlerine gelmediği zaman bu rivayetlere de kulak asmadıkları görülmektedir.

Biz, mescit/cami içlerinde veya kenarlarında bulunan kabir ve türbelerin tevhidi zedeleyici davranışlara sebep olduğu görüşündeyiz. Gerek peygamberimizin kabrini, gerekse halk arasında “evliya” olarak şöhret bulmuş Eyüp Sultan, Mevlâna (!), Telli Baba ve benzeri kişilerin mezarlarını ziyaret ederek Allah’tan bu kişiler hürmetine yardım istemek, bu kişilerin şefaatini ummak, İslâm’a göre şirk olan davranışlardır. Bu sebeple ya mescitlerin kabirlerden uzaklaştırılması, ya da kabirlerin mescit kenarlarından uzaklara taşınması gerekmektedir.

Her konuda olduğu gibi kabirler ve ölüler konusunda da bizi felâketten [şirkten] kurtaracak bilgiler Rabbimiz tarafından Kur’an’da verilmiştir:

20,21.Ve onların Allah’ın astlarından yakardıkları şeyler herhangi bir şey oluşturamazlar, kendileri oluşturulmuşlardır, ölülerdir, diri değildirler. Ne zaman dirileceklerini de tam bilemezler.

(Nahl/ 20, 21)

13,14.Allah, geceyi gündüze sokuyor, gündüzü de geceye sokuyor. Güneşi ve ayı insanlığın yararlanacağı yapı ve işleyişte yaratmıştır. Hepsi adı konmuş bir müddet için akıp gidiyor. İşte bu, mülk Kendisinin olan sizin Rabbinizdir. O’nun astlarından yakardığınız kimseler bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip olamazlar. Onları çağırırsanız, onlar çağrınızı işitmezler; işitseler bile size cevap veremezler, Kıyâmet günü de ortak koştuğunuzu kabul etmezler. Sana her şeyden haberdar olan Allah gibi kimse haber veremez.

(Fatır/ 13, 14)

22.Ölüler ve diriler de eşit olmaz. Şüphesiz Allah, her dilediğine/dileyene işittirir. Sen ise kabirlerdeki kişilere işittiren biri değilsin. 23.Sen sadece bir uyarıcısın.

(Fatır/ 22)
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla