Tekil Mesaj gösterimi
Alt 25. April 2009, 09:58 PM   #4
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.016
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

“ العرمARİM” SÖZCÜĞÜ

Bu sözcük, “vadinin kendisiyle engellendiği set” anlamındaki “ عرمةarimet” sözcüğünün çoğuludur. (Lisanü’l Arab; c. 6, s. 214, “arm” mad.)

Ayetteki “Arim” sözcüğü ile ilgili olarak klasik eserlerde şu bilgiler verilmiştir:

1- Bu, o şeddin harap olmasına sebep olan köstebeklerdir. Çünkü Belkıs, aralarında yollar bulunan dağlara yöneldi. Böylece de, o yolların (çıkış noktalarına), geçitlerine setler yaptı. Derken, yağmur suları ve kaynak suları oralarda toplandı ve âdeta bir deniz haline geliverdi ve buralara, sırayla birbirinin üzerinde olmak üzere üç kapı, kapak yerleştirdi. Öyle ki, bu kapıların ancak biri açıldıktan sonra diğeri de açılıyordu. Derken köstebekler o seddi deldiler. Böylece de o setler harap oldu ve biriken sular, onların aleyhine bir tehdit oluşturmaya başladı.
2- Arim, seddin adıdır. Bu sed de, Arîm'in toplanması demektir. Arim ise taşların bir araya gelmesidir.
3- Arim, kendisinden o suyun kaynaklanmış olduğu vadinin adıdır. (Razi; el Mefatihu’l Gayb)

Arim seli, cahiliyye döneminde söylenen rivayetlerle, eski Arapça kitapların üzerine bina edildiği olaylardan biridir. Sel mağduru çoğu Yemen kabileleri, Arap yarımadasının kuzeyine, doğu sahillerine, Şam ve Irak beldelerine hicret ettiler. Hicret edenler arasın*da Yesrib'e [Medine-i Münevvere] yerleşen Evs ve Hazreç, Şam ülkesinde devlet kuran Gassaniler, Irak ülkesinde devlet kuran Lahmiyyun, Amman'da devlet kuran Benu Abdulkays da bulunmaktadır. Tarihçiler bu felaketin Nebevi bi'setten yaklaşık dört yüz sene önce gerçekleştiğini tahmin ederler. (Derveze; et Tefsirü’l Hadis)

el-Kuşeyrî dedi ki: Bunların "Himar [eşek]" lakaplı bir başkanları vardı. Bunlar İsa ile Muhammed (sav) arasındaki fetret döneminde idiler. Denildi*ğine göre, bunun bir oğlu vardı ve öldü. Bunun üzerine başını semaya doğ*ru kaldırıp tükürdü ve kâfir oldu. İşte bundan dolayı "Himar'dan daha kâ*fir" tabiri kullanılmaktadır. el-Cevherî dedi ki: "Himar'dan daha kâfir" deyi*mi şuradan gelmektedir: Ad kavmine mensub bir adamın birkaç oğlu vardı. Bu da çok büyük bir küfür ile kâfir oldu. Onun topraklarından kim geçer*se, mutlaka o kişiyi küfre davet ederdi. Çağrısını kabul ederse onu bırakır, değilse öldürürdü. Daha sonra Arim seli onların bahçelerini alıp götürünce, ileride açıklanacağı üzere- etraftaki ülkelere dağıldılar. Bundan dolayı darbımeselde “Sebeliler gibi darmadağın oldular” denilmektedir. Denildiğine gö*re Evs ve Hazrecliler de onlardandır. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

ez-Zeccac dedi ki: Arim, üzerlerinde kapatılmış bulunan seddi oyan fare*nin adıdır. Kendisine "el-Huld" denilen de odur. Katade de böyle demiştir: Selin olmasına kendisi sebep teşkil ettiğinden sel ona nispet edilmiştir.
İbnu'l-Arabî de: Arim fare isimlerinden bir isimdir, demiştir.
Mücahid ve İbn Ebi Necih de şöyle demişlerdir: Arim Yüce Allah'ın sed*di, içine göndermiş olduğu kırmızı bir sudur. Bu su, seddi çatlatmış ve yık*mıştır.
Yine İbn Abbas'tan gelen rivayete göre Arim çok şiddetli yağmur demek*tir. "Re" harfi sakin olarak "arm" de denilir.
ed-Dahhak'tan rivayete göre; bunlar İsa ile Muhammed (ikisine de selam olsun) arasındaki fetret döneminde yaşamışlardı.
Amr b. Şurahbil de şöyle demektedir: Arim sed demektir. el-Cevherî de böyle demiştir. el-Cevherî'nin dediğine göre bunun kendi lafzından tekili yok*tur. Tekilinin "arime" olduğu da söylenmektedir.
Muhammed b. Yezid dedi ki: İki şey arasında engel teşkil eden her bir şe*ye arim denilir. Engel [sed] diye adlandırılan şey de budur ve bu "Arime"nin çoğuludur.
en-Nehhas dedi ki: İki dağ arasında toplanan yağmur suyunun önünde eğer bir engel varsa, buna arim denilir. Mısırlıların "Hibs" adını verdikleri en*gel budur. Onlar istedikleri vakit bu engeli kaldırırlar. Bahçeleri yeteri ka*dar su aldığı vakit yine burayı tıkarlardı. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

Metindeki "seyle’l-arim" ifadesinde kullanıldığı gibi, 'arim' kelimesi "baraj, set" anlamına gelen ve Güney Arapçasında kullanılan "arimen" kelimesinden türemiştir. Yemen'de yapılan kazılarda ortaya çıkarılan harabelerde bu kelime sık sık bu anlamda kullanılmıştır. Mesela, Yemen'in Habeşli hükümdarı Ebrehe'nin büyük Me'arib seddinin tamirinden sonra yazdırdığı M.S 542 ve 543 tarihli bir kitabede bu kelime tekrar tekrar baraj [set] anlamında kullanılmıştır. O halde Seyle’l-arim, bir set yıkıldığında meydana gelen sel felaketi anlamına gelir. (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)

Bu felaketin tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Fakat Ma’rib Barajının ilk yıkılışının muhtemel tarihi M.S. 2. Yüzyıl olabilir. Bu olaydan sonra Sebe Krallığı büyük ölçüde harap oldu ve bu da güneyli [Kahtân] birçok kabilenin Yarımada'nın kuzeyine doğru göç etmelerine yol açtı. Ardından, barajlar ve kanallar şebekesi belli ölçüde onarıldı, fakat ülke eski refah düzeyine bir daha ulaşamadı ve İslam'ın zuhurundan 20-30 yıl önce de bu büyük baraj tamamen çöktü. (Muhammed Esed; Kur’an Mesajı)

Bu açıklamalardan da anlaşılmaktadır ki, “arim” sözcüğü “barajlar, bentler, sedler” demektir. Tarihin bir döneminde Yemen’deki bu barajlar yıkılmış, boşanan sel suları ülkeyi tamamen mahvetmiştir.
Ayetteki “şükretmemek" ifadesinden bu toplumun sahip olduğu nimetlerin karşılığını Allah’a ödemedikleri, yani işsizlere iş, aşsızlara aş vermedikleri, yetimleri kerimleştirmedikleri, infakta bulunmadıkları anlaşılmaktadır.
Demek oluyor ki, bu kavmin ileri gelenleri “hep bana” demişler, tekasür hastalığına tutulmuşlar, işin sonunu hesap etmemişlerdir. Gelir dağılımındaki olumsuzluk toplumdaki bir kesimin nefretine, kıskançlığına ve hıncına neden olmuş, bu da ilahi bir ceza olarak barajın yıkılmasına ve toplumun perişanlığına neden olmuştur. Kendi yaptıklarının bir sonucu olarak cennet olan ülkeleri cehenneme dönmüştür. Bu durum bize Tekasür suresinde verilen ilahî mesajı hatırlatmalıdır:

“Hayır… Hayır… Eğer ki ılme’l-yakîn /kesin bilgi ile bilirseniz, cahîmi[çılgınca yanan ateşi]mutlaka görürsünüz.”(Tekasür/5, 6)
Biz Tekasür/5, 6’da sözü edilen “cahîm”in âhiretteki cehennem değil, dünyadaki cehennem olduğu kanısındayız. Şöyle ki: Bu dünyevî cehennem, Tekâsür ile eğlenmenin ve zevklenmenin sonucunda ortaya çıkan perişanlıktır, ıstıraptır, sıkıntıdır, bunalımdır; yanan ateştir.
Kur’ân'da “cahîm” sözcüğünün dünyadaki alevli ateş için de kullanıldığını gösteren bir başka örnek de Saffat/97’dir.
Dediler ki: “Şunun için bir bina yapın da bunu çılgınca yanan ateşin ortasına[cahîme]atın!” (Saffat/97)
İbrahim peygamberin karşıtları tarafından ateşe atılmasının anlatıldığı bu ayette geçen ve “çılgınca yanan ateş” olarak çevirdiğimiz sözcüğün orijinali de “cahîm”dir.
Yukarıdaki bilgiler ve vardığımız sonuçlar esas alındığında, insanlığa sunulan evrensel mesaj şu şekilde açıklanabilir:
“Eğer çokluk yarışı yapmanın, gösterişin, lüksün ve bunlardan zevk almanın, bunlarla eğlenerek oyalanmanın ne demek olduğunu, bunların nelere mal olduğunu bilimsel bir gerçekle bilseydiniz, o zaman karşınızda cahîmi, cehennemi, perişanlığı, acıları, feryatları, sıkıntıları görürdünüz; bu davranışlarınızla kendiniz için, çevreniz için, ülkeniz için, dünya için bir cehennem hazırladığınızı fark ederdiniz.”
Dünyadaki cehennemleri görmek ve insanlara cehennem sıkıntısı veren bu faciaların oluşma sebeplerini belirlemek için gerek kendi hayatımızda ve gerekse çevremizdeki insanların veya toplumların hayatlarında görülen bazı trajik olayları iyi analiz etmek, “neden” diye sorarak problemin ana kaynağını doğru teşhis etmek gerekmektedir: Dünyadaki bu tür cehennemlerin sayıca fazlalığı, bunlara neden olan sebeplerin fazla olduğu göstermez.. Bilinmelidir ki, bütün bu cehennemlerin tek bir sebebi vardır: Çoğaltma yarışı ve çokluktan zevk almak, çoklukla oyalanmak, çoklukla eğlenmek, çok, daha çok yapabilme istek ve gayretleri...
Tekâsür hastalığına yakalanarak tekâsür ateşini yakmış olanlar, bir taraftan bu ateşi söndürmemek ve daha da büyütmek için ellerinin uzandığı her yerden haklı haksız toplayıp sömürür ve semirirlerken, diğer taraftan da topladıklarını kaptırmamak için aynı kaynaktan beslenmek isteyen rakiplerini sabote ederler, yalan ve iftiralar ortaya atarak onlarla mücadele ederler. Sonunda durum öyle bir hâl alır ki, hem tekâsür ateşini yakmış olanlar hem de bunların beslendiği, sömürdüğü suçsuz günahsız insanlar ateşin içinde kalırlar. Kaldıkları o şey bir dünya cehennemidir. Suçsuz ve günahsız insanların cehennemi ezilmek, sömürülmek, çaresiz bırakılmak şeklinde gerçekleşirken, bizzat ateşi yakanların cehennemi ise topladıklarını başka tekâsür hastalarına kaptırmamak, korumak ve daha da arttırmak için kaygı ve hasret duyarak huzursuzluk çekmeleridir. Bu özellikteki birey ve toplumlar sürekli kendilerine düşman yaratarak geceleri uyuyamaz hâle gelirler ve böylece içinde yaşadıkları ortamı bizzat kendi elleriyle cehenneme çevirirler. (Tebyinü’l Kur’an; c.1, s. 296-299)

18 – Ve Biz onlarla o bereket verdiğimiz memleketler arasında, sırt sırta şehirler meydana getirmiştik. Ve onlara da muntazam gidiş geliş düzenledik: -Buralarda gecelerce ve gündüzlerce [sürekli] emniyet içinde gidin gelin!-
19 – Sonra da onlar: “Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır” dediler ve nefislerine zulmettiler. Şimdi de Biz onları ehadis [efsaneler] kıldık ve tamamen didik didik dağıttık. Şüphesiz ki bunda tüm çok şükreden sabırlı için elbette ayetler vardır.

Sebe toplumuna iki cennetten başka, rahat, güvenli yollar, yakın mesafede komşu kentler, köyler de verilmişti. Bu nedenle çevre kentlerle de gayet barışçı ilişkileri vardı. Bu yüzden ticaretlerini de güven içinde yapabilmekteydiler. Ne var ki, bu nimetlerin değerini bilmediler, şükretmediler. Taşkınlıklarıyla “Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır!” dediler. Yani kendi elleriyle belalarını istediler ve cezalandırıldılar. Oradan sürüldüler
Sebe’ ülkesinin diğer bir özelliği de “güven ve emniyet” içinde olması idi. Ayrıca bu ülke, sırt sırta, birbirine yakın, bakınca diğerini görebilen kasaba ve şehirlerden oluşmuştu. “O bereket verdiğimiz memleketler” ifadesinden, bu şehirlerin aynı zamanda bereketli, verimli, temiz ve manevî değeri olan şehirler olduğunu anlıyoruz. Ayetteki “o bereket verdiğimiz ...” ifadesiyle Kur’an’da Suriye ve Filistin bölgeleri kastedilir. (A’raf/137, Enbiya/71, 81)

Sebelilerin Efsanelen İşleri:
Yani, "Sebeliler her yönden o kadar darmadağın oldular ki, artık onların bu dağınıklığı herkes tarafından bilinir oldu. Bugün bile Araplar bir topluluğun tamamen dağılışından bahsetmek isteseler Sebelileri örnek gösterirler. Allah nimetlerini onlardan geri aldığında, çeşitli Sebe kabileleri yurtlarından ayrılıp Arabistan'ın başka bölgelerine göç etmeye başladılar. Benû Gassân, Suriye ve Ürdün'e; Evs ve Hazreç Yesrib'e; Huzaa da Cidde yakınlarındaki Tihane'ye yerleşti. Ezd kabilesi Umman'a gitti. Beni Lahm, Cuzam ve Kinde kabileleri de başka yerlere göç etmek üzere yurtlarını terk etmek zorunda kaldılar. Böylece Sebeliler artık millet olmaktan çıktılar ve sadece bir efsane oldular." (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)

19. ayetin sonundaki “Şüphesiz ki bunda tüm çok şükreden sabırlı için elbette ayetler vardır” ifadesi ile Allah nimet verdiğinde şımarmayan, Allah'ı unutmayan, Allah'ın verdiği nimetlerin karşılığını ödeyen fert ve toplumların bu tip tarihi olaylardan ibret alacakları, tarihi tekerrür ettirmeyecekleri açıklanmaktadır.

Ayetteki “Seferlerimizin arasını uzaklaştır” ifadesi, Yahudilerin Bakara/61’de nakledilen “Ey Musa, biz tek çeşit yemeğe asla katlanamayacağız, artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, kabağından, sarımsağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın” şeklindeki sözlerine benzemektedir. İsraillilerin bal börek, baklava kaymakla beslenirken “soğan sarımsak” talebinde bulundukları gibi, Sebeliler de kendi elleriyle, ayaklarıyla felaketi davet etmişlerdir.

Anlaşıldığına göre, Sebe toplumunun “Seferlerimizin arasını uzaklaştır” şeklindeki sözleri, inançlarının bozukluğundan dolayı dile getirilmiş bir taleptir. Bu ukalaca talep, bir kimsenin kendisini dövemeyeceğini sandığı birine “Haydi vursana! Erkeksen gelsene!” demesi gibi bir şeydir. Bu ifadeyi ya doğrudan
kullanmışlar ya da hal ve tavırlarıyla bu anlama gelecek hareketlerde bulunmuşlardır. Yani elleriyle ayaklarıyla belalarını istemişlerdir.

20 – Ve ant olsun ki, İblis onlar hakkındaki zannını tasdik etti de müminlerden ibaret bir kesimden başkası ona [İblise] uydular.
21 – Hâlbuki onun [İblis] için, onlar üzerinde hiçbir sultan [kudret] yoktu. Fakat Biz ahirete imanı olanı, ondan şek içinde bulunandan [yeterli bilgisi olmayandan] ayırt edecektik. Ve senin Rabbin her şeyi iyice koruyandır.

Bu ayetlerde, İblis’in hiçbir zorlama gücü olmadığı halde Sebe’ toplumunun İblis’e uyarak azdıkları, şımardıkları ve bunun sonucunda da cezalandırıldıkları bildirilmektedir. Ayette Rabbimizin bize daha evvel temsili anlatımlarla verdiği bazı mesajlara da gönderme yapılmaktadır:

(İblis) “Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, and olsun ki, ben onlar için Senin dosdoğru yoluna oturacağım; sonra yine and olsun ki, onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını şükredenler bulmayacaksın” dedi. (A’raf/16, 17)

Ve hani Biz bir vakit meleklere; “Âdem'e secde edin” demiştik de İblis'ten başka hepsi secde etmişlerdi. O; “Ben bir çamur olarak [madde olarak] yarattığın kimseye mi secde ederim?” demişti. (İsra/62)

(İblis) “Öyle ise izzet ve şerefine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka azdıracağım; ancak içlerinden arıtılmış kulların müstesna” dedi. (Sad/82, 83)

O [İblis] dedi ki: “Rabbim! Beni Sen azdırdığın [beni azdırmak için yarattığın] için, mutlaka ben de yeryüzünde onlara süsleyeceğim ve arıtılmış kulların hariç onların hepsini mutlaka azdıracağım!” (Hıcr/39, 40)

Görüldüğü üzere, yukarıdaki ayetlerde, İblisin çok az bir grubu hariç, insanların tamamını azdırıp şükredici olmamalarını temin edeceği nakledilmiştir. Sebe’ halkının akıbeti şeytanın bu işlevine çok güzel bir örnektir. Çünkü bu halk şükretmeyip nankörlerden olmuş ve bu haliyle de şeytanı doğrular bir duruma düşmüştür.
20. ayette “müminlerden ibaret bir kesimden başkası” ifadesine göre, Sebe’ toplumu içindeki inananlar küçük bir azınlıktan ibaretti. Merhum Mevdudi’nin bu konuyla ilgili tespitleri şöyledir:

Tarih, eski çağlarda Sebeliler arasında sadece Allah'a ibadet eden küçük bir topluluğun yaşadığını göstermektedir. Çağımızda yapılan arkeolojik kazılar sonucu Yemen'de bulunan kitabeler bu küçük unsurun varlığına işaret etmektedir. Yaklaşık olarak M.Ö. 650 yıllarına ait kitabeler, Sebe krallığı içinde, sadece Zu-Semevî veya Zû-Semâvi'ye, yani Rabbu’s-Sema’ya [Göklerin Rabbine] ibadete hasredilmiş evler bulunduğunu söylemektedir. Bazı yerlerde bu ilahtan “Meliken Zû-Semavi [Göklerin sahibi olan Melik] diye bahsedilmektedir. Sebelilerin bu mirası Yemen'de yüzyıllarca yaşamaya devam etmiştir. M.S. 378 tarihli bir kitabede "Bu mabet, ilah Zû-Semavi'ye aittir” ifadesi bulunmaktadır. M.S. 465 tarihli bir kitabede de şöyle bir ifade yer alır: "Bi-nasr ve riza ilahin bel semin ve ardin [Göklerin ve yerin sahibi olan İlah’ın yardım ve rızasıyla]” . M.S. 458 tarihli başka bir kitabede ise Rahman kelimesi, “Bi-rıza Rahmanen [Rahmanın yardımıyla]” şeklinde kullanılmaktadır. (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)

İblis’in bir toplumu nasıl nankörleştirdiği, şu başlıklar altında sıralanabilir:
* Haramın yenmesini, haksız kazanç elde edilmesini emrederek ve önererek,
* Kötülük, hayâsızlık ve Allah'a karşı bilmedikleri şeyleri söylemelerini emrederek,
* Fakirlikle korkutarak,
* Kuruntulara düşürerek,
* Allah'ın yarattıklarını değiştirmeyi emrederek,
* Kandırmak için yaldızlı sözler fısıldayarak,
* Vesvese verip zihin bulandırarak,
* Yaptıkları ameller ile şımartarak,
* Azdırarak,
* İçki, uyuşturucu, kumar ve lüks yaşamla aralarında düşmanlık ve kin sokarak,
* Allah'ı anmaktan ve namaz-niyazdan onları geri bırakarak...

Merhum Mevdudi, Sebelilerin nankörlüğünü örnek olarak karşımıza getiren 15- 21. ayetler bağlamında Sebe kavmiyle ilgili şu değerli bilgileri vermektedir:

Yunan ve Roma tarihçileri ve coğrafya bilgini Theophrastus (M.Ö. 288) de, İsa'dan öncesinden itibaren, çağlar boyunca Hıristiyan tarihinin yanı sıra kavimden de bahsetmektedirler.
Bu kavmin yurdu bugün Yemen denilen Arabistan yarımadasının güneybatı köşesiydi. Yükselişi M.Ö. 1100 yıllarında başlamıştır. Davud ve Süleyman Peygamberler zamanında Sebeliler, zenginlikleriyle dünyaca meşhur bir kavimdi. Başlangıçta güneşe tapıyorlardı. Daha sonra, kraliçelerinin Hz. Süleyman zamanında imana gelmesinden (M.Ö. 965-926) sonra muhtemelen çoğu Müslüman oldu. Fakat zamanı tam tesbit edilemeyen daha sonraki bir dönemde tekrar Elmaka [Ay Tanrısı] , Ester [Venüs] , Zat Hamim, Zat Bed'an [Güneş Tanrısı] Hermeten veya Herimet gibi birçok tanrı ve tanrıçaya tapmaya başladılar. Baş tanrıları Elmeka'ydı. Krallar ülkede onun temsilcisi olarak hüküm sürüyorlardı.
Yemen'de yapılan kazılar sonucu, bu tanrılar ve özellikle de Elmaka için her tarafta mabetler yapıldığını ve her önemli olayda bu tanrılara kurbanlar sunulduğunu gösteren birçok yazıtlar ortaya çıkarılmıştır.
Çağımızda yapılan arkeolojik kazılar sonucunda, bu kavmin tarihine ışık tutan yaklaşık 3000 kadar kitabe bulunmuştur. Bunların yanı sıra, Arap ravilerinin ve Romalı, Yunanlı tarihçilerin verdikleri bilgiler de kullanılırsa, bu kavmin ayrıntılı bir tarihi hazırlanabilir. Bu bilgilere dayanarak aşağıdaki dönemlerin bu kavmin tarihinde önemli dönemler olduğunu söyleyebiliriz:
1- M.Ö. Yedinci Yüzyılın yarısından önceki dönem: Sebe kralları bu dönemde Mukarrib diye anılıyordu. Bu, kralların kendilerinin insanlarla tanrılar arasında bir bağ olduğunu iddia ettiklerini veya başka bir deyişle rahip-krallar olduklarını ifade eder.
Başkentleri, bugün Heribe denilen ve Me'arib'in bir günlük yol batısında kalıntıları bulunan Sirve idi. Büyük Me'arib barajının temelleri bu dönemde atılmıştı; daha sonraki dönemlerde gelen krallar bu barajı zaman zaman genişletmişlerdir.
2- M.Ö. 650-M.Ö. 115: Bu dönemde Sebe kralları, dinsel yönetimin yerini laik krallık yönetimine bıraktığını gösteren Melik adını aldılar ve Mukarrib adını kullanmaz oldular. Sirve'yi bırakıp Me'arib'i başkent yaptılar ve onu her yönden geliştirdiler. Bu şehir denizden 3900 fit yüksektedir ve San'a'nın yaklaşık 60 mil doğusundadır. Bugün bulunan harebeleri bile, bir zamanlar çok gelişmiş bir kavmin merkezi olduğuna şahitlik etmektedir.
3- M.Ö. 115-M.S. 300: Bu dönemde Sebe krallığı, Sebe kavminin ileri gelen kabilelerinden biri olan Himyerilerin yönetimi altına girdi. Onlar Me'arib'i bırakıp, daha sonraları Zafar diye bilinen Reydan'ı başkent yaptılar. Bu şehrin kalıntıları bugünkü Yerim şehri yakınlarındaki bir tepe üzerinde hâlâ mevcuttur. Bu tepeye yakın bir yerde, belki de bir zamanlar bütün dünyaca zafer ve büyüklüğü ile tanınan o büyük kavmin torunları olan Himyer adında küçük bir kabile yaşamaktadır. Aynı dönemde krallığın bir bölümü için ilk defa Yemenet ve Yemenat kelimeleri kullanılmaya başlanmıştır. Bu kelime daha sonraları Yemen'e dönüşmüş ve Asir'den Aden'e ve Babü'l-Mendeb'den Hadramevt'e kadar uzanan bütün toprakların adı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu dönemde Sebelilerin gerileyişi de başlamıştır.
4- M.S. 300'den İslam’ın doğuşuna kadar olan dönem: Bu, Sebelilerin çöktüğü dönemdir. Bu dönemde Sebeliler, dış müdahalelere meydan bırakan iç savaşlara dalmışlardı. Bu, onların ticaret ve tarımlarının gerilemesi, hatta siyasal özgürlüklerinin bile kaybedilmesi ile sonuçlandı. Himyeriler ve diğer kabileler arasındaki anlaşmazlıklardan yararlanan Habeşiler, Yemen'i işgal ettiler ve M.S. 340'tan M.S. 378'e kadar yönettiler. Daha sonra siyasal özgürlüklerini kazanmalarına rağmen büyük Me'arib barajında çatlaklar görülmeye başladı ve bu çatlaklar, Sebe’/1’de değinilen selin yol açtığı büyük bir felaketle sonuçlandı (M.S. 450-451). Gerçi bundan sonra Ebrehe dönemine dek baraj tamir edildi, fakat ne dağılan insan topluluklarını geri getirebildi, ne de bozulan tarım ve sulama sistemi eski haline döndürülebildi. M.S. 523'te Yemen'in Yahudi kralı Zu-Nuvas Necran Hıristiyanlarını katletti. Kur'an-ı Kerim'de bu olaya Ashab-ı Uhdud diye değinilmektedir (Büruc/4). Bunun intikamını almak için Habeşistan'daki Hıristiyan krallığı Yemen'i işgal etti ve bütün toprakları ele geçirdi. Daha sonra Yemen'in Habeşli yöneticisi Ebrehe, Kâbe’nin merkezi durumuna bir son vermek ve bütün Batı Arabistan'ı Bizans-Habeş etkisi altına almak için, Hz. Muhammed'in (s.a) doğumundan bir kaç gün önce, M.S. 570 veya 571'de Mekke üzerine yürüdü. Habeşistan ordusu, Kur'an'da Ashabü'l-Fil adı altında anlatıldığı şekliyle tamamen helak oldu. En sonunda M.S. 575'de Yemen, İran'lıların eline geçti. Yemen meliki Bazan, İslamı kabul edince onların yönetimi de M.S. 628'de sona erdi.
Sebe halkı zenginliğini iki şeye borçluydu: Tarım ve ticaret. Tarımlarını, daha önceden Babil hariç hiçbir yerde bilinmeyen bir sulama sistemi ile geliştirmişlerdi. Ülkelerinde doğal akarsular yoktu, yağmurlu mevsimlerde tepecikler arasına inşa ettikleri setler sayesinde küçük gölcüklerde su toplanır ve ülkenin her tarafında yapılan bu gölcüklerden tarlalarına su taşımak için kanallar inşa ederlerdi. Bu, Kur'an'da da değinildiği gibi bütün ülkeyi verimli bir bahçe haline getirmişti. En büyük su deposu, Me'arib yakınındaki Cebel Belek'in girişine inşa edilen baraj sayesinde biriken göldü. Fakat Allah nimetlerini onlardan geri alınca, en büyük baraj M.S. beşinci yüzyılın ortalarında yıkıldı ve meydana gelen sel birbiri arkasına ülkedeki bütün barajları yıktı. Bu da bütün sulama sisteminin bir daha tamir edilemeyecek şekilde bozulmasıyla sonuçlandı.
Allah, Sebelilere ticaretle ilgili olarak da yararlanabilecekleri çok avantajlı bir coğrafi mekân ihsan etmişti. Bin yıldan fazla Doğu ile Batı arasındaki ticaret araçlarını tekellerinde tuttular. Bir taraftan limanlarına Çin'den ipek, Endonezya ve Malabar'dan baharatlar, Hindistan'dan dokuma ve kılıçlar, Güney Afrika'dan zenci köleler, maymunlar, devekuşu tüyleri, fildişi geliyor, diğer taraftan bu malları daha sonra Roma ve Yunanistan'a nakledilmek üzere Mısırlı ve Suriyeli tacirlere satıyorlardı. Bunun yanı sıra Sebeliler, Mısır, Suriye, Roma ve Yunanistan'da büyük revaç bulan buhur, anbar, mür ve daha başka parfümler üretiyorlardı.
Bu uluslararası ticaret için iki önemli yol vardı: Kara yolu ve deniz yolu. Deniz ticareti bin yıldan fazla Sebelilerin kontrolünde kaldı, çünkü Kızıldeniz'in esrarengiz muson rüzgârlarını, dalgalarını, kayalıklarını, emin limanlarını sadece onlar biliyorlardı ve başka hiçbir kavim bu tehlikeli sularda denizcilik yapmayı göze alamıyordu. Bu deniz yolu ile Sebeliler ticaret mallarını Ürdün ve Mısır limanlarına götürüyorlardı. Aden ve Hadramevt'ten gelen kara yolları Me'arib'de birleşiyor, oradan da Mekke, Cidde, Yesrib, El'ula, Tebuk ve Eyle'den Petra'ya giden bir yola uzanıyor, bu yol kuzey ucunda Mısır ve Suriye'ye olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Bu kara yolu boyunca Kur'an'da zikredildiği gibi Yemen'den Suriye sınırlarına kadar uzanan ve ticaret kervanlarının gece gündüz uğradığı birçok Sebe kolonisi kurulmuştur. Bu kolonilerin işaretlerine bugün hâlâ Sebe ve Himyeri kitabelerinin bulunduğu bu yol üzerinde rastlanmaktadır.
Hz. İsa'dan sonraki birinci yüzyıldan sonra Sebelilerin ticareti kötüye gitmeye başladı. Ortadoğu'da Yunan, daha sonra da Roma krallıkları kurulduktan sonra halk Arap tacirlerinin kurdukları tekel nedeniyle oryantal mallar için çok yüksek fiyatlar talep etmelerinden şikâyetçi olmaya ve yöneticileri onların deniz ticaretindeki tekeli kırmaya teşvik etmeye başladılar.
Bunun üzerine başlangıçta Mısır'ın Yunanlı yöneticisi II. Batlamyus (M.Ö. 285-246) yaklaşık olarak yedi yüzyıl önce Firavun Sesostris tarafından kazılan Nil-Kızıldeniz kanalını tekrar açtı. Bunun sonucu olarak ilk Mısır donanması ilk defa bu kanaldan Kızıldeniz'e girdi, fakat Sebelilere karşı fazla başarı kazanamadı. Mısır, Romalıların eline geçince, Romalılar, Kızıldeniz'e daha güçlü bir ticaret filosu gönderdiler ve bu filoyu arkadan başka bir donanma ile de desteklediler. Sebeliler bu güce karşı koyamadılar. Romalılar her limanda kendi ticaret kolonilerini kurdular, gemiler için erzak depoladılar ve mümkün olan her yere askeri kuvvetlerini de yerleştirdiler. En sonunda Aden, Romalıların askeri yönetimi altına girdi. Bu hususta Roma ve Habeşistan krallıkları Sebelilere karşı gizli ve ortak planlar kurdular ve en sonunda bu kavmi siyasal özgürlüğünden de mahrum bıraktılar.
Deniz ticareti yolundaki denetimlerini yitiren Sebelilere sadece karayolu ticareti kaldı, fakat bir çok faktör birleşerek yavaş yavaş bu ticareti de ellerinden çıkarmalarına sebep oldu. İlk önce Nebatiler, Petra'dan El-Ula'ya kadar bütün Hicaz ve Ürdün kolonilerini Sebelilerin elinden aldı. Daha sonra M.S. 106'da Romalılar, Nebati krallığına bir son vererek Hicaz'a dek bütün Suriye ve Ürdün yerleşim bölgelerini ele geçirdi. Bundan sonra Habeşistan ve Roma, iç karışıklıklardan yararlanarak Sebelilerin ticaretini tamamen mahvetmeye çalıştılar. İşte bu nedenle Habeşistan, en sonunda bütün bölgeyi ele geçirinceye dek defalarca Yemen'e saldırmıştır.
Böylece Allah'ın gazabı, bu kavmin zafer ve zenginliğin doruğundan bir daha yükselmeye muktedir olamayacakları hiçliğe inmelerine neden olmuştur. Bir zamanlar Yunanlılar ve Romalılar bu kavmin efsanevi zenginliğini duyup kıskanırlardı. Strabe şöyle diyor: "Sebeliler altın ve gümüş kaplar kullanıyorlardı, evlerinin tavanları, duvarları ve kapıları bile fildişi, altın, gümüş ve değerli taşlarla süslüydü." Pliny şöyle der: "Roma'nın ve İran'ın bütün zenginlikleri Sebelilerin ellerine akıyor. Onlar bugün dünyanın en zengin halkı ve verimli toprakları, bahçeler, bitkiler ve hayvanlarla dolu." Artemidorus ise şöyle der: "Bu insanlar lüks içinde yüzüyorlar. Yakacak olarak tarçın ağacı, sandal ağacı ve başka güzel kokulu ağaçlar yakıyorlar." Aynı şekilde Yunan tarihçileri de Sebelilerin sahip olduğu sahillerden geçerken gemilerin içinden bile bu toprakların güzel kokusunu duyan yolculardan bahsederler. Tarihte ilk defa Sebeliler bir gökdelen inşa etmişlerdir. San'a'da bir tepenin üzerine inşa edilen ve Gumdan kalesi denilen bu gökdelenin Arap tarihçilerine göre yirmi katı vardı ve her kat 36 fit yüksekliğe sahipti. Sebeliler Allah kendilerine nimetlerini bol bol ihsan ettiği sürece böyle bolluk ve eğlence içinde yaşadılar. En sonunda nankörlükte bütün sınırları aştıklarında, her şeye gücü yeten Allah, yüzünü onlardan çevirdi. Onlar da sanki daha önceden hiç var olmamış gibi helak oldular. (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
hiiic (4. November 2010)