Konu: Zulüm
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 25. March 2013, 04:10 PM   #2
merdem
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Nov 2012
Mesajlar: 1.606
Tesekkür: 667
710 Mesajina 1.305 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 23
merdem has much to be proud ofmerdem has much to be proud ofmerdem has much to be proud ofmerdem has much to be proud ofmerdem has much to be proud ofmerdem has much to be proud ofmerdem has much to be proud ofmerdem has much to be proud of
Standart Zulme ugrayan da zulmeden gibi sucludur

asagidaki yazi Kurandanhaberlerden'dir.

Herkes hakkini korumasini bilmeli, illede avukat lazim gerekmez. En adaletli avukat Allah'tir, en iyi yönetici Allah'tir. Kimin nasil hakkina sahip cikmasi gerektigini apacik Kur'an da izah etmistir.

Beraberlikten birlik dogar, bir elin nesi iki elin sesi var denilir. Birinin gücü yetmedigi yerde bir baskasinin katilimi ile güc ortaya cikar.

Zulme yol acak, imkan veren ezilen dahi olsa zulme ortak olmus olur.

Istisnalar haric tutulmustur: hastalik, yaslilik, akil yoksunlugu ve kendini müdafadan aciz cocuklar.

Buyrun hep beraber okuyalim:


"Ezilmişler/Müstedaflar Cehenneme…"
2011-09-22 12:27:00



"Müsted'af" ve "isted'af" kelimeleri, ezilmek, güçsüz bırakılmak, güçsüz görülmek, güçsüz ve zayıf görmek, zayıf kabul edilmek, zulme maruz kalmak anlamlarına gelir. Kur' an’daki kullanımları da benzer anlamlara sahiptir.

Yani kelime, doğasında, bünyesinde doğuştan getirdiği yapısal veya irsi bir zayıflık ve güçsüzlük barındırmayan, bulundurmayan ancak daha çok kendi dışındaki bir gücün ve etkenin etkisi ile güçsüz ve zayıf duruma düşürülmeyi ifade eder. Özellikle bedendeki bir çelimsizlik, zayıflık ve zafiyeti değil, ekonomik ve sosyal statüdeki bir zafiyeti ve güçsüzlüğü anlatır.

Kur'an'daki kullanımları da daima bu yöndedir. İnsanların adil olmayan bir sınıfsal yapı içerisinde, doğal ve meşru olmayan yollarla, ekonomik, siyasi ve sınıfsal yönden aşağıda olmaya zorlanmayı ifade eden isimlendirme olarak kullanılır. Ancak Kur'an çok zaman bu şekilde isimlendirilen kişilerin de bu gayri meşru durumu bir şekilde içselleştirerek normal bir durummuş gibi algılamaya başladıklarına da göndermelerde bulunur. Bu hale gelme de, en azından bu halin sürmesinde güçsüz bırakılanların da önemli katkısının olduğundan söz eder.

Bu ifadelerin, fiziki ve tek taraflı bir zorunluluğun sonucu olarak değil, genellikle çift taraflı bir kabul ve yargının sonucu olarak oluşan bir algıyı ve yaşama biçimini resmettiğini görüyoruz. Ezilmişlik, müstedaflık, geri kalmışlık veya geri bırakılmışlık sadece zalimin zulmünün bir sonucu olarak bu kesime isim olmuyor. Böyle bir kesime isim olması için, o kesimin de bunu kendileri için "olabilir" olarak görmeleri gerekiyor. Müstedaflığı ve ezilmişliği, kendilerine ait, kendilerini ifade eden bir durum, hatta bir sınıf ve toplumsal katman olarak kabullenmedikleri sürece bu tanımlamalar onlara isim olmuyor.

Bu kelimenin doğasında ezilmişliği ve yenilmişliği kabullenme ön kabulü var. Bunu kendisine bir isim ve sınıf olarak kabul eden bir birey veya sosyal yapı bu konumunu değiştirmek için bir çabanın içine girmez. O bu durumu hayatın bir gereği ve dayatması olarak kabul eder. En iyimser yaklaşımla, dışarıdan bir gücün gelip kendilerini kurtarmasını bekler. Toplumlardaki "mehdi" beklentisi de böyle bir algı ve yaşam biçiminin sonucu olarak ortaya çıkmış olsa gerekir.

Müstedaf özü itibari ile kadercidir. Başına gelenin kötü bir şey olduğunu bilir, ancak o kendisini bu durumu değiştirecek yetenekte ve donanımda görmez. Kendi iradesi dışında oluştuğunu sandığı bu "hayatın şartları"na çok da sızlanmadan adapte olur. O bu konuda tam bir teslimiyetçidir.

Mesela, Samiri'nin kavmini aldatması sonucunda, kavmi karşısında Harun düştüğü durum, Kur'an'da "istidaf" kelimesi ile ifade edilir. Musa, kavminin azgınlaşmış halini gördüğünde kardeşine hesap sorunca, Harun; "istedafuni / güçsüz bırakıldım"der. İlgili ayetin bağlamını okuduğumuzda Harun'un kavminin davranışları karşısında birkaç cılız itiraz dışında fazla bir şey yapmadığını görürüz. Sanki bu toplumu düzeltmek ve o yapı içindeki haksızlıkları düzeltmek kendisinden çok Musa'nın işidir. Musa geldiğinde sorunu çözecektir. O, böyle bir ezilmişlik haleti ruhiyesi içinde "abisini" bekler. Ve sonunda "abisi" gelir ve bu sapkınlığa son verir.

İlgili ayet şöyledir;

Ve Musa, halkına döndüğünde, öfke ve üzüntü içinde onlara, "Benim yokluğumda ne kötü bir yol tutmuşsunuz böyle!" dedi, "Rabbinizin buyruğunu bir kenara attınız, öyle mi?" Ve (Kanun) levhalarını yere attı, kardeşinin başından yakalayıp kendine doğru çekti. Harun: "Ey anamın oğlu" diye sızlandı, "halk beni güçsüz gördü (istedafuni)ve neredeyse öldüreceklerdi beni: bunun için benim acımla düşmanlarımı sevindirme ve beni zalimler topluluğuyla bir tutma!" (7/150)

İşin en kötü yanı ezilmişlik duygusunun insanda çok kalıcı izler bırakarak genetik bir hale dönüşebilme potansiyeli taşıyor olmasıdır. Bu halin kronikleşmesi, İsrailoğulları örneğinde olduğu gibi sorunun çözümünü oldukça zora sokmaktadır. Ve Musa'nın sırf bu duyguyu kırmak için İsrailoğullarını Mısır'dan çıkardıktan sonra kırk yıl çöllerde dolaştırdığını unutmayalım.

Herhangi bir egemen, kendi egemenliğinin gereği olarak, bir kesimin refah seviyesini olduğundan fazla yükseltmesi gerektiğine karar verdiğinde, bunu ancak, daha önce benzer koşullarda yaşayan bir kesimlerden birinin imkânlarını ellerinden alarak istediği kesime vermesi ile mümkün kılabilir.

Mesela, Hz Yusuf ve sonrası dönemi Mısır'ında, Mısırlılarla İsrailoğulları, bir müddet, neredeyse eşit şartlar altında yaşamışlar. Yüzlerce sene süren bu durum, daha sonraki dönemlerde iktidarı elinde bulunduran gücün, kendi yakınlarını ayrıcalıklı kılmak istemesiyle bozulmuştur.

Bu durum Kur'an'da şöyle özetleniyor:

"O ülkede Firavun kendini büyüklük duygusuna kaptırmış ve ülke halkını kastlara, sınıflara ayırmıştı. (Öyle ki,) onlardan bir kısmını iyice hor ve güçsüz görmek (yestedufi) istiyor (ve bunun için de) erkek çocuklarını öldürüyor, (yalnız) kadınlarını sağ bırakıyordu: çünkü o, gerçekten de, (yeryüzünde) bozgunculuk çıkarmak isteyen kimselerdendi." (28/4)

Ancak Fravun'un yaptığı bu zulümler, İsrailoğullarını bir hak arayışına ve mücadelesine yöneltmemiş, kendilerini "müstedaf /ezilmişler" olarak görerek, kendilerine verilenlerle yetinmişler ve kendilerine reva görülen hayatı içselleştirmişler. Müstedaf olmak anlaşılan böyle bir şey...

Yeri gelmişken belirtelim ki, Kur'an, haksızlığa uğrayıp da bunu kabul etmeyerek, haksızlığa baş kaldıranları ve bu adaletsiz algı, anlayış ve yapıyı değiştirip aslına döndürmek ve adaleti ikame etmek isteyenleri, "müstedaflar" olarak değil, "mücahidler" olarak adlandırmaltadır.

Kur'an, egemenlerin yeryüzünü ifsad etmelerine, toplumların bir biri üzerine haksızca galebe çalmalarına asla izin vermez. Böyle bir girişimi daima lanetler. Zalimin yerinin ebedi kalmak üzere Cehennem olduğunu söyler. Bu dünyada da onlarla mücadele etmenin her bireyin görevi olduğunu her bağlamda ifade eder. Ancak, mazlumlar, zulm karşısında sessiz kalmayıp gerekli direnişi gösterseler, zulm düzeninin kısa bir süre içinde yıkılacağının da altını çizer.

O, batılın hak ile karşı karşıya geldiğinde, batılın hak karşısında dayanamayacağını mutlak anlamda hakkın galip geleceğini dile getirir. Çünkü hak içinde zulmün hiç bir rengi barınmaz, barınamaz. Bu nedenle gereği gibi hakka tabi olan da, yani imanına zulmü bulaştırmayan da hak gibidir, zalim ve batıl karşısında boyun eğmez. Aksine zalim onun karşısında boyun eğer.

Hakka tabi olan, ne zalim olur, ne de zulme rıza gösterir. "... La tezlimune vela tuzlemune / ne zulmedersiniz ne de size zulmederler" (2/279). Yani temel prensip şu: Ne zulmediniz ne de size zulmedilmesine müsaade ediniz. Aslında zalim olmakla mazlum olmak arasında çok ince bir çizgi var. Mazlum rolünü benimsemek, zulme bağışıklık kazandırdığı gibi, mazlumu da zalime dönüştürebilir.

Kur'an da mustadaflar ile ilgili ayetleri takip ettiğimizde, müstedaflarla/güçsüz bırakılmışlarla müstekbirlerin aynı atmosfer içinde, yan yana, birbirlerini suçlarken anlatıldıklarına şahit oluruz.

"(Ama) hakikati inkara şartlanmış olanlar, "Biz ne bu Kuran'a inanırız, ne de önceki vahiylerden bugüne kalanlara!" dediler. Sen (Hesap Günü) Rablerinin huzurunda suçu birbirlerinin üzerine atıp durdukları zaman bu zalimleri(n halini) bir görseydin! (Yeryüzünde) güçsüz olanlar (istudifu) küstahça böbürlenenlere: "Siz olmasaydınız kesinlikle inanmışlardan olurduk!" diyeceklerdir. Küstahça böbürlenenler ise güçsüzlere (istudifu): "Nasıl olur? Doğru yol size açıkça gösterildikten sonra biz mi sizi (zorla) ondan alıkoyduk? Hayır, suçlu olan sizdiniz!" diyeceklerdir. Ama güçsüzler(istudifu), küstahça büyüklük taslayanlara: "Hayır!" diyecekler. "(Bizi ondan alıkoyan, sizin) gece gündüz (Allah'ın mesajlarına karşı) yanlış ve yanıltıcı itirazlar geliştirmenizdi; (tıpkı) Allah'ı tanımamaya ve O'na rakip güçler bulunduğuna bizi ikna ettiğiniz (gibi)!" diyeceklerdir. Ve onlar (kendilerini bekleyen) azabı görünce (derin) pişmanlıklarını ifade etmeye imkan bulamayacaklar; çünkü biz hakikati inkara şartlanmış olanların boyunlarına halkalar geçireceğiz. Bu, yaptıklarının (adil) bir karşılığı değil midir?" (34/31-33)

Zalimi mazlumdan, ezilmişi ezenden ayıran ve mazlumu haklı kılan şey, birinin edilgen diğerinin etken veya eylemin suç olması değildir. Yapılan şeyin niteliği elbette önemlidir ve zalimi sorumlu kılar. Peki bu durum, yaşanılan şeylerde mazlumun da bir payının ve sorumluluğunun olduğu geçeğini ortadan kaldırır mı? Ezilmişliği kabullenmek, ezmeyi doğal ve meşru hale getirir ve ezilmişlik duygusunu pekiştirir, zulmü yaygınlaştırır.

Tamam, zalim her durumda zalimdir, dolayısıyla cezayı ve laneti hak eder. Peki mazlumun konumu nedir? Egemenin veya erk sahibinin zalime ve müstekbire dönüşmesi sürecinde potansiyel mazlum konumunda olanlar ne yaptılar? Bunlar egemenlerin değirmenine su taşımasalar, bu zalimleşme süreci tamamlanabilir miydi?

Sadece iyi tarih okuyucuları değil, kendi zamanlarını iyi okuyanlar da iyi bilirler ki, birileri mazlumiyeti kabullenmediği müddetçe zalimlerin ve tiranların oluşması mümkün olmaz. Elbette tiranlığa yeltenen insanlar olacaktır, ancak onların tiran olabilmeleri için onların tiranlığını birilerinin gönüllü veya gönülsüz olarak kabul etmeleri gerekir. Veya şöyle söyleyelim, tiranlar, tiranlık edecek bir ortam olmadan, o ortamı yaratmadan tiran olamazlar ve o ortamı da tek başlarına icat edemezler.

Öldürülmeyi değil, ölmeyi göze almayanlar, mazlumiyetin ne tiksindirici bir durum olduğunu kavrayamazlar. Yaşamayı, hayatı ve hayatta olanı önemsemeyenler, ölmeyi ve mücadeleyi göze alamazlar. Kendilerini değerli görmeyenlerin mücadeleleri de değerli ve anlamlı olmaz. Hayata asılmak, hayatta asılacak değerleri olanların başarabileceği bir şeydir. Hayata asılanları egemen olduğu bir toplum tiranlar yetiştirmez. Hayata asılmak, sorumluluk sahibi olmak anlamına gelir.

Sorumlu olmak durağanlığı değil dinamik olmayı gerektirir. Tıpkı coşkuyla çağıldayan bir pınar, bir nehir gibi… Akan su/nehir içinde pislik barındırmaz. Daha çok bunun için su hayattır.

Kendisini müstedaf/ezilmiş olarak gören birisi, her şeyden önce umutlarını yitiren bir kişidir. Oysa umut etmek, var olmanın ilk aşaması ve en olmazsa olmazıdır. Umut etmek iddia etmeyi doğurur, iddia etmek de hayata asılmayı... Zaten zalimler de umutların azaldığı yerde ortaya çıkmaya başlarlar ve egemenliklerini de iddiası olmayan insanlar üzerinde kurarlar. Bu nedenle müstedaf olmak ile iddia sahibi olmak arasında daima bir ters orantı bulunur. İddia sahibi olmak, edilgen olmayı ve boyun eğmeyi değil sahip olmayı ve sahip olduğunu yaşatmayı gerektirir.

Bundan dolayıdır ki ezilmişliği, yoksulluğu, yoksunluğu bir felsefe ve yaşam biçimi olarak benimseyenler, bir yüzünü morartan zalimlere öteki yüzünü de sunan mistikler ve rahipler gibidirler. Bunun içindir bunların bol bulunduğu yerde zalimler de, zulümlerde bol bulunur. Çünkü bu ruh halinin kendisi başlı başına bir zulümdür.

Bu nedenle olsa gerektir, Kur'an, müstedaflarla müstekbirleri/zalimleri hemen hemen aynı kategoride değerlendirir. Bu ruh halini yaşam biçimi haline getirip müstekbirlerin değirmenine su taşıyanlara aynı şekilde seslenmiştir: GİRİN CEHENNEME...

Zulme bilmeden yataklık yapmak; tevbeyi, bu konuda bir aymazlık ve vurdum duymazlık içinde olmak müeyyideyi gerektirir. Bilerek zulme yataklık yapmak ise kişiyi zaten zalim yapar.

Bu nedenle müstedaflığı, ezilmişliği bir yaşam biçimi olarak benimseyip, alışkanlık haline getirenler kendilerine, kendi nefislerine zulm edenlerdir. Başkalarına zulmetmekle, kendisine zulm etmek arasında sonuç açısından bir fark yoktur. Yapılan şey: zulümdür. Zalimlerin yurdu da cehennemdir. Bu yurt onların sadece öte dünyadaki yurtlarının değil bu dünyadaki yurtlarının adı da cehennemdir.

Zalimlerin egemen olduğu coğrafyalara bir göz atın, orada cehennemden başka ne görürsünüz. Zaten cehennem dediğiniz şey nedir ki... Oradaki veya buradaki ne fark eder ikisi de zalimler yurdu değil midir?

Bakın ne diyor Kur'an:

"Melekler, kendilerine zulmeden kimselere canlarını alırken soracaklar: "Neyiniz vardı sizin?" Onlar: "Biz, yeryüzünde çok güçsüzdük" (müstedafine) diye cevap verecekler.(Melekler), "Allahın arzı, sizin kötülük diyarını terk etmenize yetecek kadar geniş değil miydi?" diyecekler. Böylelerinin varış yeri cehennemdir, ne kötü bir varış yeri!" (4/97)

Öte dünyadaki cennete ancak, bu dünyayı cennete dönüştürme mücadelesi içinde olanlar, en azından böyle bir iddia taşıyanlar talip olabilirler. Cennet de en nihayetinde adaletin tecelli ettiği son mekan değil midir?
merdem isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla