Tekil Mesaj gösterimi
Alt 25. April 2009, 10:29 PM   #5
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Sonra Biz Kitap’ı kullarımızdan süzüp seçtiklerimize miras bıraktık. Şimdi de onlardan bazıları nefislerine zulmeden, bazıları orta yolu tutan bazıları da Allah’ın izniyle hayırlarda önde gidenlerdir. İşte bu büyük lütfun; Adn cennetlerinin ta kendisidir. Onlar oraya gireceklerdir. Orada altın bileziklerle ve incilerle süsleneceklerdir. Oradaki elbiseleri ipektir. (Fatır/33)

Pasajın ilk bölümündeki “Siz ve eşleriniz ağırlanmış olanlar olarak girin cennete!” ifadesi ile kastedilenler dünyadaki eşler değildir. Zira dünyadaki eşlerin her biri ayrı ayrı mükellef kişiliklerdir. Suçun ve cezanın şahsîliği söz konusudur. Dünyada muttaki olan bir kişinin eşinin de muttaki olması, her ikisinin de aynı lütfu hak etmiş olması mümkün fakat mutlak değildir. Burada konu edilen eşler, Rabbimizin ahirette insana vereceği özel olarak yaratılmış eşlerdir.

74- 76- Şüphesiz ki günahkârlar, cehennem azabında süreklidirler. Kendilerinden hafifletilmeyecektir. Onlar, orada da ümitsizlerdir. Ve Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar, zalim kimselerin ta kendileri idiler.
77- Ve onlar seslenirler: “Ey Malik! Rabbin bizim aleyhimize gerçekleştirsin [işimizi bitirsin].” O [Malik]: “Şüphesiz siz böyle kalacaksınız” dedi.
78 – Ant olsun ki Biz size hakkı getirdik. Velâkin sizin çoğunuz hakkı çirkin görüyorsunuz.

Bu ayet gurubunda ise mücrimlerin ahiretteki durumları anlatılmaktadır. Onlar cehennem azabında ebe*di kalıcıdırlar. Azapları hafifletilmez; azap içinde ümitsizce yaşarlar. Çaresizlikten cehennem görevlisine başvurarak Allah’a yalvarıp kendilerini bu durumdan kurtarması için aracı olmasını isterler. Cehennem görevlisi ise onlara “Şüphesiz siz böyle kalacaksınız” diye karşılık verir.

Derken kendilerine hatırlatılanı terk ettiklerinde, onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Öyle ki kendilerine verilen şeylerle ‘sevince kapılıp şımarınca’, onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar, umutları suya düşenler oldular. (En'am/44)

Ayette geçen “Malik”, pasajdaki söz akışından anlaşıldığına göre, cehennemin görevlisidir. Cehennemde bir takım meleklerin, zebanîlerin görev yaptığını Kur’an’dan öğrenmekteyiz.

Ve Ateş içindeki kimseler, cehennem bekçilerine: “Rabbinize dua edin de bir gün olsun bizden azaptan hafifletsin.” dediler.
Onlar [Bekçiler]: “Size elçileriniz açık kanıtları getirmediler miydi?” diye sorarlar. Onlar: "Evet [getirmişlerdi]" derler. Onlar [Bekçiler]: “Öyle ise kendiniz dua edin” derler. Kâfirlerin duası sadece şaşkınlıktadır [boşa çıkmıştır]. (Mü’min/49)

Ey inanmış olan kişiler! Kendinizi ve ehlinizi [yakınlarınızı], yakıtı insanlar ve taşlar olacak bir Ateş’ten koruyun. Onun üzerinde, Allah’a karşı gelmeyen, kendilerine emredilenleri yapan çetin ve kaba melekler vardır. (Tahrim/6)

Biz zebanîleri çağıracağız. (Alak/17)

Ve şu inkâr eden kişiler, cehennem ateşi kendileri için olanlardır. Onlar hakkında hüküm verilmez ki ölsünler. Kendilerinden, onun [cehennem ateşinin] birazı da hafifletilmez. İşte Biz her aşırı inkârcıyı böyle cezalandırırız. (Fatır/36)

En bedbaht olan da ondan kaçınacaktır.
O ki, en büyük ateşe yaslanacaktır.
Sonra o en büyük ateşin içinde ne ölecek ne de hayat bulacaktır. (A’la/11- 13)

79 - Yoksa onlar işi sağlama mı almışlar [garantiye mi bağlamışlar]? İşte Biz, şüphesiz, sağlamcılarız.
80 - Yoksa onlar, şüphesiz Bizim, onların sırlarını ve fısıltılarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Evet! [İşitiriz], yanlarında bulunan elçilerimiz de yazıyorlar.

Bu ayetlerde, müşriklere inkarî sorular yöneltilerek yaptıklarının ve aldıkları tedbirlerin yararsızlığı anlatılmaktadır. Onlara yöneltilen bu sorular, “onlar işi hiç de sağlama almadılar, çok çürük iş yaptılar. Biz onları hep işitiyor, ne yaptıklarını biliyoruz. Üstelik yanlarında daima yazan elçilerimiz de var. Bu elçiler sürekli olarak onların yaptıklarını yazmaktadırlar” demektir.

Onun sağından ve solundan oturmuş [yerleşik] iki tespitçi tespit edip dururken, o [insan] hiçbir söz söylemez ki yanında hazır gözetleyen bulunmasın. (Kaf/17,18)

Gaybın anahtarları da yalnızca onun katındadır. Ondan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın.

Ve O, sizi geceleyin vefat ettiren, gündüzün elde ettiğiniz şeyleri bilen, sonra adı konmuş ecelin [vadenin] gerçekleşmesi için sizi kaldırandır. Sonra dönüşünüz yalnızca O’nadır. Sonra O, yaptıklarınızı size haber verecektir.
Ve O [Allah], kulları üzerinde Kahir’dir [hükümranlığı sürdürür] ve O, sizin üzerinize koruyucular gönderir. Sonra da sizden birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz, hiç eksik-fazla yapmadan, onu vefat ettirirler. (En’am/59- 61)



Konumuz olan ayetlerde, Kureyş'in ileri gelenlerinin Resulullah’a karşı gizlice plân yaptıklarına da işaret edilmiştir:

Bu âyet-i kerime, müşriklerin Daru'n-Nedve'de Peygam*ber için planlar düzmeleri hakkında inmiştir. Bu danışma neticesinde Ebu Cehil'in kendilerine teklif ettiği görüşü kabul etmişlerdi. Buna göre Pey*gamber (sav)'i öldürmeye katılmak üzere her kabileden bir kişi ortaya çıka*caktı. Böylelikle onun kanının [kısasının] istenme imkânı kalmayacaktı. İş*te bu âyet-i kerime bu hususta nazil oldu. Yüce Allah onların hepsini Bedir'de ölümle cezalandırdı. (Mukatil)

Ve onlar böyle bir tuzak kurdular, şüphesiz Biz de onların farkında olmadığı bir tuzak kurduk [bir ceza ile cezalandırdık]. (Neml/50)

Hani bir zaman, şu küfretmiş olan kimseler, seni tutup bağlamak veya öldürmek veya sürüp çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı. Ve onlar tuzak kurarken Allah da tuzak kuruyordu. Ve Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır. (Enfal/30)

Yoksa bir sinsi plân mı yapmak istiyorlar? Fakat o küfredenlerin kendileri sinsi plâna düşenlerdir.” (Tur/42)



Onlar, insanlardan gizlenmek isterler de Allah'tan gizlenmek istemezler. Hâlbuki O [Allah], onlar O’nun sözden razı olmadığı şeyleri gece kurarlarken kendileriyle beraberdir. Ve Allah, onların yaptıklarını kuşatıcıdır. (Nisa/108)

Göklerde olan şeyleri ve yeryüzünde olan şeyleri Allah'ın bildiğini görmedin mi? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde O,mutlaka dördüncüleridir. Beşte de O, mutlaka altıncılarıdır. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar O, mutlaka onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıkları şeyleri haber verecektir. Şüphesiz Allah, her şeyi en iyi bilendir. (Mücadele/7)

Hayır… Hayır… Aslında siz, şüphesiz üzerinizde yaptığınız şeyleri bilen saygın yazıcılar olmasına rağmen Din’i yalanlıyordunuz. (İnfitar/9- 12)

81 - De ki: “Eğer Rahman için bir çocuk olsaydı, o takdirde ibadet edenlerin ilki ben olurdum."
82- Göklerin ve yerin Rabbi; arşın Rabbi onların niteledikleri şeylerden münezzehtir.
83- Sen hemen bırak onları, kendilerine söz verilen günlerine kavuşuncaya kadar boşa uğraşsınlar ve oynayadursunlar.
84- Ve O, gökteki ilâh olandır ve yeryüzünde ilâh olandır. Ve O, Hakîm’dir, Alîm’dir.
85 – Ve göklerin, yeryüzünün ve her ikisi arasındakilerin mülkü sadece kendisine ait olan o Zat [Allah] ne cömerttir! Saat’in bilgisi de yalnızca O’nun yanındadır. Ve siz sadece O’na döndürüleceksiniz.

Surenin buraya kadar olan ayetlerinin özeti mahiyetindeki bu ayet grubunda tevhide ağırlık verilmiş, Hıristiyanların İsa ile ilgili yanlış inançları reddedilmiştir. Kur’an’ın reddettiği “Teslis” inancı Hristiyanlar tarafından şu şekilde açıklanmaktadır:
“Üçlübirlik’te tek bir Tanrı’ya ve birlik içindeki Üçlüğe tapınırız; bu kişileri ne birbirine karıştırır, ne de özünü böleriz. Çünkü Baba tek bir Kişi’dir, Oğul başka, Kutsal Ruh ise başka bir Kişidir. Ancak Baba’nın, Oğul'un ve Kutsal Ruh'un Tanrısal özyapısı birdir; görkemde eşit, yücelikte sonsuzdur. Baba nasıl ise, Oğul ve Kutsal Ruh da öyledir. Baba yaratılmamıştır, Oğul yaratılmamıştır, Kutsal Ruh yaratılmamıştır. Baba anlaşılmaz, Oğul anlaşılmaz, Kutsal Ruh anlaşılmazdır. Baba ebedi, Oğul ebedi, Kutsal Ruh ebedidir. Buna rağmen hepsi üç farklı ebedi değil, fakat tek bir ebedidir. Ne üç farklı ‘yaratılmamış’ ne de üç farklı ‘anlaşılmaz’ vardır, fakat tek bir ‘yaratılmamış’ ve tek bir ‘anlaşılmaz’ vardır. Aynı şekilde Baba her şeye kadir, Oğul her şeye kadir ve Kutsal Ruh her şeye kadirdir; Buna rağmen hepsi üç farklı ‘her şeye kadir’ değil, tek bir ‘her şeye kadir’dir. Baba nasıl Tanrı ise, Oğul da Tanrı’dır ve Kutsal Ruh da Tanrı’dır; Buna rağmen bunlar üç farklı Tanrı değil, tek bir Tanrı’dır. Baba nasıl Rab ise, Oğul da Rab'dir, Kutsal Ruh da Rab'dir; Buna rağmen bunlar üç farklı Rab değil, tek bir Rab'dir.”
Rabbimiz Hıristiyanların bu inancını reddeder ve Kendisini şöyle tanıtır:

“Ve O, gökteki ilâh olandır ve yeryüzünde ilâh olandır. Ve O, Hakîm’dir, Alîm’dir. Ve göklerin, yeryüzünün ve her ikisi arasındakilerin mülkü sadece kendisine ait olan o Zat [Allah] ne cömerttir! Saat’in bilgisi de yalnızca O’nun yanındadır. Ve siz sadece O’na döndürüleceksiniz.”

81. ayette peygamberimizden “Eğer Rahman için bir çocuk olsaydı, o takdirde ibadet edenlerin ilki ben olurdum” demesi istenmiştir. İfadeyi biraz açarak anlamı şöyle takdir edebiliriz:
“Şayet bunu farz kılmış olsaydı, elbette bu farz kılması üzerine O’na ibadet ederdim. Çünkü ben, O'nun kullarından bir kulum. Bana emrettiği her şeye itaat ederim. Bende O'nun ibadetine karşı bir büyüklenme ve O'nun ibadetinden yüz çevirme yoktur. Çünkü ben, Allah’a itaat eden bir kulum. Benim hiç kimseyi Allah’ın çocuğu olarak kabul etmemem bir inadın sonucu değildir. Ben bu düşünceyi gerçek olmadığı için kabul etmiyorum. Şayet Allah'ın bir çocuğu olsaydı, onu ilk ben tasdik ederdim. Ancak Allah hakkında böyle bir şey söz konusu bile edilemez.”

Eğer Allah bir çocuk edinmek isteseydi, kesinlikle yaratacağından, dileyeceğini seçecekti. O, bundan münezzehtir. O, bir tek, kahredici Allah'tır. (Zümer/4)

86- Ve onların, O’nun astlarından yalvarıp durdukları kimseler şefaate malik olamazlar. Ancak, hakka şahit olan zat, müstesnadır. Onlar da biliyorlar.

Her şeyin kontrolünün Allah’a ait olduğu birçok yönüyle açıklandıktan sonra bu ayette de müşriklerin şefaatçilere bel bağlama inançlarına değinilmiştir.
Bu ayetin bir benzeri de Meryem suresinde geçmişti:

Suçluları da susamış olarak cehenneme süreceğiz.
Onlar, Rahman’ın katında bir ahit almış olan kimse hariç, şefaate sahip olamayacaklardır. (Meryem/86, 87)

“Şefaate malik olmak”, iki yönlü olarak ya onların başkaları için yapacakları şefaati, ya da başkalarının onlar için yapacakları şefaati ifade ediyor gibi görünse de, ayetteki istisna cümlesinden buradaki şefaatin başkalarının onlar için yapacakları şefaat olduğu anlamı çıkmaktadır. Dolayısıyla “şefaate sahip olmayacaklar” ifadesi, “kimse onlara yardım etmeyecek” demektir. Zaten cehennemdekilerin -kendileri yardıma muhtaçken- bir başkasına yardımda bulunmaları anlamsızdır. Ancak Rabbimiz ayette “hakka şahit olan zat müstesnadır” diye bir istisna yaparak ahirette kimlerin yardım göreceğini açıklamıştır.

O gün, Rahman’ın kendisine izin verdiği ve sözce hoşnut olduğu kimseler hariç şefaat fayda vermez. (Ta Ha/109)

“ شفع Şef'ı” kökünden türemiş olan “ شفاعة şefaat” sözcüğünün sözlük anlamı “Bir şeyi benzeri olan başka bir şeye eklemek, onu desteklemek, bir şeyi çiftlemek ve esirgemek”tir. Sözcük zaman içerisinde “Yüksek mevkide bulunan birinin düşkün birine yardım etmesi, onu koruması, onun korunmasına aracılık etmesi, onu yalnız bırakmayıp ona destek olması” anlamında kullanılır olmuştur.
Sözcüğün terim anlamı ise “Bir kimsenin bağışlanmasını istemek, bir kimseden başka biri için iyilik yapmasını, onun zararına olan davranışlardan vazgeçmesini rica etmek, başkası hesabına yalvarmak, rica etmek, birinin önüne düşüp işinin görülmesi için dua ve niyazda bulunmak” demektir.
Kısaca şefaat “aracı olmak, yardım etmek ve öncülük etmek” anlamlarına gelir.
Arapça'da başkası lehine talepte bulunana [şefaat edene] “الشّافع eş-şafi” veya “ الشّفيع eş-şefi” denir.
“Şefaat” kavramının doğru anlaşılabilmesi için konunun aşağıdaki başlıklar altında incelenmesinde yarar görmekteyiz:
* Allah'tan başka şefaatçi yoktur: Şefaat sadece Allah'a aittir. Bu konuda ilk öğrenilmesi gereken husus, şefaat yetkisinin sadece Allah'a ait olduğudur.

De ki: “Tüm şefaat Allah'a aittir. …” (Zümer/44)

… Sizin için O'nun astlarından bir veli ve şefaatçi yoktur. Hâlâ düşünüp öğüt almaz mısınız? (Secde/4)

* Yüce Allah, kendilerinden razı olduğu kulları için dilediğine şefaat/yardım izni verebilir: Allah'ın izni ve emri olmadan kimsenin kimseye şefaat/yardım etmesi söz konusu değildir. Allah'ın izni ile şefaat/yardım edecekler de ancak Allah'ın kendilerinden razı olduğu kulları için şefaat edebilirler.

… O'nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez. (Yunus/3)

Bu konuda dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Allah'ın kendilerinden razı olduğu kimseler şefaat [yardım] edemezler, ancak şefaat [yardım] edilirler.

* Yüce Allah, güzel bir şefaatle şefaat edene izin verdiği gibi, kötü bir şefaatle şefaat edene de izin verebilir:

Kim güzel bir şefaatle [hayır ve iyiliklere aracı, vasıta olmakla] şefaat ederse, bundan kendisine bir sevap [hisse] vardır. Kim de kötü bir şefaatle [kötülüğe delil olmak ve yardım etmekle veya kötülük çığırını açmakla] şefaatte bulunursa, ondan kendisine bir günah payı vardır. Allah her şeye kadirdir. (Nisa/85)

İyi ve güzele aracılık ve yardım etme anlamındaki “şefaat-ı hasene”, iman edip Allah'ın ve kullarının haklarına riayet ederek müminlerin iyiliği ve yararı için uğraşmak, onları kötülüklerden ve uğrayabilecekleri zararlardan korumaya çalışmak demektir. Kötü ve zararlıya aracılık ve öncülük etmek anlamına gelen “şefaat-ı seyyie” ise müminlerin ve insanların zarara uğramaları ve kötülüklere düşmeleri için çalışmak ve kötülük çığırları açmak demektir. Kur'an, gerek “şeffat-ı hasane”de ve gerekse “şeffat-ı seyyie”de bulunanların dünyada ve ahirette bu davranışlarının sonuçlarından pay alacaklarını bildirmektedir.

* O gün şefaat yoktur, kimseden şefaat kabul edilmeyecektir:

Ve hiçbir kimsenin başka bir kimseye herhangi bir şey için karşılık ödemediği, hiçbir kimseden şefaatin kabul edilmediği, kimseden fidyenin alınmadığı ve onların yardım olunmadığı günden sakının. (Bakara/48)

Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden fidye kabul edilmeyeceği, şefaatin hiç kimseye yarar sağlamayacağı ve onların yardım olunmayacağı günden sakının. (Bakara/123)

Görüldüğü gibi, ahirette kimseye şefaat ettirilmeyecektir. O gün sadece Allah'ın izin verdikleri, bildikleri gerçeğe tanıklık edebilirler:

O'nun astlarından yakardıkları şefaate sahip olamaz! Hakka tanık olanlar müstesna. Onlar biliyorlar da. (Zühruf/86)

Halk arasında yaygın olarak “ümmetinden günahkâr olanların günahlarının affedilmesi için peygamberimizin Allah katında aracılık etmesi” şeklinde tanımlanan şefaat anlayışının Kur'an'a ters olduğu özellikle belirtilmelidir. Peygamberimizin günahkârlara destek olup hatırını kullanarak günahkârların kurtuluşunu sağlayacağı anlayışı, “… Sen ateştekini kurtarabilir misin?” diyen Zümer/19’a terstir. Bu anlayış sahipleri bilmelidirler ki, bu anlayışlarını değiştirmedikleri takdirde peygamberimizin şefaat değil, şikâyet ettiği ümmetine dâhil olacaklardır:

Elçi de: “Rabbim, halkım Kur'an'ı terk etti” der. (Furkan/30)

Şefaat kavramı hakkındaki ayrıntılı açıklama Necm suresinin tahlilinde verilmiştir. (Tebyinü’l-Kur’an; c:1, s: 421- 424)

87- Yine ant olsun ki, onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan, kesinlikle: “Allah” derler. O halde nasıl çevriliyorlar!
88- Ve onun “Ey Rabbim! Bunlar şüphesiz imana gelmez bir kavimdir” demesi kanıttır ki...
89- Artık sen onlardan vazgeç ve “Selam!” de. Artık onlar yakında bileceklerdir.

Bu ayetlerde Mekkelilerin tutarsızlığı ve Resulullah’ın onlar hakkındaki ümitsizliği bildirildikten sonra Resulullah’a Mekkelilere nasıl davranması gerektiği yönünde direktifler verilmektedir.
Daha önce de belirtildiği gibi, müşrikler Allah’ı tanımakta fakat yine de bildiklerini okumaktadırlar:

Yine ant olsun ki onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, kesin “Allah” diyeceklerdir. De ki: “Allah'a hamd olsun!” Aslında onların çoğu bilmezler. (Lokman/25)

Ve Allah, selam yurduna çağırıyor ve O, dilediği/dileyen kimseye kılavuz olur. (Yunus/25)

O [İbrahim]: “Selâm sana olsun, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Şüphesiz O, bana çok lütufkârdır. Ve ben, sizden ve Allah’ın astlarından kulluk ettiğiniz şeylerden çekilip ayrılıyorum. Ve Rabbime dua edeceğim. Rabbime yalvarışımda bedbaht olmayacağımı umuyorum” dedi. (Meryem/47, 48)

Ve Rahman’ın kulları öyle kimselerdir ki onlar, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahil kimseler kendilerine lâf attığı zaman “Selâm!” derler. (Furkan/63)

89. ayette Resulullah’a müşriklerin üstüne gitmemesi ve onlara sadece “selam!” deyip geçmesi emredilmektedir. Elçi’den uyması istenen bu tebliğ yöntemi Rabbimizin sünneti olup daha evvel bir kaç yerde görmüştük.

Ve Rahman’ın kulları öyle kimselerdir ki, onlar yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahil kimseler kendilerine lâf attığı zaman “Selâm!” derler. (Furkan/63)

O [İbrahim]: “Selâm sana olsun, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Şüphesiz O, bana çok lütufkârdır. Ve ben, sizden ve Allah’ın astlarından kulluk ettiğiniz şeylerden çekilip ayrılıyorum. Ve Rabbime dua edeceğim. Rabbime yalvarışımda bedbaht olmayacağımı umuyorum” dedi. (Meryem/47, 48)

Onların oradaki duaları “Allah’ım, Sen her türlü eksiklikten münezzehsin!”dir. Ve onların oradaki selâmlaşmaları, “selâm!”dır. Dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun!”dur. (Yunus/10)

Ve ayetlerimize inanan kimseler sana geldikleri zaman hemen: “Selam olsun size! Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı. Şüphesiz sizden her kim bilmeyerek bir kötülük işleyip de sonra arkasından tövbe eder ve düzeltirse; Şüphesiz ki O [Allah], Gafur’dur, Rahîm’dir” de. (En’am/54)

88. ayetteki “Ey Rabbim! Bunlar şüphesiz imana gelmez bir kavimdir” ifadesi ile Resulullah’ın toplumu hakkında ümit kesip onları Allah’a havale etmesi açıklanmıştır. Nitekim başka bir ayette de Resulullah’ın bir başka şikâyeti yer almaktadır:

Elçi de: “Ey Rabbim, hiç şüphesiz benim kavmim şu Kur’an’ı mehcur [terk edilmiş bir şey] edindiler” dedi. (Furkân/30)

Resulullah’ın kendi kavmi hakkında düşündüklerini Nuh peygamber de kendi kavmi hakkında düşünmüştür:

O [Nuh] dedi ki: “Rabbim! Şüphesiz ben kavmimi gece gündüz davet ettim. Fakat benim çağırmam, onların sadece kaçmalarını artırdı. Ve şüphesiz ben onları, Senin onları bağışlaman için her davet ettiğimde, onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ısrar ettiler, kibirlendikçe de kibirlendiler. Sonra şüphesiz ben onları yüksek sesle çağırdım. Sonra şüphesiz onlar için ilan ettim. Onlar için gizli gizli de gizledim [söyledim]. Sonra dedim ki: “Rabbinizin sizi bağışlamasını isteyin. Kesinlikle O, çok bağışlayıcıdır. Üzerinize gökten bol yağmur yağdırsın. size Mallar ve oğullar ile yardımda bulunsun, sizin için bahçeler kılsın, ırmaklar kılsın. … (Nuh/5-12)

Ve Nûh dedi ki: “Yeryüzünde dolaşan kafirlerden bir tek kişi bırakma. Şüphesiz ki sen onları bırakırsan kullarını yoldan çıkarırlar ve sadece ahlâksız ve kâfir çocuklar doğururlar." (Nuh/26, 27)

Allah doğrusunu en iyi bilendir.









العصمة للّه وحده - el-Ismetü lillâhi vahdeh

[Kusursuzluk sadece Allah’a mahsustur]…
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla