Tekil Mesaj gösterimi
Alt 28. September 2008, 01:56 AM   #6
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

ANAYA BABAYA İYİ DAVRANMAK

Yüce Rabbimiz, imanın ilkelerini belirtirken hem En’am suresinde hem de burada, şirkten arınmaktan hemen sonra ana-babaya iyilikle davranmayı saymıştır. Lokman suresinde de ana-babayı şükredilecekler arasında kendisinden sonraki sıraya koymuştur:

Ve Biz insana, anası ve babası hakkında tavsiyede bulunduk: -Anası onu zayıflık üstüne zayıflıkla taşıdı. Onun sütten ayrılması da iki yıl içindedir.– “Bana, anana ve babana şükret [karşılık öde]!” Dönüş, ancak banadır. (Lokman/14)

Anaya babaya iyilik yapmak onların sadece karınlarını tok, sırtlarını pek tutmak olarak anlaşılmamalıdır. Onlara iyilik yapmak ve iyi davranmak, rabbimizin önemle üzerinde durduğu bir ahlaki tutumdur. Bu ahlaki tutum, onların her türlü maddî ihtiyaçlarının giderilmesinden başlayıp yaşlılıklarında daha da ihtiyaç duydukları manevi ve duygusal ihtiyaçlarının giderilmesine kadar bir çok davranışı içeren bir süreçtir. Sevdiklerinin sevilmesi, ahbaplarının aranıp sorulması, meşru taleplerine karşı çıkılmaması, kırgınlıklarına neden olabilecek kaba söz ve davranışlardan kaçınılması, mutluluklarını sağlayacak yakın ilgiden mahrum bırakılmamaları, hayatlarını hoş ve tatlı bir aile atmosferi içinde yaşamalarının sağlanması bu tür davranışlar cümlesindendir.
Ana-babaya iyi davranmak, onların Müslüman olmaları durumuna bağlı değildir. Eğer ana-baba müminler ile savaşmıyorlarsa, kâfir de olsalar, evlâtlarının onlara karşı yukarıda sayılan görevleri yerine getirmeleri gerekir:

Allah, sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez. Şüphesiz ki Allah adalet yapanları sever. (Mümtehine/8)

Konumuz olan ayette Rabbimizin ana-babanın yaşlılık hâlleri üzerinde durmuş olması özellikle dikkate değer bir noktadır. Çünkü yaşlılık sebebiyle meydana gelen değişikliklerden ötürü, insan, evlâtlarının göstereceği iyiliklere daha fazla muhtaçtır. Rabbimiz, bu durumdaki ana-babaya, değil kaba davranıp azarlamayı, “öf!” demeyi bile yasaklamıştır.
Ayetteki “Ve merhametinden dolayı onlar için alçak gönüllülük kanatlarını indir” buyruğu, İstiare sanatıyla onlara merhamet edilmesini emretmektedir ki, sanat diliyle verilmiş olan bu talimat, sıradan bir emir cümlesiyle verilecek olandan daha fazla etki uyandırmaktadır.
Buradaki hitap peygamberimize olduğu ve o dönemde peygamberimizin ana-babası olmadığı için, “onlar” ile kastedilenler onun ümmetidir:

Ve müminlerden sana uyan kimselere kanadını indir. (Şuara/215)

24. ayetin sonunda öğretilen duada özellikle ana-babanın evladını terbiye etme işlevinin söz konusu edilmesi, bize göre, insanın ana-babasının kendisini büyütürken gösterdikleri sevgi ve şefkati, çektikleri sıkıntı ve yorgunlukları hatırlamasını sağlamak içindir.
Ayette verilen bir diğer mesaj da, insan üzerinde Allah’tan sonra en büyük hak sahibinin ana-baba olduğudur. O hâlde müminlere düşen de kendi üzerlerinde hak sahibi olan ebeveynlerine saygıda, itaatte, hizmette kusur etmemeleridir.

25 - Sizin Rabbiniz içinizdekileri çok iyi bilir. Eğer salihler olursanız elbette O tam anlamıyla dönenleri bağışlayıcıdır.

Bu ayetle Allah’ın önceki ayetlerde konu edilen ilkelerine uymakta gösterilecek samimiyetsizliğe, riyakârlığa set çekilmekte, ancak daha evvel yapmış oldukları hatalardan samimiyetle dönmek isteyenlere de yeşil ışık yakılmaktadır.

26, 27 - Yakınlık sahibine, yoksula ve yolda kalmışa da hakkını ver. Ve saçıp savurma. -Şüphesiz saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.-
28 - Ve eğer Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak, onlardan [akraba, yoksul ve yolda kalmıştan] yüz çevirirsen, o vakit de kendilerine yumuşak ve tatlı [onların ağırına gitmeyecek] bir söz söyle.

Tevhit inancının yansıması niteliğindeki temel ahlakî ilkelerin sayılmasına bu ayetlerde de devam edilmektedir. Müminlerin sahip olması gereken ekonomik ahlakın bir göstergesi olarak bu ayette servet ve kazançların sadece onları kazananlara ait olmadığı, bu ekonomik değerlerde akrabanın, yoksulun ve yolda kalmışın da haklarının bulunduğu bildirilmektedir. Bu hakların mutlaka sahiplerine tediye edilmesi gerektiği bilincinin kazanılması, Kur’an’ın temel öğretilerinden birisidir. Burada en dikkat edilecek nokta, ekonomik değerlerin boşa harcanması demek olan kaynak israfının [savurganlığın] men edilmiş olmasıdır. Allah’ın lütfettiği helal kazançlar ve diğer temiz nimetler harcanmalı, tüketilmeli fakat asla israf edilmemelidir. Çünkü saçıp savuranlar, bu yaptıklarıyla “şeytanların kardeşi” olma durumuna düşmektedirler. Ekonomik değerleri bencilce saçıp savurmak, bir çok ihtiyaç sahibinin bu ekonomik değerlerden mahrum kalmasına neden olan bilinçsizce bir tutumdur. Bu bilinçsizce tutum, gerek kişilerin iç dünyalarındaki bencillik ve hodgâmlığı pekiştirerek, gerekse diğer insanların içlerindeki haset ve yoksunluk krizlerini tetikleyerek toplumun ahlakî rotasını bozucu etkiler yapmaktadır. Toplumların huzur ve mutluluğunu bozan birçok sosyal problem, bozuk, bencilce ve savurganlığa dayalı bir mal ve servet kullanımının komplikasyonları olarak ortaya çıkmaktadır.
Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakları verilmeli, ancak verecek bir şeyi olmayanlar da hiç olmazsa bu insanlara hoş, tatlı ve gönül alıcı sözler söylemelidir.
Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa haklarının verilmesi gerektiği ilkesi başka surelerde de tekrarlanmış, Bakara suresinde ise bu ilkenin “birr [cennete lâyık nitelik] kapsamında olduğu belirtilmiştir:

Ve onların mallarında dilenen ve mahrum [yoksun; istemeyen yoksul] için bir hak vardı. (Zariyat/19)

Ve [o musalliler [destekçiler], kendi mallarında, isteyen ve mahrumlar [istemekten utanan yoksullar] için belli bir hak olan kimselerdir. (Mearic/24, 25)

İsteyeni azarlama. (Duha/10)

Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz Birr değildir. Ama Birr, Allah’a, Ahiret Günü’ne/ Son Gün’e, meleklere, Kitap’a, peygamberlere inanmak; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolcuya ve dilenenlere ve boyunduruktakilere [kölelere], Allah sevgisi için vermek ve namazı ikame etmek, zekatı vermektir. Ve sözleştiklerinde sözlerini tastamam yerine getirenler, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte onlar sadık olanlardır. Ve işte onlar takvalı olanların ta kendileridir. (Bakara/177)

Ekonomik ahlak ile ilgili “verme” ilkesinin dile getirildiği ayetlerin ifadelerinden de kolayca anlaşıldığı gibi, her birey, sahip olduğu varlıklar üzerinde diğer insanların da hakları olduğunu kabul etmeli ve onlara bir şey verirken iyilik yaptığını değil, sadece onların hakları olanı verdiğini düşünmelidir. Yardımların ancak bu duygu içinde yapılması ile “Birr” denen ahlakî tutuma ulaşılabilir.
Geçmişte ifrat içinde olanlar, Bakara/177’deki “yakınlık sahibi” ifadesiyle peygamberimizin yakınlarının, özellikle de kızı Fatıma ve soyunun kastedildiğini ileri sürmüşler, onlara verilecek olanın da Fedek arazisi olduğunu iddia etmişlerdir. Hâlbuki Fedek arazisi Medine döneminin son yıllarında ganimet olarak elde edilmiş ve taksimi yapılmış bir arazidir; bu ayet ise Mekkîdir.
26. ayette geçen “ آتِati [ver]” emri, önce peygamberimize sonra da herkese yöneliktir. Zira bu emrin geçtiği cümle, 23. ayette sözü edilen hükümler üzerine atfedilmiştir.
Bizim “saçıp savurmak” olarak çevirdiğimiz sözcüğün aslı “israf” değil, “ تبذير tebzir” sözcüğüdür. “Tebzir”, “malı ifsad etmek, yersiz, masiyete harcamak” demektir. Bu anlam, savurganlığın miktarı ile değil, malın harcandığı yer ile ilgilidir. (Lisanü’l-Arab; c.1, s. 361, “bzr” mad.)
Buna göre; eğer harcama normal yerlere yapılıyorsa, varlığın tümünün harcanması hâlinde bile bu davranış “tebzir” kapsamına girmez. Ancak harcama hakk olmayan bir yere yapılıyorsa, bu özellikteki tek kuruşluk harcama bile “tebzir” kapsamındadır. Dolayısıyla Rabbimiz, harcamaları kötü yollarda yapmayı, yani mal veya serveti insanların zararına kullanılabilecek yerlere ve kişilere harcamayı yasaklamış, bu yasağa uymayan mübezzirleri [saçıp savuranları] de “şeytanların kardeşleri” olarak nitelemiştir. Mübezzirlerin “şeytanların kardeşleri” olarak nitelenmesi; bu kişilerin, mallarını şeytanların [insanlara zarar veren, onları Allah’ın yolundan saptıran, yeryüzünde fesat ve kargaşa çıkarmak için uğraşanların] güçlenmeleri ve işlevlerini sürdürmeleri yolunda harcamaları sebebiyledir. Zaten malın tebziri de tam olarak malın bu şekilde harcanmasıdır. Bu sebeple, her mümin harcadığı kuruşun nerelere gittiğini takip etmeli, Allah’ın rıza göstermediği konularda iş yapanlarla ilişkiyi kesmeli, bu gibi kişilerle başka konularda da olsa alış veriş yapmamalı, onların güçlenmesine yardım etmemelidir.
Şeytanın arkadaşlığı, Zühruf suresinde değişik bir ifade ile dile getirilmiştir:

Ve her kim Rahman’ın zikrinden yüz çevirirse Biz ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o onun için karindir [yaştaş, yakın arkadaştır]. (Zühruf/36)


EN AZINDAN “YUMUŞAK SÖZ”

28. ayetteki “Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak” ifadesi, fakirlikten kinayedir. Çünkü Allah’ın rahmet ve ihsanını daha ziyade malı olanlar değil de malı olmayanlar talep ederler. Böyle olduğu için de sebebin ismi müsebbebe verilmiş ve fakirlik “Allah’ın rahmetini talep etmek” olarak isimlendirilmiştir. Buna göre, 28. ayetin manası “Eğer fakirsen, malın azsa, onlarla olan ilişkilerini güzel sözlerle devam ettir. Onlara malının olmadığını söyleyerek mazeretini bildir ve güzel ifadelerle onlara iyi temennilerde bulun. Onları ‘Allah yardımcı olur, bu günler de geçer, Allah kimseyi darda bırakmaz’ gibi sözlerle teselli et” şeklinde olur.

Maruf söz [Bir tatlı dil, güzel söz] ve bağışlamak, kendisini eza [incitme, başa kakma] izleyen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, Ganiyy’dir [Zengindir; hiçbir şeye muhtaç değildir], Haliym’dir [yumuşak davranandır]. (Bakara/263)

29 - Ve elini boynuna bağlanmış kılma [cimri olma], onu büsbütün de saçma [israf etme]. Aksi hâlde kınanmış ve yaptığına pişman olur kalırsın.

Ayetteki “Ve elini boynuna bağlanmış kılma!” ifadesi cimrilikten kinaye olup meal metninde parantez içinde belirttiğimiz gibi, anlamı “cimri olma!” demektir. “Onu büsbütün de saçma!” ifadesi de “Savurgan, müsrif olma!” anlamına gelir. 27. ve 29. ayetler birlikte okunduğunda, Rabbimizin harcamalarımızda ifrat ve tefrite gitmeden orta yolu takip etmemizi istediği açıkça anlaşılmaktadır. Cimrilik ve savurganlık gibi aşırılıklar hem maddî hem de manevî yönlerden insan için zararlı davranışlardır. Cimrilik insana saygınlık ve itibar kaybettirirken, savurganlık da insanın muhtaç ve zelil durumlara düşmesine yol açar. Harcamalarda orta yolun takip edilmesi ilkesi Furkan suresinde şu şekilde belirtilmiştir:

Ve o kimseler [Rahman’ın kulları], harcadıklarında israf etmezler, sıkılık da etmezler ve bu ikisi arasında bir denge olmuştur. (Furkan/67)

Ayetteki “Aksi hâlde kınanmış ve yaptığına pişman olur kalırsın” ifadesi, malını tamamen kaybeden insanın kendini ve ailesini sıkıntıya düşürmesi yüzünden çevresi tarafından kınanacağını ve yaptıklarından kendinin de pişmanlık duyacağını bildirmektedir. Öyleyse ne servetin dönüşümünü ve dağılımını engelleyecek kadar cimri, ne de kendi ekonomik durumunu çökertecek şekilde savurgan olunmalıdır.

30 - Gerçekten senin Rabbin, kullarından dilediği için rızkı genişletir ve daraltır. Şüphesiz ki O, kullarından gerçekten haberdardır, hakkıyla görendir.

Bu ayette, insanlar arasındaki rızk farklılığının belli bir sebebe dayandığı, Allah’ın rızkları dağıtırken kullarının durumlarından haberdar olduğu ve dilediğini zengin, dilediğini fakir kılmak üzere rızkları bilerek dağıttığı açıklanmaktadır.
Allah’ın biz kulları arasında böyle bir farklılık yaratması, imtihana vesile olması sebebiyledir:

Hayır… Hayır… Dönüş Rabbine olmasına rağmen insan, kendini yeterli gördüğünde [zengin olduğuna inandığında], kesinlikle azar [tuğyan eder]. (Alak/6-8)

Ama her ne zaman da sınayıp rızkını daraltırsa; “Rabbim beni aşağıladı.” der.
Hayır… Hayır… Doğrusu siz yetimi kerimleştirmiyorsunuz. Yoksulun yiyeceği üzerine birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Oysa mirası yağmalarcasına öyle bir yiyişle yiyorsunuz ki! Malı öyle bir sevişle seviyorsunuz ki, yığmacasına! (Fecr/16-20)

Ve eğer Allah rızkı kullarına bol bol verseydi, kesinlikle yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Velâkin O [Allah] dilediğini belli bir ölçüye göre indiriyor. Şüphesiz ki O, kullarından en çok haberi olandır, onları en iyi görendir görür. (Şûra/27)

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, insanlar arasındaki ekonomik farklılıklar Rabbimizin koyduğu kural gereği gerçekleşmektedir. Böyle olmakla birlikte, Rabbimiz kendi yarattığı bu farklılığın insanlar tarafından giderilmesini istemiş ve fazlalıklı olan insanlara Kur’an’da emirler vererek fazlalıklarını diğerleriyle paylaşmalarını bildirmiştir. Her alanda olduğu gibi ekonomik alanda da ahlakiliği gözeten Rabbimiz, fazlalıkların diğerleriyle paylaşılmasını da “arınmanın gereği” bir davranış olarak nitelemiştir. Ancak kişilerin ahlakî tutumlarının açığa çıkarılmasında çok önemli bir husus olan bu ilâhî eşitsizliğin bir takım zorlayıcı yollarla ortadan kaldırılması [servet dağılımının bir otorite tarafından değiştirilmesi], ne gerçekten adil bir eşitlik sağlayabilmekte, ne de Rabbimizin amacına uygun bir davranış olmaktadır. Çünkü dünyadaki pek çok örneğinde görüldüğü gibi, bu tarz zorlama yöntemler yeni eşitsizlikler ortaya çıkarmakta, gönül rızası ile olmadığı için de ilâhî amaca hizmet etmemektedir. İlâhî sistem, bireyin bu eşitsizliği meydana getiren fazlalıklarından başkalarına da vererek kurtulmasını amaçlamakta, böylece bireylerin dünyadaki ekonomik düzenin daha adil olmasına katkıda bulunmalarına imkân tanımaktadır. Dolayısıyla, insanların tam bir rıza içinde olmadığı zorakî paylaşım sistemlerinin Rabbimizin bu konudaki amacına hizmet etmesi mümkün değildir.


31 - Ve yoksulluk kaygısıyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları ve sizi Biz rızklandırırız/ besleriz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır.

Ayette geçen “ إملاقimlak” sözcüğü “bir şeye sahip olamamak, yoksulluk” demektir. (Lisanü’l-Arab, c.8, s. 360, 361) Bu sözcük hem geçişsiz hem de geçişli olduğundan, “yoksulluk” anlamına geldiği gibi, “yoksul bırakılmak” anlamına da gelir. Dolayısıyla ayetteki “imlak haşyeti” ifadesi hem “yoksulluk korkusu”, hem de “yoksul bırakılmak korkusu” demek olur. “İmlak” sözcüğünün geçişsiz anlamına göre “Ve yoksulluk kaygısıyla çocuklarınızı öldürmeyin” şeklinde meallendirilen ifade, “Çocuklara yapacağınız harcamalardan dolayı fakirleşeceğinizden korkarak çocuklarınızı öldürmeyin” şeklinde anlaşılmış olur.
“İmlak” sözcüğünün geçişli olduğu kabul edildiğinde ise aynı ifade “Yoksul bırakılacağınız korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin” şeklinde de anlaşılabilir. “Fakir bırakılma korkusu”, putlardan medet uman, onlara kurbanlar sunan müşrik Arapların hissettiği “putlar tarafından fakirleştirilme” korkusudur:

Ve onlar, O’nun [Allah’ın] yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah’a bir hisse kıldılar da kendi sapık inançlarına göre, “Bu, Allah için; şu da ortaklarımız içindir” dediler. İşte ortakları için olan şey [hisse] Allah’a ulaşmaz, Allah için olan şey ortaklarına ulaşır. Verdikleri hüküm ne kötüdür!
Ve onlar [ortakları], kendilerini mahvetsinler ve dinlerini karıştırıp bozsunlar diye müşriklerden çoğuna evlâtlarını öldürmeyi güzel gösterdi. Ve Allah dileseydi bunu yapmazlardı. O hâlde onları ve onların uydurdukları şeyleri bırak! (En’am/136, 137)

“İmlak” sözcüğünün geçişsiz anlamına göre ayetteki ifadeden çıkan “fakirleşme korkusu”, aile mevcuduna bir boğazın eklenmesiyle oluşacağı düşünülen “yitecek sıkıntısı” korkusudur ki, bu da başka ayetlerde şöyle yer almaktadır:

Ve onlardan biri kadın ile [kız doğum haberi ile] müjdelendiği zaman içi öfkeyle dolarak yüzü kapkara kesilir.
Kendisine verilen müjdenin kötülüğü dolayısıyla kavminden gizlenir; zillet ve horluğa rağmen onu [kızı] yanında mı tutsun yoksa toprağa mı gömsün! Dikkat edin onların verdikleri hüküm [töreleri] ne kötüdür! (Nahl/58, 59)

... diri diri toprağa gömülen kıza sorulduğunda,
“Hangi günahtan dolayı öldürüldü?” diye... (Tekvir/8, 9)


Gerçekten de Arap cahiliye tarihine bakıldığında, Arapların kendi kız çocuklarını yukarıda belirtilen iki sebeple öldürdükleri görülmektedir. Rabbimiz “imlak” sözcüğünü kullanarak her iki sebebi de kapsayacak şekilde çocukların öldürülmesini yasaklamıştır. Rabbimizin kullarına olan merhametinin bir babanın evlâdına olan merhametinden daha fazla olduğunu gösteren bu yasak, bir başka ayette de tekrarlanmıştır:

De ki: “Geliniz, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik edin, imlak haşyetiyle [fakirlik endişesiyle/ fakirleştiriliriz korkusuyla] çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi ve onları Biz rızklandırıyoruz. Ve kötülüklerin açığına ve gizlisine yaklaşmayın. Haksız yere Allah’ın haram kıldığı nefsi öldürmeyin. İşte bunlar, aklınızı kullanasınız diye O’nun size vasiyet ettikleridir. (En’am/151)

Bugünkü dünyada kız çocuklar o günkü gibi doğrudan öldürülmemektedir. Ne var ki, ayetteki “evlâtlarınızı öldürmeyin” ifadesinin modern zamanlarda da tekabül ettiği anlam ortadan kalkmış değildir. İslami hiçbir gerekçesi olmadan bir takım geleneksel gerekçelerle kız çocuklarının sosyal ayrımlara uğratılması kısmen bugün de devam etmektedir. Ayetin mesajını, bu ayetin gözettiği ahlakî ilkeyi eksen alarak anlamak daha doğru bir yaklaşım olur. Bu bağlamda, “çocukların öldürülmemesi” emrine, kız-erkek ayrımı yapılmaksızın onların cahil, eğitimsiz, mesleksiz bırakılmamasını da kapsayacak şekilde bakılmalıdır. Çünkü bu sosyal alanlarda onları donanımsız bırakmak, bize göre, onları öldürmek demektir.
Burada konu edilen “çocuk öldürme” eyleminin doğum kontrolü ile bir ilgisi yoktur. Zira “evlât” sözcüğü doğum sonrası aşamayı ifade eden bir sözcüktür. Dolayısıyla doğum kontrolünün “evlâtlar” ile ilişkilendirilmesi doğru değildir.

32 - Zinaya da yaklaşmayın. Şüphesiz ki o, iğrençliktir ve kötü bir yoldur.

Ayetteki “yaklaşmayın” ifadesiyle, zina denen toplumsal ateşe, tabir yerinde ise, “dış kapının kapatılması” suretiyle ileri derecede önlem alınmaktadır. Çünkü “yaklaşmayın” ifadesi, başkalarının bulunmadığı yerlerde baş başa kalmak, kaş göz işareti yapmak, davet ya da tahrik edici söz söylemek, dokunmak, öpmek gibi zinaya yol açabilecek her türlü davranışı kapsamaktadır.
İğrençlik ve aşırılık olarak nitelenen zina fiiline yaklaşılmaması emrinin ayette çoğul olarak gelmesi, bu talimatın topluma verildiğini göstermektedir. Yani, Rabbimiz zinaya karşı önlem alma amacıyla yasa çıkarma ve insanlara eğitim verme görevlerini topluma yüklemektedir. (Surenin sonunda “zina” konusu ile ilgili detaylı açıklama içeren bir ek yazı mevcuttur.)

33 - Ve hakk ile olmadıkça, Allah`ın haram kıldığı nefsi öldürmeyin. Ve kim zulüm edilerek öldürülürse, Biz onun velisine bir güç [yetki] vermişizdir. O da öldürmede aşırı gitmesin. Şüphesiz o [öldürülen/ veli] yardım olunmuştur.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla