Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. September 2008, 11:01 PM   #4
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

46.Aslında onlara vaat edilen, o saattir. O saat cidden daha feci ve daha acıdır.

Bir önceki âyette müşriklere bu dünyada uğrayacakları bozgun bildirilmiş, bu âyetten itibaren ise uğrayacakları en müthiş ve nihaî bozgun anlatılmaya başlanmıştır.

BÜYÜK RANDEVU: Müşriklerin “o saat”te karşı karşıya kalacakları durumu tasvir eden ادهى [edhâ] sözcüğü, “kurtulma çaresi olmayan en büyük belâ ve musibet” demektir.[23] Bu sözcükle müşriklere arkalarını dönüp kaçtıkları bozgunla işlerinin bitmediği, onlara verilen esas randevuda [o saatte, kıyâmette] durumlarının bundan daha feci, daha acı olacağı açıklanmaktadır. Böylece bu dünyadaki bozgunun onlar için son değil, bir başlangıç olduğu bildirilmektedir. Dünyadaki bozgundan daha acı olacak olan bu asıl bozgun, kendilerine azabın vaat edildiği ve büyük bir facia yaşayacakları kıyâmet saatinde gerçekleşecektir. Çünkü âhiret azabı dünyada gördükleri ve görecekleri bütün azaplardan daha dehşetli ve daha acıdır. Tufandan kasırgaya, şimşekten taşları savuran müthiş rüzgâra, Firavun ile yandaşlarının güçlü ve sert şekilde yakalanışlarına varıncaya kadar, Kur’ân’da sahne sahne anlatılan tüm dünyevî azaplardan daha korkunç ve tüyler ürpertici olan âhiret azabından kurtulmak mümkün değildir.

47.Kesinlikle suçlular sapıklık ve çılgınlık içindedirler.

Bu ifade her ne kadar o dönemdeki Mekkeli müşrikleri işaret ediyorsa da, âyetin hükmü geneldir. Dolayısıyla âyette geçen “mücrimler” [suçlular] sözcüğü ile, hem şirk koşan, Allah’ın öldükten sonra diriltmeye gücü olduğuna inanmayan, haşri inkâr eden, peygamberleri ve uyarıları yalanlayan suçlular, hem de o dönemin öncesinde ve sonrasında çılgınlıklar, delilikler, sapıklıklar sergileyerek yanlış yolda helâke giden şaşkınlar kasdedilmiştir:

10.Ve onlar: “Biz, yeryüzünün içinde kaybolduğumuzda mı, gerçekten biz mi yeni bir oluşturuluşta olacağız?” dediler. Aslında onlar, Rablerine kavuşmayı; O’nun huzuruna varmayı bilerek reddeden/inanmayan kimselerdir.

11.De ki: “Size ölümle görevlendirilmiş görevli güç, sizi vefat ettirecek; size geçmişte yaptıklarınızı ve yapmanız gerekirken yapmadıklarınızı bir bir hatırlattıracak, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.”

12.Suçluları, Rablerinin huzurunda başları öne eğilmiş olarak: “Ey Rabbimiz! Gördük ve dinledik, şimdi bizi geri çevir de sâlih bir amel işleyelim, biz artık kesin bir şekilde inanıyoruz” derlerken bir görsen!

13.Ve eğer Biz, dileseydik her kişiye doğru yolu verirdik. Velâkin Benden: “Bütün bilinen, bilinmeyen, geçmişten, gelecekten herkesten cehennemi elbette tamamen dolduracağım” sözü hak olmuştur.

(Secde/10-13)

11-14.Birbirlerine gösterilmiş oldukları hâlde suçlu, o günün azabından kurtulmak için oğullarını, eşini ve kardeşini, kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm ailesini ve yeryüzünde bulunanların hepsini fidye/kurtulmalık versin sonra da kendini kurtarabilsin ister.

15-18.Kesinlikle o suçlunun düşündüğü gibi değil! O, sırtını dönen ve yüz çevireni, toplayıp da kasada yığanı çağıran, kavurup soyan, alevlenen bir ateştir.

(Me‘âric/11-18)

41.Suçlular, nişanlarından tanınır da alınlarından ve ayaklarından tutuluverirler.

42.Peki siz ikiniz, Rabbinizin güç yetirdiklerinin; eşsiz gücünün, eşsiz nimetlerinin hangisini yalanlıyorsunuz?

43.İşte bu, suçluların yalanladığı cehennemdir. 44Onlar, onunla kaynar su arasında dolaşır dururlar.

(Rahmân/41-44)

48.O gün yüzleri üzere ateşte sürüklenirler: “Cehennemin beyinleri kaynatan sıcağının dokunuşunu tadın!”

Korkunç kıyâmet sahnelerinden birini daha gözler önüne seren bu âyette, âhiret azabının bütün dünya azaplarından daha acı ve dehşetli olduğu vurgulanmaktadır.

Dünyadaki böbürlenmelerinin, güçlerine güvenerek şımarmalarının, insanlara tepeden bakmalarının karşılığı olarak yüzüstü sürüklenerek cehenneme atılacak olan suçlular, bu sürüklenme sırasında ayrıca itilip kakılarak, paylanarak da aşağılanacaklardır.

Bu azapları dile getiren başka iki örnek de şunlardır

11.En mutsuz olacak olan kişi de ondan kaçınacaktır. 12.O kişi, en büyük ateşe yaslanacaktır.13.Sonra onun içinde ne ölecek ne de hayat bulacaktır.

(A‘lâ/11-13)

56.Şüphesiz ki âyetlerimize inanmamış şu kişileri Biz, yakında ateşe atacağız. Derileri piştikçe, azabı tatsınlar diye, derilerini başka deriler ile değiştireceğiz. Şüphesiz Allah, çok güçlüdür, en iyi yasa koyandır.

(Nisâ/56)

Müddessir sûresi’nin tahlilinde değişik anlamlara gelebileceğini söylediğimiz سقر [sekar] sözcüğünün buradaki anlamı, “cehennem” olup özelliklerinden bir kısmı aşağıdaki âyetlerde belirtilmektedir:

26-30.Ben, “Kur’ân beşer sözüdür” diyen kimseyi yakında Sekar’a yaslayacağım. Bilir misin nedir Sekar? O, ortada tutmaz, yok da etmez. O, insan/deri için olağanüstü levhalar yapandır/susayandır/uzaktan görünendir/bir gösterge olandır. Sekar’ın üzerinedir “on dokuz.”

(Müddessir/26-30)

Âhiret günü cehennemde suçlulara söylenecek olan, Sekarın [cehennemin] dokunuşunu tadın! sözü, Arap örfüne uygun bir ifade olup insana sanki azap hemen, şimdi başlayacakmış hissini vermekte, âdeta söz konusu dokunuşun bütün organlarda ve benlikte hissedilmesini sağlamaktadır.

49.Şüphesiz ki, Biz her şeyi; evet her şeyi bir ölçü, ayar ile oluşturduk.

Âyet, her şeyin Allah’ın ilminde takdir edilmiş bir kader [ölçü] çerçevesinde meydana geldiğini bildirmektedir. Evrendeki hiçbir şey boşuna, amaçsız, plânsız, rastgele meydana gelmemiş, her şey belirli bir amaca yönelik olarak önceden yapılmış bir plân dâhilinde yaratılmıştır:

11.Ve O Allah ki, suyu gökten belli bir ölçü ile indirdi. Sonra Biz, onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte siz, böyle çıkarılacaksınız.

(Zuhruf/11)

Bu âyet, Peygamberimizin yaşadığı devirden bir hayli zaman sonra, bir takım gruplarca maksadına uygun olmayan şekillerde yorumlanmış ve ortaya Kaderiye ve Cebriye gibi birbirine zıt düşünce ekolleri çıkmıştır. Rivâyetler kanalıyla oluşmuş bu ekolleri ve düşüncelerini aktarmaya gerek görmüyoruz. Bizim bu âyetten anladığımız, Rabbimizin evrene gözle görülen, bilimsel yöntemler ile tesbit edilebilen somut ölçüler koyduğu ve tüm varlıkları göz alıcı tasarımlarla biçimlendirdiği gerçeğidir.

(Seyyid Kutub’un 49. âyet hakkındaki düşünceleri sûrenin sonunda ek olarak verilmiştir.)

50.Ve buyruğumuz, ancak göz kırpması gibi bir tekdir; anlık bir şeydir.

Bu âyette Mekkeli müşriklere geçmişte yaşamış inkârcıların acı sonları ima edilerek şöyle denmektedir: “Kıyâmeti getirmek için Bizim ne bir hazırlığa ne de bir zamana ihtiyacımız vardır. Bir emrimiz kâfidir.”

Yüce Allah, bir önceki âyette değindiğimiz benzersiz ve mükemmel tasarımcılığı ile tasarladıklarını sınırsız gücünü kullanarak en basit işaretle ve bir anda gerçekleştirir. Gerçekleştirilen işlerin büyük veya küçük olması O’nun için önemli değildir. Çünkü “büyüklük” ve “küçüklük”, insanların ölçülerine göre olan bir farklılıktır. İnsanların kendi sınırlı güçlerine göre algıladıkları ve tanımladıkları büyüklük veya küçüklük gibi durumların Allah’ın sınırsız gücü karşısında hiçbir önemi yoktur. Aynı şekilde “zaman” da insanlara özgü bir kavramdır ve bir başlangıç ile bir sonu ifade etmektedir. Oysa Allah her yönüyle sınırsız [sonsuz] olduğu için zamanın da ötesindendir. Sınırlı [sonlu] olan her şey sınırsızlık [sonsuzluk] içinde bir nokta durumunda olacağından, Allah’a göre her şey zaman içinde ve bir sürece bağlı olarak değil, birdenbire olur. Varlıklar birdenbire meydana gelir, birdenbire değişir, başkalaşır ve birdenbire yok olur. Evrendeki bütün varlıklar gibi insanlığın yaratılması da Allah için bir anda olmuştur. Ölmeleri de bir anda olmaktadır, tekrar diriltilmeleri ve hesaba çekilmeleri de bir anda olacaktır. Kısaca, Allah’ın zamana ihtiyacı yoktur.

Yüce Allah, bir şeyi yaratmak istediğinde ona, “Ol” der, o da oluverir:

82.Şüphesiz ki O, bir şeyi dilediğinde, O’nun buyruğu/işi o şeye “Ol!” demektir; o da hemen oluverir.

(Yâ-Sîn/82)

Müşriklere, tarih boyunca gelmiş geçmiş bütün ilâhî mesaj yalanlayıcılarının yok edilmelerinin bir tek sözle ve birdenbire gerçekleştirildiği hatırlatmakta ve kendilerinin de aynı âkıbete uğrayabilecekleri ihtar edilmektedir.

51.Ve andolsun Biz, sizin benzerlerinizi değişime, yıkıma uğrattık. O hâlde var mı bir düşünen?

Mekkeli müşrikleri muhatap almakla beraber aslında bütün insanlığa hitap eden bu âyette, tarih boyunca gelmiş geçmiş bütün ilâhî mesaj yalanlayıcılarının helâk edildiği bildirilmekte ve şöyle seslenilmektedir: “Size benzeyen inkârcıları helâk ettik. Siz de helâk olmak üzeresiniz [o saat yaklaştı, ay yarıldı]. İş işten geçmeden aklınızı başınıza toplayın. Yok mu gördüklerini düşünce süzgecinden geçirip ders alan?”

52.Ve onların işledikleri her şey, yazıtlarda kayıt altındadır. 53.Küçüğün, büyüğün, hepsi satır satır yazılmıştır.

Geçmiş toplumların helâkine sebep olan her şey istisnâsız olarak kitaplarda, amel defterlerinde yazılıdır. Dolayısıyla inkârcıların hesapları, feci şekilde yok edilişleri ile kapanmış değildir.

Bütün yaptıkları yazılı olarak kaydedilmiş olduğundan, hiçbir ayrıntının ihmal edilmediği hesaplaşma gününde bu kitaplar karşılarına getirilecek ve kendilerine okutturulacaktır:

49.Ve Kitap/ amel defteri konulmuştur. Suçluların ondan korktuğunu göreceksin. Ve “Eyvah bize! Bu nasıl kitapmış ki, büyük-küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış” derler. Ve onlar, yaptıklarını hazır bulurlar. Ve senin Rabbin hiç kimseye haksızlık etmez.

(Kehf/49)

13,14.Ve her insanın kendi yaptıklarının karşılıklarını, ayrılmayacak şekilde boynuna doladık. Ve Biz, kıyâmet günü açılmış bulacağı kitabı onun için çıkarırız: “Oku kendi kitabını! Bugün kendi zatın, kendine karşı hesap sorucu olarak sana o yeter!”

(İsrâ/13-14)

Dolayısıyla, hiç kimse yaptıklarının unutulacağını zannetmemelidir:

3,4.Ve kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedeno kimseler: “Bize o kıyâmetin kopuş anı gelmeyecektir” dediler. De ki: “Evet, gelecektir. Görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği bilen Rabbime andolsun ki iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan o kimselere –ki işte onlar kendileri için bir bağışlanma ve hatırı sayılır bir rızık olanlardır– karşılıklarını vermek için size kesinlikle gelecektir. O’ndan göklerde ve yerde zerre ağırlığı bir şey kaçmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa, hepsi kesinlikle açık bir kitaptadır.”

(Sebe/3, 4

54.Hiç şüphesiz Allah’ın koruması altına girmiş kimseler cennetlerdedir, ırmaklardadır/ aydınlıklardadır.

Kara haber, korku, acı, yakalanma, yok edilme sahneleri ile dolup taşan iç karartıcı tablolar artık bitmiş ve bu âyetle mutluluk tablolarının yer aldığı bir huzur mesajı başlamıştır.

Âyette geçen نهر [neher] sözcüğü “nehirler, ırmaklar” demektir. Ama çoğulun çoğulu kalıbında olduğu kabul edilmek sûretiyle نهار [nehâr=gündüz] sözcüğünün çoğulu, yani “gündüzler, aydınlıklar” anlamına da gelir. Cennette gecenin olmaması dolayısıyla burada bu anlamı da uygun olan sözcüğün, “gündüzler” manasında nühür şeklinde okunuşu da mevcuttur.[24]

55.Çok güçlü sahip, yöneticinin huzurundaki “doğruluk oturma yerleri”nde; doğru kimselere mahsus olan, yalan söylenmesi mümkün olmayan, yok olma ihtimali bulunmayan sabit makamlardadırlar.

MAK‘AD-I SIDK: مقعد صدق [mak‘ad-ı sıdk]; “sıdk meclisi, doğruluk sandalyesi” ya da “doğru kimselere mahsus olan, yalan söylenmesi mümkün olmayan, yok olma ihtimali de bulunmayan sabit makam veya mevki” demektir.

“Çok kuvvetli iktidarı olan”, “Kudretinin sonu olmayan kral”, “Pek büyük mülk sahibi”, “Şahlar şahı” vurguları ile Allah kasdedilmiştir. “Melik” ve “muktedir” isimlerindeki tenvin ise azamet içindir.

Âyette bahsedilen kişilerin Allah’ın “yanında, huzurunda” olmaları, mekân bakımından bir yakınlığı değil, onlara makam, mevki, şan bakımından verilen pâyeleri ifade eder. Takvâ sahiplerinin böyle yüce bir huzurda bulunduklarının ifade edilmesiyle bu kimselerin kavuşacakları güven ve rahatlık anlatılmak istenmiştir. Allah tarafından muttakîlere sunulan bu makam ve nimetlerin daha iyi anlaşılması için Kur’ân’daki konuyla ilgili diğer pasajların da okunmasını tavsiye ediyoruz. Özellikle Vâkıa/10-40 âyetleri bu konuda ayrıntılı sahneler içermektedir. Bu mutluluk tabloları Kur’ân’da birçok kez değişik üslûplarla anlatılmıştır. Örnek:

31-37.Kesinlikle Allah’ın koruması altına girmiş kişiler için, Rabbinden; göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin Rabbinden; Rahmân’dan [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'tan] bir karşılık ve yeterli bir bağış olarak korunaklar/ kurtuluş mekânları; sulak bağlar-bahçeler, üzümler, hepsi bir seviyede tomurcuklar; çiçek bahçeleri, dolu dolu su kapları vardır. Onlar, orada boş bir söz ve yalan duymazlar. –Onlar, O’nun huzurunda söz söylemeye güç yetiremezler.–

(Nebe/31-37)

Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Seyyid Kutub’un Kamer/49 âyetiyle ilgili açıklamaları:

Her şeyi, irili-ufaklı her nesneyi, konuşabilen ve dilsiz her varlığı, hareket edebilen ve edemeyen tüm yaratıkları, geçmişte ve şimdiki zamanda var olan tüm nesneleri, bilinen ve bilinmeyen bütün yaratıkları, kısacası her şeyi belirli bir plân uyarınca yarattık.

Bu plân her yaratığın öz varlığını, niteliklerini, miktarını, zamanını, yerini, çevresini kuşatan varlıklar ile arasındaki ilişkileri ve evrenin yapısı üzerindeki etkisini belirler, sınırlandırır.

Bu kısacık âyet son derece geniş kapsamlı, görkemli ve büyük bir gerçeğe parmak basar. Bütün evren bu gerçeğin somut kanıtı niteliğindedir. Şu evren bütünü ile yüz yüze gelen, onunla iletişim kuran, ondan etkilenen, varlık bütününün uyumlu ve koordineli bir parçası olduğunun bilincinde olan kalp, bu gerçeği ana çizgisi ile kavramakta gecikmez. Evrendeki her şey bu mutlak uyumu gerçekleştiren bir plâna bağlıdır. Bu evren bütünü ile yüz yüze gelen her kalp, bu kapsamlı plânın gölgesinin ana çizgilerinin damgasını üzerinde taşır.

Sonra bilimsel gözleme, deneye ve araştırmaya başvurulur. Bu yöntemler aracılığı ile ve insan aklının kapasitesi oranında bu gerçek kavranmaya, bu yolla bilinebileceği kadar anlaşılmaya çalışılır. Bu gerçeğin daima büyük bölümü ve daha eksiksiz algısı bilimsel yöntemlerle kazanılabilen bölümünün ötesinde kalacaktır. O kalan bölümü insan sıfatı sezgi yolu ile algılar ve evrenin âhenkli korosunun etkisi bu gerçeği özümler. Çünkü insan fıtratının kendisi de her zerresi bir plâna göre yaratılmış olan şu evren bütününün ayrılmaz bir parçasıdır.

Modern bilim bu gerçeğin bazı yönlerini keşfetmiş, elindeki yöntemler aracılığı ile kavranabileceği kadarını kavramıştır. Bu arada gezegenlerin, yıldızların hacimlerini, kütlelerini, aralarındaki uzaklıkları ve karşılıklı çekim güçlerini belirleyebilmiştir. Bu sayede bilginler henüz görmedikleri yıldızların yerlerini doğru olarak tesbit edebilmişlerdir. Çünkü evrene egemen olan uyum prensibi söz konusu yıldızın bilginlerce saptanan yerde olması gerekiyor. Sonradan o yıldızın gerçekten hesap yolu ile saptadıkları yerde olduğunu görmüşlerdir. Bu uyumluluk prensibi bilim adamlarının gözledikleri yıldızların hareketlerine ilişkin belirli verileri açıklamakta ve sonra da onların varsayımlarının doğru olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu varsayımların doğruluklarının meydana çıkması gök cisimlerinin uzay boşluğuna son derece ölçülü ve plânlanmış oranlara dayalı olarak dağılmış olduklarını gösterir. Bu oranların zaman içinde ne değişmeleri ve ne de bozulmaları söz konusudur.

Öte yandan modern bilim, üzerinde yaşadığımız şu yer kürede egemen olan uyumu, yüce Allah’ın plânı uyarınca bu gezegeni belirli bir “hayat” türüne elverişli kılan şartlar arasındaki âhengi de keşfetmiştir. Öyle ki, bu şartlar arasındaki oranlardan herhangi birinin bozulduğunu farz edelim; o takdirde ya hayat tümü ile sona erer ya da daha baştan ortaya çıkması mümkün olmaz. Şu yer yuvarlağının hacmini, kütlesini, güneş’ten uzaklığını, güneş’in ısı derecesini, dünya ile ekseni arasındaki eğimin açısal değerini, dünya’nın kendi çevresindeki ve güneş etrafındaki dönüş hızını; ay’ın dünya’dan uzaklığını, hacmini, kütlesini, dünya üzerindeki denizlerin ve karaların dağılımını bir arada düşünelim. Bunlara burada sayılmayan binlerce olguyu ekleyelim. Bütün bu olgular ve şartlar arasında ince bir duyarlılıkla planlanmış ölçüler ve oranlar vardır. Eğer bu oranlardan bir teki bile bozulsa bütün dengeler alt-üst olur ve bu dengesizlik, yeryüzünde süren “hayat” olayının sona ermesini kaçınılmaz kılar.

Yine modern bilim, hayatı düzenleyen çok sayıdaki faktörler arasında, canlılarla onları kuşatan şartlar arasında ve bu şartların kendileri arasında var olan uyumu da keşfetmiştir. Öyle ki, bu bilgiler, insanoğluna yukarıdaki kısa âyetin vurguladığı büyük ve derin gerçeği bir ölçüde kavrama imkânı sağlamıştır.

Bu bulgulardan öğrendiğimize göre gerek doğal ortamda ve gerekse canlıların yapısında hayatı ve var olmayı sağlayan faktörleri ile ölüme ve yok olmaya yol açan faktörler arasında sürekli korunan bir denge vardır. Bu denge hayatın doğuşunu, varlığını ve devamını sağlayacak oranda korunur. Fakat canlılık olayının herhangi bir zaman dilimindeki canlıların çoğalma ve beslenme şartlarının sınırlarını aşacak derecede yayılmasına da meydan verilmez, yani canlılığın yayılması bu sınırda durdurulur.

Canlılar arasındaki bu duyarlı dengeye burada kısaca değinmemizin faydalı olacağını sanıyorum. Bilindiği gibi daha önceki birkaç sûreyi açıklarken evrenin yapısına ve yeryüzündeki hayat şartlarına egemen olan uyumu, dengeyi oldukça ayrıntılı biçimde irdelemiştik. (Bu konuda geniş bilgi için Furkân sûresi’ne ilişkin açıklamalarımıza başvurulabilir.)

Küçük kuşları yiyerek beslenen yırtıcı kuşların sayısı azdır. Çünkü bu kuşlar az yumurtlarlar ve az kuluçkaya yatarlar. Üstelik dünyanın sadece belirli bölgelerinde yaşarlar. Buna karşılık uzun zaman yaşarlar. Eğer yırtıcı kuşlar uzun ömürleri yanında bir de çok yumurtlayabilseler ve dünyanın her yöresinde yaşayabilseler küçük kuşların ya soylarını kuruturlar ya da sayılarını büyük oranda azaltırlardı. Küçük kuşların sayıca çok olmaları ve sık sık yumurtlamaları bu sonucu önlemeye yetmezdi. Oysa küçük kuşların şu yeryüzünde başta yırtıcı kuşlara yem olmak, insanların beslenmesine katkıda bulunmak gibi daha birçok fonksiyonları vardır. Nitekim bir şair bu gerçeği şöyle dile getirir:

Küçük kuşların yavrusu çok olur.

Buna karşılık ana şahin tek tek yumurtlar.

Daha önce belirttiğimiz gibi bu olgu, yüce Allah tarafından plânlanmış bir hikmetin sonucudur. Amaç yırtıcı kuşlar ile küçük kuşlar arasında yaşama faktörleri ile yok olma faktörleri bakımından denge kurmaktır.

Karasinek milyonlarca yumurta yapar. Fakat bu yumurtalardan çıkan sinek yavruları iki haftadan fazla yaşamazlar. Eğer bu yüksek yumurtlama oranı yanında birkaç yıl yaşasalardı yeryüzünün her yanını karasinekler kaplar ve başta insan olmak üzere birçok canlının dünyada yaşaması imkânsız olurdu. Fakat şu evreni plânlayıp yöneten güçlü “el”in işlettiği şaşmaz denge mekanizması üreme çokluğu ile ömür kısalığı arasında denge kurmuş ve bunun sonucu olarak gördüğümüz düzen meydana gelmiştir.

Sayıca en kalabalık, en hızlı biçimde çoğalan ve en saldırgan varlıklar olan mikroplar, aynı zamanda en dayanıksız ve en kısa ömürlü canlılardır. Soğuğun, sıcaklığın, ışığın, asitlerin, kan salgılarının ve başka birçok faktörün etkisi ile milyarlarcası ölür. Sadece çok az sayıdaki hayvana ve insana karşı üstünlük sağlayabilirler. Eğer çok dayanıklı ve uzun ömürlü olsalardı hayatı ve tüm canlıları yok ederlerdi.

Bütün canlı türleri kendilerini düşmanlarına karşı koruyan ve yok olmalarını önleyen silahlarla donatılmışlardır. Bu silahlar çeşitli türde ve birbirinden farklıdır. Söz gelimi sayı çokluğu bir silah olduğu gibi, güçlü vücut yapısı bir başka silahtır. Bu ikisi arasında türlü türlü, çeşit çeşit silahlar vardır.

Küçük yılanlar zehir ya da düşmanlarından hızla kaçabilme silahları ile donatılmışlardır. Büyük yılanlar ise kas gücü silahı ile donatılmışlardır. Bu yüzden pek az türleri zehirlidir.

Korunma bakımından pek beceriksiz bir canlı türü olan domuz böceği kötü koku yayan, yakıcı bir madde ile donatılmıştır. Kendisine dokunan her canlıya bu maddeyi salgılayarak düşmanlarından korunur.

Ceylanlar hızlı koşma ve çok yükseğe sıçrayabilme silahı ile donatılmışken, aslanlar pazu gücü ve düşmanlarını parçalayabilme yeteneği ile donatılmışlardır. Kısacası küçük-büyük her canlının düşmanlarına karşı ayrı bir koruyucu silahı vardır.

Dişi yumurtacık erkek sperması tarafından döllendikten sonra rahmin çeperine yapışır. Bu döllenmiş yumurtacık son derece oburdur. Çevresindeki çeperi aşındırarak orada emmesine ve gelişmesine elverişli bir kan gölü oluşturur. Cenini annesine bağlayan ve doğuma kadar beslenme kanalı görevi yapan göbek bağının boyu gerçekleştirdiği amacın gereklerine uygun miktarda yaratılmıştır. Yani, bu bağ, taşıdığı besinin ne yolda ekşimesine yol açacak kadar uzundur ve ne de bu besinin hızla akarak cenini rahatsız etmesine sebep olabilecek kadar kısadır.

Gebeliğin sonunda ve doğumun başlangıç aşamasında ana memesi sarıya çalan beyazlıkta bir sıvı salgılar. Yüce Allah’ın şaşırtıcı sanatının bir eseri olarak bu sıvı yeni doğan yavruyu hastalıklara karşı koruyan erimiş kimyasal maddelerden oluşmuştur. Doğumun ikinci gününde memede süt oluşmaya başlar. Yine yüce Allah’ın eşsiz plânı uyarınca ana memesinden akan sütün miktarı günden güne çoğalarak bir yılın sonunda iki buçuk litreye ulaşır. Oysa doğumun ilk günlerinde bu sütün miktarı birkaç yüz gramı geçmez. Ana sütündeki mucize sadece süt miktarının çocuğun büyümesine paralel biçimde artması ile sınırlı kalmaz. Ayrıca sütün bileşimine giren maddelerin cinsi ve oranı da zamanla değişir. Ana sütü, doğumu izleyen ilk günlerde çok az oranda nişasta ve şeker içeren su ağırlıklı bir sıvı iken zamanla koyulaşır; içindeki nişasta, şeker ve yağ oranı artar. Bu gelişme çocuğun dokularının ve sistemlerinin sürekli gelişimine ayak uyduracak tempoda günden güne gerçekleşir.

Eğer insan organizmasını oluşturan çeşitli sistemleri, bu sistemlerin görevlerini, çalışma tarzlarını, organizmanın yaşamasına ve sağlıklı olmasına ilişkin fonksiyonlarını incelersek, nasıl dikkatle plânlandıklarını ve ne kadar ölçülü bir tasarlamaya dayandıklarını hayretle görür, yüce Allah’ın güçlü eli ile her canlı organizmayı, her organı, hatta her hücreyi yönettiğini, gözetimi ve denetimi altında bulundurduğunu belirleriz. Burada bu şaşırtıcı mekanizmaların hepsinin nasıl çalıştıklarını ayrıntılı biçimde anlatamayız. Bu sistemlerden sadece birindeki iç salgı bezleri sistemindeki son derece hassas plânlamaya kısaca değinmekle yetinelim. Bu bezlerin her biri birer küçük kimya ürünleri fabrikasıdır. Organizmaya gerekli kimyasal bileşimleri sağlarlar. Salgıladıkları kimyasal bileşimler o kadar etkili, o kadar güçlüdür ki, yüz milyonda birlik dozajı bile insan vücudunda son derece önemli etkiler meydana getirir. Bu bezler her birinin salgısı, diğerinin salgısının etkisini tamamlayacak düzende çalışırlar. Bu salgılar hakkında bütün bildiğimiz onların son derece karmaşık bileşikler olduğu, dozajlarında meydana gelebilecek herhangi kısa süreli bir oran değişikliğinin organizmanın yapısında tehlike derecesine varan bir yıkıma yol açacağıdır.

Öte yandan hayvan organizmasının sistemleri, bu hayvanın türüne, yaşadığı çevreye ve yaşama şartlarına bağlı olarak değişmekte, farklılık göstermektedir. Aslanların, kaplanların, kurtların, sırtlanların ve çölde yaşadıkları için ancak avladıkları öbür hayvanların etleri ile beslenebilen bütün yırtıcı hayvanların ağızları kesici dişlerle ve sert azı dişleri ile donatılmıştır. Bunlar avlarına saldırdıklarında kas gücünden yararlanacakları için bacak kasları güçlüdür. Ayrıca bu bacakların uçlarında keskin tırnaklar ve pençeler vardır. Bu hayvanların mideleri de etleri ve kemikleri sindirebilen asitler ve enzimler salgılar.

Buna karşılık geviş getiren, çayırlarda otlayarak beslenen evcil hayvanların organik sistemleri farklı donanımdadır:

Bu hayvanların sindirim sistemleri yaşadıkları çevrenin şartlarına uyacak biçimde tasarlanmıştır. Bu hayvanların ağızları oldukça geniştir. Azı ve köpek dişleri sert yapılı ve güçlü değildir. Buna karşılık ağızları parçalayıcı, keskin dişlerle donatılmıştır. Bu sayede otları ve bitkileri çabuk yerler ve bir kerede yutarlar. Böylece yaratılış amaçları olan hisleri insana sunma imkânına kavuşurlar. Yüce Allah bu sınıfa giren hayvanların sistemlerini son derece şaşırtıcı nitelikte yaratmıştır: Bu hayvanların acele ile yuttukları otlar ve bitkiler önce “işkembe”ye iner. Burası besin deposu görevini görür. Gündelik çalışma bitip de hayvan istirahata geçince işkembede depolanan besinler midenin “börkenek” adlı gözüne iner, sonra da tekrar ağzına çıkar. Hayvan bu yutulmuş besinleri ikinci kez iyice çiğnedikten sonra midesinin üçüncü gözü olan “kırkbayır”a gönderir, besinler oradan da midenin dördüncü gözü olan “şirden”e iner.

Bu uzun sindirim işleminin amacı bu tür hayvanları korumaktır. Çünkü bunlar çayırda otladıkları sırada çoğu kere yırtıcı hayvanların saldırısına uğrama tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Bu yüzden bir an önce besinlerini elde edip hızla güvenli istirahat yerlerine çekilmek zorundadırlar.

Bilim diyor ki; geviş getirme işlemi bu tür hayvanlar için zaruri, hatta hayatîdir. Çünkü otlar, selüloz zarı ile kaplı hücrelerden oluştuklarından dolayı sindirilmeleri zor bitkilerdir. Hayvan bu bitkileri sindirebilmek için oldukça uzun bir zamana muhtaçtır. Eğer geviş getirmese ve midesinde acele ile yuttuğu besinleri depo etmeye yarayacak “işkembe” denen göz olmasaydı, hayvan otlarken uzun zaman harcamak zorunda kalacaktı, bu zaman bir tam güne yakın olacak, fakat buna rağmen yeteri besini sağlayamayacaktı, üstelik çiğneyip yutma işlemleri sırasında kasları çok yorulacaktı. Oysa geviş getirme işlemi sayesinde acele ile ağzına aldığı besinleri “işkembe”sinde depoluyor, bu besinler orada biraz mayalanıp yumuşadıktan sonra hayvan tarafından tekrar ağza çıkarılarak çiğneniyor, öğütülüyor ve arkasından yutuluyor. Böylece hayvan kolayca otlamış, besinini almış ve aldığı besini sindirmiş oluyor. Bütün bu kolaylıkları tasarlayan Allah ne kadar yücedir.

Baykuş ve delice kuşu gibi yırtıcı kuşların gagaları, etleri parçalamaya yarasınlar diye çengel gibi kıvrık ve keskindir. Buna karşılık kazların ve ördeklerin gagaları geniş ve kepçe gibi yayvandır. Bu biçimleri ile çamurlar arasında ve sular içinde besin aramaya elverişli olmaktadırlar. Gagaların iki yanında sazları ve otları kesmeye yarayan testere gibi küçük dişler vardır.

Tavukların, güvercinlerin ve yerden tane toplayarak beslenen diğer kuşların gagaları ise tane toplamaya yarayacak biçimde kısa ve küttür. Oysa meselâ martının gagası oldukça uzundur. Gaganın alt kısmında ise balıkçı ağını andıran bir torba sarkar. Çünkü martının temel besini balıktır.

Hüdhüd ve çavuş kuşlarının gagaları ise birazcık uzun ve küttür. Bu biçimleri ile çoğunlukla yeraltında yaşayan böcekleri ve kurtçukları aramaya elverişlidirler. Bilim adamlarının dediklerine göre eğer insan bir kuşun gagasına şöyle bir bakarsa hangi tür besin ile beslendiğini tesbit edebilir.

Kuşların sindirim sisteminin geriye kalan bölümü de son derece hayret verici bir yapıdadır. Dişleri olmadığı için besinlerini sindirsinler diye “kursak”la ve “taşlık”la donatılmışlardır. Kuşlar, “taşlık”larındaki besinleri sindirmelerine yardımcı öğeler olsunlar diye çakıl taşları ve sert maddeler yutarlar.

Eğer bütün hayvan cinslerini ve türlerini bu şekilde incelersek işimiz uzar ve bu tefsir kitabının yönteminden ayrılmış oluruz. O yüzden adımlarımızı hızlandırarak tek hücreli bir canlı olan “amip”in yanına varalım. Varalım da yüce Allah’ın bu hayvancığa yönelik elini, üzerine dönük gözetimini ve hayatını düzenleyen duyarlı plânını büyüteç altına alalım:

Amip, minik gövdeli bir canlıdır. Göl kenarlarında ve bataklıklarda ya da akar suların taşıdığı taşlar üzerinde yaşar. Gözleri yoktur, “göz lekeleri” aracılığı ile görür. Kütlesi amarftur, yani ortamın şartlarına ve ihtiyaca göre biçim değiştirir. Hareket edince vücudundan bazı çıkıntılar uzar. Bu çıkıntıları ayak gibi kullanarak istediği yere doğru gider. Bu yüzden bu çıkıntılara “yalancı ayaklar” adı verilir. Besinini bulduğu zaman onu bu çıkıntıların biri ya da ikisi ile yakalar, üzerine sindirimi sağlayıcı bir salgı akıttıktan sonra besinin yararlı öğelerini emer, yararsız artıklarını vücudunun dışına atar. Bu minik canlı sudan aldığı oksijeni kullanır ve bütün vücudu ile solunumunu yapar.

Düşünelim ki, gözle görülmeyecek kadar küçücük olan bu minik canlı yaşıyor, hareket ediyor, besleniyor, solunum yapıyor ve besin artıklarını dışarıya atıyor. Gelişmesini tamamlayınca ikiye bölünüyor ve her iki bölümü de ayrı birer canlı oluyor.

Bitkilerin acayip yönleri insanlarda, hayvanlarda ve kuşlarda gördüğümüz acayipliklerden daha az şaşırtıcı, daha az hayranlık uyandırıcı değildir. Onlarda görülen ince ölçülü plân, diğer canlılardaki plândan daha az dikkat çekici ve daha az göze batıcı değildir. Kısacası, O herşeyi yaratmış ve bir ön tasarıya göre düzenlemiştir. (Furkân/2)

Şunu hemen belirtelim ki, bu plânlama ve tasarlama konusu anlattıklarımızdan daha önemli ve daha geniş kapsamlıdır. Şu evrenin küçük-büyük bütün hareketleri, bütün gelişmeleri, bütün akımları belirli bir plâna ve ön-tasarıya bağlıdır. Tarihteki her olayın, insan vicdanındaki her duygusal reaksiyonun ve yine insanın verdiği her nefesin bu belirli plânda ve ön-tasarıda yeri vardır. Şu verdiğimiz soluğun zamanı, yeri, şartları tümü ile plânlanmıştır. Bu nefes tıpkı büyük ve önemli olaylar gibi varlık düzeni ile ve evrenin genel hareketi ile ilişkilidir, evrensel uyum açısından hesaba katılmıştır.

Şu çöl ortasında yetişen ve tek başına duran ağaca bakalım. O da bu belirli plâna bağlı olarak orada duruyor ve yerden çıktığı andan beri varlık bütünü ile irtibatlı bir fonksiyonu yerine getiriyor. Şu yerde sürünen minik karınca, şu havada uçan kuş, şu suda yüzen tek hücreli canlı, plâna ve ön-tasarıya bağlılık açısından tıpkı büyük gezegen sistemleri ve iri gök cisimleri gibidirler.

Her şey zaman bakımından, yer bakımından, miktar bakımından, biçim bakımından plâna bağlıdır; bütün şartlar ve durumlar arasında uyum vardır. Meselâ Hz. Ya‘kûb’un, Hz. Yûsuf’un ve Bünyamin’in anası olan ikinci bir kadınla evlenmesi olayını düşünelim. Bu olay, ilk plânda sanıldığı gibi, kişisel ve bireysel bir olay değildi. Bir plâna bağlı olarak meydana gelmişti. Bu plânın aşamaları şöyle gelişecekti. Hz. Yûsuf’un kardeşleri kendisini kıskanacaklar, o’nu götürüp kuyuya atacaklar, fakat öldürmeyecekler, yoldan geçen bir kafile o’nu kuyudan çıkarıp Mısır’a götürüp satacak. Böylece Hz. Yûsuf başvezirin sarayında büyüyecek, başvezirin eşi o’nunla yatağını paylaşmak isteyecek, o bu baştan çıkarma girişimine pabuç bırakmayacak, zindana atılacak. Niçin? Orada kralın adamları ile tanışacak, onların rüyalarını yorumlayacak. Niçin? Öyle bir noktaya varılacak ki, bu soruya cevap verilemeyecek. Bazıları ısrarla soracaklar: Niçin? Ya Rabbi, niçin Hz. Yûsuf ızdırap çekiyor? Niçin bu peygamber, çektiği acıların etkisi ile gözlerini kaybediyor? Niçin masum Yûsuf bunca acıya katlanıyor? Niçin? Çeyrek yüzyıllık ızdırabın sonunda bu sorulara ilk cevap geliyor: Çünkü ilâhî plân, Hz. Yûsuf’u yedi kıtlık yılında Mısır halkının ve Mısır çevresindeki halkların beslenme sorumluluğunu üstlenmek üzere hazırlıyordu. Sonra niçin? Hz. Yûsuf ana-babasını ve kardeşlerini yanına alsın diye. Çünkü bu ailenin soyundan İsrâîloğulları türeyecek; Firavun, İsrâîloğulları’na baskı yapacak, sonra onların içinden Hz. Mûsâ çıkacak. Onun hayatında yine ilâhî plâna bağlı birçok gelişmeler olacak; arkasından günümüz dünyasının içinde yaşadığı, tüm dünya insanlarının hayat akışını etkileyen birçok olaylar, gelişmeler ve akımlar meydana gelecek.

Yine meselâ Hz. Ya‘kûb’un atası, Hz. İbrâhîm’in Mısırlı bir kadın olan Hacer ile evlenmesini düşünelim. Bu olay da ilk plânda sanıldığı gibi kişisel ve bireysel bir olay değildi. Tersine gerek bu olay ve gerekse Hz. İbrâhîm’in başından geçen diğer bazı olaylar o’nun ana yurdu olan Irak’tan ayrılarak Mısır’a gitmesine yol açtı. Orada Hacer ile evlendi. Bu eşinden oğlu İsmâîl dünyaya geldi. İsmâîl ve anası bugün Kâbe’nin bulunduğu yöreye yerleşti. Sonunda Hz. İbrâhîm’in soyundan bu yarımadada Hz. Muhammed dünyaya geldi. Bu yarımada İslâm’ın doğuşu için en elverişli ortam olarak belirdi. Tüm bunların sonunda bütün insanlık tarihinin en büyük olayı meydana geldi.

Her olayda, her başlangıçta, her sonda, her noktanın arkasında, her adımda, her değişiklikte, her yenilikte ipin uzak ucunun arkasında yüce Allah’ın plânı vardır. Yüce Allah’ın geçerli, geniş kapsamlı, ölçülü, duyarlı ve derin plânı.

İnsanlar bazan bu ipin yakın ucunu görürler, uzak ucunu göremezler. Bazan olayın başlangıç noktası ile sonucu arasındaki zaman insanların kısa ömürlerini aşar. Bu yüzden olayın plâna bağlı hikmetini göremezler. Bundan dolayı sabırsızlanırlar, “Şöyle olmalı, böyle olmalı” diye öneriler ileri sürerler. Kimi zaman da öfkeye kapılırlar, ileri-geri konuşurlar.

Oysa Yüce Allah bu Kur’ân’da insanlara öğretiyor ki, her şey ana plâna bağlıdır, insanlar her işi, tüm işlerin sahibine bırakmalıdırlar. Arkasından huzur ve güven için yüce Allah’ın plânı ile uyumlu ve ahenkli adımlarla yollarına devam etmelidirler. Bu plânın eşliğinde ve yoldaşlığında sağlam, güvenli ve sarsılmaz adımlar atmalıdırlar.

Yüce Allah, bu koca evrendeki her varlık biriminin hacmini, biçimini, fonksiyonunu, işini, zamanını, yerini, diğer varlıklarla uyumlu ilişkisini düzenlemiştir.

Gerek evrenin kendisinin ve gerekse evrende yer alan tüm varlıkların bileşimleri; insanı gerçekten hayrete düşürür, “rastlantı” düşüncesini kökünden çürütür. İnsanoğlunun bilgisi geliştikçe, evrenin yasalarına, işleyişine ve varlık birimlerine egemen olan uyumun yeni örneklerini keşfettikçe bu çarpıcı âyetin anlamını daha iyi anlıyor, onun kapsamını kavramaya çalışanın ufku biraz daha genişliyor. Tekrarlayalım: O her şeyi yaratmış ve bir ön tasarıya göre düzenlemiştir.

Bakın New York Bilimler Akademisi’nin eski başkanlarından A. Cressy Morrison İnsan Yalnız Değildir adlı eserinde ne diyor?

“İnsanı dehşete düşüren bir başka nokta, tabiatın bu günkü biçimde düzenlenmiş olması, bu düzenin bu kadar üstün bir inceliğe ermiş olmasıdır. Meselâ yer kabuğu şimdikinden bir kaç metre daha kalın olsaydı, karbondioksit’in oksijen atomlarından birini emecek, bunun sonucunda bitkilerin yaşaması mümkün olmayacaktı.

Eğer atmosfer, şimdikinden daha kalın olsaydı, atmosfer dışında yanan milyonlarca meteor, yerkürenin değişik yerlerine çarpacaktı. Bu meteorlar 6 mil ile 40 mil arasında değişen bir hızla düşerler. Bu durumda yanabilen her şeyi tutuşturabilirlerdi. Eğer bu meteorlar kurşun hızı ile düşseler yere çakılırlar ve bundan korkunç sonuçlar doğardı. Eğer kurşun hızından doksan kat daha hızla düşen bir meteor parçası insana çarparak geçse sadece ısı etkisi ile onu paramparça ederdi.

Atmosfer, gerektiği kadar kalındır. Bu ölçülü kalınlık, bitkilerin muhtaç oldukları kimyasal etkili ışınları sızdırmaya elverişlidir. Ayrıca mikropları öldürür ve besinlerin gelişmesine imkân verir. Üstelik eğer insan gereğinden daha uzun bir süre güneşte kalmazsa bu ışınlardan zarar görmez. Uzun yüzyıllardan beri yeryüzü, çoğu zehirli olan gazlar yaydığı hâlde hava kirlenmiyor, temiz kalabiliyor, insanın yaşaması için gerekli olan dengeli oranını koruyabiliyor. Bu büyük dengeyi yer kabuğunu saran su kütleleri, okyanuslar sağlıyor. Hayat, besin maddeleri, yağmurlar, yaşamaya uygun iklim, bitkiler ve son olarak insanın kendisi varlıklarını bu su kitlesine borçludurlar.”

Yazar, kitabının bir başka bölümünde şöyle diyor:

“Eğer havadaki oksijenin oranı şimdiki gibi % 21 değil de % 50, ya da daha yüksek olsaydı, dünyadaki bütün yanabilen maddeler her an tutuşabilirlerdi. O zaman çakan şimşekten çıkan ilk kıvılcım bir ağaca çarpsa bütün bir ormanı küle çevirirdi. Buna karşılık eğer havadaki oksijenin oranı % 10′a, ya da daha aşağıya düşse belki hayat, uzun yüzyıllar içinde kendini bu şartlara adapte ederdi, ama bu durumda şimdi insanın varlığına alıştığı uygarlık imkânlarının bir çoğundan, meselâ ateşten yoksun olurduk.”

Yazar, adı geçen eserinin üçüncü bölümünde ise şöyle diyor:

“Tabiatta ne hayret verici bir denge, bir denetim mekanizması vardır. Bu denge sert kabuklu hayvanların döneminden beri herhangi bir hayvan türünün dünyaya egemen olmasına meydan vermemiştir. Hiç bir hayvan türü ne kadar yırtıcı, ne kadar iri gövdeli ve ne kadar kurnaz olursa olsun dünyayı ele geçirememiştir. Yalnız insan bitkilerin ve hayvanların yaşama alanlarını değiştirerek bu doğal dengeyi bozmuştur. Fakat çok geçmeden hayvan, böcek ve bitki kaynaklı çeşitli afetlere uğrayarak bu yanlış uygulamanın ağır cezasını çekmiştir.”

Şimdi anlatacağımız olay, bu kuralların insan varlığı açısından ne kadar önemli olduklarının canlı örneğidir:

Birkaç yıl önce Avustralya’da erozyonu önleme amacı ile başka yerden getirtilen kaktüs türünde bir bitki geliştirildi. Fakat bu bitki türü o kadar hızlı bir şekilde yayıldı ki çok geçmeden tüm İngiltere’nin yüzölçümüne eş bir alanı kapladı. Şehirlilerin de, köylülerin de hayatlarını zorlaştırmaya başladı, ekinleri yok etti, tarıma darbe indirdi. Ama Avustralyalılar yine de bu bitkinin hızlı yayılışını önleyecek bir çare bulamadılar. Tüm Avustralya hiç bir engel tanımadan yayılışını sürdüren, bu yabancı kaynaklı başıboş bitki ordusunun istilâsına uğrama tehlikesi ile karşı karşıya kaldı.

Bunun üzerine böcek uzmanları dünyanın çeşitli yerlerinde yaptıkları araştırmalar sonunda sadece bu kaktüs bitkisi üzerinde yaşayan, sırf onun yapraklarını yiyerek beslenen bir böcek buldular. Bu böcek hızlı ürüyordu. Aynı zamanda Avustralya’da, düşmanı olan bir başka böcek türü yoktu. Bu yüzden çok geçmeden söz konusu kaktüs türü bitkinin yayılmasını durdurdu. Arkasından kendi üremesi de yavaşladı. Günün birinde söz konusu kaktüs türü bitkinin, sürekli yayılışını önlemeye yetecek kadar az bir nesli kaldı.

Görüldüğü gibi tabiatta her zaman kurallar ve dengeler egemendir ve dengeler her zaman faydalıdır.

Sıtma hastalığının taşıyıcısı olan sivrisinek neden bütün dünyaya yayılmayı başaramadı? Oysa atalarımız ya onun aşıladığı hastalıktan ölüyor, ya da aşıladığı mikroba karşı bağışıklık kazanıyorlardı. Aynı soruyu sarı hummayı yayan sinek için sorabiliriz. Oysa bu sinek bir zamanlar o kadar kuzeye doğru ilerledi ki, bir mevsimde New York şehrine kadar sokulabilmişti. Soğuk bölgelerde sık rastlanan sinek türleri için de aynı sözü söyleyebiliriz. Niçin gece sineği asıl yurdu olan sıcak bölgeler dışında yaşayacak biçimde gelişerek insan türünü kökünden yok edebilecek bir etkinlik düzeyine erememiştir? Düne kadar insan koleranın, vebanın ve daha birçok öldürücü mikrobun karşısında herhangi bir koruyucu önlemden yoksundu. Koruyucu aşılardan tamamen habersiz bir câhillik dönemi yaşıyordu. Bütün bunları hatırladığı takdirde bu aleyhte faktörlere rağmen insan soyunun varlığının devam etmesinin gerçekten hayret verici bir olgu olduğunu anlamakta gecikmez.

Böceklerin, insanlar gibi akciğerleri yoktur. Solunumlarını borucuklar aracılığı ile gerçekleştirirler. Fakat böcekler gelişip vücutları irileşince söz konusu borucuklar irileşen vücutları oranındaki oksijen akışını sağlayamazlar. Bu yüzden tabiatta bir kaç santimden uzun böcek türüne rastlanmaz. Böceklerin kanatları da fazla uzamaz. İşte böceklerin organik yapılarının bu özellikleri ve solunum yollarının sınırlı fonksiyonu yüzünden iri gövdeli bir böcek türünün varlığı mümkün değildir. Bu sınırlı gelişmişlik düzeyi tüm böcek türlerini frenlemiş; onlara dünyaya egemen olma imkânı vermemiştir. Eğer bu doğal engel olmasaydı, yeryüzünde insan soyu var olamazdı. Arslan kadar iri bir eşek arısı ile ya da o kadar kocaman bir örümcek ile normal bir insanın karşılaştığını düşününüz. Acaba o insanın hâli nice olur?

Bunlar dışında hayvan fizyolojisinde öyle müthiş, öyle şaşırtıcı düzenlemeler var ki, pek az insan bunların farkındadır. Ama eğer bu düzenlemeler olmasaydı, hiç bir hayvan, hatta hiç bir bitki varlığını sürdüremezdi.

Görülüyor ki, insan bilgisi gün geçtikçe yüce Allah’ın yaratıklarına ilişkin tasarlayıcılığının hayret verici yeni bir belirtisini, evrene ilişkin ince bir düzenlemesini keşfediyor; böylece O’nun sevgili “kul”una indirdiği Kur’ân’da yer alan, O her şeyi yaratmış ve bir ön-tasarıya göre düzenlemiştir şeklindeki buyruğunun her gün yeni bir anlamını kavramaktadır.[25]

[1] Buharî, “Tefsir Kitabı”, no: 385.

[2] Buharî, “Tefsir Kitabı”, no: 386.

[3] Buharî, “Tefsir Kitabı”, no: 387.

[4] Buharî, “Tefsir Kitabı”, no: 388.

[5] Buharî, “Tefsir Kitabı”, no: 389.

[6] Lisânü’l-Arab; c. 5, s. 107.

[7] Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât; s. 264, “Şakk” mad.

[8] Lisânü’l-Arab; c. 2 s. 539-543, “Hukm” mad.

[9] (Kur’an araştırmaları gurubu; Kur’an hiç Tükenmeyen Mucize)

[10] (Lisanü’l Arab, “lvh” mad. )

[11] (Lisanü’l Arab, “” mad. )

[12] Tâcü’l-Arus; c. 4, s. 405; Lisânü’l-Arab; c. 2, s. 257.

[13] (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

[14] Bkz. Tebyînu’l-Kur’ân/İşte Kur’ân; c. 1, Fecr sûresi.

[15] (Razi; el Mefatihu’l Gayb , Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an;

Fussılet 16’nın açıklaması)

[16] (Lisanü’l Arab, “ğdv” mad. )

[17] Bkz. Şems sûresi.

[18](Lisanü’l Arab, “agr” mad. )

[19] (Lisanü’l Arab, “hsb” mad. )

[20] (Lisanü’l Arab, “shr” mad. )

[21](Razi; el Mefatihu’l Gayb)

[22] Tekvin [Yaratılış], 19:1-29

[23] (Tacü’l Arus; dhy mad)

[24] Lisânü’l-Arab; c. 8, s. 717, “Neher” mad.

[25] Seyyid Kutub; fî Zilâli’l-Kur’ân; Kamer ve Furkân sûreleri.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla