Konu: Nisa Suresi
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 8. August 2010, 11:17 PM   #9
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

DİYET

Diyet, “maktulün kanının yerine geçmek üzere velîsine ödenen şey”dir. Allah, diyet olarak ödenecek miktarı tayin etmediği için bunun, günün şartlarına göre hakkaniyetle devlet tarafından tayin edilmesi gerekir. Târih kayıtlarına göre Rasûlullah bunu 100 deve, 200 inek veya 2.000 keçi olarak belirlemiştir. Bu o dönemde 800 dinar veya 8.000 dirhem idi. Halifeliği döneminde Ömer, “Şimdi devenin fiyatı arttı, o hâlde diyet olarak 1.000 dinar veya 12.000 dirhem verilmelidir” diyerek, şartlara göre içtihada bulunmuştur.

Bu âyetlerin iniş sebebi ile ilgili şu bilgiler nakledilmiştir:

Huzeyfe ibnu'l-Yeman (r.a), Uhud savaşı'nda Hz. Peygamber ile beraberdi. Derken Müslümanlar bir hata yaparak, Huzeyfe'nin babası Yeman'ı, kâfir zannederek yakalamış ve kılıçla boynunu uçurmuşlardı. Oysa ki Huzeyfe tam o esnada, “O, benim babamdır” demişti, ama onlar Huzeyfe'nin sözünü, ancak babasını öldürdükten sonra anlayabilmişlerdi. Bunun üzerine Huzeyfe, “Allah sizi bağışlasın, çünkü O erhamu'r-râhimîn'dir” demişti. Hz. Peygamber bu sözü duyunca, Huzeyfe'nin kıymeti o'nun nezdinde daha da artmıştı. İşte bunun üzerine de bu âyet-i kerîme nâzil olmuştu.

İkinci rivâyet: Bu âyet, Ebu'd-Derda hakkında nâzil olmuştur. Şöyle ki: Ebu'd-Derda (r.a) bir seriyyede bulunuyordu. Derken, ihtiyacını gidermek için bir yere saptığında koyunları bulunan bir adama rastladı. Kılıcıyla adama saldırdığında, adam, “Lâ ilâhe illallâh!” dedi, ama o adamı öldürdü, koyunlarını da sürüp götürdü. Derken içinde (bu hâdiseden dolayı) bir rahatsızlık duymaya başladı. Bunun üzerine hâdiseyi Hz. Peygamber'e anlatınca, Hz. Peygamber, “Onun kalbini yarsaydın ya [onun kalbini mi yardın]?!” dedi. Bu söz üzerine Ebu'd-Derda, son derece pişman oldu; derken bu âyet nâzil oldu.

Üçüncü rivâyet: Ayyaş ibn Ebî Rabia, Ebû Cehl'in anne bir kardeşi idi, Müslüman olup, kavminden korktuğu için Medîne'ye hicret etmişti. Bu hâdise, Hz. Peygamber'in hicretinden önce vukû bulmuştu. Derken Ayyaş'ın annesi, dininden dönünceye kadar yiyip içmemeye ve herhangi bir çatı altında oturmayacağına [güneş altında kalacağına] dair yemin etti. Bunun üzerine Ebû Cehl, beraberinde Hars ibn Zeyd ibn Ebî Uneyse olduğu hâlde Mekke'den çıktı. Ayyaş'ın yanına geldiler ve uzun uzun konuştular. Ebû Cehl dedi ki:

— Muhammed sana, annene iyi davranmanı emretmiyor mu? O hâlde, üzerinde bulunduğun dini taşıyarak dön ve annene iyilik yap!

Ayyaş bu teklifi kabul ederek, Mekke'ye geri döndü. Mekke'ye yaklaştıklarında, Ayyaş'ın ellerini ve ayaklarını bağladılar. Ebû Cehl, Ayyaş'a yüz sopa vurdu; yüz sopa da Hars vurdu. Bunun üzerine Ayyaş, Hars'a şöyle dedi:

— Şu, Ebû Cehl benim kardeşim, ya sen kimsin ey Hars! Allah'a yemin ederim ki, seni ıssız bir yerde yakalarsam öldüreceğim!

Rivâyet olunduğuna göre Hars, Ayyaş'a, Mekke'ye döndüğünde şöyle dedi:

— Eğer senin tâbi olduğun ilk din hidâyet ise, sen onu bırakmış durumdasın. Yok eğer sapıklık idiyse, sen şu anda ona girdin.

Bu söz, Ayyaş'a çok tesir etti ve Hars'ı öldüreceğine yemin etti. Ayyaş, annesinin yanına vardığında, annesi Ayyaş ilk dinine dönmediği sürece, elinin ayağının çözülmeyeceği hususunda yemin etti. O da bunu yaptı (yani, döndü). Bundan sonra Medîne'ye hicret etti... Hars da Müslüman olup hicret etmişti... Derken, Ayyaş, Hars ile ıssız bir yerde karşılaştı; Müslüman olduğunu bilmediği için onu öldürdü. Hars'ın Müslüman olduğunu öğrenince, yaptığına bin pişman olarak Allah'ın Rasûlü'ne geldi ve dedi ki:

— Müslüman olduğunu bilemeden onu öldürdüm!

İşte bunun üzerine de bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[67]

93. âyetteki, Kim bir mü’mini kasten öldürürse, işte onun cezası, içinde sürekli kalmak üzere cehennemdir. Ve Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için çok büyük bir azap hazırlamıştır buyruğu ile, 92. âyetteki ifade birleştirilirse, burada konu edilen “teammüd”ün [kastın/kasten öldürmenin]; mü’mini, mü’min olduğu için öldürme olduğu anlaşılır. Mü’mini, mü’min olduğu için öldüren de kâfirin ta kendisidir. Nitekim Allah şöyle buyurur:

Ve eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle savaştırılırlarsa hemen onların arasını düzeltin. Şâyet biri ötekinin üzerine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Sonra da eğer dönerse, aralarında adaletle barış yapın ve hakkaniyetle davranın. Şüphesiz ki Allah, hakkaniyetle davrananları sever. (Hucurât/9)

94. Ey iman etmiş kimseler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, hemen iyice araştırın. Ve size selâm veren kimseye, dünya hayatının menfaatini gözeterek, “Sen mü’min değilsin” demeyin. Artık Allah nezdinde çok ganimetler vardır. Önce siz de öyle idiniz de Allah size lütufta bulundu. Onun için iyice araştırın. Şüphesiz Allah, yaptıklarınıza haberdardır.

95-96. Mü’minlerden özür sahibi olmaksızın oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit olamazlar. Allah, mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece itibariyle, oturanlara fazlalıklı kıldı. Ve Allah onların hepsine “en güzel”i vaad etmiştir. Ve Allah mücâhidlere, oturanların üzerine büyük bir ecir fazlalaştırmıştır: Kendi katından dereceler, bir mağfiret ve rahmet. Ve Allah, çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.

Bu âyetlerde olağan üstü koşullarda mü’minlerin nasıl davranması gerektiği beyân edilmektedir. Yukarıda, bir mü’minin bir mü’mini hata ile olması hariç öldürmeyeceği/öldüremeyeceği, kâfirlerin de ancak savaşta öldürülebileceği ifade edilmişti. Burada ise, herhangi bir yanlışlığa düşülmemesi ve basit bir nedenle adam öldürülmemesi için uyarı yapılmaktadır. Müslümanlar, Allah yolunda savaşa çıktıklarında karşılaştıkları insanların Müslüman olup olmadıkları hususunda kesin sonuca varıncaya kadar araştırıp soruşturmalıdırlar. Kâfir düşman haricindekilerle savaşmamalı ve öldürmemeliler. Hele hele kendilerine selâm veren veya barış ve uzlaşma teklif eden yahut da Müslüman olduğunu ifade edenlere –yanlarındaki mal nedeniyle–kesinlikle dokunmamalıdırlar.

Bu âyetin iniş sebebi ile ilgili şu bilgiler verilmiştir:

Bu âyet-i kerîme, bir Müslüman topluluğu hakkında nâzil olmuştur. Bunlar, yolculuklarında, beraberinde bir deve ve satmak üzere bir kaç koyun bulunan bir adamla karşılaştılar. Bu adam onlara selâm verip, “Lâ ilâhe illallâh Muhammedu'r-Rasûlullâh” dediği hâlde, Müslümanlardan birisi hamle yaparak onu öldürdü. Bu durum Peygamber'e (s.a) ağır geldi, bunun üzerine de bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Buhârî de bunu, Ata'dan, o, İbn Abbâs yoluyla rivâyet etmektedir.

İbn Abbâs dedi ki: Beraberinde bir kaç koyun bulunan bir adama, Müslümanlar arkadan yetiştiler. O, “es-Selâmu aleykum” dediği hâlde onu öldürdüler ve beraberindeki koyunlarım aldılar. Bunun üzerine yüce Allah, Dünya hayatının menfaatini arayarak... buyruğuna kadar bu âyet-i kerîmeyi indirdi. Dünya hayatının menfaati ise, sözü geçen birkaç koyundu.

Buhârî'den başka kaynaklarda da şöyle denilmektedir: “Rasûlullah (s.a) o adamın diyetini akrabalarına götürüp teslim etti ve beraberindeki koyunları da geri iade etti.”[68]

Fahreddîn er-Râzî de âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında şu rivâyeti aktarmaktadır:

Fedekli Mirdâs ibn Nehîk, Müslüman olmuş ve kavminden, ondan başka kimse Müslüman olmamıştı. Hz. Peygamber'in (s.a), Gâlib ibn Fudâle komutasında gönderdiği bir seriyye, Mirdâs'ın kavmine gitmişti. Bütün kavim kaçmış, ama o, Müslüman oluşuna güvenerek yerinde kalmıştı. Atlıları görünce, koyunlarını dağın bir oyuğuna çekti. Müslüman atlılar oraya ulaşıp tekbir getirince, o da tekbir getirip onların yanına indi ve şöyle dedi:

— Lâ ilâhe illallâh muhammedu'r-rasûlullâh. es-Selâmu aleykum.

Fakat Usâme ibn Zeyd (r.a) onu öldürdü ve koyunlarını sürüp götürdü. Bunu haber alan Hz. Peygamber (s.a) çok kızdı ve dedi ki:

— Siz onu, yanındaki mala göz diktiğiniz için öldürdünüz.

Sonra bu âyeti Usâme'ye okudu. Usâme de şöyle dedi:

— Yâ Rasûlallah benim için Allah'a istiğfâr et.

Hz. Peygamber (s.a) de şöyle karşılık verdi:

— O, “Lâ ilâhe illallâh” demişken, bu nasıl olur?

Usâme (r.a) şöyle demiştir:

— Hz. Peygamber bu sözü tekrar edip durdu. Öyle ki ben, “Keşke, daha önce Müslüman olmamış olsaydım da o gün Müslüman olsaydım” diye arzu ettim. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a) benim için istiğfâr etti ve, “Bir köle azat et” buyurdu.[69]

94. âyetteki, Ve size selâm veren kimseye, dünya hayatının menfaatini gözeterek, “Sen mü’min değilsin” demeyin ifadesiyle ilgili merhum Mevdûdî'nin güzel bir açıklamasını naklediyoruz:

İslâm'ın ilk zamanlarında “es-selâmu aleykum” ifadesi, Müslümanların tanınmasını sağlayan bir semboldü. Bir Müslüman diğer bir Müslümanla karşılaştığında bu sözlerle selâm veriyor ve bununla “Ben senin topluluğundanım; senin arkadaşın ve dostunum. Senin için ancak barış ve güvenlik sunabilirim. Bu nedenle bana karşı düşmanlık göstermemelisin, benden de düşmanlık ve zarar beklememelisin” demek istiyordu. Bu, sanki orduda, karanlıkta iken düşmanla dostu ayırmak için kullanılan bir parola vazifesi görüyordu.

Selâm vermenin tanınmaya yarayan bir sembol olarak kullanılmasının önemi bilhassa o dönemde çok büyüktü. Çünkü Müslüman bir Arap'la Müslüman olmayan bir Arab'ı birbirinden ayırmaya yarayan açık bir işaret yoktu. Aynı şekilde giyiniyor, aynı dille konuşuyorlardı. Müslümanlar bir kabileye saldırıp orada yaşayan bir Müslümanla karşı karşıya geldiklerinde asıl zorluk baş gösteriyordu. Düşman konumunda olan kişi, “es-Selâmu aleykum” veya “Lâ ilâhe illallâh” derse, saldırı konumunda olan Müslüman bundan şüphe ediyor ve onun, öldürülmekten kurtulmak için yalan söyleyen bir kâfir olduğu kanısına varabiliyordu. Bu nedenle çoğunlukla böyle kimseleri öldürüp mallarını ganimet olarak alıyorlardı. Hz. Peygamber (s.a) Müslümanlara, böyle bir durumda kimseyi öldürmemelerini emrettiği hâlde böyle olaylar tekrarlanıyordu. Bunun üzerine Allah bu sorunu çözümleyen bir âyet indirdi: “Kendisini Müslüman olarak ilân eden kişinin yalan söyleyip söylemediğini merak ederek araştırmak size düşmez. Gerçeği söylüyor olabilir, aynı şekilde yalan söylüyor da olabilir ve derin bir araştırma yapmaksızın hangisinin doğru olduğuna karar verilemez. Bu nedenle Müslüman olduğunu söyleyen yalancı bir kâfirin serbest bırakılması muhtemel olduğu gibi, samimi bir mü’mini öldürme ihtimali de mevcuttur. Her ne olursa olsun yanlışlıkla bir kâfiri serbest bırakmak, sizin için, yanlışlıkla bir mü’mini öldürmekten daha hayırlıdır.”[70]

95-96. âyetlerde konu cihada getirilerek, Mü’minlerden özür sahibi olmaksızın oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit olamazlar. Allah, mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece itibariyle, oturanlara fazlalıklı kıldı. Ve Allah onların hepsine “en güzel”i vaad etmiştir. Ve Allah mücâhidlere, oturanların üzerine büyük bir ecir fazlalaştırmıştır: Kendi katından dereceler, bir mağfiret ve rahmet. Ve Allah, çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir buyurulmuştur. Burada konu savaş değil; savaş öncesinde, savaş esnasında ve savaş sonrasında gösterilen maddî ve manevî çabalardır.

97-98. Kesinlikle meleklerin, kendilerine zulmederlerken vefat ettirdikleri şu kimseler; onlar [melekler], “Ne işte idiniz?” derler. Onlar, “Biz yeryüzünde güçsüzleştirilmiş kimselerdik” derler. Onlar [melekler], “Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi, siz orada hicret etseydiniz ya?” derler. Artık, –erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan göçe güç yetiremeyen, yol bulamayan kimseler hariç– işte bunların varacakları yer cehennemdir. Ve o ne kötü gidiş yeridir.

99. İşte onlar, Allah'ın bu kimseleri affetmesi umulur. Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır.

100. Kim de Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde barınacak çok yer ve genişlik bulur. Kim Allah'a ve Elçisi'ne hicret etmek üzere evinden çıkar, sonra kendisine ölüm gelirse, o kişinin ecri/ödülü şüphesiz Allah'a düşmüştür. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edendir.

Bu âyetlerde de yine olağanüstü koşullarda mü’minlere düşen görevler konu edilmekte; dinini ve inancını koruyamayacağı bir ortamda bulunup da oradan ayrılmayarak kendisini ateşe atan kimseler uyarılmakta ve müşriklerin baskısı altında olanların inançlarını yaşayabilecekleri yerlere gitmeleri gerektiği belirtilmekte, zulme teslim olanlar kınanmaktadır. İslâm'ı yaşayacak yerler olmasına rağmen, müşriklerin arasında kalmaya devam eden; böylece hem onların baskı ve zulmüne katlanmak zorunda kalan hem de inancını tehlikeye atan kimselerin, Biz yeryüzünde güçsüzleştirilmiş kimselerdik diyerek kurtulamayacakları, onlara, Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi, siz orada hicret etseydiniz ya denileceği beyân edilmektedir.

Burada, bir vefat [kişinin tüm yaşamının tastamam hatırlatılma] sahnesi sunulmaktadır, ki vefatı sağlayan, insanın bedenindeki “bellek hücreleri”dir. Bu hususta En‘âm sûresi'nin sonunda “Vefat” başlığı altında yeterli bilgi verilmiştir.[71]

Bu âyetlerin iniş sebebine dair şu bilgiler verilmemiştir:

Bununla kastedilenler, İslâm'a girmiş, Peygamber'e (s.a) iman ettiklerini izhar etmiş Mekkeli bir topluluktur. Peygamber (s.a) hicret edince, kavimleriyle birlikte kalmaya devam ettiler. Onlardan bir kısmı ise dinleri dolayısıyla fitneye [azap ve işkenceye] maruz bırakıldılar ve onlar da bu hususta istenilenlere cevap verdiler. Bedir savaşı sırasında onlardan bir topluluk kâfirlerle birlikte savaşa katıldılar. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.

Şöyle de denilmiştir. Bu kimseler, Müslümanların sayılarını az görünce dinleri hususunda şüpheye düştüler ve irtidad ettiler. İrtidad ettikleri için de öldürüldüler. Müslümanlar ise, “Bizim şu arkadaşlarımız Müslüman idiler. Müşriklerle birlikte çıkmak için zorlandılar. O bakımdan onlara mağfiret dileyin” dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[72]

100. âyetteki, Kim de Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde barınacak çok yer ve genişlik bulur. Kim Allah'a ve Elçisi'ne hicret etmek üzere evinden çıkar, sonra kendisine ölüm gelirse, o kişinin ecri/ödülü şüphesiz Allah'a düşmüştür. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edendir ifadesiyle, zor şartlar altında dinini koruyamama riskiyle karşı karşıya bulunan kimselerin, yurtlarını terk etmeleri emredilmektedir.

101. Ve yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfir kimselerin sizi fitnelendirmesinden [size bir kötülük yapacağından] korkarsanız salâttan kısaltmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Şüphesiz kâfirler sizin için apaçık düşmandırlar.

102. Ve sen onların içinde bulunup da onlar için salât ikâme ettiğin zaman [eğitim-öğretim verdiğin zaman] içlerinden bir kısmı seninle beraber dikilsinler [eğitime katılsınlar]. Silâhlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar boyun eğdiklerine [ikna olduklarında] arka tarafınıza geçsinler. Sonra salâta katılmamış [eğitim-öğretim almamış] diğer bir kısmı gelsin seninle beraber salât etsinler [eğitim, öğretim yapsınlar] ve tedbirlerini ve silâhlarını alsınlar. Kâfirler, silâhlarınızdan ve eşyanızdan gâfil olsanız da size ani bir baskın yapsınlar isterler. Eğer size yağmurdan bir eziyet erişir veya hasta olursanız silâhlarınızı bırakmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Tedbirinizi de alın. Şüphesiz Allah, kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.

103. Sonra salâtı tamamlayınca, artık Allah'ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/güvene erdiğinizde, salâtı ikâme edin. Hiç şüphesiz salât, mü’minler üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır.

Bu âyet grubunda, İslâm dininin temel unsurlarından biri olan salâtın önemine dikkat çekilmiş; sefer ve cephede bile terkedilmemesi gereken bir yükümlülük olduğu ifade edilmiştir. Bu âyetlerden anlaşıldığına göre salât, savaş şartlarında bile ihmal edilemez, ancak kısa tutulur. Bu âyetteki salât, “namaz” değil, “salâtın eğitim ve öğretime yönelik olan zihinsel boyutu”dur. İslâm'ın temel öğelerinden olan salât'ın esnekleştirilmesinden, tüm ilkelerin şartlara göre esnekleştirilebileceği sonucu çıkar.

Korku hâlinde salât'ın icrası, Bakara sûresi'nde de beyân edilmişti:

Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin [el birlik koruyun]. Ve Allah için sürekli saygıda durarak kalkın [işe koyulun/eğitim-öğretim ve sosyal yardım kurumunu işletin]. Ama, eğer korktuysanız, o zaman yaya veya binekli olarak giderken muhafaza edin. Sonra da güvene erdiğinizde bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah'ı hemen zikredin. (Bakara/238-239)

Daha evvel açıkladığımız gibi salât, “namaz” değildir. Bu paragrafta, cephede, korku hâlinde salâtın eğitim-öğretim boyutunun nasıl uygulanacağı açıklanmaktadır.

104. Ve o toplumu takip etmede gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyor idiyseniz, artık şüphesiz onlar da sizin acı çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Ve siz Allah'tan onların ümit edemeyecekleri şeyleri umuyorsunuz. Ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır.

Bu âyette, mü’minlere savaş ortamında nasıl davranmaları gerektiği öğretilmektedir. Buna göre mü’minler, savaş esnasında yorulduk, yaralandık vs. gibi bahanelerle gevşeklik göstermemelidir. Allah bu direktifi verirken, mü’minlerin şu durumları dikkate almalarını da istemektedir:

• Eğer siz acı çekiyorsanız, onlar da acı çekiyorlar.

• Siz Allah'tan onların ümit edemeyecekleri şeyleri umuyorsunuz.

İkinci madde de zikredilen, “onların ümit etmeyip mü’minlerin ümit ettiği şey”, dünyada Allah'ın dininin yayılması, Allah yolunda şehâdet; âhirette de cennet ve onun nimetleridir. Müşrik ve münâfıkların böyle bir beklentileri söz konusu değildir.

Bu âyetin benzerleri daha önce de geçmişti:

Eğer size bir yara değmişse, o kavme de benzeri bir yara dokunmuştu. Ve işte o günler; Biz onları, Allah'ın sizden iman eden kimseleri bilmesi ve sizden şâhitler edinmesi, Allah'ın iman eden kimseleri arındırması, kâfirleri de mahvetmesi için insanlar arasında döndürür dururuz. Ve Allah zâlimleri sevmez. (Âl-i İmrân/140-141)

Ey Nebi! Sana ve mü’minlerden sana uyan kimselere Allah yeter! (Enfâl/64)

105. Şüphesiz Biz, Allah'ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmedesin diye Kitab'ı hakk olarak indirdik. Sen de hâinler için savunucu olma!

106. Ve Allah'tan bağışlanma dile. Şüphesiz, Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edendir.

107. Kendilerine hâinlik edenleri de savunma. Şüphesiz Allah, ileri derecede hâinlik eden günahkârları sevmez.

108. Onlar, insanlardan gizlemek isterler de Allah'tan gizlemek istemezler. Hâlbuki O [Allah], onlar, O'nun sözden razı olmadığı şeyleri gece planlarlarken kendileriyle beraberdir. Ve Allah, onların yaptıklarını kuşatıcıdır.

109. Haydi, siz basit yaşamda onları savundunuz. Peki kıyâmet gününde Allah'a karşı onları kim savunacaktır yahut kim onlara vekîl olacaktır?

110. Kim bir kötülük işler yahut nefsine zulmeder, sonra da Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah'ı çok bağışlayıcı ve çok merhametli bulur.

111. Kim de bir günah kazanırsa, kendi aleyhine kazanmış olur. Ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır.

112. Kim de bir hata veya bir günah kazanır da sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, o zaman kesinlikle bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.

113. Ve eğer senin üzerinde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, kesinlikle onlardan bir güruh seni saptırmaya çalışmıştı. Hâlbuki onlar, kendilerinden başkasını saptırmazlar ve sana hiç bir zarar veremezler. Allah, sana Kitab'ı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın senin üzerindeki lütfu çok büyüktür.

Bu âyetlerde Rasûlullah'a şu talimatlar verilmiştir:

• Senin görevin, Allah'ın sana gösterdiği gibi, insanlar arasında Hakk Kitap ile hükmetmek ve hâinler için savunucu olmamaktır.

• Allah'tan bağışlanma dile. (Şüphesiz, Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edendir.)

• Kendilerine hâinlik edenleri de savunma. (Şüphesiz Allah, ileri derecede hâinlik eden günahkârları sevmez.)

Rasûlullah'a verilen bu direktiflerden sonra, münâfıkların, yaptıkları kötülükleri insanlardan gizleyip Allah'tan gizlemedikleri, Allah'tan bir şey gizleyemeyecekleri, onlar geceleri kötü plan yaparken Allah'ın kendileriyle beraber olduğu, her şeylerini kuşattığı, dünyada savunan olsa bile kıyâmet gününde Allah'a karşı onları kimsenin savunamayacağı, onların bir vekîlinin olmayacağı bildirilerek aklılarını başlarına almaları istenmektedir. Daha sonra da evrensel bir beyânneme olarak şöyle denilmektedir: Kim bir kötülük işler yahut nefsine zulmeder, sonra da Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah'ı çok bağışlayıcı ve çok merhametli bulur. Kim de bir günah kazanırsa, kendi aleyhine kazanmış olur. Ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır. Kim de bir hata veya bir günah kazanır da sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, o zaman kesinlikle bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.

Bu âyetlerin iniş sebebine dair nakledilenler:

Bu âyet-i kerîme, Peygamber'in (s.a) şerefini ve keremini yükseltmekte, o'nu tazim ve işi o'na havale etmekte ve hüküm vermesi hâlinde de dosdoğru yol üzerinde o'nu doğrultmaktadır. Diğer taraftan Ubeyrıkoğulları ile ilgili olarak kendisine gelen dava dolayısıyla da kusurlu olanları azarlamaktadır.

Bu Ubeyrıkoğulları, Bişr, Beşr ve Mübeşşir adında üç kardeş idiler. Ayrıca bunların Useyr b. Urve adında bir amca çocukları da vardı. Bunlar gece vakti Rıfaa b. Zeyd'e ait bir odanın duvarını delmişler ve ona ait birtakım zırhları ve yiyeceği [unu] çalmışlardı. Sonra bu, tesbit edildi. Çalanın yalnızca Beşr olduğu da söylenmiştir. Künyesi, Ebû Ta’me idi. Bir zırh çalmıştı. Yine denildiğine göre, bu zırh içinde un bulunan bir çuvalda bulunuyordu, Çuvaldaki bir delik dolayısıyla un yere dökülmüştü. Evine varıncaya kadar bu böyle oldu. Rıfaa'nın kardeşinin oğlu olan Katâde b. en-Nu‘man gelip onları Peygamber'e (s.a) şikâyet etti. Bunun üzerine, Useyr b. Urve Peygamber'in (s.a) yanına gelerek şöyle dedi:

— Ey Allah'ın Rasûlü! Bunlar, salah sahibi ve dinine bağlı bir aile halkını hırsızlıkta suçladılar. Ellerinde bir delil olmaksızın hırsızlık yaptıkları iddiasıyla onlara iftirada bulundular.

Peygamber (s.a) de Katâde ile Rıfaa'ya kızıncaya kadar onları savunmaya koyuldu. Bunun üzerine yüce Allah, Kendi nefislerine hâinlik edenleri savunma... (Nisâ/107) âyeti ile; Kim bir hata veya bir günah kazanırsa, sonra da onu bir suçsuzun üstüne atarsa… (Nisâ/112) buyruklarını indirdi. Hırsızlık yapmakla itham ettikleri suçsuz kişi ise, Lebid b. Sehl idi. Bunun, Zeyd b. es-Semin olduğu söylendiği gibi, Ensâr'dan bir kişi olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah, bu buyruklarını indirince, bu sefer hırsız Ubeyrık, Mekke'ye kaçtı ve Sa‘d b. Şehid'in kızı Sülafe'nin misafiri oldu. Hassan b. Sâbit, Sülafe hakkında –ona misafir olan Ubeyrık'a işaret ederek– şu beyitleri söyledi:

Sa‘d'ın kızı onu misafir etti ve sabah olduğunda en ufak şeye varıncaya kadar o onunla öteki de onunla çekişmeye koyuldu.

Yaptığınızın bize gizli kalacağını sandınız. Hâlbuki aramızda vahyin kendisine bunları bildirdiği bir Peygamber vardır.

Sülafe bunları işitince, “Sen bana Hassan'ın şiirini mi hediye getirdin?” dedi ve eşyalarını alıp evin dışına bıraktı. Bunun üzerine o da Hayber'e kaçtı ve irtidad etti. Daha sonra geceleyin yine oradan bir şeyler çalmak üzere bir evin duvarını oyarken, duvar üzerine düştü ve mürted olarak öldü.[73]

Müfessirler, bu âyetlerin çoğunun, Tu’me ibn Ubeyrık hakkında nâzil olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Sonra bu sebeb-i nüzûl hâdisesinin nasıl cereyan ettiği hususunda değişik rivâyetler vardır:

1) Tu’me bir zırh çalmıştı. Bu zırh kendisinden istendiği zaman, bu hırsızlığı Yahûdilerden birinin üzerine attı. Onunla o Yahûdinin kavmi arasında davalaşma iyice kızışınca, münâfık Tu’me'nin sülalesi Hz. Peygamber'e (s.a) gelerek, bu dava hususunda kendilerine yardım etmesini ve bu hırsızlık işini Yahûdinin yaptığına hükmetmesini istediler. Hz. Peygamber (s.a) de, (onların sözüne güvenerek) bunu yapmak isteyince, işte bu âyet nâzil oldu.

2) Birisi, Tu’me'ye bir zırh emânet etti, fakat o anda buna bir şâhit yoktu. O adam, Tu’me'den zırhı isteyince, Tu’me inkâr etti.

3) Zırhı emânet eden bunu isteyince, Tu’me, onu falan Yahûdinin çaldığını iddia etti.

Bil ki âlimler, “Bu âyet, Tu’me ve sülalesinin münâfık olduklarına delâlet eder. Böyle olmasaydı onlar, Hz. Peygamber'den (s.a) asılsız bir şeye yardım etmesini ve bu hırsızlığı, bir yalan ve iftira olarak o Yahûdiye isnad etmesini isteyemezlerdi” demişlerdir. Bunu, Onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar ve sana hiç bir şekilde zarar veremezler (Nisâ/113) âyeti de tekit eder. Rivâyet edildiğine göre, Tu’me daha sonra Mekke'ye kaçıp, irtidad etmiş ve orada hırsızlık yapmak için bir duvarı delmiş ve derken o duvar üzerine göçmüş, böylece orada ölmüştür.[74]

Paragrafın son âyetinde ise Rasûlullah'a, arkasından çevirilen dolaplar bildirilip, münâfıkların kendisine bir zarar veremeyecekleri, o'na toplumu idare edecek ilkeler indirildiği ve indirilmeye devam edeceği beyân edilmektedir: Ve eğer senin üzerinde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, onlardan bir güruh seni saptırmaya çalışırdı. Hâlbuki onlar, kendilerinden başkasını saptırmazlar ve sana hiç bir zarar veremezler. Allah, sana Kitab'ı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın senin üzerindeki lütfu çok büyüktür.

114. Bir sadakayı yahut ma‘rûfu veyahut da insanlar arasını düzeltmeyi emreden kişinin ki hariç, onların fısıldaşmalarından çoğunda hayır diye bir şey yoktur. Kim bunları Allah'ın rızasını gözeterek yaparsa, Biz, yakında ona çok büyük bir mükâfât vereceğiz.

115. Ve kim kendisine doğru yol apaçık ortaya çıktıktan sonra Elçi'ye karşı çıkar ve mü’minlerin yolundan başkasını izlerse, Biz onu döndüğü şeye döndürürüz ve onu cehenneme sokarız. O da ne kötü bir gidiş yeridir!

Bu âyetlerde, insanlığa ahlâk kuralları ve toplumun Elçi'ye nasıl davranması gerektiği öğretilmektedir. Önce, fısıldaşmanın [gizli görüşmenin/konuşmanın] iyi bir şey olmadığı, ancak fısıldaşmanın sadaka, eğitim ve barış hususunda yapılacak bir şey olduğu açıklanmış ve bunları Allah rızası için yapanların ödüllendirileceği bildirilmiş; sonra da, gerçek kendisine bildirilmesine rağmen Elçi'ye karşı çıkan, mü’minlerin yolundan başka yollar izlemeye kalkanlar cehennem ile tehdit edilmişlerdir.

Rasûlullah hakkında fısıldaşmalar [gizli görüşmeler ve buluşmalar] hususunda İsrâ sûresi'nde de bilgi verilmişti:

Biz onların seni dinlediklerinde ne için dinlediklerini, gizli konuşmalarında da o zâlimlerin, “Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz” dediklerini çok iyi biliriz. (İsrâ/47)

Bu âyetin nüzûl sebebi hakkında şu nakledilmiştir:

İlim adamları derler ki: Bu iki âyet-i kerîme, hırsızlık yapan İbn Ubeyrık hakkında nâzil olmuştur. Peygamber (s.a), onun elinin kesilmesi hükmünü verince, o da Mekke'ye kaçıp irtidad etti. Bunun üzerine bu buyruklar nâzil oldu.

Sa‘îd b. Cübeyr dedi ki: “Mekke'ye varınca, orada da bir evin duvarını oydu. Müşrikler onu yakalayıp öldürdüler. Bunun üzerine Allah, Şüphesiz Allah, Kendisine eş koşulmasını mağfiret etmez... muhakkak ki uzak bir sapıklıkla sapılmıştır buyruğunu indirdi.[75]

116. Hiç şüphesiz, Allah, Kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun aşağısında kalanları ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.

117. Onlar, Allah'ın astlarından, yalnızca dişilere yakarırlar. Ve onlar ancak inatçı şeytana yakarırlar.

118-119. Allah ona [şeytana] lânet etti. Ve o [şeytan], “Elbette Senin kullarından belirli bir pay alacağım, onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah'ın yaratışını/ölçülendirdiğini bozacaklar” dedi. Ve her kim Allah'ın astından şeytanı velî edinirse, o zaman şüphesiz o, apaçık bir ziyan ile ziyana uğrar.

120. O [şeytan], onlara vaadde bulunur ve onları kuruntulandırır. Oysa şeytan onlara aldatmadan başka bir şey vaad etmez.

121. İşte bunlar, varacakları yer cehennem olanlardır. Onlar oradan kaçacak bir yer de bulamazlar.

122. Ve iman eden ve sâlihâtı işleyen kimseler de; Biz onları, Allah'ın gerçek bir vaadi olmak üzere, içinde ebedî olarak kalıcılar olarak, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Ve sözce Allah'tan daha doğru kim olabilir?

Bu âyetler insanların kurtuluş beyannamesidir. Burada Allah, rahmet kapılarını açıp, herkesi kurtuluşa davet etmekte, kendilerine kötülük gelecek yerleri bildirmekte, aklını kullanmayarak İblis'e uyanları tehdit etmekte ve iman edip sâlihâtı işleyenleri müjdelemektedir.

Âyetlerin mesajı gâyet açık ve net olmakla birlikte birkaç nokta üzerinde durmak istiyoruz. 117. âyetteki, Onlar, Allah'ın astlarından, yalnızca dişilere yakarırlar ifadesiyle kastedilen, o günün meşhur putları Lat, Uzza ve Menat'tır, ki bunlar, “dişil” kalıplı sözcüklerdir. Her müşrik kabilenin tapındığı bir putu vardı ve bunlara dişi isimleri verirlerdi:

O âhirete inanmayanlar, melekleri mutlaka dişilerin isimlendirilmesiyle isimlendiriyorlar. (Necm/27)

Âyetteki, Ve onlar ancak inatçı şeytana yakarırlar ifadesindeki inatçı şeytan, “İblis”tir. İblis'in insanlar üzerindeki etkisinin daha iyi anlaşılması için İblis ile alakalı âyetleri hatırlamakta yarar vardır:

(Allah,) “Haydi sen belirli bir vakte kadar bakıtılanlardansın [karşıda duranlardansın/mühlet verilenlerdensin]” buyurdu. (İblis,) “Öyle ise izzet ve şerefine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka azdıracağım, ancak içlerinden arıtılmış kulların müstesnâ” dedi. (Allah) buyurdu ki: “Hakk budur. Ben de şu hakkı söylüyorum: Andolsun ki, cehennemi mutlaka senden ve onların sana uyanlarından; hepinizden dolduracağım.” (Sâd/80-85)

O [İblis], “Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, and olsun ki, ben onlar için Senin dosdoğru yoluna oturacağım, sonra yine and olsun ki onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını şükredenler bulmayacaksın” dedi. O [Allah], “Haydi, sen, yerilmiş ve itilmiş olarak oradan çık. Onlardan sana kim uyarsa, and olsun ki, sizin hepinizden cehennemi dolduracağım” dedi. Ve (Allah), “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette iskân edin, dilediğiniz yerden de yeyin ve şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zâlimlerden olursunuz” (dedi). Derken o [İblis], onların kendilerinden gizli kalan çirkinliklerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi. Ve “Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikinizin de birer melek/melik olmanız ya da ebedî kalıcılardan olmanız için sizi şu ağaçtan men etti” dedi. Ve “Elbette ben size öğüt verenlerdenim” diye onlara yemin etti/kanıtlar ileri sürdü. Böylece onları aldatarak zillete düşürdü. Ağacı tadınca, çirkinlikleri kendilerine belli oldu ve cennet yapraklarından üst üste yamayıp üzerlerine almaya başladılar. Rabb'leri onlara seslendi: “Ben sizi o ağaçtan men etmedim mi ve size, ‘Bu şeytan kesinlikle sizin için apaçık düşmandır’ demedim mi?” (A‘râf/16-22)

O [Allah] dedi ki: “Git! Sonra onlardan kim sana uyarsa, bilin ki, şüphesiz ki, cezanız yeterli bir ceza olarak cehennemdir. Onlardan gücünü yetirdiklerini sesinle sars. Ve atlılarınla ve yayalarınla onların üzerine yaygara kopar! Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol! Ve onlara vaatlerde bulun.” –Ve şeytan onlara aldatmadan başka bir şey vaad etmez.– Şüphesiz ki, Benim kullarım; senin için onlar aleyhine hiç bir güç yoktur.” –Vekîl olarak da Rabbin yeter.– (İsrâ/64-65)

Burada İblis'in insanları nelerle aldatacağı da açıklanmıştır. Buna göre İblis, insanları, “boş kuruntulara sokarak, hayvanların kulaklarını yardırarak ve Allah'ın yaratışını/ölçülendirdiğini bozdurarak” yoldan çıkaracaktır.

Âyetteki, hayvanların kulaklarını yardırmak ifadesiyle, İblis'in insanlara kendi ürettikleri bir din icat ettireceğine işaret edilmektedir. Nitekim müşrikler Bahîre, Sâibe adı altında hayvanların kulaklarını yarıp onları haramlaştırmışlardır. Burada müşriklerin bu uygulaması, baz alınarak genel olguya işaret edilmiştir.

ALLAH'IN YARATIŞINI/ÖLÇÜLENDİRDİĞİNİ BOZDURMAK

Bu ifadeler, genellikle hayvanları burmak, insanları iğdiş etmek vs. şeklinde anlaşılmıştır. Ama burada konu edilen “bozma”nın, varlıkların genleriyle oynamak, insanların yararlanması için yaratılmış ay, güneş, taş, toprak vs. gibi varlıkları kutsallaştırarak ilâh hâline getirmek, sırtlarına binilsin, etleri yenilsin diye yaratılan hayvanları haramlaştırmak, meşru cinsel sınırın dışına çıkarak homoseksüellik ve lezbiyenlik yapmak, mazeretsiz hitan yapmak, kısacası tüm doğayı, doğadaki dengeyi bozmak şeklinde geniş manada anlaşılması daha uygun olur.

Paragrafın sonunda mü’minlere verilen müjdelerin akabinde, Ve sözce Allah'tan daha doğru kim olabilir? buyurulmuştur. Bu sorunun cevabı, tabii ki, “hiç kimse!” şeklindedir. Allah sözünün ve vaadinin doğru olduğunu birçok yerde beyân etmiştir:

Eğer siz o'na [Elçi'ye] yardım etmezseniz, bilin ki Allah o'na kesinlikle yardım etmiştir. Hani o küfretmiş kişiler, o'nu ikinin ikincisi olarak çıkarmışlardı. Hani ikisi mağarada idiler. Hani o, arkadaşına, “Üzülme, şüphesiz Allah bizimle beraberdir” diyordu. Bunun üzerine Allah, o'nun üzerine huzur indirmiş, o'nu sizin görmediğiniz askerlerle desteklemiş ve küfreden kişilerin sözünü en alçak kılmıştı. Allah'ın kelimesi de en yücenin ta kendisidir. Ve Allah, azîz'dir, hakîm'dir. (Tevbe/40)

123. O [bu iş], sizin kuruntularınızla ve Ehl-i Kitab'ın kuruntularıyla değildir. Kim kötülük yaparsa onunla cezalandırılır. Ve o kendisi için Allah'ın astlarından bir velî ve iyi bir yardımcı bulamaz.

124. Ve erkekten veya kadından, kim mü’min olarak sâlihâtı işlerse, artık işte onlar, cennete girerler. Ve hurma çekirdeğinin sırtındaki çukur [zerre] kadar zulme uğratılmazlar.

125. Ve din bakımından, iyilik-güzellik üreten biri olarak, yüzünü [kendisini] Allah için islâmlaştırandan ve hanîfçe, İbrâhîm'in dinine tâbi olan kimseden daha iyi-güzel kim olabilir? Ve Allah, İbrâhîm'i “halîl” [imam/önder] edindi.

126. Ve göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca Allah'ındır. Ve Allah, her şeyi iyice kuşatıcıdır.

Yukarıda İblis'in insanları boş kuruntularla aldatacağı açıklanmıştı. Burada ise, insanların boş kuruntulardan arınarak hakka yönelmeleri ve kurtuluşa ermeleri istenmektedir. Âyetin açık ifadesine göre, cennete girmek ve erdemlilik kimsenin kuruntusuna göre değildir; kötülük yapanlar cezalandırılır, imanlı olarak sâlihât işleyenler mükâfâtlandırılır ve kimseye zerrece hakksızlık edilmez.

Bu âyet grubunun iniş sebebine dair şu bilgiler verilmiştir:

Bu buyruğun sebeb-i nüzûlü ile ilgili yapılan rivâyetlerin en güzeli, el-Hakem b. Ebâ'nın İkrime'den, onun da İbn Abbâs'tan yaptığı şu rivâyettir: İbn Abbâs dedi ki: Yahûdilerle Hristiyanlar, “Cennete bizden olandan başkası girmeyecektir” dediler. Kureyşliler ise, “Biz, öldükten sonra diriltilmeyeceğiz” dediler. Bunun üzerine yüce Allah, İş, ne sizin kuruntularınıza, ne de Kitap Ehlinin kuruntularına kalmıştır buyruğunu indirdi.

Katâde ve es-Süddî der ki: Mü’minlerle Kitap Ehli birbirlerine karşı övünmeye koyuldular. Kitab ehli şöyle dedi:

— Peygamberimiz peygamberinizden, kitabımız kitabınızdan öncedir ve biz sizden daha çok Allah'a yakınız.

Mü’minler ise şöyle karşılık verdiler:

— Peygamberimiz peygamberlerin sonuncusudur. Kitabımız ise, diğer kitaplara karşı hakem mevkiindedir.

Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[76]

124. âyette, Ve erkekten veya kadından, kim mü’min olarak sâlihâtı işlerse, artık işte onlar, cennete girerler ifadesiyle, cennete girmek mü’min olma şartına bağlanmıştır. Bu hususu ifade eden âyetler daha evvel geçmişti:

İşte onlar, Rabb'lerinin âyetlerini ve O'na ulaşmayı inkâr etmiş kimselerdi de bu yüzden yaptıkları bütün amelleri boşa gitti. Artık kıyâmet günü onlar için hiç bir ölçü tutturmayız [hiç bir değer vermeyiz]. (Kehf/105)

Şüphesiz ki şu inkâr etmiş ve inkârcı oldukları hâlde de ölen kişilerin hiç birinden, yeryüzü dolusu altın –onu fidye verseler bile– asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar, dayanılmaz azap kendileri için olanlardır. Onlar için yardımcılardan da yoktur. (Âl-i İmrân/91)

Rabb'lerini inkâr eden kimselerin durumu; onların yaptıkları tıpkı fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu bir kül gibidir. Kazandıklarından hiç bir şeyi elde tutamazlar. İşte bu, uzak sapıklığın ta kendisidir. (İbrâhîm/18)

Âyette konu edilen kuruntular, müşriklerin Ka‘be'ye yaptıkları hizmeti, hacılara dağıttıkları su ve yemeği, misafirlere yaptıkları ikramı kurtuluş vesilesi sanmaları; Yahûdilerin de “Biz Allah'ın oğullarıyız ve sevdikleriyiz, bizi ateş sayılı günlerde yakar” (Bakara/111, Mâide/18 ve Bakara/80) gibi kendi kendilerini avutmalarıdır.

ALLAH'IN İBRÂHÎM'İ HALÎL EDİNMESİ

125. âyette, Ve Allah, İbrâhîm'i halîl edindi buyurulmaktadır. Klâsik eserlerde bu ifade, “Allah İbrâhîm'i dost edindi” şeklinde anlaşılmıştı. İbrâhîm (a.s) Allah'a halîl/dost yapılınca, Peygamberimiz de Allah'a habîb/sevgili yapılıvermiş; İbrâhîm'e “halîlullâh”, Rasûlullah'a da “habîbullâh” [Allah'ın sevgilisi] denilmiştir.

الخليل [HALÎL]

Araştırılmadan geçiştirilen ve bu nedenle de İslâmî anlayışa yakışmayacak bir anlayışın, sanki Kur’ân kaynaklıymış gibi kabulüne neden olan خليل[halîl] sözcüğü, “mübalağa ism-i fail” kalıbında olup sözcüğün kökü, خ ل ل'dir [hll'dir].

خ ل ل[hll] kökünün esas anlamı, “bozmak”tır. Bu anlamdan hareketle yiyeceklerin ekşimesi [bozulması], meyve sularının şaraplaşması, herhangi bir nesnenin bozulması, bitişik iki nesnenin arasının açılması, iki arkadaşın arasının açılması [bozuşmaları], çölde kum üzerinde yürüyerek iz bırakmak [kumun yüzeyini bozmak], çölde kum üzerinde yol açmak, kişinin durumunun bozulması [fakirleşmesi] bu sözcükle ifade edilir. (Türkçe'deki, “halel getirmek”, “halletmek” tabirleri de bu sözcükten dilimize girmiştir.) Bu sözcüğün türevlerinden olan خُللة[hulle] ve خِلّ [hıll] kalıpları, “sadakat, dostluk, sevgi” anlamında kullanılır.[77] (Sözcüğün bu anlamda kullanılması, esas anlamın tam zıddı olup, arada bozukluk olmaması anlamına gelir. Öyleyse bu sözcüğün, eşbah'tan [zıt anlamlı kullanılan sözcüklerden] kabul edilmesi gerekir.)

خ ل ل[hll] kökünün anlamları dikkate alındığında, خليل[halîl] sözcüğü, “ileri derecede, en iyi şekilde bozan” anlamına gelir.

Bu sözcüğün içinde bulunduğu âyet, sözcüğün إتّخاذ [ittihaz/edinme] fiiliyle kullanıldığı ve Allah'ın yarattıklarına ihtiyaç duymaktan münezzeh olduğu dikkate alındığında, sözcüğün “çölde kum üzerinde yürüyerek iz bırakmak [kumun yüzeyini bozmak], çölde kum üzerinde yol açmak” anlamından hareketle, “en yi iz bırakan, en iyi çığır açan” manasına geldiği anlaşılır. Bu durumda âyetin meali şöyle olur: Ve din bakımından, iyilik-güzellik üreten biri olarak, yüzünü [kendisini] Allah için islâmlaştırandan ve hanîfçe, İbrâhîm'in dinine tâbi olan kimseden daha iyi-güzel kim olabilir? Ve Allah, İbrâhîm'i halîl [en iyi iz bırakan, çığır açan] edindi.

Bilindiği gibi toplumda, iz bırakanlara, çığır açanlara imam [önder] denir. Zaten Allah da İbrâhîm'i imam kıldığını, o'nun güzel örnek olduğunu, sonradan gelen elçilere o'nu izlemelerini emrettiğini beyân buyurmuştur:

Ve hani Rabbi İbrâhîm'i, birtakım kelimeler ile belalandırmış [sınamış], o da onları tam olarak yerine getirmişti. O [Rabbi], “Ben seni insanlara imam [önder] yapacağım” demişti. O [İbrâhîm], “Zürriyetimden de (önderler yap!)” dedi. O [Rabbi], “Benim ahdim zâlimlere ulaşmaz!” dedi. (Bakara/124)

İbrâhîm'de ve o'nunla beraber bulunanlarda –İbrâhîm'in babası için, “Senin için mutlaka mağfiret dileyeceğim. Ve Allah'tan olan hiç bir şeye gücüm yetmez” demesi hariç– kesinlikle sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine, “Biz sizden ve sizin Allah'ın astlarından taptıklarınızdan uzağız. Biz sizi inkâr ettik. Ve siz bir tek olarak Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda ebedî bir düşmanlık ve buğz belirmiştir. Rabbimiz! Yalnız Sana dayandık, Sana yöneldik. Ve dönüş ancak Sanadır. Rabbimiz! Bizi inkâr edenler için bir fitne kılma! Bizi bağışla! Rabbimiz! Şüphesiz Sen azîz ve hakîm'in ta kendisisin!” demişlerdi. Andolsun, onlarda sizin için; Allah'ı ve âhiret gününü uman kimseler için güzel bir örnek vardır. Kim yüz çevirirse bilsin ki, şüphesiz Allah, zenginin, hamde layık olanın ta kendisidir. (Mümtehine/4-6)

Ve Biz o'na [İbrâhîm'e] dünyada iyilik-güzellik verdik. Ve şüphesiz o, âhirette de kesinlikle sâlihlerdendir. Sonra sana, “Hanif olan ve müşriklerden olmayan İbrâhîm'in milletine tâbi ol” diye vahyettik. (Nahl/122-123)

Halîl sözcüğü, tekil ve çoğul olarak başka âyetlerde de geçmektedir:

Az kalsın onlar seni, sana vahyettiğimizden uzaklaştırarak ondan başkasını Bize isnat edesin diye fitneye düşüreceklerdi [sana yanlış yaptırıp seni ateşte yakacaklardı]. İşte o takdirde seni halîl [önder] edinirlerdi. (İsrâ/73)

İşte o gün gerçek hükümranlık, Rahmân'a özgüdür. Kâfirler için ise o, pek çetin bir gün olmuştur. Ve o gün, o zâlim kimse ellerini ısırarak; “Eyvah, keşke Elçi ile beraber bir yol tutsaydım! Eyvah, keşke falancayı halîl [önder] edinmeseydim. Hiç şüphesiz bana geldikten sonra, beni Zikir'den o saptırdı. Ve şeytan insan için bir rezil edenmiş!” der. (Furkân/26-29)

O gün muttakiler hariç tüm izdaşlar [birbirinin izinden, ardından gidenler], birbirlerine düşmandırlar. (Zuhruf/67)

Paragrafın son âyetindeki, Ve göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca Allah'ındır. Ve Allah, her şeyi iyice kuşatıcıdır ifadesiyle, insanın Allah'a teslim olmaktan başka çıkar yolunun bulunmadığı beyân edilmektedir.

127. Senden o kadınlar [yetimlerin kadınları] hakkında fetva istiyorlar. De ki: “Onlar hakkında fetvayı Allah ve ‘kendilerine farz kılınmış olanı vermediğiniz ve kendilerini nikâhlamaya rağbet etmediğiniz kadınların yetimleri hakkındaki ve ezilmek istenen çocuklar hakkındaki ve yetimler için hakkaniyeti ayakta tutmanız hakkındaki Kitap'ta size okunanlar’ verir.” Ve hayırdan ne işlerseniz, biliniz ki, şüphesiz Allah onu en iyi bilendir.

Medîne'de yetimler ve yetimlerin kadınları ile ilgili problemlerin oluştuğu bir dönemde bağımsız bir necm olarak inen bu âyet, yetim hukukunu düzenlemektedir. Âyetin içeriğinden açıkça anlaşıldığına göre, “yetimlerin” kadınları” hakkında Rasûlullah'tan fetva[78] istenmiş, Allah da, söz konusu fetvanın, Allah tarafından verildiğini (bkz. Nisâ/1-10) beyân etmiştir.

Bu âyetteki يتامى الساء[yetâme'n-nisâ’/o kadınların yetimleri] ifadesi, sûrenin 3. âyetinde bulunan en-nisâ’ [o kadınlar] ifadesini de iyice belirginleştirmektedir. Zira, يتامى الساء [yetâme'n-nisâ’/o kadınların yetimleri] ifadesi, izafet [isim tamlaması] olup “kadınların yetimleri” demektir. Nisâ/3'te النساء [en-nisâ’/o kadınlar] sözcüğü, “lam-ı tarif” ile belirginleştirilmiştir. Bu âyetin delâletiyle, 3. âyetteki النساء[en-nisâ’/o kadınlar] ifadesinden kastın, “yetimlerin kadınları” olduğu anlaşılmaktadır. Dilbilgisi kuralları gereği tamlamalardan, muzafın hazfedilmesiyle, ondan bedel olarak lam-ı tarif getirilir. Bu kurala göre, 3. âyetteki من النساء[mine'n-nisâi’/o kadınlardan] ifadesi, من نساء اليتامى [min nisâi'l-yetâmâ/o yetimlerin kadınlarından] şeklinde takdir edilir.

Fakat ne yazık ki, isim tamlaması olan يتام الساء[yetâme'n-nisâ’/o kadınların yetimleri] ifadesi, meal ve tefsirlerde sıfat tamlaması olarak değerlendirilmiş ve “yetim kadınlar, yetim kızlar” şeklinde anlaşılmıştır. Bu hata sebebiyle de, dinde birçok yalan ve yanlış oluşmuştur.

Ayrıca bu âyette, yetim hukukuna duyarsız oldukları için mü’minlere bir sitem de vardır:

• Onlar hakkında fetvayı Allah verir.

• Onlar hakkında fetvayı, kendilerine farz kılınmış olanı vermediğiniz ve kendilerini nikâhlamaya rağbet etmediğiniz kadınların yetimleri hakkındaki, Kitap'ta size okunanlar verir.

• Onlar hakkında fetvayı, ezilmek istenen çocuklar hakkındaki Kitap'ta size okunanlar verir.

• Onlar hakkında fetvayı ve yetimler için hakkaniyeti ayakta tutmanız hakkında Kitap'ta size okunanlar verir.
Bu âyetin inişine dair şu bilgiler verilmiştir:

Âlimler, âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında iki şey zikretmişlerdir:

1) Araplar, kadınlara ve çocuklara mirastan pay vermiyorlardı. Bu âyet-i kerîme, onların da vâris kılınması için nâzil olmuştur.

2) Âyet-i kerîme, kadınlara mehirlerini tam olarak verme hususunda nâzil olmuştur. Yetim kız, bir adamın himâyesinde bulunur, güzel ve zengin de olursa, o adam onunla evlenir ve malını yerdi. Ama yetim kız çirkin ise, adam onunla evlenmek isteyen başkalarına mani olur ve kız ölünce de onun malına konardı. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ bu âyeti indirmiştir.[79]

Bu âyetten açıkça anlaşıldığına göre dinî konularda, baş vurulacak merci Allah'ın âyetleridir: Kur’ân'dır.

128-130. (Bu âyetler, konu bütünlüğü dikkate alınarak 3-16. âyetler arasında tertip edilmiştir.)

131. Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca Allah'ındır. Andolsun Biz, sizden önce kendilerine kitap verilen kimselere ve size Allah'a takvâlı davranmanızı vasiyet ettik. Eğer inkâr ederseniz de, biliniz ki, göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca Allah'ındır. Allah, hiç bir şeye muhtaç olmayandır, hamde layık olandır.

132. Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca Allah'ındır. Vekîl olarak da Allah yeter.

133. Eğer O [Allah], dilerse sizi giderir ey insanlar ve başkalarını getirir. Ve Allah, buna en iyi güç yetirendir.

134. Kim dünya sevabını istiyor idiyse; bilsin ki dünya ve âhiret sevabı yalnızca Allah katındadır. Ve Allah çok iyi işiten ve çok iyi görendir.

Bu âyetlerde, Allah'ın bazı nitelikleri hatırlatılarak yanlış yol tutmamaları ve yükümlü tutuldukları görevlerin amacını iyi anlamaları yönünde insanlar uyarılmaktadır.

Paragraftaki, Andolsun Biz, sizden önce kendilerine kitap verilen kimselere ve size Allah'a takvâlı davranmanızı vasiyet ettik. Eğer inkâr ederseniz de, biliniz ki, göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca Allah'ındır. Allah, hiç bir şeye muhtaç olmayandır, hamde layık olandır. Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca Allah'ındır. Vekîl olarak da Allah yeter. Eğer O [Allah], dilerse sizi giderir ey insanlar ve başkalarını getirir. Ve Allah, buna en iyi güç yetirendir. Kim dünya sevabını istiyor idiyse; bilsin ki dünya ve âhiret sevabı yalnızca Allah katındadır. Ve Allah çok iyi işiten ve çok iyi görendir ifadeleriyle, Allah'ın verdiği görevlerin insanların yararına olduğu, Allah'ın insanların kulluğuna ihtiyacının bulunmadığı, kulluk etmeleri hâlinde ödüllerini alacakları, kulluk etmemeleri hâlinde ise helak olacakları, âhirette de ellerinin boşa çıkacağı ve Allah'a hiç bir zarar veremeyecekleri mesajı verilmektedir.

Birçok âyette de verilen bu mesajların bir kısmı şunlardır:

İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağrılan kimselersiniz. Öyleyken sizden kimileri cimrilik ediyor. Ve kim cimrilik ederse, artık kendi benliğinden cimrilik ediyordur. Ve Allah zengindir, siz ise fakirlersiniz. Eğer siz yüz çevirirseniz O [Allah], yerinize sizden başka bir toplum getirir. Sonra onlar, sizin benzerleriniz olmazlar. (Muhammed/38)

Her kim âhiret ekinini isterse, Biz onun ekininde, onun için arttırırız. Ve her kim dünya tarlasını isterse ona da ondan veririz. Ve onun için âhirette hiç bir nasip yoktur. (Şûrâ/20)

İşte onlar, kendileri için, âhirette ateşten başka bir şey olmayanlardır. Yapıp ürettikleri de orada boşa gitmiştir. Yaptıkları şeyler de bâtıldır. (Hûd/16)

Ve senin Rabbin, ğanî'dir [hiç bir şeye muhtaç değildir], merhamet sahibidir. Sizi, başka kavimlerin soyundan getirdiği gibi, dilerse, sizi de giderir [yok eder] ve sizden sonra yerinize dilediğini halife yapar. (En‘âm/133)

Gökleri ve yeryüzünü Allah'ın gerçek ile yarattığını görmedin mi? O dilerse sizi giderir ve yepyeni bir halk/yaratılış getirir. Bu, Allah'a göre zor değildir. (İbrâhîm/19-20)

Ey iman etmiş olan kimseler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum getirir ki O [Allah], onları sever, onlar da O'nu [Allah'ı] severler; mü’minlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler; onlar Allah yolunda çaba harcarlar ve hiç bir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah, vâsi'dır, çok iyi bilendir. (Mâide/54)

Ey insanlar! Allah'a muhtaç olanlar sizlersiniz. Allah ise; O, zengin ve hamde lâyık olandır. Eğer O dilerse sizi giderir [yok eder] ve yepyeni bir yaratmayı/halkı getirir. Bu, Allah'a hiç güç de değildir. (Fâtır/15-17)
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla