Tekil Mesaj gösterimi
Alt 14. September 2011, 12:00 AM   #5
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.016
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

İslâm dini

İSLÂM” NE DEMEKTİR?

الإسلام[islâm] sözcüğü, س ل م [silm] kökünden türemiş if‘âl kalıbında mastar bir sözcük olup isim ve mastar olarak kullanılır. Silm sözcüğü, “berâet/uzak tutma; korkudan, kuşkudan, beladan, huzursuzluktan, mutsuzluktan, kavgadan savaştan, ağrıdan, sızıdan, maddî ve manevî sıkıntılardan, zayıflıktan çürüklükten… tüm olumsuzluklardan uzak olma” demektir. Bu sözcük, sâlim, selâm, teslim, islâm vs. sözcüklerinin de köküdür. Sözcüğün “islâm” kalıbı, “sağlamlaştırma” [dertten, tasadan, korkudan, mutsuzluktan, kavgadan, savaştan ve benzeri olumsuz şeylerden uzaklaştırma] demektir. Öyleyse İslâm dini de, “insanları sağlamlaştıran din [dert, tasa, savaş, zayıflık, manevî hastalık, mutsuzluk ve benzeri şeylerden uzaklaştırıp sağlama, güvenceye alan ilkeler bütünü] demektir.

Dinin ilkeleri Kur’an’da “Hikmet” olarak ifade edilmiştir. Hikmet de “zulüm ve fesadı engellemek; adaleti sağlamak için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler” demektir. Ki İslam dinin ilkeleridir.

Müslüman ne demektir?

Bu sözcüğün anlamı ise “Kendini, toplumunu dertten, tasadan, korkudan, mutsuzluktan, kavgadan, savaştan ve benzeri tüm olumsuz şeylerden uzaklaştıran kimse” demektir.

Bu anlama göre Müslüman sürekli faaliyet halinde bulunan, pasiflikten uzak kimsedir.

Bir Müslüman için bu tanımlar bir mihenk taşı; kalite kontrol malzemesi olmalıdır. Din adına duyduğu her şeyi bu ölçüler ile sağlama yapmalıdır. Bu tanımlar çerçevesine girmeyen uygulamaların Hak din ile ilgisinin olmadığını bilmelidir.

Müslümanlar, kurdukları devleti Sadaka [Zekât (vergi), infak] ve diğer kamu gelirleriyle ayakta tutarlar.

Ey iman etmiş kişiler! Elçi ile fısıldaşacağınız [başbaşa konuşacağınız, özel hizmet alacağınız] zaman, bu fısıldaşmanızdan önce hemen bir sadaka veriniz. Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Böyle olmasına rağmen eğer birşey bulamazsanız, artık şüphesiz Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Başbaşa konuşmanızdan önce sadakalar vermekten korktunuz mu? İşte, yapmadınız. Ve Allah, sizin bilinçle hatadan dönüşünüzü kabul etti. Artık salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma kurumları oluşturun, ayakta tutun], zekâtı/verginizi verin, Allah'a ve Elçisi'ne itaat edin. Ve Allah, yaptıklarınıza en çok haberi olandır. (Mücadele/ 12, 13)

Ve yüzlerce zekât ve infak ayetleri dikkate alınmalıdır.



Kur’an’a baktığımızda İbrahim peygamberden itibaren Rabbimizin sosyal, siyasal ilkeleri koyduğu Müslümanların da özgür bir vatan edinerek ve devletleşerek İslâm’ı yaşamaya çalıştıkları görülür. Sosyal devlet olmanın ana şiarı olan Salât’ın İbrahim peygambere (İbrahim/35- 41), İsa peygambere (Meryem/33-35, 36), Musa peygambere (Ta Ha/ 11-15, Yunus/ 87), İshak ve Ya’kub peygambere (Enbiya/ 72, 73) Zekeriyya peygambere (Al-i Imran/ 39), İsmail peygambere (Meryem/55), Lokman’a (Lokman/ 13, 16- 19), Şuayb peygambere (Hud/87), israiloğullarına (Bakara/ 83), tüm insanlığa (Nur/56, Rum/31, 32, Bakara/ 110) ile olmazsa olmaz bir görev olarak verilmiştir. Salih peygamber- Semud kavmi kıssalarında konu edilen “Allah’ın devesi” de “salât”tır.

Gerçek iman, salâtın ikamesi ve zekâtın verilmesi gerçek dinin temelidir.

Oysa ki onlara sadece, dini yalnız Allah için arındıran kişiler hâlinde sadece Allah'a kulluk etmeleri, salâtı ikame etmeleri [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma kurumları oluşturmaları, ayakta tutmaları], zekâtı/vergiyi vermeleri emredilmişti. Ve işte bu, doğru/eksiksiz/aşınmaz dindir. (Beyyine/5)

Rasülüllah, Mekke’den Medine hicret ettikten sonra Medine’de Rabbimiz Müslümanların kıblesini nasihat ve uyarı boyutundan çıkarıp devlet organizasyonuna yükseltmiştir. Böylece Müslümanlar, O güne kadar nazil olmuş İslâm dini esaslarına dayalı bir devleti Medine’de oluşturdular. O günkü mevcut İslâm ilkelerine dayalı ilk İslâmî anayasa hazırlandı ve yürürlüğe kondu. Daha sonra Rabbimizden birçok ilke daha geldi ve İslam dini tamamlandı. Dolayısıyla İslam devleti ana ilkeleri de tamamlandı. Medine şehri sınırları da Müslümanların ülkesi oldu.

İslâm dini, her zaman ve yer için uygulanabilecek özellikteki ilkeler içerir. O nedenle, devlet, devlet yapısına yönelik olan ve diğer tüm ilkeler her zaman uygulanabilir ilkelerdir. İslâm dininde, devlet işleri ve din işleri diye bir iş ayırımı yoktur. Devlet işlerinin tümü, A’dan z’ye hepsi din işleridir.



Konumuz olan merkezi otorite (Manevî kişiliği ve belirli bir anayasal düzeni olan egemenlik sahibi, sınırları belli bir ülkeye sahip, bir hükümete ve ortak kanunlara bağlı teşkilatlı millet veya milletler topluluğunu meydana getiren siyâsi teşekkül”), Kur’an’da “ تمكينtemkîn[5]” ifadesiyle yer alır.

Kendilerine savaş açılan kimselere, kendileri haksızlığa uğramaları; onlar, başka değil sırf “Rabbimiz Allah'tır” dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmaları nedeniyle savaşmalarına izin verildi.

Ve şüphesiz ki Allah, onları zafere ulaştırmaya en iyi gücü yetendir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yerle bir edilirdi.

Allah, Kendisine yardım edenlere –kendilerini yurtlandırıp/özgür vatan sahibi yapıp güçlendirirsek salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma kurumları oluşturan, ayakta tutan], zekâtı/vergilerini veren, örfe uygun/herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden ve vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü, çirkinliği kabul edilen şeylerden alıkoyan kimselere– kesinlikle yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, çok güçlüdür, mutlak galiptir. İşlerin sonucu da sadece Allah'a âittir. (Hacc 39-41)

Ve Allah, sizlerden iman etmiş ve düzeltmeye yönelik işler yapmış olan kimselere, kendilerinden öncekileri başkalarının yerine getirdiği gibi, yeryüzünde onları da başkalarının yerine geçireceğini, onlar için beğenip seçtiği dini onlar için kesinlikle tutunduracağını; yurtlandırıp özgür vatan sahibi yapacağını ve korkularından sonra, onları kesinlikle güvene değiştireceğini vaat etti. Onlar Bana kulluk ederler, Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Bundan sonra da kim Benim ilâhlığımı ve rabliğimi örterse/inanmazsa, artık işte onlar, yoldan çıkanların ta kendileridir. (Nûr, 55)

Müslümanların İslâm dini ilkelerini yaşayabilmeleri bağımsız, özgür bir ülke; vatan sahibi olmalarına bağlıdır. Müslümanların ülkelerini savunmaları zorunlu bir görevdir. Müslümanlar, yurtlarına; ülkelerine göz diken, onları yurtlarından çıkarmak, onları vatansız hale getirmek isteyenlere karşı savaşmak zorundadırlar.

Kendilerine savaş açılan kimselere, kendileri haksızlığa uğramaları; onlar, başka değil sırf “Rabbimiz Allah'tır” dedikleri için haksız yere yurtlarından/vatanlarından çıkarılmaları nedeniyle savaşmalarına izin verildi. …… (Hacc/ 39-41)

Yeminlerini bozan, Elçi'yi yurdundan çıkarmaya azmeden ve üstelik ilk önce size karşı savaşa kendileri başlayan bir toplumla savaşmaz mısınız? Yoksa onlara saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti mi duyuyorsunuz? Artık, eğer mü’min iseniz, Allah, Kendisine saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duymaya daha layık olandır.

Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın ve onları rezil-rüsva etsin. Sizi de, onlara karşı muzaffer kılsın ve mü’min bir toplumun göğüslerine şifa versin, göğüslerinin kinini gidersin. Allah dilediğinin tevbesini de kabul eder. Ve Allah, çok iyi bilendir, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. (Tevbe/ 13, 14)


Allah, Müslümanların müstaz’aflığına; başkasının hâkimiyetinde yaşayarak dinlerini doğru dürüst yaşayamamalarına izin vermez:

Kesinlikle görevli güçlerin, kendilerine haksızlık ederlerken, geçmişte yaptıklarını ve yapması gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırdıkları şu kimselerin durumuna gelince; görevli güçler, “Ne işte idiniz?” derler. Onlar: “Biz yeryüzünde güçsüzleştirilmiş kimselerdik” derler. Görevli güçler: “Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi, siz orada hicret etseydiniz ya?” derler. Artık, –erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan göçe güç yetiremeyen, kılavuzlandıkları doğru yolu bulamayan kimseler hariç– işte bunların varacakları yer cehennemdir. Ve o ne kötü gidiş yeridir! (Nisa 97, 98)

Size ne oluyor da, Allah yolunda ve “Ey Rabbimiz! Bizleri halkı kendi benliklerine haksızlık eden kimseler olan bu memleketten çıkar, nezdinden bize bir koruyucu, yol gösterici yakın, nezdinden iyi bir yardımcı kıl” diyen zayıf düşürülmüş erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?

İman etmiş kimseler, Allah yolunda savaşırlar. Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini örtmüş kişiler de tâğut yolunda savaşırlar. O hâlde siz şeytanın yakınları, yardımcıları ile savaşın. Şüphesiz şeytanın tuzağı çok zayıftır. (Nisa 75, 76)

Bu âyetler ışığında, Müslümanların devleti için “Müminlerin İslâm'a göre teşkilatlandıkları, İslâm dini ilkeleri çerçevesinde oluşturdukları, yeryüzünde (her yerinde veya herhangi bir bölgede) İslâm'ı bütünüyle yaşamak üzere kurdukları organizasyon”dur denilebilir. Ve Müslümanlar bu organizasyonu gerçekleştirmek zorundadırlar. Ama devlet, İslâm’ın bir gayesi değil, İslâm dinin eksiksiz uygulanması ve özgürce yaşanması için bir araçtır. “İslâm devleti” diye bir tanım olmaz, “Müslümanların devleti” olur.

Müslümanlar, devletlerini “Hâkimiyet, mülk, Allah’ındır” esasına göre kurarlar. Devletin oluşumunda ırk, renk, kabile, soy, sosyal sınıf etkin olmaz.

Ve zindana o'nunla birlikte iki delikanlı girdi. Onlardan birisi: “Şüphesiz ben, kendimi şarap sıkarken gördüm” dedi. Öteki de: “Şüphesiz ben başımın üstünde ekmek taşıdığımı, kuşların da ondan yediğini gördüm. Bize bunun te’vîlini haber ver. Şüphesiz biz seni iyilik/güzellik üretenlerden görüyoruz” dedi.

Yûsuf: “Size yiyecek olarak verilecek bir yemek gelmeden önce onun te’vîlini size bildiririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir. Şüphesiz ben Allah'a inanmayan bir toplumun –ki onlar âhireti örtenlerin; inanmayanların ta kendileridir– dinini, yaşam tarzını terk ettim. Ve atalarım İbrâhîm, İshâk ve Ya‘kûb'un dinine, yaşam ilkesine uydum. Bizim, Allah'a hiçbir şeyi ortak tutmamız olmaz. Bu, Allah'ın bize ve insanlara bir armağanıdır. Velâkin insanların çoğu kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödemiyorlar. Ey benim zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı birçok rabbler mi daha hayırlı, yoksa her şeye hâkim ve galip olan bir tek Allah mı? Sizin, O'nun astlarından o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım isimlerden başka birşey değildir. Bunlara tapmanız konusuna Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm ancak Allah'a aittir: O, size, Kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte bu dosdoğru/koruyan dindir. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar. (Yusuf 36- 40)

Kesin olarak, inanmamakla emrolundukları tâğutu[6] aralarında hakem yapmak isteyerek kendilerinin, sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri süren şu kişileri görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Şeytan da onları uzak/geri dönülmez bir sapıklıkla sapıttırmak istiyor. (Nisa/ 60)

Şüphesiz sana bağlılık yemini eden şu kimseler, gerçekte Allah'a bağlılık yemini etmektedirler. Allah'ın gücü; nimetleri, yardımları onların güçlerinin; yardımlarının, hizmetlerinin üzerindedir. O nedenle kim sözünden dönerse, artık sadece kendisi aleyhine olmak üzere dönmüştür. Kim de Allah'a verdiği söze vefa gösterirse, Allah ona hemen büyük bir ödül verecektir. (Fetih/ 10)
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 4 Kisi:
40tr40 (11. February 2013), Bilgi (25. December 2012), hiiic (14. September 2011), merdem (3. July 2013)