Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. September 2008, 10:39 PM   #3
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

Demek ki, bir üççatallı gölge, Hıristiyanlığın teslis akidesinin, ekânim-i selâsesinin [üç uknumun] bir remzidir; haç, onu temsil eder. Hıristiyanlık bunu ve âhireti yalanlamıyor, fakat en büyük kurtuluşu bundan bekleyerek buna inanıyor. Bu nedenle Âhirette, o fasl günü Müslümanlar iman etmiş oldukları hâlis tevhîd gölgesinde gölgelenirlerken, “bir-üç” diye ekânim-i selâse [üç uknum] ile teslis [üçlemeye] e inananlara, “Haydin bir üççatallı teslis gölgesine gidin” denecek. Fakat öyle bir üççatallı gölge neye yarar? Gölgelendirir mi? Azaptan korumak için bir faydası olabilir mi? [30]
Bize göre, alay mâhiyetinde kullanılmış olan ظلّ [gölge] sözcüğü, –yukarıda söylediğimiz gibi– gerçek gölgeyi değil, cehennemi, ateşi, azabı simgelemektedir. شعبة [şu‘be] sözcüğü ise “ağaç dalı, ağaç çatalı” anlamından çok, “aynı işlevi gören, aynı merkeze bağlı birim” anlamına gelmektedir. Nitekim Türkçeye de bu anlamda; “… Bankası … şubesi, … Emniyet Müdürlüğü … şubesi, … Askerlik şubesi, Kızılay … şubesi” örneklerinde olduğu gibi yerleşmiştir. Buradaki şubeli gölge, yani “üç şubeli cehennem”, yalanlayıcıların uğratılacağı azabın üç şube, üç dal, üç çeşit olduğunu göstermektedir ki, bu görüşümüz daha önce Hümeze sûresi’nin tahlilinde de açıklanmıştı. Yani, üç şubeli gölge, cehennemdeki fizikî azabı, psikolojik azabı ve vicdan azabını [pişmanlığı] simgelemektedir.
Bu pasajdaki âyetler, bünyelerindeki sözcüklerin birden çok anlama gelmeleri sebebiyle birer müteşâbih âyet örneğidirler.
Biz, 32–33. âyetlerdeki sözcüklerin ifade ettikleri anlamların “büyüklük” kıstasına göre aşağıdaki gibi te’vîl edilebileceği; Kur’ân ile ilgili çalışmalar yapan başkalarının da başka kıstaslara göre buna benzer te’vîller yapabilecekleri kanaatindeyiz.
32.Gerçekten o, saray gibi kıvılcımlar atar [yağdırır] .
Gerçekten o, kalın odunlar gibi kıvılcımlar atar [yağdırır] .
Gerçekten o, hurma kütükleri gibi kıvılcımlar atar [yağdırır] .
Gerçekten o, develerin boynu gibi kıvılcımlar atar [yağdırır] .
Gerçekten o, atlar gibi kıvılcımlar atar [yağdırır] .
33.Sanki o sarı erkek develer gibidir.
Sanki o sarı halatlar gibidir.
Sanki o sarı bakır kütleleri gibidir.
Sanki o sarı toplu maddeler gibidir.
Bir benzerini Vâkıa/41-56‘da gördüğümüz bu sahnelerin korkusu yürekleri doldurduğu anda, o bildiğimiz değerlendirme cümlesi yine karşımızdadır: O gün yalanlayanların vay hâline!

35Bu, onların konuşmayacakları gündür. 36Kendilerine izin de verilmez ki, özür dilesinler. 37O gün, yalanlayanların vay hâline!

Bu pasajda, üç şubeli gölgeye gidin talimatı ile karşılarında duran cehennemin maddî korkularını yaşamaya başlayan yalanlayıcıların, talimattan hemen sonraki anları canlandırılmıştır. Talimat, “Gidin!”, gidilmesi emredilen yer ise “ateş”tir. Ateşe nasıl gidilecektir? Acaba yapılacak bir şey, söylenecek bir söz, dilenecek bir özür olabilir mi? Hayır! İşte bu, çaresizliğin getirdiği suskunluk ânıdır. Bu an, insana dilini yutturan bir korku ânıdır.

Bilindiği gibi yevm [gün] sözcüğü Kur’ân’da yerine göre “an, gün, devre, çağ” anlamlarında kullanılmıştır. Dolayısıyla burada yevm [gün] sözcüğü ile cehenneme atılmak üzere olan yalanlayıcıların cehenneme girmeden önceki halleri, korku ve pişmanlıkla nutklarının tutulduğu, konuşacak hâllerinin kalmadığı “son anları” kastedilmiştir.
Günahkârların bu son anlarından önceki hayıflanmaları, pişmanlıkları, birbirleriyle konuşmaları, özür dilemeleri, yeminleri, geri dönmek istemeleri, cennet halkından yardım istemeleri ise mahşer gününe ait sahneler olarak başka âyetlerde (Müddessir/39-47, Zümer/7, Müminûn/106-107, 108 Şu‘arâ/96-102, Secde/12, Tahrîm/7, Rûm/57, Mümin/52) dile getirilmiştir.

Çünkü onlar daha önce peygamberlerle ve –bu sûrenin 5–6. âyetlerinde de bildirildiği gibi– mazur kıldıran ve ikaz eden âyetlerle uyarılmışlardı:

133,134Ve inkâr edenler: “Elçiliğini iddia eden bu kişi, Rabbinden bize bir alâmet/gösterge getirse ya!” dediler. Onlara ilk sahifelerde olan apaçık deliller gelmedi mi? Ve eğer Biz, onları bundan önce bir azap ile değişime/yıkıma uğratsaydık, kesinlikle “Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber gönderseydin de, alçak ve rezil olmadan önce Senin âyetlerine uysaydık!” diyeceklerdi. (Tâ-Hâ/133–134)


172,173Hâlbuki senin Rabbin, kıyâmet günü, “Biz, bunlardan bilgisizdik” demeyesiniz yahut “Bundan önce atalarımız ortak koşmuş, biz onlardan sonra gelen kuşaklarız, bâtılı işleyenlerin işledikleri nedeniyle bizi mi değişime/ yıkıma uğratacaksın?” demeyesiniz diye, Âdemoğulları'nın sulbünden onların soylarını alır ve onları kendi nefislerine tanık eder; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Derler ki: “Elbette Rabbimizsin, tanıklık ediyoruz.”(A‘râf/172–173)


15Kim, kılavuzlanan doğru yolu bulursa, sırf kendi iyiliği için kılavuzlanan doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz, bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık.([/u]İsrâ/15)

59Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi ana kente göndermedikçe, memleketleri değişime/yıkıma uğratıcı değildir. Zaten Biz, halkı şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseler olmayan memleketleri değişime/yıkıma uğratıcı değiliz. (Kasas/59)

Artık tartışma ve özür dileme zamanı geride kalmış, karşı karşıya kalınan korkunç gerçeğin dehşeti benlikleri sarmıştır. Yalanlayıcıların 35–36. âyetlerde belirtilen çekingenliğinin, suskunluğunun, sinmişliğinin bu dehşetten kaynaklandığı düşünülebileceği gibi, aşağıdaki sebeplerden kaynaklandığı da düşünülebilir:
1) Kur’ân’ın bildirdiği gibi inançsızlar haşr meydanında pek çok mazeret ileri sürecekler, kendi suçlarını başkalarının üstüne yıkmaya çalışacaklar, kendilerini saptıranlara saldıracaklar, hatta suçlarını tümüyle inkâra kalkışacaklardır. Ne var ki, organlarının kendi aleyhlerine yapacakları tanıklık ile suçları ispatlanacak ve cezaları kesinleşecektir. İşte, onların 35–36. âyetlere konu olan suskunlukları, hak ve adalet bakımından hiçbir eksikliğe meydan verilmeden yapılan bu yargılama karşısında söyleyecek sözleri kalmamasından ileri gelmektedir, yoksa kendilerine savunma hakkı verilmemesinden değil… Zaten 36. âyette izin verilmeyen şey kendilerini savunmaları değil, özür dilemeleridir. Tüm suçları öyle bir şekilde ispatlanacaktır ki, söyleyecek bir söz bulamayacaklar, ağızları çaresizce kapanacaktır.
2) Gösterilen kanıtlara, gönderilmiş kitaba, peygamberlerin uyarılarına, lütfedilmiş akıl nimetine rağmen oraya inançsız olarak gelmiş olan kişi, dünyada iken horladığı, orada ise ödüllendirildiğini gördüğü kimselerin karşısına bir suçlu olarak çıkarılmış ve teşhir edilmiştir. Bütün suçları ispatlanmış olduğu için de açıkça rezil olmuş, onuru kırılmış, bitmiş ve tükenmiştir. Üstelik bütün bu kepazelikten sonra gideceği yeri de karşısında görmüştür. Ne kaçacak yeri vardır, ne de söyleyecek sözü kalmıştır. Dili tutulmuş, konuşamaz olmuştur.
Sebebi ne olursa olsun, buradaki çekingenlikleri, suskunlukları, sinmişlikleri ürkütücüdür. Bu dehşet anı, onların cehenneme girmeden önceki son anlarıdır. Gerçekten de “o gün yalanlayanların vay hâline” denecek kadar perişan haldedirler.
38Bu, sizi ve öncekileri topladığımız Ayırma Günü'dür. 39Haydi, bir sinsi plânınız varsa hemen Bana bu sinsi plânı uygulayın! 40O gün, yalanlayanların vay hâline!

38. âyetteki, Sizi ve öncekileri topladık ifadesi, Bu ayırma günüdür cümlesini açıklamaktadır. O gün verilecek ayırt edici hüküm, yükümlülerin tümü için söz konusudur. Dolayısıyla yükümlülerin eksiksiz olarak bir araya gelmeleri gerekmektedir. Tüm davalılar duruşmada hazır bulunacak, kimse gıyâbında yargılanmayacaktır. Mahşerde ilk insandan son insana kadar tüm insanların bir araya toplanacakları, inananlar ile inanmayanların birbirlerinden ayrılarak kendi yollarını tutacakları, Kur’ân’ın başka âyetlerinde de bildirilmiştir. Onlardan biri şudur:

59Ve ey günahkârlar! Bugün siz hadi ayrılın!
60-62Ben; “Ey Âdemoğulları! Şeytana kulluk etmeyin, kesinlikle o size apaçık bir düşmandır ve Bana kulluk edin, işte bu dosdoğru yoldur ve andolsun ki şeytan sizden birçok kuşakları saptırdı” diye size ahit vermedim mi? Hâlâ aklını kullananlar değil miydiniz? 63İşte bu, sizin vaat olunmuş olduğunuz cehennemdir.
64Bilerek reddettiğiniz/ inanmadığınız şeyler nedeniyle hadi bugün yaslanın ona! 65Bugün Biz, onların ağızlarının üzerine mühür vururuz; Bize elleri konuşur, ayakları da kazandıkları şeylere şâhitlik eder. (Yâ-Sîn/59–64)


Bir sinsi plânınız varsa hemen Bana bu sinsi plânı uygulayın!

Kıyâmeti yalanlayanların dünyada iken sinsî plânlar ve bahanelerle kendilerini avuttuklarına ve binlerce kez uyarılmış olmalarına rağmen bu tavırlarını sürdürdüklerine Kur’ân’da şöyle değinilmiştir:

15Şüphesiz onlar, oldukça tuzak kuruyorlar. 16Ben de onları cezalandırırım.(Târık/15-16)

42Yoksa bir sinsi plân mı yapmak istiyorlar? Fakat kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimselerin kendileri sinsi plâna düşenlerdir. (Tûr/42)

Şimdi ise bu yalanlayıcıların hile ve sinsî plân yapacak ne güçleri, ne de fırsatları vardır. Bu âyet, onların içinde bulundukları durumu ve akılsız davranışlarını sanki şu sözlerle yüzlerine vurmaktadır: “Haydi bakalım, şu karşı karşıya olduğunuz durumdan kurtulmak için bir çareniz, yolunuz, plânınız varsa hemen yapın! Gücünüz yeterse, alabileceğiniz bir önlem varsa alın da karşınızdaki Allah’ın azabından kendinizi kurtarın!”
Âyetin ifadesinden, suçluların, dünyadaki alışkanlıkla (Târık/15) burada da aynı davranışa teşebbüs edecekleri anlaşılmaktadır. Teşebbüs edecekler ama işi ters yüz etmenin mümkün olmadığını ve artık çaresiz olduklarını da hemen anlayacaklardır.
Yalanlayıcılar bu durumda iken Allah’ın onlara, Bir sinsi plânınız varsa hemen Bana bu sinsi plânı uygulayın diye azarlayan bir ifade ile hitap etmesi, aslında son derece mahcup edici, psikolojik [manevî] bir azaptır. İşte bu sebeple Rabbimiz bunun peşinden, O gün yalanlayanların vay hâline! Buyurmuştur.

41,42Kuşkusuz Allah'ın koruması altına girmiş kimseler gölgeler, pınarlar ve canlarının çektiği meyveler içindedirler. –“43İşlemiş olduğunuz şeylere karşılık afiyetle yiyin, için!”– 44İşte Biz güzel davrananları böyle karşılıklandırırız. 45O gün, yalanlayanların vay hâline!

“Takvâ sahipleri” olarak çevirdiğimiz, المتّقين [muttakîn=muttakîler] sözcüğü, bu âyette المكذّبين [mükezzibîn=yalanlayıcılar] sözcüğünün karşıtı olarak kullanılmıştır. Bu nedenle âyette muttakîler sözcüğü ile kastedilenler, “âhireti yalanlamaktan kaçınanlar, hayatlarını söz ve fiillerinin hesabını vereceklerinin bilincinde olarak sürdürenler”dir.
TAKVÂ: İnsanın kendisini Allah’ın koruması altına koyarak iyiliklere sarılması, günahlardan uzak durması, dolayısıyla âhirette kendisine zarar ve acı verecek şeylerden sakınması demek olan takvâ, Kur’ân’da ilk önce “şirkten kaçma” ve “âhirete inanma” anlamında ortaya konmuş, daha sonra da imanın yansımasını taşıyan tüm amelleri içine alacak şekilde genişletilmiş bir kavramdır. Âyetler Kur’ân’ın bütüncül mesajı gözetilerek incelendiğinde, takvâ‘nın, şu somut fiil ve tutumlarla gerçekleşen bir iç dünya zenginliği [sağlıklı ruh hali] olduğu anlaşılır: “İman etmek, şirkten uzak durmak, Allah’ı unutmamak, Allah ve Elçisi’ne boyun eğmek, inkârcılarla mücâdele etmek, bollukta-darlıkta sahip olunan mallardan bağışta bulunmak, namaz kılmak, zekât vermek, verilmiş sözlerde durmak, sıkıntılara sabretmek, açgözlü olmamak, anaya-babaya iyi davranmak, hiçbir zaman kendini temize çıkarmaya çalışmamak, tövbe etmek, yanlışlarda ısrar etmemek, yaptıklarının affını dilemek, öfkesini dizginlemek, başkalarını bağışlamak, adaletli olmak ve adaleti ayakta tutmaya gayret etmek.”
Bu fiil ve tutumlara takvâ, bu fiil ve tutumları içselleştirerek gönüllerini günaha karşı korumaya alanlara da muttakî denir. Bu fiil ve tutumları benimseyerek içselleştiren inançlı insanlar, fıtratlarındaki kusur ve günah işleme eğilimlerine karşı özlerinde mevcut olan fücûrdan kaçınma eğilimlerini güçlendirmiş, böylece kendilerini günahlardan koruyabilecekleri manevî bir savunma sistemini de harekete geçirmiş olurlar.
Yukarıdaki âyetler, muttakîlerin, cennet ağaçlarının gölgeleri altında olacaklarını müjdelemektedir. Bu gölgeler serinlik vermeyen, ateşten korumayan sözde gölgeler değil, gerçek gölgelerdir. Dolayısıyla muttakîler; yakıcı, susuzluk uyandıran, boğucu cehennem dumanları arasında değil, pınar başlarında, canlarının istediği meyvelerle baş başa olacaklardır. Bu somut nimetlerden de öte, mahşer halkının karşısında şu onurlandırıcı sözlere muhatap olacaklardır: İşlemiş olduğunuz şeylere karşılık afiyetle yiyin, için! İşte Biz, güzel davrananları böyle karşılıklandırırız [ödüllendiririz] .
Muttakîlerin bu durumları kâfirler için bir başka azap çeşidini teşkil etmektedir. Çünkü inançsızlar, dünyada iken haklarında hiç iyilik istemedikleri, hatta nefret ettikleri, can düşmanı gördükleri müminlerin elde ettiği bu başarı karşısında âdeta çıldırmaktadırlar. Ellerinde olsa asla izin vermeyecekleri mükâfatları almalarına bir de kendi acıklı halleri eklenince, duydukları acı tarife sığmaz ölçüde derinleşecek ve artık yok olmayı isteyeceklerdir.
Muttakîlerin ödüllendirileceğini bildiren âyetlerin sonunda yine, O gün yalanlayanların vay hâline! Denilmesi, bu durumun yalanlayıcılar açısından psikolojik [manevî] türden bir azap teşkil ettiğini vurgulamak içindir.

46Yiyin, yararlanın biraz, şüphesiz siz suçlularsınız. 47O gün, yalanlayanların vay hâline!

46. âyette yine “iltifat sanatı” vardır. Bu edebî sanat gereği, anlatım üçüncü şahıstan ikinci şahsa dönmüş, bir önceki pasajda âhiretteki muttakîlere sesleniliyorken, muhatap değiştirilerek bu pasajda dünyadaki suçlulara seslenilmiştir:
Yiyin, faydalanın biraz, şüphesiz siz suçlularsınız.

Bu seslenişle sanki o zavallılara şöyle denmek istenmektedir: “Bu iki durum arasındaki farkı gözlerinizle görünüz. O ebedî dünyanın nimetlerinden mahrum kalma, orada ebedî azaba çarpılma karşılığında şu dünyada azıcık yiyin, keyfinizce yaşayın bakalım.”

Yiyin, faydalanın biraz

Bu ifade ilk bakışta olumlu bir emir gibi görünse de, aslında alabildiğine yasaklama ve sakındırma içeren bir tehdittir. Bu, yalanlayıcılara yapılan tehditlerin dokuzuncusudur. Rabbimiz yalanlayıcılara bu dünyada iken âdeta şöyle seslenmektedir: “Niteliğini açıkladığımız âfetlere, belâlara, sıkıntılara uğrayacak olmanız, sırf dünya zevklerine olan düşkünlüğünüz ve dünya güzelliklerine duyduğunuz aşırı arzu sebebiyledir. Ne var ki, dünyadaki lezzetler ve güzellikler o büyük sıkıntı ile kıyaslandığında pek azdır. Onların peşine düşmek, içinde öldürücü zehir bulunan bir lokma tatlıyı yemek gibidir.”
Dünyanın sınırlı nimetlerine tutkuyla bağlanmanın insanı tekâsüre, istikbâra, istiğnâya, tuğyâna, ölümsüzleşme inancına ve kıyâmeti inkâra götürdüğü bundan önceki sûrelerde bildirilmişti. “Dünyanın değersizliği ve dünyada çok büyük sayılan nimetlerin âhiret nimeti karşısında pek az olduğu” uyarısı, Kur’ân’da birçok kez hem müminlere hem de inançsızlara yapılmış önemli bir uyarıdır. Konunun önemine binaen, başta Peygamberimiz olmak üzere tüm müminlere ve inançsızlara yönelik bu uyarılardan birkaç örnek hatırlatmakta yarar görmekteyiz:
3Bırak onları yesinler, yararlansınlar ve boş umut onları oyalasın. Ama onlar yakında bileceklerdir.(Hicr/3)

8İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, bütün gönlünü O'na vererek Rabbine yakarır. Sonra kendisine tarafından bir nimet lütfettiği zaman da önceden O'na yakardığı hâli unutur da Allah'ın yolundan saptırmak için O'na ortaklar oluşturur. De ki: “Küfrünle; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedişinle biraz yararlan! Şüphesiz sen ateşin ashâbındansın.” (Zümer/8)

30Ve nankörler, O'nun yolundan saptırmak için Allah'a eşler oluşturdular. De ki: “Yararlanınız, artık, şüphesiz dönüşünüz ateşedir.” (İbrâhîm/30)
Ve Yûnus/70, Tâ-Hâ/131, Hicr/88, Nahl/117, Lokmân/24 .

48Onlara, “Allah'a ortak koşmaktan uzak durun” denildiği zaman, ortak koşmaktan uzak durmazlar. 49O gün, yalanlayanların vay hâline!

48. âyetin manası ile ilgili olarak geçmişte yanıltıcı ve tatminkâr olmayan nakiller yapılmış, arkadan gelenler de sürekli bu nakilleri yapanların taklitçileri olmuştur. Böylece âyet hakkında Müslümanlar arasında bizim katılmadığımız bir anlam yerleşmiştir.
Önce bu yerleşik anlamı Râzî’den naklediyoruz:
İbn-i Abbâs, Onlara, “Rükû edindenildiğinde, rükû etmezler ifadesiyle, “namaz” kastedilmiştir” demiştir ki, bu, açıktır. Çünkü rükû, namazın rükünlerindendir. Böylece Allah Teâlâ o kâfirlerin vasıflarından birisinin de namaza çağrıldıklarında namaz kılmamaları olduğunu beyan etmiştir ki, bu, kâfirlerin İslâm’ın fürûu ve amelî hükümleriyle de mükellef ve muhatap olduklarına; iman etmemeleri sebebiyle kâfir iken zem ve ikaba müstahak oldukları gibi, namaz kılmamaları sebebiyle de zem ve ikaba müstehak olduklarına delâlet eder. Çünkü Allah Teâlâ, kâfirleri kâfir iken namaz kılmayışları yüzünden de tenkit etmiştir.
Diğer bazıları da, buradaki rükû ile, “Allah için huşû ve huzur” kastedildiğini ve O’nun dışında kalanlara ibâdet edilmemesi gerektiğinin kastedildiğini söylemiştir. [31]
RÜKÛ: Gerçekten de rükû denince, herkesin aklına “namazda ayakta dururken eğilip belin bükülmesi” gelmektedir. Çünkü sözcük asırlar önce kafalara bu anlamla kazınmıştır.
Klâsik eserlerde de âyette geçen rükû‘dan maksadın, “namazın tamamı” olduğu, “cüz’iyet mecâz-ı mürseli” sanatı ile namazın parçasının anılıp bütününün kastedildiği ifade edilmiştir. Bütün meal ve tefsirlerde de sözcük bu anlam ile kullanılmış ve rükû edin ifadesi, “namaz kılın” olarak anlaşılmıştır. Bu durumda âyetin manası, “Onlara namaz kılın denildiği zaman namaz kılmazlar. O gün yalanlayanların vay hâline!” olup çıkmaktadır.
Bize göre âyetin bu şekilde anlaşılması yanlıştır. Çünkü bu sûrenin indiği dönemde namaz ile ilgili herhangi bir emir ve yaptırım söz konusu değildir. Zaten henüz inanmamış kimselere, “namaz kıl” demenin de bir mantığı yoktur. Âyetin doğru anlaşılabilmesi için önce sözcüklerin doğru anlamlarının bilinmesi gerektiğinden, rükû sözcüğü için Lisânü’l-Arab’a başvurulmuş ve aşağıdaki anlamlara ulaşılmıştır:
1) الرّكوع [rükû] , “hudû” [eğilmek, bükülmek, küçülmek, tam teslim olup itaat etmek, sözü yumuşatmak; kibar, tatlı söylemek] demektir.
2) Rükû, “inhina” [iki büklüm olmak] demektir. Yaşlılıktan beli bükülmüş ihtiyarlara rakea‘ş-şeyhu [ihtiyar iki büklüm oldu] denir.
3) Rükû, “zengin kimsenin sonradan fakirleşmesi” demektir (“beli kırılmak” deyimine eş bir anlam).
4) Rükû,“putlara tapmayıp Allah’a boyun eğmek” [haniflik etmek] demektir. Câhiliye Arapları, aralarında puta tapmayıp yalnızca Allah’a tapanlara, raki [rükû eden] ve rakea ilellâh [Allah’a rükû etti] derlerdi. [32]
Bize göre 4. maddedeki anlam, âyetin en doğru şekilde anlaşılmasını sağlayan anlamdır. Bu durumda âyetin şu şekillerde çevrilmesi mümkündür: “Onlara, “Hanifler olun” [puta tapmayın, tek Allah’a tapın] denildiği zaman hanif olmazlar” veya “Onlara, “Hakka teslim olup itaat edin” denildiği zaman hakka teslim olup itaat etmezler.”
Bu yargıdan sonra yine, O günü yalanlayanların vay hâline denerek yalanlayıcılara, onuncu ve sonuncu tehdit gösterilmiştir. Buna göre onlara âdeta şunlar söylenmek istenmiştir: “Siz dünyayı ve onun lezzetlerini seviyordunuz. Ama iman edip yaratıcınıza hizmetten yüz çevirmeseydiniz, O’na boyun eğseydiniz ve bu imanınızın yanı sıra dünyevî lezzetleri isteme ve bilmeden çeşitli günahlar işleme durumunda kalsaydınız, cehennem azabından kurtulma ve mükâfaat elde etme ümidiniz olurdu.”

50.Artık bundan [Kur’ân’dan] sonra hangi söze inanacaklar?

Sûrenin başından buraya kadar, küfürden vazgeçmeleri için tam on kez değişik azaplarla tehdit edilmiş olan kâfirler, tefekküre davet edilerek ve kanıtlar gösterilerek hakk dine sımsıkı sarılmaları için teşvik edilmişlerdir. Bu son âyet, bu kadar tehdide ve teşvike rağmen hâlâ küfürlerini sürdüren kâfirlerin bu hâllerine şaşırılması gerektiğini vurgulayan bir teaccüp [hayret] ifadesi içermektedir: Artık bundan [Kur’ân’dan] sonra hangi söze inanacaklar?
Bu ifade bir bakıma, “Onlar kendilerine gösterilen bunca delili kabul etmiyorlarsa, bundan başka hiçbir delili kabul etmeyeceklerdir” anlamına gelmektedir. Dikkat edilirse burada Kur’ân mucizesinin en büyük mucize olduğuna işaret edilmektedir. Çünkü Kur’ân’ın mucizesi kıyâmete kadar devam edecektir:
21Eğer Biz, bu Kur’ân'ı bir dağa/çok iri cüsseli bir yükümlü varlığa indirseydik, Allah'a olan saygıyla, sevgiyle ve bilgiyle ürpertiden onu samimiyetle saygı duyar, baş eğer ve parça parça olmuş görürdün. Ve Biz, bu örnekleri iyiden iyiye düşünürler diye insanlara veriyoruz. (Haşr/21)

Bu durumda âyetten şunlar anlaşılabilir: “Yalçın kayaları sarsan, sıra dağları depreme tutulmuş gibi sallayan bu söze, bu Kur’ân’a inanmayan kimse artık hiçbir söze inanmaz. Bu zavallı bedbahtı da mutsuzluk ve acı bir akıbet beklemektedir.”
Gerçekten de en büyük olay, insana hakk ve bâtıl arasındaki farkı anlatan Kur’ân’ın inmesidir. Kur’ân’ı tanıdığı hâlde iman etmeyen bir kişiye başka hangi şey doğru yolu gösterebilir ki?

47Ve işte böylece Biz, sana Kitab'ı indirdik de kendilerine Kitap verdiklerimiz Kur’ân'a inanıyorlar. Ve ehli kitabın dışındakilerden/ Araplardan da ona inananlar vardır. Ve Bizim âyetlerimizi ancak, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek örtbas eden kimseler bile bile reddeder.
48Ve sen bundan evvel herhangi bir kitaptan okumuyordun; sen Kur’ân'ı kendiliğinden yazmıyorsun. Eğer böyle olsaydı, bâtıla inananlar kesinlikle kuşku duyacaklardı.
49Tam tersi Kur’ân, kendilerine bilgi verilenlerin sinelerinde apaçık âyetlerdir. Bizim âyetlerimizi de ancak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar bile bile reddederler.
50Ve onlar, “Ona Rabbinden alâmetler/ göstergeler indirilmeli değil miydi?” dediler. De ki: “Alâmetler/ göstergeler ancak Allah'ın katındadır. Ben ise ancak apaçık bir uyarıcıyım.”
51Kendilerine okunan Kitab'ı şüphesiz Bizim sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır.
(Ankebût/47-51)

Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

[22] Lisânü’l-Arab; c. 5, s. 642-643.
[23] Lisânü’l-Arab; c. 7, s. 48-50.
[24] Kur’ân Hiç Tükenmeyen Mucize, Kur’ân Araştırmaları Grubu, İstanbul Yayınevi, 2003, s. 205.
[25] Lisânü’l-Arab; c. 7, s. 686–687.
[26] Râzî, Mefâtihu‘l-Ğayb.
[27] Kur’ân Hiç Tükenmeyen Mucize, Kur’ân Araştırmaları Grubu, İstanbul Yayınevi, 2003, s. 145-146.
[28] Kur’ân Hiç Tükenmeyen Mucize, Kur’ân Araştırmaları Grubu, İstanbul Yayınevi, 2003, s. 134–138.
[29] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.
[30] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili.
[31] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.
[32] Lisânü’l-Arab; c. 4, s. 232-233; “Rakea” m

Konu dost1 tarafından (15. January 2014 Saat 10:23 PM ) değiştirilmiştir. Sebep: Düzeltmeler yapmak.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla