Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. September 2008, 11:13 PM   #9
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

45Güç ve öngörü sahibi kullarımız İbrâhîm’i, İshâk’ı ve Ya’kûb’u da hatırla!

46Şüphesiz Biz onları “Yurt Düşüncesi/ özgür vatan hasreti” saflığıyla saflaştırdık, arı-duru hâle getirdik. 47Ve şüphesiz onlar, yanımızda seçilmiş en hayırlı kimselerdendir.

Bu âyet grubuyla Peygamberimizin yönlendirilmesine ve yüreklendirilmesine devam edilmektedir. Bu âyetlerde, daha önce yaşamış ve fitnelendirilerek arı-duru hâle getirilmiş peygamberlerden üçünün daha ismi sayılmış ve dolayısıyla kendisinin de aynı yollardan geçirildiği ve geçirileceği, bu nedenle onlar gibi sabırlı olması gerektiği bildirilmiştir.

Güç ve basîret sahibi

Bilindiği gibi, insanın bir bedensel bir de zihinsel gücü vardır. Bedensel güç, genellikle el yardımı ile yapılan işlerle ortaya konduğu için el sözcüğü “güç”ten kinâye olarak kullanılır. İnsanın zihinsel gücü ise “görüş, görme, göz”e izafeten basîret sözcüğüyle ifade edilir. Bu nedenle, iki gözü olan ve onlarla çevreye bakınıp durana değil de zihinsel fonksiyonlarını kullanan, yani akleden, tefekkür eden, bakar kör olmayan kimselere basîret sahibi denilir. Dolayısıyla 45. âyette adı geçen peygamberlerin “güç ve basîret sahibi kullar” olarak nitelenmesi, onların dirâyetli, gayretli, doğru yolu gören ve gösteren kimseler olduğunu anlatmaktadır.

ZİKRE’D-DÂR [YURT DÜŞÜNCESİ]: Zikre’d-dâr tamlaması, bazı eserlerde yer aldığı gibi “yurt hatırlatması” değil, “yurt hatırlaması” [yurdun akıldan çıkmaması] demektir. 45. âyette adı geçen peygamberlerin hem Kur’ân’da anlatılan hayat hikâyeleri, hem de hakklarında tarih kitaplarında yer alan bilgiler dikkate alındığında, bunların sabit bir vatanlarının olmadığı ve diyar diyar dolaştırıldıkları görülür. Bu durum göz önüne alındığında, âyette adı geçen peygamberlerin arıtılıp olgunlaştırılmak üzere birçok zorluğa maruz bırakıldıkları anlaşılmaktadır. Bu zorluklar hem gittikleri ülkelerde ateşe atılmışçasına sıkıntılarla boğuşmak, hem de öz memleketlerinden uzakta kalmaları sebebiyle yurt hasreti çekmek şeklinde gerçekleşmiştir.

الدّار [ed-dâr] ifadesini, “yurt” yerine “âhiret” anlamına almak, hem pasajdaki söz akışına uymaz, hem de “arıtma” kavramıyla bağdaşmaz. Çünkü âhireti hatırlamak, ateşe atılmak değildir ve insana acı vermez. Acı; hasrette, gurbette ve çilededir.

SAFLAŞTIRMA [ARI-DURU HÂLE GETİRME]: Sûrenin sonundaki “Fitne” başlıklı yazımızda da görüleceği gibi, bu sözcük daha evvel Dâvûd ve Süleymân peygamberler için kullanılanfetennâ sözcüğünün farklı bir şeklidir ve süzmeyi, saflaştırmayı, sabırlı olmayı, metanetli davranmayı, öğretmeyi, bilgilendirmeyi, görgülendirmeyi, deneyim kazandırmayı ifade eder.

48.İsmâîl’i, Elyasâ’yı, Zülkifl’i de an. Hepsi de hayırlı kimselerdendir.

Bu âyette Rabbimiz, İsmâîl, Elyesa ve Zülkifl’in de arıtılmışlardan olduğunu açıklamakta ve Peygamberimizin onları her zaman hatırlamasını istemektedir. Bu peygamberler de Allah’ın dini uğruna sıkıntılara göğüs germiş peygamberler olmalıdırlar ki, Yüce Allah Peygamberimizden onların sabırlarını ve sabırları karşılığı Allah’tan gördükleri merhameti düşünmesini, onları örnek alarak yalanlayıcı ve sapık olan toplumundan gördüğü sıkıntılara karşı sabretmesini istemektedir.

ELYESA: اليسع [Elyesa] ismi, biri burada, diğeride En‘âm/86′da olmak üzere Kur’ân’da 2 kez geçmektedir. Her iki âyette de bu isim diğer peygamberlerle birlikte zikredilmiş, başkaca bir açıklama yapılmamıştır.

Elyesa, İsrâîloğulları’nın büyük peygamberlerinden biridir. Hakkında Kitab-ı Mukaddes’in, II. Krallar, 2-13. bölümlerinde oldukça ayrıntılı anlatılar mevcut olan ve Yahudilerin “Elisha” dedikleri bu peygamber, Ürdün nehrinin sahil kenarında, “Abel Meholah” denilen bir beldenin sakinlerinden olup, İlyas peygamberin Şam ve Filistin’e tebliğde bulunmak üzere gittiğinde yerine bıraktığı kişidir. Kitab-ı Mukaddes’e göre bir gün Elyesa’nın köyünden geçen İlyas peygamber, o’nu 12 çift öküzle arazisini sürerken görür ve abasını üzerine atar. Bunun üzerine Elyesa tarlasını bırakır ve İlyas’ın yanında kalır. Allah İlyas’ı göğe alınca da, o’nun görevini Elyesa sürdürür.

ZÜLKİFL: ذوالكفل [Zülkifl] ismi de, yine biri burada, diğeride Enbiyâ sûresi’nde olmak üzere Kur’ân’da 2 kez geçmektedir. Zülkifl sözcüğü, “nasip ve kısmet sahibi” anlamına gelmekte olup,[76] bu sözcükle âyette kasdedilen, o sâlih adamın ismi değil, lâkabıdır. Fakat bu lâkap burada, o kişinin dünyevî zenginliğini değil, üstün şahsiyetini ve âhiretteki derecesini ifade etmektedir.

“Zülkifl”in kimliği ve milliyeti hakkında birçok farklı görüş ileri sürülmüştür. Onun; Zekeriyyâ, İlyas, Nûh’un oğlu Yeşu veya Elyasa olduğunu söyleyenler olduğu gibi, Eyyûb peygamberin kendinden sonra peygamber olan Bişr adındaki oğlu olduğunu söyleyenler de vardır.[77]

Allame Alusî ise, “Yahudiler o’nun, İsrâîloğulları’nın esareti sırasında (M.Ö. 597) peygamber tayin edilen ve vazifesini Habur ırmağı yakınlarında bir bölgede yapan Hezekiel olduğunu iddia ederler” demiştir.[78]

Kitab-ı Mukaddes’teki anlatımlar dikkate alındığında, bu kişinin Hezekiel olduğu yolundaki görüş en uygun görüş gibi durmaktadır. Çünkü Hezekiel’in özellikleri, âyette bildirilen niteliğe ters değildir ve Hezekiel kitabı da fazla tahrifata uğramamış yazılardan biri olarak kabul edilmektedir:

Sonradan eklenmiş az sayıda parçayı ötekilerden ayırt etmek olanaklıdır, ama metnin büyük bölümünün gerçekliği kuşkusuzdur.[79]

Kitab-ı Mukaddes’e göre, Kudüs’ü işgal eden Bahtunnasr’ın, İsrâîloğulları’ndan aldığı ve Irak’ta Habur ırmağı yakınlarındaki Tel-abib’e yerleştirdiği esirlerden biri olan Hezekiel, en fazla 30 yaşındayken peygamberlik görevini almış ve tam 22 yıl boyunca gerek esaretteki İsrâîloğulları’na ve gerekse zalim yöneticiye ve adamlarına Allah’ın mesajını tebliğ etmiştir. Görevinin 9. yılında “gözlerimin sevgilisi” diye adlandırdığı karısı ölen Hezekiel, ertesi gün karısının ölümüne ağlamaya gelenleri Allah’ın gazabıyla ve dünyada gelecek olan yakın azapla uyarmıştır.[80]

49-52.İşte bu, bir öğüttür/ şereftir/ hatırlatmadır. Şüphesiz ki Allah’ın koruması altına giren kimseler için güzel bir dönüş yeri; içlerinde yaslanarak birçok meyve ve içecekler istedikleri ve de yanlarında hepsi de aynı yaşta, gözleri karşılarındakinden başkasını görmeyen hizmetçilerin bulunduğu, kapıları kendilerine açılmış olan Adn cennetleri vardır.

53.İşte bu, hesap günü için size vaat edilendir. –54.Hiç şüphesiz ki işte bu, Bizim rızkımızdır; ona hiç tükenmek yoktur.–

Bu paragrafta Yüce Rabbimiz, –sûrelerin çoğunda olduğu gibi– dikkatleri yeniden âhirete çekmektedir. Bu âyetler içinde yer alan ve 49-54. âyetlerden oluşan birinci grupta “muttakîler tablosu”, 55-64. âyetlerden oluşan ikinci grupta da “azgınlar tablosu” canlandırılmıştır.

“Muttakîler tablosu” olarak isimlendirdiğimiz cennet tasvirleri, ileride daha bir çok âyette farklı ayrıntılarla karşımıza gelecektir. Bunlardan bir bölümünü, rağbet ettirmek amacıyla burada aktarıyoruz:

55.Gerçekten cennetin ashâbı bugün gönül şenliği sürerek bir uğraşı içindedirler.

56.Kendileri ve kendilerine sunulan refakatçı eşler, gölgeler içinde koltuklar üzerine kurulmuşlardır.

57.Yalnızca onlara, orada meyveler vardır. İsteyecekleri her şey de onlarındır.

(Yâ-Sîn/55-57)

31-37.Kesinlikle Allah’ın koruması altına girmiş kişiler için, Rabbinden; göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin Rabbinden; Rahmân’dan [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'tan] bir karşılık ve yeterli bir bağış olarak korunaklar/ kurtuluş mekânları; sulak bağlar-bahçeler, üzümler, hepsi bir seviyede tomurcuklar; çiçek bahçeleri, dolu dolu su kapları vardır. Onlar, orada boş bir söz ve yalan duymazlar. –Onlar, O’nun huzurunda söz söylemeye güç yetiremezler.–

(Nebe/31-37)

35.Şüphesiz Biz, kirazı, muzu, gölgeleri, fışkıran suyu öyle bir yaratışla yarattık. 36-38Ki onları, sağın ashâbı için albenili ve hepsi bir ayarda hiç dokunulmamışlar yaptık.

(Vâkıa/35-38)

56.Oralarda, daha önce bildik, bilmedik, geçmiş, gelecek hiç kimse tarafından dokunulmamış; el ve göz değmemiş, bakışlarını dikenler vardır.

(Rahmân/56)

76.Yeşil yastıklara ve “Abkari” sergilere; hârikulâde güzel işlemeli döşeklere yaslananlar olarak…

(Rahmân/76)

41-49.İşte Allah’ın arıtılmış kulları, kendileri için belli bir rızık/meyveler olanlardır. Bol nimet cennetlerinde karşılıklı olarak tahtlar üzerinde ikram görenlerdir. İçenlere lezzet veren, pınardan doldurulmuş, kendisinde zararlı bir yön olmayan, sarhoşluk da vermeyen bembeyaz bir kadehle onların etrafında dolaşılır. Yanlarında da gözlerini kendilerine dikmiş iri gözlüler vardır. Korunmuş yumurta gibidir onlar.

(Sâffat/41-49)

Burada dikkat edilmesi gereken iki husus vardır. Bunlardan birincisi, cennet tasvirlerinin birer örnekleme olduğu (Bakara/25, Ra‘d/35, Muhammed/15) hususu, diğeri de bu tasvirlerin çok sıcak olan ve suyu, sebzesi, meyvesi kıt bir ülkede yaşayan Araplara yönelik yapıldığı hususudur. Kur’ân’ın iniş dönemindeki muhatapların Araplar değil de yeşilliği, suyu, sebzesi, meyvesi bol ve serin bir ülkenin halkı olması durumunda, cennet tasvirlerinin de o ülke halkını imrendirecek nitelikler içereceğinin düşünülmesi gerekir. Burada asıl anlatılmak istenen, insanları mutlu edecek her türlü imkânın cennette mevcut olduğudur.

55,56.İşte! Şüphesiz azgınlar için de en kötü dönüş yeri; kendisine yaslandıkları cehennem vardır. –O ne kötü yataktır!– 57İşte o kaynar su ve irindir. Artık onu tadıp dursunlar!

58.Ve onun şeklinden çifter çifter diğerleri vardır.

Bu âyet grubunda mükezziblerin [yalanlayanların] karşılaşacakları şartlar kısaca anlatılmaktadır. Böylece, diğer sûrelerdeki gibi, burada da önce vaat, arkasından vaîd; yani önce terğîb [özendirme], sonra da terhîb [korkutma] sıralaması uygulanmış olmaktadır.

HAMÎM ve ĞASSÂK: حميم[hamîm], “kaynar su”; غسّاق [ğassâk] ise, “yaradan akan sarı su; irin, cerahat akıntısı” demektir. Ğassâk sözcüğü bundan başka, “tiksindirici derecede kokan, kokuşmuş nesne” ve “yılan ve akrep zehiri” için de kullanılır.[81]

Demek oluyor ki, muttakîler cennette her türlü konfor ve nimetler içinde mutlu yaşarlarken, mükezzibler cehennemde, kaynar su, irin, iğrenç kokular ve yiyecekler içinde bulunacaklardır.

Mükezziblerin cehennemde hamîm ve ğassâk ile (ikisi bir arada) cezalandırılmaları, bir başka sûrede daha yer almıştır:

21,22.Kuşkusuz cehennem, azgınlar için son varılacak yer olarak, gözetleme/pusu yeri olmuştur.

23.Orada darlık/kıtlık içinde kalacaklardır.

24.Orada bir serinlik ve içecek bir şey tatmazlar.

25,26.Ancak yaptıklarına uygun bir ceza olarak bir kaynar su ve irin tadarlar.

27.Şüphesiz onlar, hesabı ummazlardı.

28.Ve âyetlerimizi/alâmetlerimizi/göstergelerimizi yalanladıkça yalanladılar.

29.Oysa Biz her şeyi yazarak saydık, döktük.

30.–Haydi tadın! Bundan böyle size azaptan başka bir şey artırmayacağız.–

(Nebe/21-30)

Ğasak sözcüğünün bir de “aşırı derecede soğuk” anlamı vardır[82] ki, âyette sözcüğün bu anlamda kullanıldığı düşünülürse, cehennemde hamîm‘in karşıtı olarak soğuk ile de azap edileceği anlaşılır.

Nitekim Rabbimizin, cennette muttakîlerin soğuk [zemherir] görmeyeceklerini bildirmesi; ğassâk’ın, “aşırı soğuk” anlamında kabul edilmesinin yanlış olmadığını göstermektedir:

… orada bir güneş de, dondurucu bir soğuk da görmeyecekler …(İnsan/13)

Ve onun şeklinden çifter çifter diğerleri vardır.

Bu âyet, cehennemde başka azapların da var olduğunu bildirmektedir. Âyetteki, Ve onun şeklinden ifadesi, tadılan azaba benzer ama değişik, çok çeşitli başka azaplar olduğunu veya 57. âyette zikredilen “kaynar su” ve “irin” gibi içecek cinsinden daha nicelerinin var olduğunu anlatmaktadır.

Bu konuda, kıraat [okunuş] farklılıkları sebebiyle oluşan değişik görüşleri Râzî şöyle aktarmıştır:

Ebû Amr, آخر[âharu] sözcüğünü اُخرى[uhrâ] kelimesinin çoğulu olarak, elif’in zammesi ile اُخرُ[uharu] şeklinde okumuştur. Buna göre mana, “çeşitli diğer azablar” şeklindedir. Bu aynı zamanda, Mücâhid’in de kıraatidir. Diğer kıraat imâmları ise bunu, müfred sîga ile, “diğer bir azab” şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraate göre mana, “Tadılan bu azabın şeklinde, tadılacak diğer azablar, yani, şiddet ve korkunçluk bakımından bunun gibi azablar…” şeklindedir. Buna göre, âyetteki ezvâc, “ecnâs” [aynı cinsten azablar] manasınadır. İkinci kıraate göre ise mana, “Ya diğer bir azab, yahut tadılacak diğer bir şey…” manasınadır. Bu durumda أزواج [ezvâc], âher’in sıfatı olur. Çünkü bu azabın çeşitli olması mümkündür. (Dolayısıyla sıfatı cemî olarak gelmiştir.) Yahut da, her üç kelimenin, yani hamîm, gassâk ve âher kelimelerinin hepsinin birden sıfatıdır.[83]
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla